“Küresel” Emperyalizm Döneminde Entegrasyon ve Bağımlılık

Cumhuriyet tarihi boyunca yalnızca iki dönemde bir çeşit “kalkınma ideolojisi”nin Türkiye’nin geleceğine ilişkin tartışmaların odağına oturduğuna tanık olmaktayız. Bu dönemlerden ilki 1930’la 1939 arasıdır; ikincisiyse pek tabii 1960-1971 dönemidir. Kanımca, bu iki dönem dışında Türkiye burjuvazisinin “kalkınma” vurgusu, bir demagoji olmanın ötesinde anlam taşımamıştır. Birinci dönemin kalkınma ideolojisi, büyük oranda Kadro Hareketi tarafından şekillendirilirken, ikinci dönemin bu bağlamda öne çıkan öznesi ise, Yön Hareketi olmuştur.

İlginç olan, dönemler arasında olduğu kadar, bu iki hareket -Kadro ve Yön- arasında da pek çok benzerliğin olması. Her iki hareketin içinde geliştikleri dönemlere ilişkin yorumlarındaki ortaklık, Türkiye solunun daha geniş bir kesimine de sirayet etmiş olan, “gelişme” düşüncesinin temelini oluşturuyor. Kadrocu gelişme ideolojisinin, bugünden bakıldığında geride kalmış gibi görünen ancak kanımca halen izlerini türlü düzeylerde yakalayabildiğimiz yorumu iki nosyona dayanmaktadır: İlerici bürokrasinin iktidarı ve Türkiye’de sınıf yapısına dayalı bir toplumun olmadığı görüşü. Bu görüşçe desteklenen “bağımsızlık” düşüncesi ise şöyle özetlenebilir:

“Kadrocu yorumda, Cumhuriyet’in kuruluşunda devletin ve bürokrasinin sınıflardan bağımsız olduğu görüşü ile ‘Türk devrimi’nin anti-emperyalist olduğu görüşü zorunlu olarak bir arada yer almaktadır. Devrimin bir sınıf hareketine dayanmadan ‘anti-emperyalist’ nitelikte olması, devrimi gerçekleştiren bürokrasinin sınıflardan bağımsız olduğunu düşündürmektedir. Dolayısıyla, çözümlemede bürokrasinin bağımsızlığı devrimin anti-emperyalist olmasından türetilmektedir. Fakat bu durumda da ‘devrim’i sınıflardan bağımsız olarak algılamak, yani ‘sınıf’ kavramının dışında değerlendirmek gerekmektedir. Bu bağlamda ‘merkez-çevre’ teorisi (ile) ‘tepeden devrim’ teorisini tamamlayan bir yaklaşım olarak belirmektedir. Bu, ayrıca, sınıflardan bağımsız olan bürokrasinin neden anti-emperyalist olduğunun da bir açıklaması olarak görülebilir. Gerçekte bu nokta, Kadrocu yorumda ‘bürokrasi iktidarı’ ile ‘anti-emperyalizm’ kavramlarının teorik olarak nasıl buluştuğunu göstermektedir” 1 . [GÜLALP Haldun]

Kadrocu tezlerin anahatları, Yön’ün tezlerinde derin izler biçiminde gözlenebilir. Genel olarak Türkiye’de devletçilik deneyiminin belirli bir “gelişmeci ideoloji”nin oluşmasına kaynaklık etmiş olduğu söylenebilir. Bu anlamda Kadrocular’ın Türkiye’de burjuva devriminin burjuvazi olmadan, “tepeden” gerçekleştiğini vaaz eden tezi ve buna bağlı olarak öne sürülen “ilerici bürokrasinin iktidarı” düşüncesi, 1930-39 döneminin devletçilik deneyiminin ideolojik çerçevesinin oluşturulmasında önemli bir işlev görmüştür. Bu tezlerin “mantıksal” sonucu ise, 1945 sonrasında artık olgunlaşmış olan burjuvazinin önceki dönemin kurgusunu, yani ilerici bürokrasinin iktidarı kurgusunu yıkıp liberalizm silahıyla donatılmış, eşrafla tüccarın gerici ittifakına dayalı bir “yeni iktidar” arayışına girdiği savunusudur. Bu düşüncenin başka bir ifade ediliş biçimi, “tepeden devrim”in “burjuva modernleşmesi” ile çatışması düşüncesidir.

“Örneğin Keyder’e göre, 1950’deki iktidar değişikliği, ‘Türkiye tarihinde, elit yönetiminden tümüyle sınıf yönetimine bir kapitalist gelişme biçiminden bir diğerine kesin bir geçiş olarak görülebilir. Diğer bir deyişle, bürokrasinin, başlangıçta var olmayan ya da yeteri kadar güçlü olmayan bir burjuvazinin yerine kendini koyduğu düşünülmektedir. Bu görüşlerin kaynağı ise ,… devletçilik hatta müdahalecilik ile bürokrasi iktidarının bir tutulmasıdır” 2 . [GÜLALP Haldun]

Dolayısıyla, söz konusu gelişme ideolojisini izleyen akımlar, 27 Mayıs darbesini ilerici bürokrasinin intikamı olarak yorumlamış ve 60’lı yıllar boyunca varolduğuna inanılan bu ekibe nasıl bir gelişme stratejisi izlenmesi gerektiğine ilişkin akıl öğretmeye başlamışlardır. Yön Hareketi, tartışmasız bu düşünce çizgisinin en önde gelen temsilcisi olmuştur.

Yön Hareketi’nin Kadro çevresi ile pek çok farkı olduğu, en azından ilkinin Türkiye solunu besleyen özgün kaynaklardan biri olurken, ikincisinin soldan devşirme kadrolara dayanan bir hareket olduğu anımsanmak durumunda. Beni burada ilgilendiren, her iki hareketin de dayandığı gelişme ideolojisinin oluştuğu dönemlerin benzerlikleri. 1930-39 döneminin de 1960-71 döneminin de birbirinden tamamen ayrı, ancak sistemin göreli olarak içe kapanmak durumunda kaldığı süreçler olduğunu düşünüyorum. Bu noktadan hareketle bir iddia ortaya atmak mümkün; sistemin içe kapanmak zorunda kaldığı dönemler gelişme ideolojilerinin yükselişe geçtiği süreçler olmaktadır. Buna bağlı bir ikinci iddiam ise, günümüz Türkiyesi açısından yeni bir içe kapanma döneminin söz konusu olamayacağıdır. Bunun sebeplerini mevcut kapitalist hiyerarşi içerisindeki tutunma dinamiklerinde aramak gerekli. Mevcut entegrasyon çerçevesi, kapitalist hiyerarşiye tabi herhangi bir ülkeye artık çok daha dar bir hareket alanı bırakmaktadır. Bu durumun, kapitalizmin -kapitalist dünya pazarının- varmış olduğu “gelişmişlik” düzeyiyle ve bunun belirlediği kapitalist ülkeler arasındaki entegrasyon çerçevesinin dayandığı maddi temelle ilişkisi var.

Türkiye kapitalizminin içe kapanma olasılığının zayıf olması, günümüzde “bağımsızlıkçı-kalkınmacı” ideolojinin şansı olmadığı anlamına gelmez. Benim kastım, bağımsızlıkçı-kalkınmacı ideolojinin yakın gelecekte, Kadro ve Yön gibi bir düzeyde sistemin de forse ettiği hareketler tarafından temsil edilemeyeceğidir. Günümüzde bağımsızlıkçılık da, kalkınmacılık da sadece ve sadece sosyalist devrimi çağıran temalar olabilirler ve bu nedenle bu iki vurgu, günümüzde sınıflar mücadelesinin fay hattına oturmaktadırlar.

Sonuçta, bu iddiaların beraberinde getirdiği bir soru şu olmalıdır: Günümüz kapitalizminde eşitsiz gelişimin anlamı kalmış mıdır? Elbette kalmıştır, ama bunun ortaya konması, günümüzde çok daha belirleyici bir işlev kazanmış olan bağımlılık mekanizmalarının çözümlenmesiyle mümkündür. İşte bu mekanizmaya kapitalist sistemin entegrasyon biçimi denebilir.

Burada iki nokta göz önüne alınmalıdır: Birincisi, emperyalist hiyerarşi, dinamik bir model bağlamında ele alınmalıdır yani bir entegrasyon “olgusu”ndan ziyade, entegrasyon “süreci”nden söz etmek gerekir ki bu da bir düzeyin ötesinde ancak somut, tarihsel tahlile dayanarak çözümlenmek durumundadır. İkincisi, entegrasyon süreci iç ve dış dinamiklerin özgün eklemlenme biçimleri olarak anlaşılmalıdır; aksi bir yorum entegrasyon kavramına “kendinde”, yani metafizik bir anlam atfetmek olacaktır. Entegrasyon ancak bir şeyin bir başkasıyla ilişkisi olarak anlaşılabilir ve bu ilişki de kaçınılmaz olarak ulus devleti ölçek alarak yapılmak durumundadır.

Bu metinde, söz konusu iki noktayı ayrı ayrı tartışmaya çalışacağım. İlk bölümde genel olarak emperyalizmin dünya çapında işleyişine dair 1960’lı ve 1970’li yıllarda ortaya atılan yeni-emperyalizm kuramlarını ve bunlara karşı geliştirilen klasik marksist eleştirileri tartışmaya açacağım. Aynı bölümde, 20. yüzyılda üretilen, emperyalist hegemonyanın oluşumuna ve çözülüşüne dair marksist ve post-marksist kuramların bir kısmına göz atacağım. Bu iki tartışma, günümüzde işlemekte olan entegrasyon çerçevesinin somut tahlili için gerekli kavramsal çerçeveyi betimlememize yardımcı olacak. Bu tartışmalardan hareketle savunacağım argüman şudur: Kapitalist sistem daralma eğiliminin başat olduğu bir uzun dalga boyunca yeni bir entegrasyon çerçevesini dayatır.

İlerleyen bölümlerde ise, Türkiye’nin mevcut entegrasyon çerçevesini belirleyen dış ve iç dinamiklerin anahatları üzerinde durulacak. Bu bölümlerin temel hedefi, dış ve iç dinamik arasındaki örtüşmeler kadar, çelişkilerin de bağımlılık süreci üzerinde etkili olduğunu göstermek. Dolayısiyle tartışma Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmine nasıl eklemlendiğinin incelenmesine olduğu kadar, nasıl eklemlenemediğinin de çözümlenmesine dayanmalıdır.

Bu çözümleme bize sosyalist devrimin olanakları hakkında bütünlüklü bir tablo çizebilir, ancak bu tablonun sosyalist devrimin tek belirleyeni olamayacağı ortadadır. Tartışma konusu yalnızca devrimin güncelliğinin gerçekliğini betimlemek olarak tanımlanabilir.

Azgelişmişlik ve kapitalist çevrim kuramlarına genel bakış

“Eğer serbest ticaretçiler bir ulusun diğerlerinin aleyhine zenginleşmesinin ne demek olduğunu anlayamıyorlarsa, bu bayların ülke içindeki bir sınıfın bir diğeri aleyhine zenginleştiğini de reddedeceklerinden şüphe duyamayız”  3 . [MARX Karl]

Küreselleşme savunucularının, Marx’ın “Felsefenin Sefaleti”nde ortaya koyduğu bir ulusun “serbest ticaret” yoluyla diğerleri aleyhine zenginleştiği düşüncesini reddecekleri kesin. Onlar bu düşüncenin fazla eskimiş olduğunu öne sürerken, argümanlarını desteklemek üzere ortaya koydukları “kanıtlar” tam da Marx’ın işaret ettiği gerçeği doğruluyor. Emperyalizmin yeni doktrininin müritleri, küreselleşen dünyada “çokuluslu şirketler”in egemenliğinin arttığını, bu şirketlerin, adı üstünde ulusal aidiyetlerinin belirsiz olduğunu teknolojideki gelişmelerin ÇUŞ’ların dünyanın çeşitli bölgelerine doğrudan yatırım yapmalarını motive ettiğini ve sermayeyi tek bir ülkede yatırmaktansa ,bu şekilde ülkeler arasında dolaştırıp durmanın daha kârlı olduğunu öne sürüyor; bütün bunların eski tip “kaynak transferi”, “bağımlılık”, “eşitsiz gelişme” vb. kavramları geçersiz kıldığını iddia ediyorlar. Küreselleşme savunucularına göre, geri döndürülemez, yerçekimi yasası kadar gerçek bir sürecin içerisindeyiz ve bu süreç Dünya Ticaret Örgütü, IMF, Dünya Bankası gibi “uluslarötesi” örgütlerle, GATT, MAI gibi “uluslarüstü” hukuki süreçlerle giderek daha fazla kurumsallaşmıştır. Bu “geri çevrilemez” sürecin tek tek uluslar üzerindeki etkilerini araştırmak ise sadece boş bir çabadır, çünkü söz konusu kurumsallaşma giderek ulus devlete ait kurumları anlamsızlaştırmakta, dünya çapında giderek daha da artan miktarda paranın dünya pazarındaki hareketi, ulusal ekonomi politika araçlarını ortadan kaldırmaktadır. İçinde yaşadığımız dünyada artık ulusal sınırlar coğrafi olarak bile tariflenebilir olmaktan çıkmıştır…

Öyleyse tartışılacak ne kaldı?..

Tek bir gerekçe bile tartışılacak çok şey olduğunu göstermeye yeter aslında; bugün dünyada zenginle yoksul arasındaki uçurum çok daha büyüktür. Demek ki, tek bir dünyada yaşamıyoruz; en azından iki tane dünyadan söz etmek zorundayız… Bu iki dünya, ise en temel düzeyde, birbirine “serbest ticaret” denilen 200 yıllık burjuva yalanıyla bağlanmaktadır. Bunun nasıl bir yalan olduğunun anlaşılmasında emperyalizmin işleyişini çözümleme iddiasındaki teorilerin, yani kapitalist sistemin dünya çapında gelişme dinamiklerini tartışan kuramların anlamlı bir teorik zemin sunduğunu düşünüyorum. Kanımca, 1960’lı ve 1970’li yıllarda hız kazanan yeni-emperyalizm teorileri ve bununla çoğu zaman mücadele içerisinde bulunan klasik marksist emperyalizm çözümlemeleri, günümüz kapitalist hiyerarşisini anlamamıza yardımcı olacak bir kavramsal miras bırakmıştır.

Burada bu mirasın sunduğu teorik araçları belirginleştirmeye çalışacağım ve özellikle yeni-emperyalizm teorileri denilen ve Maurice Dobb, Paul Baran, Paul Sweezy, Andre Gunder Frank, Immanuel Wallerstein, Samir Amin, Arghiri Emmanuel gibi isimlerle anılan teorilere ve Bettelheim, Kay, Mandel gibi marksist çözümlemenin özüne büyük ölçüde sadık kalmış düşünürlerin ürettiklerine göz atacağım. İnceleme yalnızca günümüz entegrasyon şemasını çıkartırken kullanılacak kavramların tartışılmasıyla sınırlı kalacağından, tartışılan kuramların detaylı bir tahlilini ve eleştirisini yapmaya çalışmayacağım.

Geçmeden önce, bu kuramların özellikle iki boyutunu tartışacağımı belirtmeliyim; birincisi, azgelişmişlik tartışmaları, ikincisi ise benim “kapitalist çevrim teorileri” olarak ele aldığım, ama özünde kapitalizmin bir dünya sistemi olarak işleyişini tartışan teoriler. Ben bu iki boyut arasında kritik bir bağlantı görüyorum. Şöyle ki; emperyalist hiyerarşiyi ve o hiyerarşinin beraberinde getirdiği tahakküm ilişkilerini çözümleyen kuramlar, aynı zamanda sermayenin dünya çapındaki hareketini de betimlemektedirler. Bir başka deyişle, hegemonya, sermayenin dünya çapındaki hareketinin içinde geliştiği çerçeveye verilen addır. Kapitalist çevrimi bir bütün olarak inceleyen kuramlar, aynı zamanda emperyalist hegemonyanın ve sermayenin bir bütün olarak hareketinin çözümlemesini, “dünya” soyutlamasına dayanarak yapmaktadırlar. Öte yandan gelişme ve azgelişmişlik kuramları, aynı hareketi “ulus” soyutlaması düzeyinde sunmaktadırlar. Burada “ulus” özellikle yeni-emperyalizm teorileri açısından bir soyutlamadır, çünkü bu kuramlar ulusları “merkez-çevre”, “uydu-metropol” vb. ikilemler içerisinde kümelendirerek ele almakta ve kendi içinde homojen öbekler olarak görmektedir. Dolayısıyla bu iki boyutun neden birbirleriyle yakından ilişkili olduğu ortaya çıkmış oldu; bu kuramlar, uluslararası kapitalizmin işleyişinin iki değişik soyutlama düzeyinde çözümlemesini yapmaktadırlar. Bu iki düzey, şüphesiz diyalektik bir bütünlük arz etmektedir.

Artık gelişme ve azgelişmişlik kuramlarının tartışılmasına geçebiliriz.

Azgelişmişlik teorileri

Bu bölümde, bir biçimde marksizm bağlamında ele alınan gelişme kuramlarını ele alacağım; ancak özellikle 1970’lerde yükselen azgelişmişlik tartışmalarının, bir kısmının düzen cephesinden, diğer bir kısmının ise soldan kaynaklandığını belirtmek gerekir. Keynesci paradigma, yükselen ulusal kurtuluş mücadeleleri, Sovyet planlamasında 1960’larla beraber yaşanan dönüşümler gibi olgular, gerek düzen cephesinden gerekse marksizmden köken alan azgelişmişlik tartışmalarının ana ekseninin belirleyenleri içerisinde görülmelidir. Bu anlamda, aynı kesitte (II. Dünya Savaşı’ndan 1970’lerin başlarına kadar süren dönem) gelişme iktisadı bağlamında ele alınan pek çok neo-klasik ve neo-Keynesci kuram ortaya atılmış bulunuyordu: Heckeseker-Ohlin Modeli, Harrod-Domar Modeli, Viner ve Haberler’in sistemleri örnek olarak verilebilir. Bu yaklaşımların ortak özelliği gelişme sorununu basit bir düzenleme problemine indirgemeleridir. Böylece, tüm bu modellerin felsefesi şu ya da bu biçimde “kendi kendini düzenleyen ka-pitalizm” dogmasına bağlıdır. Bu modellerin, doğru uygulanan gelişme “teknikleri”nin sistemin işleyişi içerisinde ortaya çıkan arızi sorunları gidermeye yarayacağı görüşüne dayandığı söylenebilir. Örneğin, söz konusu modeller içerisinde en fazla popülarite kazanmış olanı, Harrod-Domar Modeli, gelişmenin itici gücünün yatırım olduğu görüşünden hareketle, ekonomik gelişmenin sağlanabilmesinin, yatırımların miktarıyla tasarrufların miktarı arasındaki ilişkide aranması gerektiğini öne sürer. Dolayısıyla, gelişme sorununun birincil başlığı ekonomideki tasarruf düzeyidir. Tasarrufla yatırım arasındaki denge, üç ayrı boyuta bağımlıdır: Birincisi, ne kadar sermayenin yatırıma gireceği sorunu tasarrufların miktarına, başka bir deyişle optimal tasarruf düzeyine bağlıdır. İkincisi, yatırımların sektörler arasındaki dağılım özellikleridir. Sonuncusu ise, teknoloji seçimiyle ilişkilidir 4 .

Harrod-Domar Modeli’ne göre bunlar, ekonomik gelişmenin sorunsuz olarak yürüyebilmesi için öncelikle çözülmesi gereken temel problemlerdir. Dolayısıyla bu yaklaşıma göre gelişme sorunu sadece, ekonomideki teknik süreçlerin doğru bir düzenlenişinden başka bir şey değildir. Harrod-Domar Modeli’nin daha derin bir eleştirisi, kanımca tüm marksist olmayan gelişme kuramları için genellenebilecek üç noktaya vurgu yapmaktadır:

“Harrod’un sorunu Harrod’un dünyasının sorunudur. Harrod’un dünyası ise apolitik dünyadır. Önemli değişkenlerin sadece ekonomik davranışları var ve bu davranışlar yine sadece ekonomik etkilerden rahatsız olmaktadır. … Harrod’un dünyasının ikinci özelliği ekonominin sayısız birimlerden meydana gelmesi. Bu birimler deneme ve yanılma yolu ile hareket ederler ve böyle hareket edişleri sistemin istikrarsızlığının bir nedenidir. … Harrod’un dünyası tarihsiz bir dünya. Kuram, olgun ekonomiler ve olgun ekonomilerin karşılaştıkları bazı tipik sorunları açıklamak için geliştirilmiş. Böyle ekonomilerin problemlerinin kaynağı -Harrod’a göre- tasarruflar. Ne kadar az tasarruf yapılırsa o kadar iyi ve model hep böyle. Halbuki o ekonomiler için bir aşama geçmiştir ki ne kadar çok biriktirim (tasarruf) yapılırsa o kadar iyidir. Bazı tarihlerde iyi olan bazı tarihlerde iyi değildir. Harrod’un dünyasında böyle bir ayrıma yer yoktur” 5 . [KÜÇÜK Yalçın]

Küçük’ün Harrod’un dünyasına ilişkin vurguları,, günümüz burjuva iktisadının açmazlarını açıklamak için de pek güzel bir çözümleme sunuyor. Neyse; dedim ya, işin burjuva iktisadı cephesiyle uzun uzadıya ilgilenmeye niyetim yok. Öyleyse gelelim marksizme…

Marksist yöntem, birincisi, tarihin toplumsal gelişimin içsel bir unsuru olduğunu, ondan ayrı düşünülemeyeceğini; ikincisi, iktisadi ve siyasi yapıların diyalektik birliğini ortaya koymuştur. Yani bu kadarı bile, burjuva iktisadının Marx’tan onyıllar sonra düştüğü açmazları aşmaya yeterli. Dolayısıyla, marksist metodoloji, Marx ve Engels’in bizzat kapitalist gelişme ve eşitsiz gelişme sorunları üzerine ne yazdıklarından bağımsız bir miras bırakmıştır. Haldun Gülalp, yıllar önce yeni emperyalizm teorilerini incelediği değerli kitabında, marksizmin azgelişmişlik konusu üzerine gelişiminin Marx’ın mirasıyla ilişkisini şöyle tahlil ediyor:

“İlk marksist yazıların birçoğunda günümüz azgelişmişlik teorisinin önemli öğeleri yer aldığı halde, hepsinde ortak olan tema şöyledir: Emperyalizm, kapitalist üretim tarzını bütün dünyaya yayar; kapitalizm, tüm geri kalmış toplumsal formasyonlara ulaşıp onları dönüştürerek, sınaileşmelerini sağlar.

Bu tema herhalde ilk marksistlerin yazılarında, Marx ve Engels’in kendi yazılarına oranla daha ağırlıklı bir yer tutmaktadır. Ayrıca, bu tema öylesine önemsenmiştir ki, literatürde bu temadan ayrılma, ‘neo-marksizm’ olarak nitelenmiştir” 6 . [GÜLALP Haldun]

Sonuç olarak, kapitalizmin dünya çapında yayılması konusunda marksist gelenek iki dayanaklı bir zemine yaslanmıştır; bir tarafta kapitalizmin dünya çapında yayılmasıyla, sanayileşmenin de dünya çapında yayılacağı anlayışı, öte tarafta kaptalizmin dünya çapında gelişiminin ancak eşitsiz bir nitelikte olabileceği, dünya çapında ortaya çıkan işbölümünün emperyalist devletlerle geri kalan uluslar arasındaki bağımlılık ilişkisini, güçlü olanın lehine derinleştireceği görüşü vardır. Bu iki dayanak, kendisini tekelci kapitalizmin gelişimi olarak ortaya koyar; o halde, kapitalizmin dünya çapındaki gelişiminin çözümlenmesine tekelci kapitalizmin yapısının çözümlenmesiyle başlamak gerekir.

Ben bu alt başlıkta söz konusu yapının değerlendirmesine girmeyeceğim; yalnız şunu belirtmeliyim ki, tekelci kapitalizmin genel eğilimi durgunluk yönündedir. Nedeni basit, tekeller, tekelci kârlarını ancak pazardaki pozisyonlarını koruyarak elde etmeye devam edebilirler. Bu da rekabetin yarattığı istikrarsızlıktan göreli olarak uzaklaşabilmeyi gerektirir. Göreli istikrar, aşırı sermaye birikimini tetikler; çünkü sakin sularda tatlı kârlara el koyabilmenin koşulu, kapitalizmin bir başka temel özelliğinden, “birikim için birikim” karakterinden kaynaklanır. Böylece göreli istikrar, sermayenin aşırı birikimiyle ve dolayısıyla, sermaye ihracı olgusuyla birlikte varolur. Bu mantıksal bağlantı, aynı zamanda tekelci kapitalizm döneminin temel niteliği olan sermaye ihracının yapısını da açıklar; tekel konumunun sürdürülmesi, tüm üretim sürecinin tek bir firma içerisinde dikey olarak birleştirilmesini gerektirir. Dolayısiyla, sermaye ihracı olgusu tekelci bir öğe içerir ki, bu da sömürgeleştirilen ulusun endüstriyel gelişiminin ancak tekelin sektörel örgütlenme ihtiyaçlarının bir eklentisi olarak şekillenmesine fırsat tanır. Dolayısiyle şu sonuç kaçınılmaz olmaktadır:

“Sömürgelerdeki sermaye yatırımlarını yalnızca, veya hatta başlıca, sınai sermaye yatırımlarından oluşur gibi tanımlamak gerçek süreci çok basit ve yanlış bir biçimde betimlemektir” 7 . [GÜLALP Haldun]

Bu genel çerçevenin beraberinde getirdiği ve daha sonra gelişen azgelişmişlik kuramları tarafından da yoğun biçimde tartışılan olgu, tekelci kapitalizmin yarattığı eşitsiz gelişmenin, geç kapitalistleşen ülkelerin bütünü için genellenebilecek ortaklıkta bir sınıf yapısı yaratıp yaratmadığıdır. Bu noktada, tartışmayı devam ettirmeden evvel şunu belirtmek isterim ki, neo-marksist kuramcılar, bu sorunu genellikle tersten yanıtlamaya çalışmışlardır. Şöyle ki, genel olarak “azgelişmiş” ülkelerin özgünlüklerine vurgu yapmak neo-marksistlerin çok fazla başvurduğu bir çözümleme türü olmuş, ancak bu tercih genellikle, “azgelişmiş” ülkelerin sınıf yapısının klasik marksist sınıf analizi ile değerlendirilemeyeceği iddiasına dayandırılarak açıklanagelmiştir. Günümüzde post-marksist kuramların da, marksizmi Avrupa-merkezcilikle ve modernizmi aşamamakla eleştirmeleri aynı iddianın bir devamıdır kanımca.

Gelelim, yukarıda ifade ettiğimiz soruna. Bu konuda ilk önemli teorik çerçeve, Maurice Dobb ve Paul Baran tarafından ortaya konmuştur. Dobb’un “Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler“ini temel alan Baran’ın ortaya koyduğu çerçeve şu biçimde özetlenebilir:

“Her şeyden önce, emperyalizm sömürgede ‘saf’ bir sınai kapitalizmin türemesi anlamına gelmez. Gerçekte, emperyalizmin günümüzdeki başlıca görevi, azgelişmiş ülkelerin gelişmesini önlemek veya bu mümkün değilse, yavaşlatmak ve denetlemektir” 8 . [GÜLALP Haldun]

Baran’a göre azgelişmiş ülkelerin ekonomik gelişimini engellemenin en önemli yolu, bu ülkelerde sermaye birikimini engellemektir. Emperyalistler bunu başarmak için iki yola başvururlar: Birincisi, sanayileşemek üzere yatırılabilecek ekonomik artığın yurtdışına transferi, ikincisi ve daha önemlisi, emperyalizmin azgelişmiş ülkeye giriş biçimi dolayısiyle, üretilen artığın, bu ülkedeki sosyo-ekonomik yapı sebebiyle sınai birikim için harcanamamasıdır. Dolayısiyle emperyalizmin geç kapitalistleşen ülkelere girişi bu ülkelerdeki sosyo-ekonomik yapıyı emperyalistler lehine dönüştürmekte ve bu dolayımla da, gelişimin daha sonraki eşitsizliği devam etmektedir. Baran, bu noktada “azgelişmiş” ülkelerin sınıf yapısı üzerine bir genellemeye giderek, sosyo-ekonomik yapıdaki söz konusu dönüşümün pre-kapitalist unsurlarla el ele vermiş ticari sermaye egemenliğini yarattığını öne sürer.

Baran’ın bu biçimde ortaya koyduğu çerçeve, klasik eksik tüketimci yaklaşımın zaaflarıyla yüklüdür ve aynı zaaflar, bu çerçeveyi kapitalist entegrasyon şemasının analizinde yapılan bir başka klasik yanlışa götürmüştür: Dış dinamiğin abartılması, iç dinamiğin küçümsenmesi… Böyle olmasının nedeni basit; Baran’ın emperyalizm anlayışı özünde, kapitalist olmayan pazarların “dış ticaret yoluyla” paylaşılması düşüncesine dayanmaktadır ve bu modelin statikliği nedeniyle, emperyalist ülkeyle geç kapitalistleşen ülke arasındaki ilişkinin, geç kapitalistleşen ülkede değişmez bir sınıf yapısı yaratacağı düşüncesine yol açmıştır.

Bu düşünce iki yanlışa kapı aralar: Birincisi, yukarıda da belirtildi; geç kapitalistleşen ülkenin iç dinamiklerinin küçümsenmesi. İkincisi, kapitalist sistemde uluslararası entegrasyonun tek bir biçimde kurulabileceği düşüncesi. Baran’ın teorisindeki bu metafizik (“değişmez öz” anlamında) unsur, eksik tüketim kuramlarının iki önermesinden kaynaklanmaktadır:

1. Kapitalizmin, toplam eğiliminin “net sıfır birikim” olduğu düşüncesi,

2. Kapitalist sistemin giderek derinleşen, sürekli bir kriz içerisinde yaşadığı görüşü 10 . [BARAN Paul]

Bu bakış ister istemez geç kapitalistleşmiş ülkelerde sınıf egemenliğini yeni kavramlarla tanımlama ihtiyacını doğurmuş ve Baran da bu ihtiyacı karşılamak üzere “lümpen burjuvazi” kavramını ortaya atmıştır.

Öte yandan, Baran’ın artık kuramı, gelişmenin eşitsiz niteliği konusunda önemli bir saptamayı ortaya koymuş olması nedeniyle değerlidir: Gelişmenin eşit-sizliğiyle kaynakların sınırlılığı arasında doğrudan bir ilişki kurulamaz…

Dobb-Baran tezi, Andre Gunder Frank tarafından kurulan “neo-marksizm” akımına temel oluşturmuştur. Frank’ın ortaya attığı teorik çerçeveyi bir biçimde marksizmle bağdaştırma çabasını ifade eden “neo-marksizm” isimlendirmesine karşın, bu teorinin marksizmle hemen hemen hiç ilgisi olmadığını düşünüyorum. Bunun temel nedeni, Frank’ın kapitalizmi bir üretim tarzı olarak değil, ne anlama geldiği belirsiz -ve Frank tarafından hiçbir zaman açıklanmayan- bir sosyal ilişkiler bütünü olarak görmesidir.

Öncelikle Frank’ın azgelişmişlik konusundaki temel görüşünü ifade edelim. Frank, Paul Baran’ın temel argümanını izleyerek, az gelişmişliğin bir kaynak sınırlılığı sorunu olmadığı üzerinde durmuş ve kendi temel tezini şu biçimde ortaya koymuştur:

“Kapitalist gelişmenin kendisi metropol ülkelerdeki ‘aşırı gelişim’le sömürge ve yarı-sömürgelerdeki azgelişmişliğin biraradalığını üretmiştir” 11 .

Frank, kapitalist sömürüyü çevrenin kaynaklarının, merkezdeki aşırı gelişmişliği beslemek üzere, sürekli olarak merkeze pompalanması olarak görür. Dolayısıyla Frank’a göre kapitalist sömürünün özü, “uydu”dan metropole doğru akan bu kaynak transferi sürecinin kendisidir.

Frank, Baran’ın ortaya attığı “lümpen burjuvazi” kavramını da kullanır. Bu kavramı, klasik marksist sınıf analizi çerçevesinin “uydu” ülkelerdeki toplumsal yapıyı açıklayamayacağı düşüncesinden hareketle ortaya atar ve savunur. Bu iddia, Baran’ın kavramı ortaya atış biçimiyle uyuşmaz; bu nedenle Frank’ın teorisini, bir anlamda Dobb-Baran tezinin tersyüz edilmiş hali olarak görmek mümkündür. Bu temel farklılığın da zemininde, Frank’ın kapitalist sistem ve sömürü kavramlarına yüklediği anlamın belirsizliği yatmaktadır.

Frank tarafından anılan önemli konulardan bir tanesi de “eşit olmayan değişim” kuramıdır. Frank, pek muhtemeldir ki, bu kuramı eşitsiz gelişmenin leninist yorumunu ikame etmek üzere ortaya atmıştır.

Neo-marksistler tarafından “eşit olmayan mübadele” kavramı, kapitalist sömürünün asıl mekanizması olarak sunulmaya çalışılmıştır ki, bu da kapitalist sömürünün uluslar arasındaki ilişkide gerçekleşmekte olduğu görüşüyle tutarlıdır. Bu ideoloji, Arghiri Emmanuel tarafından mantıksal sonuçlarına taşınmıştır. Emmanuel’e göre azgelişmişliğin nedeni eşit olmayan değişimdir ve sömürü ilişkileri, özet olarak gelişmiş ülkelerin, işçilerini de kapsayan bir bütün olarak, azgelişmiş ülkelerin işçileri üzerinde kurdukları tahakkümün sonucudur. Sömürü, temel olarak ulusların ürettikleri değerlerin eşitsiz biçimde mübadelesine bağlıdır; bu da merkezle çevre arasındaki ücret düzeylerinin farklılığının bir sonucudur. Emmanuel, eşit olmayan değişimi şu biçimde tanımlıyor:

“Meta pazarının eksik rekabetçi yapısından kaynaklanan fiyatlardaki herhangi bir değişimden ayrı olarak eşit olmayan değişim, artı değer oranının birbirinden ‘kurumsal olarak’ farklı olduğu bölgeler arasında kârların eşitlenmesi yoluyla oluşan denge fiyatlarının oranıdır. Burada kurumsal olarak terimiyle bu oranların, her ne nedenle olursa olsun, faktör piyasası üzerinde eşitlenmekten alıkonulduğu ve göreli fiyatlardan bağımsız olduğu anlatılmak istenmektedir” 12 . [EMMANUEL Arghiri]

Emmanuel’e göre bölgeler arasındaki kârların eşitlenmesi sürecinde eşit olmayan değişimi yaratan bağımsız değişken ücret düzeyleri arasındaki farklılıklardır. Emmanuel’e göre, ülkeler arasında eşit olmayan ticaret koşullarının asıl kaynağı, sermayenin serbestçe dolaşabilme özgürlüğü varken emek gücünün dolaşımının söz konusu olmamasıdır. Emekle sermayenin uluslararası dolaşımındaki bu farklılık nedeniyle, kâr oranları uluslararası düzeyde oluşurken ücret düzeyleri ulusal düzeyde belirlenir. Ayrıca, çevre ile merkez arasında sermayenin organik bileşimi farklıdır, ancak çevre ile merkez arasındaki ücret farkları verimlilik farklarından daha fazladır ve bu nedenle de eşit olmayan değişim klasik marksist değer kuramıyla açıklanamaz.

“Emmanuel’in tezi, ‘düşük tüketim’ tezleriyle çakışıyor ve asıl tıkanmanın da düşük ücretlere dayandığını ileri sürüyor. Bu ülkelere doğru yabancı sermaye akımının olmayışı bu yüzdendir. Zira, teorik olarak sermayenin düşük ücretli ülkelere yönelmesi gerekir. Esasen kapitalizmin temel sorunu, ‘üretmek değil satmaktır’” 13 .

Emmanuel’in neo-marksist kuramı mantıksal sınırlarına taşıdığı ve ortaya attığı eşit olmayan değişim düşüncesinin marksist kuramcılar tarafından eleştirilmesiyle, modern kapitalizmde uluslararası ticaretin marksist açıdan çözümlemesinin yapılmasında önemli gelişmeler kaydedildiği söylenebilir. Emmanuel’in kitabında ek bölüm olarak basılan eleştirisinde Charles Bettelheim, kapitalist sömürünün değişim alanından hareketle açıklanamayacağını ortaya koyuyor ve geç kapitalistleşmiş ülkelerden emperyalist ülkelere kaynak transferinin mantığını marksist değer kuramına dayanarak açıklıyor. Bettelheim Emmanuel’e karşı itirazlarını iki argümana dayanarak ortaya koymaktadır:

“İlk önce, bu formülasyon emperyalist sömürüyü, yani uluslararası tekellerin ve tröstlerin egemenliğine doğrudan tabi bulunan ülkelerin emekçilerinin sömürülmesini ikinci derecede önemli bir konuma yerleştirmektedir. Oysa ki, bu sömürüyle, kapitalist üretim tarzının üzerinde egemenlik kurulan ülkelere ‘girmesi’ olgusu ve kapitalist dünya ekonomisinde sermaye hareketlerinin yol açtığı yapısal değişimler birbirlerine bağlıdırlar. Aslında, bu hareketler giderek artan düzeyde hiyerarşik bir yapı edinen bir kapitalist dünya ekonomisi yaratma eğilimi taşımaktadırlar. Kaldı ki, halihazırda sanayileşmiş ülkeler bile giderek artan ölçüde, sermayenin uluslararası hareketleri dolayısıyla egemen olan emperyalizme tam olarak bağlanma eğilimi göstermektedirler.

İkinci olarak, bu formülasyon, zengin ülke proleterlerinin yoksul ülkelerdeki işçi sınıfının sömürücüleri olarak ‘görülmelerine’ yol açmaktadır. O halde, zengin ülkelerdeki proletaryanın kendisinin sömürüden kurtulmuş olması gerekir ki, bu da onların emeğinin artık bir artı değer kaynağı olmadığı anlamına gelir. Gerçekte, bu işçiler genel olarak, (kelimenin tam anlamıyla) yoksul ülkelerdeki işçi sınıfına göre daha fazla sömürülürler. Marx, zengin ülkelerde ücretlerin yoksul ülkelere göre, emeğin yüksek yoğunlaşması ve üretkenliği sayesinde nominal olarak da, (daha düşük bir oranda) satın alma gücü olarak da daha yüksek olduğunu, ancak bunun genel olarak bu işçilerin ürettikleri değerin daha az bir kısmına tekabül ettiğini vurgulamıştır” 14 . [BETTELHEIM Charles]

Bettelheim böylece önemli bir noktaya temas ediyor; eşit olmayan değişim sürecine dair tartışmalarda asıl vurgu artan emperyalist hiyerarşiye yapılmak zorundadır. Dolayısıyla 20. yüzyıl kapitalizminin getirdiği eşitsiz gelişme tartışmalarının marksist perspektifle çözümlenmesi, kapitalist hiyerarşinin ya da hegemonya ilişkilerinin çözümlenmesine dayanmaktadır. Bu çerçeveyi tartışmaya geçmeden önce, genel olarak azgelişmişlk kuramları üzerine çalışan iki kuramcıyı daha anmakta yarar var; G. Kay ve Samir Amin. Bu kuramcılara, özellikle azgelişmişliğin toplumsal boyutu üzerine söyledikleri çerçevesinde değerlendireceğimiz için birarada değineceğim.

Klasik marksist perspektifin temsilcilerinden olan Kay’ın gelişme kuramları bağlamında ürettiği teorik çerçeve, marksist değer kuramının, gelişimin eşitsiz karakterinin açıklanmasında son derece açıklayıcı bir araç olduğunu göstermiştir. Kay, buradan hareketle şu sonuca vamaktadır;

“Şu tatsız gerçeğe katlanmak zorundayız ki, kapitalizm azgelişmişliği yaratmışsa, az gelişmiş ülkeleri sömürdüğü için değil yeterince sömürmediği için yaratmıştır” 15 .

Kay, metropol ülkelerin sanayi kapitalizminin dünyayı bir doğrudan yatırım alanı olarak değil bir pazar olarak gördüğünü ifade etmekte buna bağlı olarak bu sermayenin egemenliğinin çevre ülkelerde ticari sermaye aracılığıyla tesis edildiğini öne sürmektedir. Ticari sermayenin temel özelliği yani bir bütün olarak üretimi dönüştürmek yerine pazarları denetlemek üzere egemenliği pekiştirme tutuculuğu Kay’ın kuramının temel rasyonelidir. Kay’ın ortaya koyduğu bu çerçeve “çevre ülkeler” genellemesini veri alan ortak bir sosyo-ekonomik yapının varlığı tespitine dayanmaktadır.

Amin de, benzer bir noktaya vurgu yapmakta ve merkezin çevre üzerindeki toplam tahrip edici etkisinin, çevrenin sosyo-ekonomik yapısının gelişimi üzerinde görüntülendiğini savunmaktadır. Dolayısıyla merkezle çevre arasındaki entegrasyon ve bu entegrasyonun yoğunluğu, sürekli olarak çevrenin ihtiyaçları tarafından şekillendirilmektedir. Bu süreç çevredeki sosyo-ekonomik yapının yabancı sermayenin ihracat sektörü lehine tahrip olması sonucunu doğurur. Amin’e göre azgelişmiş ülkelerde ekonomik yapının üç temel özelliği vardır:

“1. Azgelişmiş denilen çevre ülkelerde ekonominin sektörleri arasında merkezdekine benzer bir eklemlenme mevcut değildir. Eklemlenmemişlik, istisna değil, kuraldır. Özellikle bu ülkelerde sermaye malları üreten sektör olgunlaşmamıştır.

2.  İkinci önemli ayırt edici fark, çevrede (azgelişmiş ülkelerde) ekonominin değişik sektörleri arasında önemli verimlilik farklılığının bulunmasıdır.

3.  Üçüncü temel fark, şişkin bir hizmetler sektörünün varlığıdır.  Bu durum da, sanayi yatırımlarının teşvik eden sosyoekonomik ortamın mevcut olmayışının sonucudur”
. 16 .

Sonuç olarak Amin ve Kay, azgelişmişlik olgusunun dışsal nedenlerce tetiklenen, ancak dışsal faktörlerin içselleşmesiyle (sosyo-ekonomik yapının dönüşümü) iç dinamikler edinen bir süreç olarak yorumlamışlardır.

Kapitalist çevrim teorileri ve emperyalist hegemonya

Kapitalist sistemin dünya çapında işleyişinin ve kapitalist hiyerarşi içerisinde ortaya çıkan eklemlenme tarzlarının incelenmesi, kapitalist hiyerarşiyi yalnızca bir “merkez-çevre” ikilemi ile çözümleyerek ortaya konulamaz. Nedeni oldukça basit; bu tür bir çözümleme çerçevesi soyutlamanın ancak bir düzeyidir ve bu düzeyde varolan emperyalist hiyerarşinin bir bütün olarak hareketi açıklanamaz. Bu eksikliği gidermenin yolu, bir başka soyutlama düzeyinde, yani kapitalist hegemonyanın tarihsel devrelerinin bir bütün olarak incelenmesi yoluyla kapatılabilir. Bu anlamda söz konusu iki düzeyin birbirlerini tamamladığı iddiasında bulunacağız.

Burada kapitalizmin tarihsel aşamalarının bir analizini yapmayacağım. Amacım, yine belirli karşıtlıklar üzerinden, dünya kapitalizminin mevcut eklemlenme biçimini belirginleştirmekte kullanacağım kavramsal zemini ortaya koymak olacak. Bu anlamda yararlanacağım karşıtlık, günümüzde kendisini post-marksist olarak niteleyen yaklaşımlarca da paylaşılan ve kapitalist sisteme “nesnel” bir ömür biçen teorilerle, marksizmin mirasına yaslanan, yani kapitalist hegemonyanın ancak devrimler yoluyla kopacak halkalar üzerinden çöküşe gideceğini savunan yaklaşımlar arasındaki tezat olacak.

Geçmeden, evrensel bir sistem olarak kapitalizmin ömrüne dair yapılan tartışmaların, azgelişmişlik tartışmalarına oranla daha güncel olduğunu hatırlatmak isterim. Nedeni ortada; bizzat burjuva ideologları da, post-endüstriyel toplum, bilgi toplumu, post-modern çağ, vb. uyduruk “yeni dönem” tarifleriyle kapitalizme bir ömür biçmiş oluyorlar aslında. Elbette onların işaret ettikleri kapitalizmin yıkılıp bittiği değil; onlar, kapitalizmin eski çelişkilerinden kurtulduğunu, bu çelişkilerin artık bir şey açıklamadığını iddia etmek üzere bir tür “yeni” dönem tarifi yapmaktalar. Burjuvaziye göre yıkılan kapitalizm değil, onun çelişkileri oluyor. Kapitalizm, o halde, içi çelişkilerle dolu bir işkembeye benziyor; pisliğini çekip alıyorsunuz, oluyor… Bu işkembe başka; çelişkilerinden bağımsız, yani içi boş olarak da varolabiliyor… Bu işkembe tanrısal…

Neyse; aynı metafizik yöntem post-marksist tezlerin de zeminine oturmuş gibi görünüyor. Burada post-marksist tezleri tartışmayacak olsak da, bir genel kurgu olarak kapitalist sisteme nesnel bir ömür biçen yaklaşımların da kaçınılmaz olarak aynı metafiziğe saplandığını düşünüyoruz. Burada ele alacağımız yaklaşımların bir kısmı bu tür bir metafiziğe örnek teşkil ediyor. Bunlar arasında özellikle Annales Okulu’nun kurucularından, değerli bir tarihçi olduğu şüphe götürmez olan, ancak tarihsel yöntemi bu tür metafiziğin en “gelişkin” örneklerinden birisi olan Fernand Braudel’i özellikle anmak gerekir..Braudel’in takipçileri olarak niteleyebileceğimiz Wallerstein ve Arrighi de aynı çizgiyi izlemektedirler. Wallerstein’in dünya sistemleri teorisi (kendi deyişiyle “teori”si değil, “perspektifi”) ve buna bağlı olarak ortaya attığı “geçiş çağı” yaklaşımı, konumuza güncel bir örnek teşkil ediyor.

Wallerstein, tüm tarihsel sistemlerin, “hegemonik çevrimler” olarak adlandırdığı dizgeler boyunca gelişimlerini devam ettirdiklerini ve sonunda da çözüldüklerini öne süren yaklaşımı bağlanımda, “kapitalist dünya sistemi”nin günümüzde söz konusu gelişim dizgesinin son safhasına girdiğini ve bir geçiş çağı yaşamakta olduğumuzu ileri sürmektedir. Wallerstein, kullandığı “hegemonik çevrim” kavramını şöyle açıklıyor:

“Hegemonik çevrimler Kondratieff çevrimlerinden çok daha uzundur. Bir büyük gücün diğer bir büyük güçle girdiği rekabeti kazanması ve tam olarak hegemonik hale gelmesi uzun bir zaman alır. Hegemonik hale geldiğinde bu konumunu gücünü sürdürmek için kullanır. Bununla beraber, bir tarihsel sistem olarak kapitalist dünya ekonomisinin doğası gereği gücü sürdürmek için harcanan çabalar yine o gücün altını oyar, dolayısıyla gücün göreli olarak inişe (ve tabii ki yeni bir hegemonya kurmaya talip olan diğer güçlerin yükselişe) geçtiği uzun süreci başlatır” 17 . [WALLERSTEIN Immanuel]

Wallerstein, hegemonya dönüşümlerini “uzun süreç” olarak niteleyerek, Braudelci tarih anlayışının “longue dure”, düşüncesine bağlılığını ifade etmiş olmaktadır. Braudel’e göre tarihsel zamanın üç türü vardır:

1) Olaysal tarih (l’histoire venementielle); bu olayların içinde gerçekleştiği en kısa tarihsel-zamandır.

2) Konjonktürel tarih (l’histoire conjoncturelle); bu olayları kapsayan konjonktürlerin tarihsel-zamanıdır.

3) Yapısal tarih (l’histoire structurelle) ya da “asırlık eğilim”lerin tarihi. Braudel’e göre bir tarihsel sistemden ötekine geçişi imleyen “asırlık eğilimleri” şu biçimde tanımlamak gerekir:

“Tüm bu çevrimlerin en uzun süreni asırlık eğilimdir -ve muhtemelen en fazla ihmal edilmiş olanı da odur. Asırlık eğilim, fiyatların bir bütün olarak kalkışa geçtiği bir sınır çizgisi gibidir. Asırlık eğilim bazen, tüm yüzey hareketleri hesaplama yoluyla ortadan kaldırıldıktan sonra geriye kalan şey olarak da kabul edilir” 18 . [BRAUDEL Fernand]

Braudel’in tüm çevrimlerin en uzununa, yani asırlık eğilimlere yapısal bir anlam atfettiği ortada. Başka bir ifadeyle, Braudel’in tarih anlayışına göre uzun dönemli eğilimler yapısal dönüşümleri tetikler. Dolayısıyla Wallerstein’in hegemonik çevrimleriyle Braudel’in asırlık eğilimleri arasında bir fark bulunmuyor. Ancak, bu teorinin metafizik özüne dikkat edilmelidir ki, bu da yukarıdaki alıntının son cümlesinde açıkça ortaya konmaktadır, “tarihteki tüm diğer eğilimleri sildiğinizde elinizde eğilimlerin en uzunu, asırlık eğilim kalır”. Bu argümanın mantığı şundan hiç de farklı değil; “fizik dünyanın tüm oluşlarını bir kenara bırakın, fizikötesine ulaşırsınız”…

İşte böyle… Sonuç olarak, Wallerstein genel “hegemonik çevrim” önermesini, bir de kapitalizm için yinelemekte ve buradan da bir “nesnel ömür” tespitine ya da “geçiş çağı” tespitine ulaşmaktadır. Şöyle;

“…ortaya koymak istediğimiz soru şudur: 1967/73 daha uzun bir eğrinin, 1500’den yakın gelecekteki bir zamana kadar sürecek olan bu tarihsel sistemin yaşam eğrisinin tepe noktası mıdır? Bir tarihsel sistemin yaşam eğrisi Kondratieff çevrimlerinin ya da hegemonik çevrimlerin eğrileri gibi çan eğrisi şeklinde değildir. Bir tarihsel sistemin eğrisi tepe noktasına erişene dek yukarı doğru çıkar, ardından göreli olarak daha hızlı bir şekilde tepetaklak iner. Bir çevrimsel ritmin değil, asırlık yönelimlerin grafiğidir” 19 . [WALLERSTEIN Immanuel]

O halde “geçiş”ten ne kastedildiği ortaya çıkmış oldu. Geçiş, bir “dünya sistemi”nin “yaşam döngüsü”ndeki kopuşu önceleyen süreçtir. Bu ifadeye bakıp heyecanlanmamak olur mu?.. Kimileri söylenenleri derhal sahiplenip, “elbette, ne güzel kapitalizmin çökeceğini haber veriyor işte” diye düşünebilirler. Öyle değil; “kapitalizm”den ne kastedildiğinin açık olmaması bir yana, geçiş çağı hipotezi söz konusu geçişin karakterine ve geçiş sonrasında olacaklara ilişkin tam bir belirsizlik içermektedir. İşte tam da bu noktada söz konusu teori post-marksistlere mal edilebilir. Sorunun özünde, tekrar olacak ama bir kez daha belirtelim, kapitalizme kendinden menkul bir ömür biçme yanlışlığı yatmaktadır. Bu yanlıştan hareketle ortaya atılan, daha doğrusu Braudel’den apartılan, hegemonyanın çöküşü fikri ise, olası bir çöküşü belirsizliklere mahkum etmektedir. Bu çözümlemeden kalkarak, ancak bir “bekleyip görme” eylemi tarif edilebilir.

Kapitalizmin dünya çapında işleyişine dair, marksizmin ruhuna çok daha uygun bir kuram, Ernest Mandel’in ortaya koyduğu “kapitalist gelişimin uzun dalgaları” kuramıdır. Mandel, analizini üretim süreci üzerinde temellendirerek, benzeri çabaları aşmayı başarmıştır. Mandel, çalışmasına Marx’ın Kapital’de uzun uzun tartıştığı “sanayi çevrimleri”nin incelemesiyle başlar. Bu incelemeden hareketle Mandel, sanayi çevrimlerinin, birbirini takip eden, hızlı ve yavaş sermaye birikim süreçleri biçiminde gerçekleştiğini gözlemiştir. Bunun üzerine araştırmasını sermaye birikim sürecindeki bu hız değişimi üzerinde yoğunlaştırır ve hızlı sermaye birikim dönemlerinin, dünya kapitalizminin genel genişleme süreçleriyle çakıştığını ifade eder. “Bir genişleme dönemi boyunca,” der Mandel, “kâr oranında ve kütlesinde bir artış ve birikim hacminde ve ritminde bir yükseliş olur” (20). Bir kez sanayi çevrimin iki ayrı fazı ayrıştırıldıktan sonra, bu iki faz arasındaki süreklilik ve kopuş açıklanmak durumunda. Başka bir ifadeyle, yavaşlayan birikim süreci boyunca hızlı bir sermaye birikimi dönemini hazırlayan dinamiklerin -ve tersinin- neler olduğu belirtilmek durumunda. Mandel bu bağlantıyı şu şekilde kurmaktadır:

“… bu hareket (hızlanma) belirli bir seviyeye ulaştığı anda, birikmiş toplam sermaye kütlesinin değerlenme olanağı bulması zorlaşır. Bu değişimin en açık belirtisi kâr haddindeki düşüştür. Aşırı birikim kavramı, birikmiş sermayenin yalnızca bir bölümünün ancak yetersiz bir kâr oranıyla, yani giderek azalan bir faiz oranıyla yatırılabildiği bir durumu anlatır. Aşırı birikim kavramı hiçbir zaman mutlak değil, her zaman görelidir: hiçbir zaman ‘mutlak olarak’ çok fazla sermaye yoktur, ancak beklenen toplumsal ortalama kâr oranını elde etmeye fazla gelen sermaye vardır.

Bunalım evresi ve onu takip eden depresyon boyunca, tersine, sermaye değersizleşir ve kısmen değer olarak tahrip edilir. Şimdi, eksik yatırım durumu ortaya çıkar. Başka bir deyişle, verili artı değer üretimiyle ve verili (yükselen) ortalama kâr haddiyle değerlenebilecek olandan daha az sermaye yatırıma girer. Bilindiği gibi, sermayenin değersizleşip eksik yatırıldığı bu dönemlerin işlevi, tam da, toplam birikmiş sermaye kütlesi için ortalama kâr haddini, üretim ile sermaye birikimi yoğunlaşana dek yükseltmektir”
20 . [MANDEL Ernest]

Artık sorun, endüstriyel çevrim boyunca sürekli ortaya çıkan krizlerin, yani konjonktür devrelerinin ritminin neye göre oluştuğunu açıklamaktır. Marx, zaten bunu ortaya koymuştur; söz konusu ritm, sabit sermayenin yeniden üretimi tarafından belirlenir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, sabit sermayenin yenilenme sürecinin, her zaman daha üst bir teknolojik düzeyde gerçekleşmekte oluşudur. Dolayısıyla her bir sanayi çevrimi, yeni makinelerle başlar. Bu, sermayenin organik bileşiminde bir yükselmeye karşılık gelecektir; ancak, sermayenin organik bileşiminin, teknik bileşimle değer bileşimi arasındaki ilişki olduğunu akılda bulundurmak gerekir. O halde, teknik bileşimin bütünüyle yeniden düzenlenmesi için önceden tasarlanmış bir üretim teknolojisine, başka bir deyişle, hammadde kaynaklarında, işin örgütlenme tarzında, enerji kaynaklarında vb. bir sıçramaya ihtiyaç vardır. Dolayısıyla, sabit sermayenin yenilenmesi süreci iki ayrı evrede ele alınmalıdır:

“Üretim ölçeğinde bir genişlemenin yer aldığı, ek değişmez ve değişir sermaye harcandığı, sermayenin organik bileşiminin arttığı, ama bütün bunların toplumsal üretim aygıtının tümünü etkileyen bir teknolojik devrim olmaksızın gerçekleştiği biçimler ve bir de üretim tekniğinde, sabit sermayede yalnız bir genişleme değil, aynı zamanda emek üretkenliğinde nitel bir değişme doğuran niteliksel bir yenilenmenin yer aldığı biçimler” 21 .

Teknolojik yenilenme için gerekli artık, konjonktür devreleri boyunca ortaya çıkan eksik yatırımdan kaynaklanır.

“Eksik yatırım dönemlerinin çevrimsel olarak geri dönüşü böyle bir teknolojik devrim için gerekli sermayeleri serbest bırakmak gibi nesnel bir işlevi yerine getirir” 22 .

Ancak, neden bu fazla değerlerin belirli bir anda bir bütün olarak yatırıma girdiğinin açıklanması gerekmektedir. Kâr oranlarındaki bir artış, sermayenin organik bileşiminde ani bir düşüş, artı değer oranında bir tırmanış, sabit sermaye bileşenlerinin fiyatlarında bir düşüş ve ulaştırma ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler gibi, sermayenin dolaşım zamanında bir kısalmaya yol açan gelişmeler ve benzeri bir dizi etken buna neden olabilir.

Üretim tekniklerinde bir sıçramaya neden olan bir teknolojik devrim, sermayenin organik bileşiminde ani bir yükselişe ve bu da ortalama kâr oranında bir düşüşe neden olur. Ortalama kâr oranındaki bu düşüş, yeni bir teknolojik kalkışın zeminini hazırlar. Mandel bu durumdan şu sonucu çıkartıyor:

“O halde kapitalizmin tarihi, uluslararası düzlemde sadece yedi ya da on yıllık çevrimsel hareketlerin ardışık olarak sıralanışı değil, daha uzun, aşağı yukarı elli yıllık dönemlerin art arda gelişi olarak kendini ortaya koyar”
23 .

İşte bu uzun dönemler Mandel tarafından “uzun dalga” olarak adlandırılmaktadır.

Son olarak, kapitalist gelişimin uzun dalgalarıyla, emperyalist hiyerarşi arasındaki ilişki üzerinde durmakta yarar var. Mandel’e göre, her bir uzun dalganın iki fazı vardır; göreli olarak hızlı sermaye birikim dönemlerince nitelenen genişleyici faz ve ivme kaybeden sermaye birikim süreciyle nitelenen daralma fazı.

“(İlk evre) artan kâr oranı, hızlanan birikim, hızlanan büyüme, daha önce atıl durumda bulunan sermayenin hızlanan değerlenmesi ve Kesim I’de yatırılmış olan, ancak şimdi teknik olarak ıskartaya çıkan sermayenin hızlanan değersizleşmesi ile diğer evreden ayrılır. Bu ilk evreyi ikinci bir evre takip eder ki, bu ikinci evrede, üretim teknolojisindeki asıl değişimin tamamlanmış, yani yeni üretim araçları için yeni üretim yerleri genel olarak oluşmuştur ve bunlar artık yalnızca niceliksel olarak daha fazla iyileştirilebilirler. Artık sorun, bu yeni üretim yerlerinde üretilmiş üretim araçlarını sanayi ile ekonominin bütün dallarında genelleştirmektir. I. Kesimdeki ani, sıçramalı sermaye birikiminin belirleyici temeli böylece ortadan kalkınca, bu evre, kâr haddinin giderek gerilediği, birikimin giderek yavaşladığı, ekonomik büyümenin yavaşladığı, özellikle yeni, ek olarak birikmiş sermaye başta olmak üzere, toplam birikmiş sermayenin değerlenme güçlüklerinin giderek arttığı, yeni baştan atıl sermaye fazlalarının ise kendilerini giderek yeniden ürettikleri bir evre haline gelir” 24 . [MANDEL Ernest]

Uzun dalgaların, konjonktür çevrimlerinden bağımsız olarak incelenemeyeceğini, bunların ancak konjonktür çevrimlerinin seyrinin analiziyle anlaşılabileceğini vurgulamak önemlidir. Eğer Mandel, “konjonktür devrelerini temizlerseniz elinizde uzun dalga kalır” türünden bir argüman ortaya atmış olsaydı, tıpkı Braudel’in “asırlık yönelimleri”nin düştüğü gibi bir metafiziğe saplanmış olurdu. Ancak Mandel, uzun dalgaların yalnızca konjonktür devreleri aracılığıyla kavranabileceğinde ısrar ederek, bu tür bir sapmadan kendisini kurtarmıştır. İlişki şudur; uzun dalganın genişleyici evresinde konjonktür devreleri daha seyrek, kısa ve zayıf biçimde ortaya çıkarken, depresif eğilimli evrede aynı devreler daha sık, daha uzun ve de daha güçlü bir nitelik gösterirler.

Uzun dalgalar kapitalist sistemin bütününde ortaya çıkan eğilimlerdir. Başka bir deyişle, depresif karakterli evresindeki bir uzun dalga boyunca dünya kapitalizmi bir bütün olarak, yukarıdaki niteliklere uyan konjonktür devrelerini, ama eşitsiz bir coğrafi etkinlikle, yaşar. Genel olarak, daralma evresinde kapitalist hiyerarşide nesnel çözülme dinamiklerinin etkisi artarken, eşzamanlı krizlerin sayıca ve etkinlikçe yoğunlaşması, aynı hiyerarşideki eklemlenme biçimlerinin yayıldığı boyutların artmasına ve daha şiddetli bir biçimde kurulmasına yol açar. Dolayısıyla daralma dönemleri, hegemonik ilişkiyi tesis eden güç vektörlerinin de, bu ilişkiye karşıt vektörlerin de bir arada şiddetlendiği süreçlerdir.

Mevcut entegrasyon ilişkisinde dış dinamik

Buraya kadar sunmuş olduğumuz kuramsal çerçeve, Türkiye’nin bağ(ım)lı bulunduğu mevcut eklemlenme biçimini çözümlememiz için yeterli kuramsal araçları sunmaktadır. Kanımca, söz konusu biçimin incelemesini iç-dış dinamik ayrımına dayan bir modelle yapmak gerekiyor. Bu dinamiklerden herhangi birini ihmal ederek Türkiye kapitalizminin emperyalist dünyayla bağlarını ne şekilde yemden ürettiğini anlamak mümkün değil. Bu nedenle, bu altbaşlığın konusu, bu sürecin dış koşullarını -kabaca- betimlemek olacak.

Günümüzde dünya kapitalizminin nasıl işlediğini tartışmaya geçmeden önce, yukarıda uzun uzun betimlediğim kuramsal araçların ne işe yarayacağı üzerine durmak isterim. 1973-74 krizinin, dünya kapitalizminin halen içinde bulunduğu uzun dalganın daralma fazının miladı olduğu biliniyor. Dolayısıyla, bir daralma evresinin genel nitelikleri, varolan somut sürecin tahlilinde kullanılmak durumundadır. Bir önceki başlıkta da belirttiğimiz üzere, bir daralma evresi boyunca kapitalist ülkelerin belirli bir hiyerarşi oluşturacak şekilde birbirlerine eklemlenmelerinin gösterdiği karakter, belirli değişiklikler gösterir: Bir yandan hiyerarşi içi rekabet artarken, öte yandan tepedeki emperyalist güçlerin, hegemonyayı sürdürmek üzere geliştirdikleri karşılıklı bağımlılık güçlenir. Hiyerarşinin alt basamaklarına doğru inildikçe, iç kaynama ve karşılıklı rekabet, yukarının da tetiklemesiyle yoğunlaşacaktır. Son olarak, hiyerarşik yapının üstüyle altı arasındaki ilişkide, bir yandan tepenin tahakkümü artarken, öte yandan halkaların birbirlerine eklenmesinde zayıflamalar artar ve bunlar coğrafi olarak belirli bölgelerde yığılır. Dolayısıyla eşitsiz gelişmenin zamansal anlamı kadar, mekansal anlamı da daralma evreleri boyunca politik bir değer kazanır.

Elbette, bu ilişkilerin bir kısmını Türkiye’nin uluslararası sistemdeki konumlanış dinamiklerinde gözlemekteyiz. Türkiye kapitalizmi, emperyalist sistemle entegrasyon çabalarının çok “canlı” bir biçimde yeniden üretildiği ve bu çabaların düzenin özellikle belirli kurum ve kesimlerine mal olduğu bir ülke olduğundan, Türkiye açısından kapitalist hiyerarşi içi hareketler bağlamındaki ilişkilerin çok yoğun iç yansımaları olmaktadır. Denilebilir ki, Türkiye kapitalizminin her yeni entegrasyon denemesi aynı çelişkiye çarpmıştır; Türkiye emperyalist hiyerarşideki konumunu değiştirmek üzere bu yapıyı her zorlamaya kalkışında, daha ileri düzeyde entegrasyonun daha fazla bağımlılık anlamına geldiğim tecrübe etmiştir. Ancak Türkiye kapitalizmi, aynı deneyi yapmaktan vazgeçmemektedir ve tabii, asla da vazgeçmek niyetinde değildir…

Özetle daha ileri düzeyde entegrasyon, emperyalizme daha fazla bağımlılıktan başka anlam taşımıyor. Bu noktada azgelişmişlik konusundaki tartışmalar işimize yarayacak. Bu bağlamda ele alman kuramlar ve bunların kısa eleştirileri üzerinden açıklanmaya çalışılan kavramlar, mevcut entegrasyon çerçevesinin çözümlenmesinde, özellikle dünya ticaretinin yapısı, yeni düzenleme tarzı ve parasal sistemin yol açtığı eşit olmayan değişim olgusu, eşitsiz gelişmenin ülkemizde sosyo-ekonomik yapıya etkilerinin güncel bir tahlili vb. süreçleri değerlendirirken işimize yarayacak.

Bütün bunların üzerine, bir de şunu eklemeliyiz. Kullandığım çözümleme birimi, ulus devlettir ve bu nedenle iç/dış dinamik modelini kullanıyorum. “Neye göre dış”, “hangisi dış” gibi soruları tartışmanın dışında; ayrı bir tartışmanın konusu sayıyorum. Kapitalist sistemin bugünkü işleyiş yapısı içerisinde ulus devlet kavramının anlamının değiştiğini kabul etmekle beraber, günümüzde de kurulu bir emperyalist hiyerarşi olduğunu ve bir hiyerarşiden söz edilecekse eğer, bunun birimlerinin tanımlaması gerektiğini düşünüyorum. Kuşkusuz birim olarak tanımlanabilecek tek parametre “ulus” olacaktır. Kanımca kapitalizmin işleyişinde değişen bu gerçek değil, emperyalist hiyerarşinin çerçevesidir.

Bu değişime dair bir örnek verelim. Günümüzde sermaye hareketleri, metropol emperyalist ülkelerin dünyanın geri kalanından kaynak transferinin ana mekanizması haline gelmiştir.

Tablo 1

Burada sunulan verilere göre, “gelişmekte olan ülkeler” net olarak sermaye ithalatçısı, “gelişmiş ülkeler”se net olarak sermaye ihracatçısıdırlar. O halde, çevreden merkeze kaynak transferi nerede kaldı? Verilerin daha dikkatli bir analizi, giderek artan oranda sermayenin, geç gelişmiş kapitalist ülkelerin mali piyasalarına akın ettiğini ortaya koyacaktır. Bu akışın özellikle bono ve tahvillere yöneldiğini yani bu ülkelere giren sermayenin aynı zamanda bu ülkelerin borç yükünü hızla artırdığını gözlemekteyiz. Bu sürecin söz konusu ülkelerdeki ekonomik gelişmeyi çok büyük ölçüde tahrip ettiği ortada. O halde söz konusu sermaye akışının bedeli göz önüne alınırsa yaşanan sürecin geç gelişmiş kapitalist ülkelerden merkeze doğru bir kaynak transferi olduğu kabul edilmek zorunda.

Bu noktada eklenlenme tarzının dönüşümünü hazırlayan koşullara daha yakından bakmak gerekli.

Bağımlılık sürecinin dönüşümü

Dünya ekonomisinde 1974-75 krizinin beş önemli endikasyonu olmuştur:

(1) Merkez ekonomilerin tamamında eşzamanlılaşan ortalama kâr oranı düşüşü (2) Üretimin aşağı yukarı bütün sektörlerinde verimlilik düşüleri (3) Bretton-Woods para sisteminin 1972’de çöküşünün ardından artan spekülatif hareketler (4) Üretim döngüsüyle kredi döngüsü arasında kopma (5) Kapitalist dünyanın tamamına yayılan enflasyonist baskı ve enflasyonun durgunlukla birleşmesi (stagflasyon olgusu).

Bu endikasyonların birarada meydana gelişi merkez emperyalist ülkeler de dahil tüm dünya ekonomisini yeni bir daralma dönemine sürüklemiştir. Daralma döneminin başlangıcı bir önceki genişleme döneminin yarattığı dinamikleri olanca yıkıcı etkinliğiyle işleyen dinamikler haline getirmiş oldu. Bu bölümde söz konusu dinamiklere daha yakından bakacağız:

1. Tekelleşme dinamikleri. 1974’le başlayan daralma döneminin tekelleşme sürecinde yarattığı özgün dinamik “çokuluslu” daha doğrusu “çok ülkeli” şirketlerin yükselişi olmuştur. Tekelleşmenin bu biçimi dünya kapitalizminin işleyişi açısından özellikle iki süreci güçlendirdi. ÇÜŞ’lerin yükselişi öncelikle reel sektörde yatırılmış bulunan sermayenin daha ileri düzeyde uluslararasılaşmasını sağladı. Bu durum ekonomilerin ulusal ölçekte düzenlenmesinin olanaklarını çok büyük ölçüde zayıflatmıştır.

“Reel sektörde uluslararasılaşmanın hızlanması bu bağlamda ÇUŞ’ların giderek dünya ekonomisini denetim altına alması makro değişkenler (üretim ihracat ithalat fiyat vd.) ile mikro ekonominin alanına giren değişkenler (firma cirosu ana şirket ile yavru şirketler arasındaki sistem içi ticaret transfer fiyatı vd.) arasındaki sınırı giderek belirsiz hale getirmiştir. Bunun bir anlamı da düzenleme araçlarının ulusal ekonomiye özgü olması ancak düzenlemeye destek vermesi gereken mikro ekonomik ajanların giderek daha ileri düzeyde uluslararasılaşmasıdır. Bu olgu daha sonra da belirginleşecek olan dünya kapitalizmi veya küresel (global) kapitalizmin önemli bir işareti veya habercisidir. Dünya ekonomisindeki bu dönüşüm geçmişte birbirine koşut olarak gelişen iki ana eğilimin sıkı sıkıya eklemlenmesi veya bir potada erimesinden kaynaklanmaktadır. Söz konusu eğilimler sermayenin uluslararasılaşması ile yoğunlaşması ve yığışması olarak dikkati çekmektedir. Ne var ki yetmişli yılların sonlarına doğru çokuluslu oligo- pollerin denetlemeye başladığı dünya ekonomisinde ulus-devletlerin giderek tasfiye edildiğini yeni güç odaklarının tamamen özerkleştiğini ve uluslarötesileştiğini ileri sürmek yanlış ve yanıltıcı bir değerlendirme olacaktır” 25 . [SÖNMEZ Sinan]

Başka bir deyişle ilk nokta şöyle kaydedilebilir; 1974 sonrası dünya ekonomisinde tekelleşmenin biçimi reel birikim alanının şekillendiren makro ve mikro değişkenler arasındaki ilişkinin hızla dejenere olduğu bir süreç yaratmıştır.

İkinci önemli nokta ÇÜŞ’lerin yatırım stratejileriyle ilişkilidir. Bir ÇÜŞ herhangi bir pazar üzerinde denetim kurar kurmaz ana şirketle ona bağlı yerel şirketler arasındaki ticaret ÇÜŞ’ün pazar stratejisindeki hakim eğilim olmaktadır. Başka bir deyişle şirket içi ticaret ÇÜŞ’lerin yatırım stratejilerinin özünü oluşturmaktadır. Bu durum uluslararası ticaretin artan ölçüde güçlü kapitalist ekonomiler arasında yığılması sonucunu doğuran etkenlerin en önemlilerinden bir tanesidir. Aynı süreç emperyalist metropollerde son yirmi yılda hızlanan “bölgeselleşme” eğilimini güçlendirmiştir kuşkusuz. Aşağıdaki tabloda sunulan veriler 1973 sonrası ileri kapitalist ülkelerin uluslararası ticaretlerindeki eğilimleri göstermesi açısından anlamlıdır:

Tablo 2

Son olarak burada azgelişmiş ülkelere akan sermayenin ne tür sermaye olduğunun da önem taşıdığını ve çoğunlukla hizmet sektörüne girişin daha fazla yaşandığını hatırlatmak gerekir.

2. Mali uluslararasılaşma ve düzenleme tarzının yenilenmesi. Uluslararası finans 1974 sonrasında iki genel özellik göstermiştir. Birincisi ticari bankaların uluslararası ekonominin düzenleyici kurumları olarak işlev görmeye başlamalarıdır. İkincisi bankacılık işlemlerinde uluslararası işlemlerin artan önemidir. Bu iki özelliği de destekleyen dinamik Bretton-Woods sisteminin çöküşü sonrası ortaya çıkan likidite bolluğudur. Artan likidite birikimi giderek likidite talebinin değişim ilişkisinin başlangıcında varolan kaynaklara bağımlı olmaktan çıkarmış böylece spekülatif birikim karşı konulmaz bir yükseliş göstermiştir.

Bu durum özünde kaptalist sistemde paranın çelişkili yapısının bir sonucu. En başta metanın kullanım-değeri ile değişim-değeri arasındaki ayrılma olarak varolan çelişki bir adım sonrasında meta ile para arasındaki çelişkiye ve oradan da paranın değer biriktirme aracı olarak işleviyle değişim aracı olarak işlevi arasındaki çelişkiye dönüşür. Meta ilişkilerinin sonsuzca genişlediği kapitalist sistemde paranın değişim aracı olarak işlevinden kaynaklanan bir fiyata sahip olması sonucu ortaya çıkar; bu fiyat paranın zamansal fiyatı yani faizdir. Marx şöyle yazar:

“… bir fetiş olarak sermaye kavramı emeğin birikmiş ürününe üstelik de bunun para şeklinde sabitlenmiş şekline özünde saklı bir güç gibi salt otomatik bir biçimde… artı-değer yaratma niteliğini alteden bir kavram olarak faiz getiren sermayede en yüksek noktasına ulaşmıştır… Geçmiş emeğin ürünü geçmiş emeğin kendisi burada bugünkü ya da gelecekteki canlı artı-emeğin bir kısmına kendiliğinden gebedir. Oysa biz gerçekte geçmiş emeğin ürünlerinin değerlerinin korunmasının ve bu bakımdan yeniden üretimlerinin ancak bunların canlı emekle bir araya gelmesinin sonucu olduğunu… biliyoruz” 26 . [MARX Karl]

Faiz kârdan başka bir deyişle artı-değerden ödenen bir fiyattır. Dolayısıyla yükselen faiz oranları yoluyla gerçekleşen mali birikim reel birikimden mali birikime faiz olarak ödenen artı-değer miktarı kadar olacaktır. Yani mali birikim sadece ve sadece üretim sürecinden kaynaklanan reel birikimin kaynaklarından beslenebilir. Reel birikimle mali birikim arasında ortaya çıkan bu çelişki paranın değişim aracı olarak işleviyle değer biriktirme aracı olarak işlevi arasındaki ayrılmadan kaynaklanır.

1974 sonrasında ortaya çıkan mali şişme tam da bu çelişkiden kaynaklanmıştır. Mali şişmenin iki önemli sonucu olmuştur:

(1) Özellikle bir bankacılık krizi biçimi alması muhtemel olan artan mali kriz tehlikesi. Uluslararası ödemelerden kaynaklanan süreç sonucunda ortaya çıkan çevrim şuydu:

Borç-Enflasyon-Artan borç-Bankacılık sektörünün ödeme yapma yeteneğini yitirmesi

Bankacılık sektöründe bu tür bir krizin oluşması beklentisinin nedeni büyüyen para piyasaları üzerinde şiddetlenen iç rekabettir. Bu arada uluslararası borçların artışındaki esas etkenin de arz yönünden kaynaklandığı gözden kaçırılmamalıdır.

(2) Mali sermayenin artan gücü. Sanayileşmiş ülkelerde işletmelerin oto-finansman payları azalırken hisse senedi ihraçları artmakta ve dış finansman gereksinimi yükselmekteydi. Bu bankaların artan ölçüde işletme sermayesine katılmalarını hızlandırdı ve kolaylaştırdı. Mali sermaye biçiminde tekelleşmenin uluslararası sistemde ortaya çıkarttığı kısır döngü ise şu biçimde özetlenebilir:

Parasal istikrarsızlık-Artan enflasyon-Dünya ekonomisinde artan büyüme güçlükleri-büyüyen kredi balonları-Bankacılık sektöründe artan iflaslar-Mali sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi-Parasal istikrarsızlık…

Esnek kur sistemi de söz konusu süreçleri tetikleyen bir yapı olmuştur. Esnek kur sisteminin yan etkileri artan parasal istikrarsızlık enflasyonun etkinleşmesi ve üretimin uluslararası düzeyde genişlemesinin önünde artan engeller 27 biçiminde özetlenebilir. Giovanni Arrighi de esnek kur sisteminin mali şişkinlikteki rolü üzerinde durmaktadır:

“Her şeyden önce sabit değişim oranları sisteminin yıkılması bileşik sermayenin ticari-sınai faaliyetlerinin risk ve belirsizliklerini artırarak mali genişlemeye yeni bir ivme kazandırdı. Sabit değişim oranları rejimide bileşik sermaye para ticareti ve spekülasyonla zaten ilişki içindeydi. Ancak büyük çoğunlukla merkez bankalarının oranları sabit tutma konusunda kabul edilmiş sorumlulukları bileşik finans yöneticilerini günlük değişme-ler hakkında endişe etme gereksiniminden kurtardı. Esnek değişim oranları sisteminde ise bileşik sermaye mübadele oranlarındaki günlük değişmelerle kendisi uğraşmak zorundaydı. Bileşik banka para hesaplarında farklı paralarla girdi ve çıktılar şirketleri bekledikleri hasılatın ve yapmayı düşündükleri ödemelerin belirlendiği paraların değişim oranlarındaki değişmeler nedeniyle kendi hesaplarındaki daralmalara karşı kendilerini korumak için önceden para ticaretine girmeye zorladı. Üstelik mübadele oranlarındaki dalgalanmalar farklı ülkelerde ve paralarla bileşik nakit akış konumlarında satışlarda kârlarda ve varlıklardaki değişimleri belirlemede önemli bir etken haline getirdi. Şirketlerin bu değişmelere karşı önlem almak amacıyla daha fazla jeopolitik işlem farklılaşmasına başvurmaktan başka seçenek olanakları çok azdı” 28 . [ARRIGHI Giovanni]

Yeni düzenleme tarzı bu zemin üzerinde gelişti. Artan parasal istikrarsızlık ve evrensel hale gelen enflasyon likidite genişlemesi sonucu ortaya çıkan kredi balonlarının daha da şişmesine yol açtı. Mali sermayenin artan tekelci gücü ve tekel bankalarının denetimindeki aşırı kredi birikimi merkez ülkeler lehine bir süreç yaratmıştır; biriken krediler ÇÜŞ’lerin kendi kendilerini finanse etmeleri için geç kapitalistleşmiş ülkelere borç olarak verilmiştir. Bu çerçevede beraberinde iki önemli sonuç getiren yeni bir düzenleme tarzı ortaya çıkmıştır uluslararası ekonomide: Birinci olarak uluslararası borç ekonomisi son derece hızlı bir biçimde gelişmiş ve giderek üretim sektöründeki gelişmelerden bağımsız hale gelmiştir. İkincisi merkezle çevre arasındaki mali entegrasyon 1945-1970 dönemine kıyasla çok daha yoğun bir ilişki halini almıştır. Sinan Sönmez yeni düzenleme tarzının işlevini şu biçimde tanımlıyor:

“Yeni sistemde ödünç salt kaynak transfer mekanizması değil para arzını düzenleyen otonom bir araç olarak değerlendirilmelidir. Böylece ödünç mekanizması aracılığıyla uluslararası para hacminin hızla genişlemesi söz konusu olmuştur. Reel sektördeki gelişmeden büyük ölçüde bağımsız olarak gelişen uluslararası borç ekonomisi parasal planda tek odaklılıktan çok odaklılığa geçişi sağlamıştır. (…)

Yeni dönemin getirdiği yeniliklerden bir tanesi de uluslararası mali enteg-rasyonun uluslararası mali dengenin bir sonucu değil koşulu olmasıdır. Bu olgu mali entegrasyon ile uluslararası borç ekonomisi arasındaki çok güçlü bağlantıdan kaynaklanmaktadır. Ancak bu sürecin düzenlenmesi bazı önemli çelişkileri de barındırmaktadır. Şöyle ki yeni parasal düzen eskisinde olduğu gibi bir sisteme sahip gözükmemektedir. Bir başka deyişle yeni düzenleme tarzı bünyesinde iç düzenlemeye sahip olmayan bir ‘sistem’e dayanmaktadır” 29 . [SÖNMEZ Sinan]

1981’de ABD ekonomisinde meydana gelen ödemeler dengesi bozulması ABD’nin sıkı para politikası uygulamasına dolayısıyla da yabancı tasarrufların ABD’ye akmasına neden oldu. Bu yolla ABD doları aşırı değerlendi ve doların aşırı değerlenmesi tüm dünyada faiz oranlarının yükselmesi sonucunu doğurdu. 1981-82 durgunluğunun ardından hızla yükselen kredi fiyatları az gelişmiş ülkelerin borç krizi içerisine düşmelerine neden oldu. 1981-82 borç krizi dünya ekonomisinde bir başka yapısal dönüşümün tohumlarını atmıştır: Mali liberalleşme ve spekülatif-rantiyer tip birikim.

3. Mali liberalleşme ve yeni birikim yapısı. Artan kredi faizleri perifer ekonomilerini birbirinin peşisıra borç krizlerine sürükledi. Bu süreç merkez kapitalist ülkelerin bankacılık sistemlerinin krize girmesi tehlikesini artırdı. Dolayısıyla merkezin söz konusu sürece karşı refleksi azgelişmiş ülke pazarlarına verilen borçların koşullarını ağırlaştırmak ve kredi çevriminin ağırlığını merkeze kaydırmak oldu. 1984-89 dönemi boyunca işleyen bu yöntem 1987’de Wall Street’in 1990’da Tokyo Borsası’nın ve onu takiben de Londra ve diğer büyük borsaların çöküşüne dek sürdü. Söz konusu çöküş mali sermayenin yeniden çevre ülke pazarlarına yönelmesini rasyonel kıldı. Çevre ülke sermaye piyasalarında 1987-1990 çöküşlerinin izlerinin zayıf olması mali sermayenin çevre sermaye piyasalarının merkezle olan mali entegrasyon düzeyinin göreli düşük olduğuna inandırdı ve sonuçta azgelişmiş ülkelerin sermaye piyasaları 1990’dan itibaren yoğun bir mali sermaye akımıyla karşı karşıya geldiler. Bu sırada aynı ülkelere dönük resmi yardım ve kredilerin artışı son derece sınırlı kalmıştır.

Bu sürecin bir sonucu da çevre ülkelerin mali piyasalarını uluslararası mali sermayenin yatırım seçeneklerini artıracak biçimde çeşitlendirmeye zorlanması olmuştur. Böylece çevre ekonomilerinin yabancı sermaye akımlarına bağımlılığı artmış oldu.

Dünya ekonomisindeki durgunluğun emperyalist tekeller üzerindeki etkisi geç gelişmiş kapitalist ülkelerin mali yapılarının tahrip olması ve bu ülkelerin giderek sanayisizleşmesi yönündeki dinamikleri besleyen bir diğer unsurdur. Şiddetlenen tekelci rekabeti şirket evlilikleri ve ele geçirmelerle karşılayan tekeller çevrede mali liberalleşmeyi destekleyen bir reel birikim sürecinin ortaya çıkışından birinci dereceden sorumlu olmuşlardır.

“1990’lı yıllarda artık esnek üretim düşük hatta sıfır stokla çalışma yüksek vasıflı işgücüyle yüksek teknolojili üretimin daha kârlı olması dolaysız yatırımlarını gelişmekte olan ülkelerden Merkez’in içine kaydırdı; mikro-elektronik devrimle maliyetteki payı giderek düşen işgücü dolayısıyla Çevre’ye yapılan yatırım uzak mesafelere taşıma giderlerini karşılayacak ölçüde maliyet tasarrufu sağlamıyordu. Nitekim imalatın dolaysız yatırımdaki payı yüzde 50’nin altına indi.

Bu nedenle 1980 sonrası yıllarda Merkez’den Çevre’ye dolaysız yatırımlarda kâr marjı daha yüksek olan (bankacılık ticaret turizm sigortacılık gibi) hizmetler öncelik almaya bu alanda daha hızlı artmaya başladı” 30 . [KAZGAN Gülten]

Mali liberalleşme iki ana sonuç doğurmuştur; birincisi oluşma olasılığı daha önceki dönemlere göre çok artan mali krizlerin dünya ekonomisini tehdit etmesi. İkincisi sermaye piyasasındaki hareketlerin uluslararası ticarette eşit olmayan değişimin temel biçimi halini alması. Şimdi bu noktalar üzerinde biraz daha duralım.

Öncelikle mali kriz denilen olgunun kapitalizm açısından yeni bir şey olmadığının altını çizmek isterim. Sürecin özünde yukarıda da betimlediğimiz gibi kapitalist sistemde paranın ve buna bağlı olarak mali sistemin çelişkili doğası yatıyor. Dolayısıyla mali krizler aşırı üretim bunalımlarının tezahürleridir yalnızca. Michel Aglietta da bu noktanın altını çiziyor:

“Toplumsal krizlerin tüm niteliği parasal akımlarda kendisini ortaya koyar çünkü kapitalist dolaşım üretimi sarmalar. Bunun en üst noktasında bir krizin ilk belirtilerine karşı kapitalist yanıt her zaman üretimde artan gerilimleri etkisiz hale getirmek üzere kapitalist sınıfın kredi sistemi üzerinde sahip olduğu geniş denetimi manipüle etmesi yoluyla parasal sınırlamaları ortadan kaldırma yeteneğini kullanarak bu akımlar üzerine oynamasıdır. Bu krizin görünen patlamalarının neden her zaman bir mali kriz biçimini aldığını açıklar” 31 . [AGLIETTA Michel]

ve,

“Mali kriz tamamıyla yeni birikim koşullarının yaratıldığı bir dengesizlikten arınma sürecidir. Başka bir biçimde ifade etmek gerekirse birikim yasası hiçbir biçimde istikrarlı bir denge durumunun tanımını veremez. Birikim yasası en fazla istikrar-ötesi bir güçler dengesinin koşullarını hazırlayabilir. Bir mali kriz birikim sürecindeki bir kırılmayı temsil eder. Sermayenin aşırı birikimi kavramı mali krizleri anlamanın anahtar kavramıdır” 32 . [AGLIETTA Michel]

Son yirmi beş yılda dünya ekonomisinde gözlenen gelişmeler mali krizlerin ortaya çıkma sıklığının ve bunların etkinliğinin çok büyük ölçüde arttığını gösteriyor. Bu durumun başlıca nedenlerinden biri Bretton-Woods para sisteminin çöküşü sonrasında likidite sınırının ortadan kalkmış olmasıdır. Piyasaya likidite akışını sınırlayacak herhangi bir fiziksel engel kalmaması ve bununla birlikte yürüyen kredi bolluğu bir tür “ticaret salgını” (business euphoria) yaratmıştır. Mali krizler her zaman bu tür bir ticaret öforileriyle başlar.

Dünya ekonomisinin içinde debelendiği mevcut daralma evresinin özgül çıktısı ise emek üretkenliğindeki artışa karşılık fiyatlarda endemik bir yükselişle kendisini duyuran “sürünen enflasyon” olmuştur. Stagnasyonla beraber seyreden yavaş ama sürekli artan enflasyon zayıf kapitalist ekonomilerin borç yükünü daha da artırmıştır. Bu ülkeler para sermayenin sürekli değersizleşmesi ve verimlilik artışlarıyla yatırım-istihdam bağının kopması nedeniyle sürecin net kaybedenleri olmuşlardır. Dolayısıyla sermayenin değersizleşmesi zemininde yükselen para akımları toplam borçlanmada bir artışa karşılık gelmiştir ki bu borç artışı enflasyonun temel koşulunu hazırlamıştır.

Mali serbestleşme süreci uluslararası etkinliği artan enflasyonun yıkıcı etkilerini zayıf kapitalist ekonomilere transferinin temel biçimi halini almıştır. Mali serbestleşmenin tek başına bu nedenle geliştirilen bir politika olmadığı ortada ancak bu sürecin temel mantığının aşırı biriken mali sermayenin yarattığı kırılgan ekonomik koşulların yükünün büyük oranda zayıf ekonomilere yıkılması olduğu kesin. Bu mantığın uluslararası ticarette ortaya çıkan eşit olmayan değişim koşullarının ağırlığını sermaye akımlarının üzerine bindirdiğini belirtelim. Burada eşit olmayan değişimden kastımız zayıf ekonomiden çıkan sermayeyle aynı ekonomiye giren sermayenin büyüklüklerinin nominal olarak eşitliği durumunda bile temsil ettikleri değer miktarlarının zayıf ülke ekonomisi aleyhine eşitsiz olması durumudur. Bu eşitsizlik mali serbestleşme sürecinin mantığından kaynaklanmaktadır. Mali liberalleşme geri kapitalist ülkelerde devletin ekonomi politika geliştirme olanaklarını ortadan kaldırarak ekonomileri bir yandan sermaye girişlerine bağımlı kılmak suretiyle dış dalgalanmalara karşı savunmasız bırakırken diğer yandan zayıf ekonomilerin bir tür spekülatif-ranti-yer sermaye birikim rezervi olarak dünya ekonomisine eklemlenmesini beraberinde getirmektedir. Öte yandan zayıf ülkeden dışarıya sermaye çıkışının bu ekonomiler açısından içeride değerlenen bir sermaye birikim dinamiğine karşılık gelmediği spekülatif-rantiyer birikim “olanakları”nın rantiyenin doğası gereği dünya pazarında eşitsiz dağıldığı gözlenmektedir.

Dolayısıyla zayıf bir kapitalist ekonomiye sermaye girişi de bu ülkelerden sermaye çıkışı da söz konusu ekonomilere herhangi bir getiri sunmamaktadır. Elbette bu sürecin zayıf ekonomilerin iç sınıf yapılarıyla eklemlenerek işlediğini ve bu tür ülkelerin net zararının dış dinamiğin içselleşmesi yoluyla bu ülkeler burjuvazisi tarafından net yarar olarak deneyimlendiğini asıl zararınsa bu ülkelerin emekçilerinin sırtına bindirildiğini belirtmeye bile gerek yok…

Bu mekanizmanın nasıl işlediğine dair birkaç değinmeyle bu bölümü ka-patalım. Korkut Boratav mali liberalleşmenin nasıl devletin elinden ekonomi politika geliştirme inisiyatifini aldığını şu biçimde özetliyor:

“Mali yapının uluslararası finansla birleştiği koşullarda bu dönüşümün pratik sonucu faiz ve döviz kuru değişkenlerinin ekonomi politika araçları olarak siyasi iktidarın denetimi dışına çıkmasıdır. Bu ortamda bu iki değişken birbirine bağlanır ve Merkez Bankası’nın rolü genişler. Böylece faiz oranının yatırımları ve efektif talebi döviz kuru politikasının da cari işlemler bilançosu dengesini etkileyen politika araçları olarak kullanılması olanağı ortadan kalkar” 33 . [BORATAV Korkut]

Ulusal ekonomilere net sermaye girişlerinin etkisiyle mal ve hizmetlere olan talepte keskin bir artış gözlenir. Ulusal paraların aşırı değerlenmesi ithalatı artırırken ihracatı düşürür ve bu da artan ticaret dengesi açıklarına ve cari açıklara yol açar. Artan açıklar zayıf ekonomileri yabancı sermaye girişlerine daha fazla bağımlı hale getirirken sermaye girişlerinin ekonomiye bedeli giderek artar. Bu süreçte yabancı sermayenin girişini sağlamak üzere genişletilen spekülatif-rantiyer birikim olanakları makroekonomik dengesizliklerin artmasına yol açar. Bu tür bir sermaye birikim süreci mali kriz riskini de büyütür. Süreç özetle şu biçimde işler:

“Sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ‘para ikamesi’ etkisiyle faiz hadlerini daha da yükseltti. Nedeni şu: Sermaye hareketleri serbestleştiğinde dengede bir riziko primi farkıyla reel faizler eşitlenir ülkeler arasında. Dışarıdan sermaye çekmek isteyen ülkede enflasyon varsa bu içerideki nominal faizin en az dış reel faiz artı ülkenin (ya da firmanın) riziko primi artı devalüasyon beklentisini aşan bir düzeyde olmasını gerektirir yoksa içeriden dışarıya sermaye kaçışı olur. Çevre için riziko primi çok yüksektir bu da yüksek faizin bir diğer nedenidir. Giren fonların yerli paraya çevrilerek yarattığı harcama genişlemesiyle dış açıkların büyümesi dışarıdan sermaye çekme gereğini artırır. Bu kez döviz fi-yatı sermaye girişlerinin beslediği döviz rezerviyle reel anlamda düşerken artış oranının içerideki yüksek nominal faizlerin çok altında kalması sağlanır; böylece dış sermayenin reel getirisi yükselir. Merkez’deki reel faizleri kat kat aşan reel faizler sayesinde ‘faiz arbitrajı’ içeri fon akışının kaynağı olur. Makro-ekonomik dengesizliğin içeride fırlattığı spekülatif faaliyetler için fon talebi de eklenince dışarıdan kamusal-özel nitelikte borç senetlerine akan fonların getirisi olağanüstü olmaya başlar. Bu arada Çevre’nin hem devleti hem özel sektörü borç batağına girer; bir yandan ithalat patlarken ihracat duraklar. Çünkü aşırı değerlenen yerli para üzerinden ithalat ucuz gelir oysa dış pazarda ihraç malları dolar üzerinden rekabet gücünü yitirir. Cari işlemler açıklarının büyümesiyse devalüasyon beklentisiyle rizikoyu artırırken mali krizlere kapıyı açar. Kısa vadeli dış borçlar artarken döviz rezervlerinin dolayısıyla ödeme gücünün azalması uluslararası ‘rating kurumları’nın borç güvenilirliği derecesini düşürmesine yol açar. Böylece kriz hazırlanır” 34 . [KAZGAN Gülten]

Burada sıralanan üç dinamik yeni entegrasyon tarzının altyapısını hazırlamıştır. Şimdi bu altyapı temelinde yükselen bağımlılık ilişkisinin geç gelişmiş ülkelere bedeline daha yakından bakabiliriz.

Entegrasyonun geç gelişmiş kapitalist ülkeler açısından bedeli

Yukarıda değinmiş olduğumuz dönüşümlerin geç gelişmiş kapitalist ekonomiler açısından sonuçları şu başlıklar altında toplanabilir:

1. İlk sonuç yukarıda mekanizmasını betimlediğimiz mali birikimdeki şişkinliğin zayıf ekonomiler üzerindeki tahrip edici etkisinin çok daha fazla hissedilmesidir. Tablo 1’de sunulan veriler sermaye hareketlerinin büyük oranda finansal işlemlere dayandığını göstermektedir. Bilindiği üzere dünya ekonomisinde mali büyümenin üretim sektöründeki büyümeye oranı 10’a 1 düzeyinde seyrediyor. Bu açıkça dünya ekonomisindeki mevcut aşırı birikim durumunun önemli ölçüde mali aşırı birikim biçimini aldığını gösteriyor. Teknolojideki gelişmeler de kapitalizmin bu eşitsiz gelişen aşırı birikim sorununu aşabileceğine ilişkin işaretler taşımamakta. Söz gelişi 1991 yılında yapılan bir incelemeye göre tüm bilgisayar girdilerinin yüzde 76.6’sı ticarette ve hizmet sektörünün diğer alanlarında kullanılmaktayken sadece yüzde 11.9’luk bir bölüm imalat sanayinde kullanılmaktadır 35 . Son yıllarda etkinliği çok abartılan enformasyon teknolojilerinin başka bir deyişle “yeni ekonomi” diye adlandırılan sektörlerin yıllık üretkenlik artışına katkısı dünya çapında yüzde 1.33 düzeyindedir. Bu anlamda 1972-1995 döneminde ortalama yüzde 1.42 oranındaki üretkenlik artışı 1995’in son çeyreğiyle 1999’un son çeyreği arasında sadece yüzde 2.75’e yükselmiştir36 . Özetle enformasyon teknolojileri alanındaki gelişmeler henüz dünya kapitalizmini yeni bir genişleme evresine taşıyacak potansiyelin çok uzağındadır. Şurası çok açık; yakın gelecekte de sermaye birikiminin asıl “yükselişi” bu tür teknolojilerden beslenen üretim sektörlerinde değil finans alanında yani rantiyeleşme sürecinde olacak. Örneğin 2000 yılında Dow Jones Endeksi’ndeki yükseliş hisse senedi piyasasında bugüne kadar görülmüş en büyük patlamadır. Ocak 2000’de görülen 44.3’lük kazanç oranı tarihte görülmüş en yüksek değerdir. Bu değere en yakın kazanç oranı Eylül 1929’da kaydedilen 32.6 düzeyidir. Enformasyon teknolojileri alanındaki gelişmelerin borçla finanse edildiğini dünya çapında kamusal-özel borçların birikiminde inanılmaz bir yükselişin sürdüğünü de eklemek isterim. Söz gelişi hane halklarının borçlarının harcanabilir gelirlerine oranı 1989’da yüzde 80’ken 2000 sonunda bu oran yüzde 100’ü bulmuştur. Mali kuruluşlar dışındaki şirketlerin borçları 1997 ile 2000 arasında yüzde 37 artmıştır.

Bu verilere bugün dünya finans piyasalarında döviz cinsinden yapılan işlemlerin günlük hacminin 1.7 trilyon ABD doları düzeyinde olduğu verisini de eklediğimizde kapitalizmin gelecek birkaç onyıla dair eğiliminin nasıl şekilleneceği üzerine gayet açık bir tabloyla karşılaşmaktayız. Geçmeden sermayenin bu biçimde “gelişen” aşırı birikiminin ne tür potansiyellere gebe olduğuna dair varsayımsal bir önermede bulunmak isterim. Burada andığımız 1.7 trilyon dolarlık mali sermayenin yüzde 90’ının bir hafta içinde tersine çevrildiği bilinmektedir. Bir başka deyişle bu para bir ulusal pazarda ortalama bir hafta kalıyor. 2000 yılı Kasım krizinde Türkiye’den çıkan ve krize neden olduğu öne sürülen yabancı sermaye miktarı 5.2 milyar dolardı. Yani bugün dünya ekonomisinde bir hafta içerisinde Türkiye ekonomisi boyutlarında aşağı yukarı 325 ülkede aynı derinlikte krizlere yol açabilecek miktarda bir mali birikim vardır.

2. Geç gelişmiş kapitalist ekonomilerde artan marjinalleşme ve sektörler arası uyumsuzluk sürecin bir diğer önemli sonucudur. Küreselleşme süreci azgelişmiş ülke ekonomilerinin eklemlenmemiş yapısını daha da bozmuştur. 1990-1998 arasında çevre ekonomilere akan 1313.4 milyar doların yüzde 30.5’i cari işlemler bilançosunun net hata ve noksan kaleminde yer almaktadır. Net hata ve noksan kalemi ekonomideki marjinalleşme düzeyini gösteren bir indikatördür. Dolayısıyla geç gelişmiş kapitalist ülkelere giren sermayenin önemli bir kısmı bu ülkelere enformel süreçler sonucunda girmekte ve bu da söz konusu ekonomilerin marjinalleşme düzeyini artırmaktadır.

3. Çevre ekonomilerin sanayisizleşmesi bir diğer sonuçtur. Özellikle Kay ve Amin’in azgelişmişlik incelemelerinin sunduğu kavramsal çerçeve kapitalist gelişimin eşitsiz karakterinin geri kapitalist ülkelerde sanayileşme paradigmasının zayıf kalmasını ve deorganize bir sanayinin şekillenişini açıklamaktadır. Denilebilir ki böyle bir yapılanmanın ilk olumsuz etkisi ekonominin bir bütün olarak verimsiz olması ve yatırım-istihdam-verimlilik bağlarının sağlıklı bir biçimde kurulamamasıdır. Bu sorununun makroekonomik istikrarsızlığı güçlendirdiği örneğin enflasyonu besleyen çok önemli bir nedenin verimsizlik olduğu bilinmektedir. Mevcut entegrasyon çerçevesi içerisinde parasal istikrar-sızlık ve mali liberalleştirme süreçleri zayıf ekonomileri merkez bankası kasalarında çok yüksek miktarda rezerv tutmak zorunda bırakmış bu durum da yatırım için ayrılabilecek kaynakların yönetilmesi inisiyatifini bu ülkelerin elinden almıştır. Geri kalmış kapitalist ülkelerde neredeyse yatırım eğiliminin bile olmaması buna ilaveten devletin yatırımcı özelliğini terketmesi bir yandan spekülatif-rantiyer birikim sürecinin öte yandan yüksek mali kriz riskinin belirlenimi altında bu ülkelerin giderek sanayileşme potansiyellerini yitirmeleri anlamını taşımıştır.

Yetersiz yatırım genellikle tasarruf miktarının da yetersiz kalmasıyla beraber seyretmektedir. Düşük yatırım ve tasarruf miktarı büyüme hızının dalgalı seyretmesinin ve ödemeler dengesindeki dalgalanmaların temel nedenidir. Dolayısıyla bir yandan Türkiye gibi ülkeler yoğun sermaye giriş çıkışlarına teşne olurken öte yandan bu ülkelerde yoğun bir reel birikim yetersizliği sorunu ortaya çıkmaktadır. Boratav bu sorunun beraberinde getirdiği dengesizlikleri şu biçimde değerlendirmektedir:

“Üretken kapasitenin büyüme hızı yatırım oranlarının düşmesine bağlı olarak yavaşlayınca talepten kaynaklanan genişleme konjonktürleri en çok iki yıl içinde kapasite sınırlarına dayanmakta; bu da enflasyon ve/veya dış açığın artması ve reel büyümenin tıkanması ile sonuçlanmaktadır. Sermaye birikiminin yetersizliği böylece bir yandan enflasyonu; öte yandan da büyüme sürecindeki istikrarsızlıkları açıklayabilecek temel bir yapısal etken olarak karşımıza çıkmaktadır” 37 . [BORATAV Korkut]

4. Birikim yapısının dejenere olması bizce mali liberalizasyonun sonuçlarından bir tanesidir. Bu tespitin ilk bakışta sorunlu olduğu düşünülebilir. Elbette kapitalist hiyerarşi içerisinde iktisadi düzeyde entegrasyonun temel veçhesi olan sermaye birikim tarzının şu ya da bu biçiminin daha iyi olduğunu ve mevcut birikim yapısının bu açıdan dejenere olduğunu düşünmüyorum. Birikim rejimi denilen ilişkiyi bağımsız bir parametre olarak ele alamayacağımız ortada. Birikim rejimi iç dinamikle dış dinamiğin birbirine eklemlenme tarzının temel belirleyeni pivot noktasıdır. Dolayısıyla kapitalist hiyerarşiye tabi herhangi bir geri kalmış ülkenin tek başına kendi birikim yapısını belirleme inisiyatifi yoktur; inisiyatif alanı yalnızca uygulama farklılıklarıyla sınırlıdır. Bu nedenle birikim rejimi kapitalist hiyerarşinin mantığına uygun olarak eşitsiz bir dağılımla düzenlenen özgül bir “risk” paylaşma sürecine karşılık gelir. Mevcut entegrasyon biçiminde “risk paylaşımı”nın ağırlık merkezi özellikle mali sermayenin aşırı birikiminin yol açtığı sorunların paylaştırılması noktasındadır. Dolayısıyla çevrede izlenen sermaye birikim rejimi faiz arbitrajına bağlı kısa vadeli sermaye akımlarına dayalı ithalata dönük bir yapı arz etmektedir. Sıcak para göreli olarak yüksek faiz oranlarının olduğu ülkelere akmakta bu da kısa vadeli döviz birikimini sağlamaktadır. Bu tip bir birikim yapısıyla Türkiye’nin 24 Ocak Kararları sonrasında deneyimlediği “ihracata dayalı birikim rejimi” arasında bir süreklilik bağı daha doğrusu ihracata dayalı birikim tarzının mevcut birikim yapısının mantıksal öncülü olduğu bir ilişki söz konusudur. İhracata dayalı rejimle birlikte geliştirilen mal ve hizmet akımlarında liberalleşme politikası bütçe politikaları vb. ekonomi politikalar tıkandığı noktada bu tıkanıklığı ekonomiyi daha da derin bir tıkanıklığa sürükleyen bir başka politikayla mali liberalleşmeyle aşmaya çalışmıştır. Dolayısıyla ortaya çıkan birikim yapısı ihracata dayalı rejimin dejenere olmuş bir biçimi olmuştur. Her iki sürecin de aynı temel ideolojik normla ekonomik başarımın sınırlarını ölçmesi çarpıcıdır. Bu norm pek tabii ki ekonominin “dışa açıklığı”dır. Bu ölçütü günümüzde “ilerlemenin” en karşı konulmaz buyruğu gibi lanse ederek dilinden düşürmeyen burjuvazinin gizlediği gerçek “dışa açıklık” denilen sürecin dış politikada kişiliksizlik ve ulusal onurun ayaklar altına alınması ekonomik işleyişte ise emperyalist ülkelerin üzerlerinden atmak için türlü yollar denedikleri kriz dinamiklerine da-vetiye çıkartmak oluşudur.

5. Burada değineceğimiz son olgu “yoksulluğun küreselleşmesi”dir. Bu olgu iki boyutta da geçerlidir; bir yandan uluslararasında gelir dağılımının bozulması öte yanda ülkelerin kendi içlerinde gelir dağılımının bozulması. UNCTAD 1998 Ticaret ve Gelişme Raporu’na göre dünya ölçeğinde gelir dağılımını gösteren bir parametre olan Gini katsayısı 1990’da 0.74’e yükselmiştir. Bu rakam 1965’te 0.66 1980’de 0.68’di 38 . Ulusların kendi içlerindeki gelir dağılımının bozulması süreci ise literatüre “Latin Amerika tipi yoksullaşma” olarak geçen olgunun dünya çapında genelleşmekte olduğunu düşündürtüyor.

Eklemlenmenin iç dinamiği

Emperyalist hiyerarşinin işleyişinin ve hareketinin çözümlemesi iç dinamiklerle dış dinamikler arasındaki ilişkinin özgül kuruluş biçimine dayanmak zorunda. Burada sorulması gereken soru şudur; “kapitalist hegemonya altında entegrasyon nasıl gerçekleşir ve bu ilişki çerçevesinde yaşanan dönüşümler nelerdir” İlk soruya yanıt ararken akılda tutulması gereken unsur entegrasyon denilen sürecin iç ve dış dinamikler arasındaki bir özgül eklemlenme olduğudur. Dolayısıyla tek başına dünya nesnelliğinin çözümlemesi söz konusu süreci açıklayamaz. Aynı anlama gelmek üzere kapitalist bir ülkenin emperyalist sisteme entegrasyon biçiminden söz ederken bu biçimin tek başına bir dizi “rolde” somutlandığını varsaymak kesinlikle yanlış olacaktır. Somutlamak adına tam da burada “yanlış olacağını” söylediğimiz türden bir değerlendirmeyi aktaralım:

“Etkin jeopolitik oyuncular mevcut jeopolitik durumu -Amerika’nın çıkarlarını etkileyecek derecede- değiştirmek amacıyla sınırlarının ötesinde güç uygulama ya da etkide bulunma yeteneğine ve ulusal iradesine sahip olan devletlerdir. (…) Jeopolitik mihverler önemleri güç ve motivasyonlarından değil daha çok hassas konumlarından ve potansiyel olarak saldırıya açık durumlarının jeostratejik oyuncuların tavırları için doğuracağı sonuçlardan kaynaklanan devletlerdir” 39 . [BRZEZİNSKİ Zbigniew]

Bu emperyalist hiyerarşinin çözümlemesi değil tam manasıyla olumlamasıdır. Bu yaklaşım ideolojik tutumu bir yana ülkelerin verili bir statüko içersindeki “işlevleri”ne göre değişen pozisyonlara sahip olduğunu vaaz etmesi nedeniyle de reddedilmelidir. Değişmez olansa “işlev”in kendisidir ve bu da elbette ABD’nin stratejik önceliklerine göre belirlenir. Elbette emperyalist hiyerarşi kapitalist ülkelerin karşılıklı konumlanışlarını anlatır; ancak bu konumlanışlar sonucunda ortaya çıkan yapı bir düzene sahip olduğu kadar düzensizdir de. Düzensizliğin temel nedeni ilk elden ulusal ölçekte etkisi hissedilen sınıf mücadesidir.

Özetle emperyalist sistemle entegrasyonun bir ülkenin uluslararası dinamiklerden etkilenme düzeyi ve onları belirleme gücünden kaynaklandığı kadar aynı ülkenin sınıf dinamiklerinden de kaynaklandığını düşünüyorum. Bu “entegrasyon” kavramının tanımı gereği böyle; çünkü bu kavram söyledim ya “içerisi” ile “dışarısı”nın özgül eklemlenme biçimini betimliyor. Tabii bu anlayış bize burjuvazinin içeride işçi sınıfı karşısında elini güçlendirmek üzere emperyalist hiyerarşiyle daha ileri boyutta kurulmuş bağlara muhtaç olduğunu ama aynı zamanda sınıf mücadelesinin seyrinin daha “ileri” düzeyde bir bağımlılığın yaratılmasının önüne engeller çıkartabilme potansiyeline hasıl yegane dinamik olduğunu anlatmaktadır.

Türkiye’ye baktığımızda burjuvazinin emperyalist sistemle daha çok boyutta kurulmuş bir bağımlılık ilişkisine girmek üzere gösterdiği entegrasyon çabalarının tipik bir etkiye yol açtığını gözlüyoruz. Ben bu etkiyi farmakoloji literatürüne bir gönderme yaparak “rebound etki” diye adlandırıyorum. Rebound etki sözgelişi etkilerinden bir tanesi uykusuzluk olan bir ilacın bir kısım vakada uyku verici etki yapması durumuna deniyor. Bizim tartışmamızda aynı etki biçimini Türkiye kapitalizminin istikrar bulmak adına kendisini emperyalistlerin kucağına atmasının daha derin iktisadi-siyasi krizlere kapı aralaması şeklinde izlemekteyiz. Elbette yutulan ilacın niteliği de önemlidir; emperyalizme daha sıkı bağlarla bağlanma ilacı iyileştirmez öldürür… Tabii durum emekçiler açısından böyle; burjuvazi açısındansa daha farklı. Türkiye’nin hasta kapitalizmi entegrasyon “ilacı”nın kendisini ayağa kaldıracağına inanıyor ama her defasında daha beter yere çakılıyor. Türkiye kapitalizminin tarihi yükseleyim derken irtifa kaybetme ve yere çakılma deneyimleriyle dolu. Bu nedenle Türkiye kapitalizminin “entegrasyon” ya da “batılılaşma” macerası her zaman bir fay hattı oluşturmuştur.

“Bu devlet bağımsızlığını korumak ile Batı’yla benzeşme arasındaki gerilim üzerine kendisini yerleştirmiştir. Kısa süre içinde sermaye sınıfının serpilmesini daha rezervsiz biçimde desteklemek seçeneği yani daha arı bir burjuva liberalizmi baş göstermiş bağımsız iktidarını merkeze alan ve omurgayı temsil eden tarafın liberalizme karşı ciddi bir müdahalesi ise hiç olmamıştır. Kendi iktidarı konusunda bu denli hassas olan devlet mekanizması ve onunla bitişik burjuva devrimi batıcı liberal ve dinci dinamikler karşısında tarihsel olarak ‘özürcü’ konumdadır. Yeterince batılı olamadığı liberalliğin sınırlarını geniş tutmayı samimi olarak arzuladığı ve halkın inançlarını taciz etme niyetini asla taşımadığına dair özürlerden örülü bir tarih… (…) Türkiye, kapitalizm yoluna bağımsız ve iktidar sahibi olarak kalmak için girmiştir. Türkiye, kapitalistleşmenin bağımlılaşma ve iktidarsızlaşma anlamına geldiğinin kanıtıdır” 40 . [GÜLER Aydemir]

Yazının geri kalanında, içinde bulunduğumuz dünya nesnelliğinde bu sürecin nasıl deneyimlendiğine, Türkiye’nin iktisadi yapısında, dış dinamikle iç dinamiğin eklemlenişindeki dönüşümlerin nasıl etkiler bıraktığına bakacağız.

Türkiye kapitalizminin “entegrasyon ilacı”

Burada özel olarak son beş yıldır devam eden ve Türkiye kapitalizminin geleceğe dönük en önemli “eklemlenme” projelerinden bir tanesi olan restorasyon sürecinin ekonomi politiği üzerinde özel olarak durmayacağım. Bu çerçeveye oturan makaleler, Gelenek’in geçmiş sayılarında bulunabilir. Ben burada, Türkiye ekonomisinin son 20 yılında gözlenen kritik dönemeçleri yukarıda ifade ettiğim bağlamda, yani iç dinamiğin dış dinamikle ilişkilenme tarzı bağlamında, değerlendireceğim. Bu çerçevede, entegrasyonun iktisadi düzeyini üç süreçte ele alacağım:

1) Sermaye birikim süreçleri,

2) Devlet-burjuvazi ilişkisinin dönüşümü ve sermayenin iç kompozisyonundaki değişimler,

3) İzlenen ekonomi politikaların kitleler üzerindeki etkileri.

1) Yukarıda, sermaye birikim tarzının ekonomik düzeydeki entegrasyon en temel bağlamını oluşturduğunu ifade etmiştik. Türkiye’nin son yirmi yıllık tarihinde, bu çerçevede değerlendirilmesi gereken iki dönemeç vardır: Birincisi, 24 Ocak Kararları’yla başlayan ve 12 Eylül sonrası uygulamaya sokulan “ihracata dayalı birikim rejimi” ve ikincisi de 1989’da başlayan ve halen devam eden, faiz arbitrajına bağlı kısa vadeli sermaye girişine dayalı ve ithalata dönük sermaye birikim “yapısı”dır. İkinci sürecin, ihracata dayalı birikim rejiminin, yozlaşmış bir devamı olarak ele alınabileceğini düşünüyorum.

1980-1988 dönemi boyunca etkinliğini sürdüren ihracata dönük birikim yapısının 1989 sonrası iktisadi süreçlerine devrettiği önemli yapısal faktörler, bu iki süreç arasındaki sürekliliğin, söz gelişi ithal ikameci modelle, ihracata dayalı model arasındakinden çok daha belirgin olduğunu gösteriyor. Türkiye’de ihracata dayalı büyümenin işleyişine dair belirtilmesi gereken ilk nitelik, bu modelin hiçbir zaman -eklektik de olsa- ihracatı destekleyecek türden bir sanayileşmeye yol açmamasıdır. İhracata dayalı büyümenin 1988’e kadar işleyebilmiş olması

hem emekçiler üzerine kurulan baskı sonucu iç talebin kısılmasına hem de devletin ihracatı desteklemek üzere yarattığı mekanizmalara bağlı olmuştur. 1980 sonrası dönem boyunca, dış ticarete yönelik sektörlerde tekelci piyasa yapısı varlığını güçlendirmiştir. Türkiye ekonomisi, 1994 ve 2000 yılı hariç 1980 sonrası dönemde sürekli büyümüştür; ancak bu olguya daha yakından bakıldığında, reel olarak sabit sermaye yatırımlarının tüm bu dönem boyunca gerilediği göze çarpıyor. Yine, 1979’da yüzde 10.8 olan özel sektör sabit sermaye yatırımlarının GSMH’ye oranı, 1980-84 döneminde ortalama yüzde 7.4 düzeyinde kalmıştır 41 . Bu veri, 1980-89 döneminde büyümenin bir sanayileşme stratejisine değil, atıl sermayenin üretime sokulmasına ve ucuz emekgücüne dayanılarak sağlandığını göstermektedir. GSMH’deki artışın düzensiz seyretmesi de bu önermeyi desteklemektedir.

Bu yıllar boyunca imalat sanayinin seyrine bakıldığında, karşılaştığımız tablo hiç de farklı değil. 1980-88 döneminde imalat sanayi ortalama büyüme hızı yüzde 15.1 gibi yüksek bir tempoda seyretmiş, ancak yatırım oranları oldukça düşük düzeyde kalmıştır. 1989 sonrasında ise imalat sanayine neredeyse hiç yatırım yapılmamıştır. Kaldı ki, 1994’te yüzde 2.5’lik, 1998’de yüzde 5.6’lık ve 1999’da yüzde 17.6lık oranlarla küçülme gerçekleşmiştir 42 . Bu da bize Türkiye’nin son yirmi yıldır sanayileşmediğini, “dışa açılma” ile betimlenen ekonomik modelin Türkiye’nin önüne koyduğu ekonomik yapının giderek ekonominin büyüme performansını bozduğunu gösteriyor.

Sanayileşmeme olgusu, tabii ki, ekonominin bütün olarak çok düşük bir üretkenlikle işlemesi sonucunu doğurur. Bu saptama tek tek alt sektörler bazında’ değil, ekonominin bütünsel yapısı ele alındığında geçerlidir. Bu durum, Türkiye ekonomisinin emperyalizmle daha sıkı entegrasyon sevdasının doğrudan sonuçlarından bir tanesinin ekonomik büyümenin sürükleyici dinamiklerden yoksun kalması ve böylece verimsizliğe mahkum olması olduğunun kanıtıdır.

“…1980 sonrasında yüksek üretkenlik artışı yaşamış olan sektörler, imalat sanayinin toplam üretkenliğine katkıları bakımından son derece zayıf kalmışlardır. …Türkiye imalat sanayi sektörlerinin genelde güdük yapıda olduklarını ve tek tek ‘büyüme adacıkları’ şeklinde çalıştıklarını; yeterli derecede gelişmemiş ara bağlantıları sonucunda ise ulusal ekonomiye öncü görev üstlenmediklerini ortaya koymaktadır. Bu yapı altında, verilen yoğun ihracat teşvikleri ve üretim teşvikleri çeşitli alt sektörlerde hızlı gelişme göstermiş gözükmesine karşın, bu sektörlerin öncü konuma geçemedikleri ve ulusal emek üretkenliğine olumlu katkı yapamadıkları görülmektedir”
43 . [VOYVODA Ebru ve YELDAN Erinç]

Sanayileşmeme ve ekonomik büyümenin sürükleyici dinamiklerden arındırılması durumu, ekonomiyi 1987 sonrasında tam anlamıyla bir tıkanmaya sürüklemiş, ticaret politikalarına dayalı “dışa açılma” modeli bu yıldan itibaren döviz üretmez olmuştur. Bu sürece karşı sistemin, IMF ve Dünya Bankası’nın da itelemeleriyle geliştirdiği refleks, iç borçlanma sürecini bir finansman biçimi olarak kullanmak oldu. Bu siyasi tercih bir yandan rantiyer-spekülatif tipte sermaye birikiminin önünü açarken, öte yandan istihdam, verimlilik ve ücretler

arasındaki bağların tamamen kopması, iç ve dış tasarruflar üzerinde denetimin yitirilmesi gibi faturasını emekçilerin ödediği yapısal bozukluklara yol açtı. Böylece Türkiye tam bir borç sarmalının göbeğine düşmüş oldu. Bu sarmalın, ekonominin reel büyümesine katkısının son derece düşük olduğu, aksine sanayileşme dinamiklerini tahrip ettiğini bir örnekle açıklayalım. 1999 yılı sonunda Türkiye’nin dış borcu 105 milyar dolardı. 1990’la 1999 arasında cari işlemler açığı ise 14.5 milyar dolarda kaldı. İki veri arasındaki bu büyük fark, alınan dış borçların ancak 3’te birinin mal ve hizmet ticaretine harcandığını gösteriyor. Bu yapının verimlilik ve istihdam üzerinde etkili olmaması mümkün mü? Tabii ki değil… Bu nedenle 1990’lar Türkiyesi’nde üretkenlikteki değişmelerle ücretlerin değişimi birbirinden kopmuş, bu tablo giderek yayılan esnekleştirme politikalarını desteklemiştir.

“… Türk işgücü piyasalarında ücretlerin üretkenlik kazanımlarıyla olan -kabaca da olsa- birlikteliği 1980 dönüşümü ile kopartılmış ve 1950’den bu yana gelen artış trendi terkedilmiştir. Bu anlamda Türkiye örneği, küreselleşme ideolojisinin emeğin kazanımlarının geriletilmesi üzerine belki de en net stratejik sonucunu sergilemektedir”
44 .

1980 sonrası döneminde güçlenen bir diğer olgu, sanayi sektöründe tekelci fiyatlama mekanizmaları olmuştur. Mal ve hizmet ticaretinin serbestleştirilmesi,
sanayi sektöründe tekelci fiyat denetimlerini güçlendirmiştir. Bu yıllar boyunca rekabet gücü sağlayan temel unsurlar, düşük ücretler ve fiyat düşürmeye yönelik teşvikler olmuştur. 1989’la beraber düşük ücret politikasının dünya kapitalizmiyle entegrasyonun itici gücü olmasının sınırlarına gelinmiştir. Bu durumu destekleyen iki unsur, mikro-elektronikteki gelişmelerin emekgücü maliyetlerini azaltması ve post-fordist iş örgütlenmesiyle üretim aşamalarının parçalanmasın dan ziyade, birleştirilmesinin gündeme gelmesi sonucu ÇÜŞ’lerin doğrudan dış yatırım alanı olarak azgelişmiş ülke pazarlarını tercih etmemeye başlamaları ve özellikle Türkiye’nin temel ihracat pazarı olan AB’nin Doğu Avrupa’da daha ucuz ve daha nitelikli emekgücüne ulaşmasıdır. Böylece, 1980 sonrasında terk edilen sanayileşme politikası, 1989 sonrasında verimsiz, parçalı işgücü yapısına dayalı yatırım yapmayan bir ekonomi haline gelmiştir. Bütün bu unsurlar rant ekonomisinin gelişimi için son derece uygun koşullar hazırlar. Rant ekonomisi, yeni bir sanayileşme hamlesi bir yana, mevcut sanayi altyapısının bile tasfiyesini, yani sanayisizleşmeyi gündeme getirir.              ,

İhracata dayalı birikim rejiminin tıkanma noktası olan 1988-89 krizi, Türkiye ekonomisinin stagflasyon olgusuyla yüzleşmesine neden oldu ve bu olgu bir dizi süreci ivmelendirdi:

1- Artan faiz oranları. TL üzerinde artan devalüasyon beklentisi yabancı paralara olan talebi artırdı ve hükümet de faiz oranlarını artırarak artan döviz talebini kontrol etmeye çalıştı.

2- Artan dolaylı vergiler ve azalan iç talep. Artan faiz oranları ve devalüasyon beklentisi iç talebin kısa sürede düşmesine neden oldu ve bu da stagflasyon sürecini güçlendirdi.

3- Düşük iç tasarruf ve yatırım oranı iç kaynak dengesi açıklarının büyümesine yol açtı 45 .

Bu yapı, mali sermayenin 1987-90 arasında merkez dışı sermaye pazarları arayışına girmiş olmasıyla ve 1989 sonrasında giderek artan kamu borçları ile birleşince kısa vadeli sermaye akımlarına dayalı rantiyer birikim sürecinin önü tamamen açılmış oldu. Ayrıca GATT Uruguay Round görüşmelerinin ve Gümrük Birliği’nin hükümlerine imza atan Türkiye kapitalizmi, 1990lı yıllar boyunca yoğun bir mal ve hizmet ithalatı karşısında ekonomiyi bütünüyle korumasız bıraktı. Böylece hem sermaye hareketlerinin serbest bırakılması hem de dış ticaret rejimindeki gelişmeler, Türkiye ekonomisini artan ölçüde uluslararası iktisadi dalgalanmaların etkilerine açık hale getirmiş oldu. Bu süreç boyunca yüksek faiz hadleri, patlayan cari açıklar ve TL’nin aşırı değerlenmesi ve bunu izleyen devalüasyonlar Türkiye ekonomisinin ayrılmaz unsurları haline geldiler.

Peki, Türkiye kapitalizmi bunca “entegrasyon ilacı” içti de ne oldu? Türkiye’nin dış ticaret verilerinin incelenmesi, Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmiyle eklemlenme çerçevesi hakkında anlamlı veriler sunmaktadır. OECD istatistiklerine göre, Türkiye’nin yüksek teknolojili mallarda ihracatının ithalatını karşılama oranı yüzde 10, orta-yüksek teknolojili mallarda aynı oran yüzde 23, orta-ilkel teknolojili mallarda yüzde 77 ve ilkel teknolojili mallarda yüzde 225’tir. OECD’nin “gelişmekte olan ülkeler” diye adlandırdığı ülkeler sınıfı içerisinde Türkiye’nin göreli konumuna dair ipucu sunan bir kısım başka veriye göreyse, Türkiye diğer “gelişmekte olan ülkeler”e göre daha az doğrudan dış yatırım çekebilmekte ve gayri safi özel sermaye akımı/GSMH oranı diğerlerinin altında seyretmektedir. Günümüzde dünya finans piyasalarında döviz cinsinden yapılan işlemlerin günlük hacminin 1.7 trilyon dolar olduğunu ifade etmiştik. Bu paranın yalnızca yüzde 5’i “gelişen” piyasalara akmaktadır ki, bu rakam 2000 yılında 153 milyar dolara tekabül etmekteydi. Bu pazarlara toplam net sermaye girişinde Türkiye’nin payı 1990’da yüzde 4.3’ten 1996’da yüzde 3.1’e gerilerken, banka ve ticaret kredileri kalemindeki payının yüzde 5.7’den 8.1’e, bonolardaki payının yüzde 1.9’dan 3.5’e ve hisse senedi yatırımlarındaki payının yüzde 1.6’dan 2. l’e çıktığını görüyoruz. Bu veriler, Türkiye ekonomisinin giderek fınansal akımların yıkıcı etkisine açık hale geldiğini, ama bunun karşılığında yabancı sermaye girişiyle kalkınmaya dönük en ufak bir eğilim göstermediğini kanıtlıyor. Bu sayede Türkiye ekonomisi, son on yılın beşini kriz içinde geçirmiştir. “Entegrasyon ilacı”nın bedellerinden biri de budur…

2) Bu sürecin burjuvazi-devlet ilişkisinin yapısında ve sermaye içi kompozisyonda yol açtığı dönüşümleri önemsemek gerekiyor. Bu ilişkilerin dönüşümü, “entegrasyon” sürecinin dinamiklerini ürettiği kadar, bu dinamiklerin yol açtığı gerilimleri de güçlendirmiştir çünkü… Türkiye tarihinin son yirmi yılı, devletin rant yaratma mekanizmalarında inanılmaz bir artışa ve çeşitlenmeye sahne olmuştur. Bu kaynaklar bir yandan geleneksel burjuvaziyi beslerken, öte yandan siyasi kültürü de etkisi altına alan bir “yeni zengin” burjuva kuşağının doğması için gerekli maddi zemini oluşturmuştur. Burjuvazi-devlet ilişkisindeki bu dönüşümün burjuva siyasetinin dayandığı mantıksal öncüllerde bir oynamaya yol açtığı da eklenmelidir. 1980 sonrasında burjuva siyasetinde ANAP’la, daha önceki dönemin “mağdur-mazlum” söylemine dayalı tarz-ı siyasetin yerini “güç ideolojisi”ne dayalı, zenginliği ve gücü öven, kitlelere zengin (“güçlü”) olmalarını vaaz eden bir tarz-ı siyaset almıştır. Bu dönemde siyasette burjuvazinin tanımlanış biçimi de değişmiştir.

“Özal, Cumhuriyetin başından beri, sağ siyasetin meselesi olan laik-batıh-şehirli kültürel statükodan şikayet etmek yerine, onu tanımadığını ilan etti ve burjuva tanımını dönüştürme yoluna gitti. Burjuvalığı veya seçkinliği, alışılmışın dışına çıkarak, bir anlamda ‘alaturkalaşürdı’ ve ‘kültürel yabancılaşma’ temasını, merkez sağ siyasetin önemli bir teması olmaktan çıkardı” 46 . [MERT Nuray]

Burjuvazi-devlet ilişkilerinin dönüşümü, siyasi yapının dönüşümüyle beraber seyreder. Bu anlamda, aynı dönemde popülerleşen ve bugün de Kemal Dervişin ikide bir yepyeni bir buluş yapmışçasına sayıklayıp durduğu, “ekonomiyi siyasetten arındırma” söylemi, 1980 sonrası sağ söylemin temel argümanlarından birisi olmuştur. Bir yandan siyasi yapının rant ekonomisini alabildiğine beslediği bir ortam, öte yandan ekonomi yönetiminin “teknokratik” bir tarzda sürdürüleceği vurgusu… Bu çelişkinin denk düştüğü açılım, yetmişli yıllarda burjuvazi-devlet ilişkisinin payandası olan yüksek bürokrasinin tasfiyesi ve burjuvazi-devlet ilişkisinin ilkelleşmesi/doğrudanlaşması olmuştur.

Ekonomiyi siyasetten arındırma argümanının günümüzdeki anlamı da farklı değildir… Bu söylemin ekonomi yönetimindeki ürünleri, bilindiği üzere, Özal’ın prensleri olmuştur ve Ahmet Özal’ın çıkıp, “Gündemi uygun olsaydı, Derviş de babamın prenslerinden olacaktı” açıklamasını yapmış olması ve Derviş’in her fırsatta Özal’a hayranlığını dile getirmesi bu açıdan son derece anlamlıdır. “Ekonomiyi siyasetten ayırma” söyleminin, ’80 sonrasında bir tarz halini alan “siyaset karşıtı siyaseten ana vurgularından bir tanesi olduğu kesin ve bu söylemin burjuva siyasetinin yeni yükselen figürlerinin dilinden düşmüyor oluşu, önümüzdeki dönemde burjuva siyasetinin tercihlerine dair bir göstergedir.

1980 sonrasında izlenen politikalar, rant paylaşımının giderek nesnel ekonomik pozisyonlardan bağımsızlaşmasını sağlamış ve burjuvazinin türlü kesimleri giderek daha büyük miktarda rantları siyasetçilere yakınlıkları sayesinde elde eder olmuşlardır. Burjuvazi-devlet arasındaki bu ilkel ilişki tarzı, sermaye sınıfının iç kavgalarının da artmasına neden oldu. Bu çelişkilerin siyasi kriz dinamikleriyle bütünleşen bir iktisadi yapının oluşumunu sağladığı biliniyor. Türkiye’de ekonomik liberalizm, siyaseten muhafazakarlaştırıcı bir etki yaratmaktadır.

“ANAP hükümetlerinin ekonomik reformları yüzünden bozulan toplumsal doku toplumda bir baltaya sap olamamış, yeni muhafazakârlar kuşağının peşine takılmaya hazır potansiyel bir sağ seçmen kitlesi ortaya çıkartmıştır” 47 .

Başka bir deyişle, ekonomik liberalizm toplumsal dokuda yarattığı tahribatla gericiliği desteklemiştir. Aynı sürecin sermaye içi bileşime etkilerinden bir tanesi de güçlenen türedi sermayedir ki, bunun en önemli temsilcisi, restorasyonla birlikte geriletilen dinci sermaye olmuştur.

1980 sonrasında sermaye içi bileşimin dönüşümünde önemli bir eğilim “dikey bütünleşme” sonucu ortaya çıkan holdinglerin ağırlık kazanmalarıdır. Dikey holdinglerden kasıt, üretim, finans, iç ve dış ticaret kademelerini birleştiren dikey bütünleşme olgusudur.

“Bunu, farklı sektör ve branşlara yayılma biçimini alan yatay genişlemeden ayırmak gerekir. 1980’li yılların özelliklerini dikkate alarak, belli bir üretim tabanı olan, kendi ürünlerini dağıtım şebekesine sahip, ayrıca dış ticaret sermaye şirketi biçiminde de örgütlenmiş, bunlara ek olarak kendi bankası da bulunan kuruluşları ‘dikey holding’ diye saptıyoruz” 48 .

Dikey bütünleşme olgusu, doksanlı yıllarda rant ekonomisinin kaymağım yiyen sermaye gruplarının tekelci pozisyonlarım pekiştiren bir faktör olarak değerlendirilmelidir. Dikey holdingler, yani reel birikim alanındaki faaliyetlerini mali birikim alanına kote edebilme “becerisi”ni en fazla gösterebilen sermaye grupları, rantiyer-spekülatif birikim sürecinden en fazla yararlanan ve tekelci pozisyonlarını pekiştiren sermaye grupları oldular.

Dünya kapitalizmine eklemlenme çabalarının bir diğer sonucu, sermaye içi kompozisyonun rantiyer-spekülatif birikim yapısından beslenen unsurlarının yegane belirleyici güç haline gelmesi ve böylece, dış dinamiğin içselleştirilmesi olmuştur. Bunu kanıtlayan ve sık sık kullanılan örnek, sözde en büyük “sanayi” firmalarının gelirlerinin tamamını devlete yüksek faizle para satarak elde etmeleridir. Söz gelişi, 1999 yılında İSO-500 verilerine göre firmalar gelirlerinin yüzde 219’unu faaliyet dışı alanlardan sağlamışlardır…

Rantiyer-spekülatif birikim yapısının sermayenin iç bileşimi üzerine etkisini, mali birikim-reel birikim ayrımı çerçevesinde değerlendirdiğimizde, söz konusu yapının bir yandan sanayisizleşmeyi desteklediğini, öte yandan tekelleşme sürecine çok büyük bir hız kazandırdığını izlemekteyiz. Rant ekonomisinin doğrudan sonucu, sanayi çevrimini destekleyen bir kredi çevrimin varolmaması, ikincinin birinciden bağımsızlaşmasıdır. Aşağıdaki tablo, bankacılık sektörünün kredi arzının yıllardır aşağı yukarı değişmediğini göstermektedir.

Tablo 3

 Öte yandan bankacılık sektörünün aynı yıllar boyunca dış borçları sürekli artmış, yani bankalar rantiyer birikim mekanizmasından nemalanabilmek üzere yurtdışından uygun koşullarla alınan sendikasyon kredilerinden faydalanmışlardır. Söz gelişi, Bankalar Birliği’nin verilerine göre 2000 yılı Eylül ayı itibariyle Türkiye’de özel bankaların yabancı bankalardan aldıkları kredilerin toplam pasiflerine oranı yüzde 12.28 düzeyindedir. Aynı oran 1996’da yüzde 8.38’di. Yani bankalar sanayiye kredi vermezken kendileri artan oranda yabancı kredi kullanmaktadırlar. Bu mekanizma da dış dinamiğin içselleşmesinin bir göstergesi olarak alınmalıdır. Aynı mekanizma, özel sermayenin “tasarruf” aygılayışıyla makro istikrar için gerekli tasarruf algılayışı arasındaki açının giderek büyümesi sonucunu da doğurmuştur ki bu da yıllardır devam eden enflasyonist etkinin nedenlerinden bir tanesidir. Bu yapının pekişmesinde temel etken paradan para kazanma yani rantiyer birikim dürtüsüdür.

Rant ekonomisiyle dış dinamiğin içselleşmesi klasik iktisat ve maliye politikalarının işlevsizleşmesini ve elbette kamunun iflasını beraberinde getirdi. Söz gelişi Haziran ayında gerçekleştirilen ve ekonomi yönetiminin üst düzey bürokratlarınca çok başarılı olduğu öne sürülen iç borç takası operasyonunda iki grupta değerlendirilen dövize endeksli senetlerin getiri oranları yüzde 14.9 ve yüzde 14.5 olarak belirlenmişti. Aynı dönemde uluslararası piyasalardaki faiz oranını temsil eden LIBOR yüzde 3.8 düzeyindeydi. Yine Türkiye ekonomisinin 2001 yılını ortalama yüzde 25-30 arasında bir reel faiz oranıyla kapatmayı he-deflediğini anımsamak gerekiyor. Bütün bunların anlamı Türkiye’de “ekonomi yönetimi” denilen sürecin yegane hedefinin faiz arbitrajına dayalı birikim yapısını sürdürmek olduğu ortaya çıkıyor. Ne Kasım ne de Şubat krizleri bu yönelimde herhangi bir oynama yaratmamıştır. Yani devletin iktisat politikasında izlediği yol mali kesime ne pahasına olursa olsun kaynak aktarmaktan ibaret. Bu işlev Türkiye’de artık klasik iktisat politikası araçları kullanılarak yerine getirilemez. Milli gelirin borç servisine oranı Ekim 2000 rakamlarıyla yüzde yüzelliyken Deutsche Bank’ın yayımladığı bir rapora göre son takas operasyonuyla Hazine’den özel bankalara aktarılan kaynak operasyonu takibeden ilk hafta içinde 480 trilyon TL idi… Ortada böylesine akla ziyan bir yapı varken hangi “tanımlı” politik araç iş yapabilir…

Konuyu restorasyonun ekonomi politiği açısından da ele aldığımızda da tablo aynı. Restorasyon mevcut birikim yapısına herhangi bir müdahale öngörmüyor ya da öngörebilme lüksü yok. Restorasyoncu güçler ekonomik yapının yarattığı yan etkileri sınırlandırmak rant ekonomisinin yol açtığı çürümenin sermaye içi kompozisyonda siyasi süreçlerde “entegrasyon karşıtı” savrulmaları besleyen şekillenmeleri kontrol altına almak konusuna odaklanmış bulunuyorlar. Mesele rant gelirinin yaratılmasının karşısına çıkmak değildir ama mesele söz gelişi rant gelirleninin artan miktarda türedi sermayeyi semirtmesidir.

Restorasyonun son bir-bir buçuk yıllık seyri türedi sermayenin güçlendiği esas faaliyet alanının bankacılık sistemi olduğunu ortaya koydu. Kanımca art arda gelen bankacılık operasyonlarını iktisadi olarak söz gelişi islamcı sermayeye yapılan operasyonlardan daha önemli görmek gerekiyor çünkü bu başlık restorasyonun yabancı sermayeyle entegrasyon çabasını çok daha yakından ilgilendiriyor. Tam da bu nedenle gerek AB gerekse ABD emperalizmi Türkiye’de “yolsuzlukla mücadele” başlığıyla ilgilenmeye başlamıştır. George Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı emekli General Brent Scowcroft’un birkaç ay önce gerçekleştirilen Amerikan-Türk İş Konseyi Toplantısı’ndaki sözleri emperyalistlerin konuya ilgisini yansıtmaktadır örneğin: “Bush yönetimi Türkiye’ye doğrudan kaynak aktarmakta tereddüt ediyor. Bunun da geçmiş deneyimlerden kaynaklanan bazı nedenleri var. Ayrıca yolsuzluklar çok önemli. … Siyasi sistemdeki bozukluklar şeffaflığın olmayışı siyasi ahlak çöküntüsü ve yolsuzluk konusundaki kuşkular yardım konusunu güçleştiriyor. Ayrıca bankalar var. Bankacılık sistemindeki yolsuzluklar var.” Çıkan bankacılık yasası emperyalistlerin neden bu konuyla ilgilenmeye başladıklarının kanıtıdır.

3) Son yirmi yıldır izlenen ekonomi politikalarının kitlelere etkilerini etraflıca tartışmak bu yazının çerçevesini fazlasıyla aşıyor. Bu nedenle bu konuyu detaylarıyla tartışmayı bir başka yazıya bırakacak ve kısaca son yirmi yıldır izlenen emek düşmanı politikaların kitleler nezdinde meşrulaştırılmasını sağlayan mekanizmaların nasıl bir iktisadi yapı tarafından beslendiği üzerinde kısaca duracağım.

Son yirmi yıldır gelir dağılımının aşağı yukarı sürekli olarak emekçiler aleyhine değiştiği biliniyor. Bu sürecin sınıflar üzerindeki etkilerine iki taraftan bakmak gerekiyor:

(1) Devletin süreklilik arzeden ve giderek derinleşen yoksullaşmaya karşı kullandığı sistemin meşruiyetini yeniden üretme mekanizmaları (2) Emekçilerin aynı süreç boyunca kullandıkları “bekâ stratejileri” ve bunların sınırları.

Düzenin meşruiyetini devam ettirebilmesinin ideoloji ve siyaset alanında son derece karmaşık yanıtları olduğu çok açık. Bu yanıtların karmaşıklığı bir yana kesin olan bir nokta meşruiyet sorununa ilişkin her çözümleme sürecin iki tarafına da bakmak zorunda. Hem düzen adına iş gören ajanların etkinlikleri hem de emekçi yığınların en temelde geçimlerini devam ettirebilmek üzere kullandıkları tutunma mekanizmalarının bir düzeyde düzenin meşruiyetini artırıcı yönü değerlendirmeye katılmalı.

Sürece devletin kitlelere etkisi bağlamında bakıldığında elbette Türkiye gibi ülkelerde bu etkinin en temel biçiminin popülizm olduğu belirtilmelidir. Peki son yirmi yıldır ücretlerin ve tarım ticaret hadlerinin sürekli emekçiler aleyhine değiştiğini bildiğimize göre ne anlamda bir popülizmden söz edebiliriz Bu sorunun yanıtı kanımca popülizmin sermaye açısından son derece pragmatik bir anlam taşıması olgusunda aranmalıdır.

Neo-liberal ideoloji altında burjuva popülizmi bölüşüm ilişkilerinde zaman zaman emekçilere gelir artışı biçiminde verilen “ödün”lere değil devletin türlü rantlardan “yararlanma” olanaklarını kitlelere açmasına ya da bu doğrultuda bir yanılgı üretmesine dayalıdır. Burjuva siyasi kültürün yukarıda vurguladığımız gibi “mazlum-mağdur” ekseninden “güç” eksenine kayması ve buna eşlik eden popüler kültürün yükselişi gibi olgular sözü edilen türden bir popülizmin etkinliğini artırmıştır. Dolayısıyla neo-liberalizm altında popülizmin anlamı yoksul kitlelerin yaşam standartlarında dönemsel olarak gerçekleştirilen göreli iyileştirmelere değil daha çok mevcut iktisadi-siyasi yozlaşmaya kitlelerin ortak edilmesine dayanmaktadır. Böyle bir ortaklığın önemli ölçüde kültürel-ideolojik düzeyde gerçekleştiğini söylemeye gerek yok sanırım… Korkut Boratav’ın 1980 sonrasında izlenen bölüşüm politikalarını “yoz popülizm” kavramıyla nitelemesi bu nedenle anlamlıdır. Boratav “yoz popülizm”in işlevini şöyle açıklıyor:

“Böylece sınıf tabanlı ekonomik taleplere yani sendikal örgütlenmeye ücret mücadelesine köylünün destekleme taleplerine karşı katı ve ödünsüz bir çizgi izlenirken aynı kitleleri ‘kentli gecekondulu yoksul ve tüketici’ özellikleriyle tatmin etmeye çalışan bir strateji ANAP’ın bölüşüm politikalarına egemen olmuştur” 49 . [BORATAV Korkut]

Yoz popülizmin ithalatın serbestleştirilmesi ve TL’nin aşırı değerlenmesi sonucu ortaya çıkan talep genişlemesiyle desteklenen bolluk duygusuna muhtaç olduğu kesin. Ancak etkinliği ve sıklığı artan krizler nedeniyle satın alma gücündeki ani düşüşler ve Türkiye’nin yabancı sermaye açısından cazip bir pazar olmaktan çıkması gibi olgular popülizmi destekleyen bolluk imajının etkinliğini yitirdiğini gösteriyor. Ayrıca ücretlerin sosyal bileşeninin ortadan neredeyse tamamıyla kalkması vergi iadesi yeşil kart vb. uygulamaların bütünüyle kadükleşmesi hızlanan iç göçle kentlere akın eden nüfusun kentsel rantlardan yararlanma olanaklarının çok büyük ölçüde tüketilmiş olması gibi nedenlerle de bu yapının sürdürülebilmesi son derece zordur artık…

Sürece bir de emekçilerin düzenle bağlarını nasıl kurdukları yönünden yani “bekâ stratejileri” yönünden bakmak gerekiyor. Kısa bir süre önce pek bir popülarite kazanan “öteki Türkiye” tartışmaları bir anlamda sistemin bu stratejilerin varlığına muhtaç olduğunu ortaya koymaktaydı. Dediğimiz gibi düzen popülizm yoluyla meşruiyetini yeniden üretme kanalını tüketmiştir artık. Geriye kitlelerin bir biçimde yaşamlarını idame ettirmek üzere geliştirdikleri stratejiler kalıyor. Bu stratejilerin neler olduğu bir miktar karanlık ve bu karanlık ancak yapılacak saha çalışmaları yoluyla aydınlatılabilir. Ben burada çok kısaca söz konusu sosyolojik uyum süreçlerinin entegrasyon ilacını içen Türkiye kapitalizmi tarafından nasıl dönüştürüldüğüne dair el yordamıyla yapılmış bazı kestirimlere yer vereceğim.

Zülküf Aydın yapısal uyum politikalarının Türkiye tarımı üzerindeki etkilerini tartıştığı bir makalesinde bekâ stratejilerinin ne işe yaradığını şu biçimde ortaya koyuyor:

“Eğer devletin üstlenmediği ve üzerinden attığı kimi yükler hanehalkı tarafından absorbe edilmeseydi makro düzeydeki yapısal uyum politikaları daha kısa sürede başarısızlıkla sonuçlanırdı. Yapısal uyum politikaları adeta tarım üreticisi hanelerden politikaların yükünü çekmesini beklemektedir. … Fakat hanelerin kaynaklarının da bir sınırı olduğundan makro politikaların mikro düzeyde yükünü çekebilmenin de sınırları vardır ve haneler olumsuz etkileri absorbe etmenin sınırlarına zorlandıklarında sonuç üreticilerin mahvolması biçiminde ortaya çıkabilmektedir” 50 . [AYDIN Zülküf]

Kitlelerin sosyolojik uyum mekanizmalarına bakarken ihmal edilmemesi gereken ilk unsur bu mekanizmaların ilk elden sınıfsal olarak farklılaşmasıdır. Açık ki köylülüğün kullandığı bekâ stratejileriyle kentli işçi sınıfınınki farklıdır. Tek bir sınıf açısından da sosyal uyum mekanizmaları coğrafi ve sektörel farklar barındıracaktır. Dolayısıyla emekçilerin bütünü açısından tek bir uyum mekanizmasından söz etmek hatalı olur. Zülküf Aydın tarım kesiminde zengin çiftçilerle yoksul köylülüğün geliştirdiği farklı mekanizmaların birbirine karşıt geliştiğini vurgularken bu noktaya parmak basıyor:

“Büyük çiftçilerin kendi bekâları için geliştirdikleri stratejiler küçük ve marjinal çiftçilerin bekâ stratejilerini bir anlamda yok etmektedir. Gelir artışı için sulama kanallarının açılması ve önceden tarım arazisi olarak kullanılmayan toprak ve ortak meraların şu veya bu şekilde zengin çiftçilerin denetimine geçmesi yoksulların bu kaynaklara ulaşmalarını sınırlamakta ve onları alternatif bekâ stratejileri geliştirmeye sevketmektedir” 51 . [AYDIN Zülküf]

Sistem kriz dönemlerinde orta sınıfı da yoksulluğa iteliyor; ama bu söz konusu toplumsal kesimin işçi sınıfıyla ve yoksul köylülükle eş mekanizmalar üzerinde bu süreci yaşamakta olduğu biçiminde yorumlanmamalı. Sınıfların yoksullaşma dinamikleri karşısında geliştirdikleri beka stratejileri birbirinden farklı ve hatta çoğu zaman birbiriyle çelişkilidir. Kentlerde de benzer çelişkilerin yaygınlaşmakta olduğunu düşünmek için pek çok neden var. Özellikle kentli orta sınıfın giderek daha büyük ölçüde yoksullaşma sürecine konu olmaya başlaması sosyal uyum mekanizmalarında ve izlenen bekâ stratejilerinde sınıfsal çelişkilerin etkinliğinin artmasına neden olmaktadır. Son yirmi yıldır kentlerde en önemli uyum mekanizmalarından bir tanesi haline gelmiş olan tarikat-cemaat yapısının temel işlevlerinden biri orta sınıfın bekâ mekanizmalarını dinci-faşist ideolojinin demagojileriyle yoksul emekçilerin çıkarlarıymışçasına onlara empoze etmek olmuştur. Bu demagojinin en fazla etkinlik sağladığı iki kentsel mekan varoşlar ve sanayi çarşılarıdır. Geçtiğimiz aylarda gerçekleşen esnaf eylemleri tarikat-cemaat ilişkisine bağlı sosyal uyum mekanizmasının halen çok güçlü olduğunu gösteriyor. Yapısal uyum politikalarının kırda ve kentlerde yol açtığı yoksulluk karşısında düzenin yoksul kitleleri kendine bağlamasında temel işlevi yine tarikat-cemaat yapısı görecek gibi görünüyor. Dolayısıyla entegrasyon ilacı ve liberal ekonomi politikaları düzenin meşruiyetini sağlamak adına tekrar tekrar gericiliği görev başına çağırıyor.

Bu tablodan ne sonuç çıkacağı mücadelenin konusu olduğu için bir anlamda belirsiz ama çıkmayacak sonuç belli: Türkiye kapitalizminin dünya kapita-lizmiyle eklemlenme konusunda son yirmi yıllık tercihlerinin ötesine geçen bir talebi -en azından iktisadi düzeyde- yoktur. Sağlanmak istenen mevcut eklemlenme biçiminin pekiştirilmesi ya da “uyum” mekanizmasında bir sürekliliktir. Bu zemine basan entegrayon arayışının “yenilikçi” taleplere gebe bir dizi toplumsal dinamik yarattığını düşünen varsa iyimser bir ifadeyle saftır. Entegrasyon ilacına bağımlı hapçı Türkiye kapitalizminin yenilenmeden ve yenilikçilikten anladığı statükonun korunması ve pekiştirilmesidir. Kaderini entegrasyon ilacını içmeye bağlamış Türkiye kapitalizminin emekçilere sunacağı yalnızca daha fazla yoksulluk ve gericiliktir. Emperyalizmle arasındaki bağımlılık zincirlerini güçlendirmek üzere debelenip duran Türkiye burjuvazisi içtiği ilacın “rebound etkisi”yle yani giderek derinleşen iktisadi kriz ve bununla beraber seyreden temsiliyet-meşruiyet krizi ile boğuşmak zorunda kalıyor. Buna bakıp Türkiye kapitalizminin restorasyon projesinin önemsiz olduğunu söyleyecek değiliz elbette. Asıl dikkatimizi bu sürecin sınıflar mücadelesine açtığı olanaklara odaklamak zorundayız çünkü emperyalist sistemle daha güçlü bir biçimde bütünleşmek isteyen burjuvazi aynı zamanda emperyalist zincirden kopmanın da koşullarını hazırlıyor. Bu koşulları bağımlılık zincirlerini kırıp atmanın somut dinamikleri haline dönüştürme gücü Türkiye işçi sınıfının kollarındadır…


Dipnotlar

  1. GÜLALP Haldun, Gelişme Stratejileri ve Gelişme İdeolojileri, Yurt Yayinevi, 1983, s.103.
  2. GÜLALP H., age, s.94.
  3. MARX Karl, Poverty of Philosophy New York, 1963, s.223.
  4. BAŞKAYA Fikret, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, 3. Baskı, İmge Yayınevi, 2000, s.62
  5. KÜÇÜK Yalçın, Planlama Kalkınma Türkiye, 4. Basım, Tekin Yayınevi, 1985, s.111-113.
  6. GÜLALP H., Yeni Emperyalizm Teorilerinin Eleştirisi, Birikim Yayınları, 1979, s.13-14.
  7. GÜLALP H., age, s.28.
  8. GÜLALP H., age, s.29.
  9. Kapitalizmin krizlerini tüketim boyutundan açıklamaya çalışan eksik tüketim kuramlarına göre, sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi kapitalizmin doğasına aykırıdır; çünkü, sermaye birikimi arttıkça, krizlerin kaynağı olan “talep açığı” da artacaktır. Eksik tüketim kuramcılarına göre, işçilerin tüketimi üretilen net ürününtüketilmesi için yetersizdir. O nedenle, talep açığı ancak kapitalistlerin tüm kârlarını tüketime ayırmalarıyla ortadan kalkabilir. Bu yüzden,kapitalist sistemin “doğal” eğilimi net sıfır birikimdir. Dolayısıyla eksik tüketim kuramlarına göre, efektif talebin üç kaynağı vardır: 1. Birüretim devresinde tüketilen sabit sermayenin yerine konulması için gerekli yenilenme talebi 2. İşçilerin tüketim talebi ve “talep açığı”nıdoldurması gereken kapitalistlerin tüketimi ve, 3. net yatırım.Oysa ki Marx’ýn “genişlletilmiş yeniden üretim” çözümlemesi, teorik olarak kapitalist sistemin “dengeli” büyümesinin olanaklılığını gösterir vebu çözümleme kapitalist ekonomi üzerindeki asıl bozucu etkiyi net yatırım dalgalarının yaptığını sergiler. Marx, genişletilmiş yeniden üretiminiki koşulunu ortaya koyarak başlar işe: 1. Kesim I (üretim araçları üreten sektör)’in toplam hasılası: Q1= C1 + V1 + S1 > C1 + C2, yani, Kesim I’de üretilen toplam üretim malları miktarının ekonominin her iki kesiminin (üretim araçları üreten Kesim I’in ve tüketimmalları üreten Kesim II’nin) toplam yenilenme talebinden fazla olması gerekir; 2. Kesim II’nin toplam hasılası: Q2 = C2 + V2 + S2 < V1 + V2 + S1 + S2, yani ekonomide, tüketim malları sektöründe üretilen toplam değeri satın almak için gerekli olandan dahafazla harcanabilir gelirin yaratılması gereklidir. Bu iki koşuldan hareketle Marx ekonominin denge formülünü þu biçimde yazar: Kesim I veKesim II’nin değer denklemini yatırım ve tüketim komponentlerine ayırarak yazdığımızda denklemler şu biçimi alır: Q1 = C1 + V1 + I1 + V1S + k1Q2 = C2 + V2 + I2 + V2S + k2 I1 ve I2: Kesimlerin ek sabit sermaye yatırımları için ayırdıkları pay V1S ve V2S: Kesimlerin ek değişken sermayeyatırımları için ayırdıkları pay k1 ve k2: Sermayedarların tüketim payları.O halde denge koþulu şu biçimi alır: 1. Sermaye arzının sermaye talebine eşitliği; (arz) Q1 = C1 + V1 + I1 + V1S + k1 + C1 +C2 + I1 + I2 (talep) = V1 + V1S + k1 = C2 I2 2. Tüketim malları arzının talebe eşitliği; (arz) Q2 = C2 + V2 + I2 + V2S + k2 = V1 + V2 + k1 + k2 + V1S + V2S (talep) = C2 + I2 = V1 V1S k1Bu basit şema, Marx’a göre efektif talebin bütünüyle kapitalist sınıftan kaynaklandığını göstermektedir. İşçi ücretleri, kapitalistlerintoplam yatırımlarının bir kısmıdır ve tüketimin çoğu yatırım harcamalarından gelen ücretlerden kaynaklandığına göre, tüketim ve yatırımın fonksiyonel olarak bağımsız düşünülmesi yanlıştır.Dolayısıyla, bir yılın başında efektif talebi tüketim ve yatırım harcamaları aracılığıyla belirleyen burjuvazidir. Bu nedenle, Marx’agöre kapitalist sistemin hareketinin çözümlemesi üretim sürecinden hareketle yapılmalıdır. [/efn_note] .

    Baran’ın şu ifadeleri, anlatmaya çalıştığımızı özetliyor:

    Sistem, kârlılık eğrisi üzerinde massedilebilecek artıktan daha fazlasını yaratmayacak kadar, düşük bir seviyede çalışmalıdır. Kârlılık eğrisi, sürekli olarak yukarı kaydığı için, denge çalışma seviyesi, aynı şekilde, düşecektir. … tekelci kapitalizm, eğer kendi kendine bırakılırsa, gittikçe daha derin bir kronik depresyon bataklığına sürüklenir9BARAN Paul-SWEEZY Paul, Monopoly Capital, Monthly Review Press, 1966, s.72.

  10. MANDEL Ernest, Late Capitalism, NLB,1976, s.365.
  11. EMMANUEL Arghiri, Unequal Exchange. A Study of the Imperialism of Trade NLB, 1972, s.61-64.
  12. BAŞKAYA Fikret, age, s.92.
  13. BETTELHEIM Charles, “Unequal Exchange…” içinde s.301-302
  14. GÜLALP H. age s.36.
  15. BAŞKAYA F. age s.88-89.
  16. HOPKINS Terrence – WALLERSTEIN Immanuel, Geçiş Çağı. Dünya SistemininYörüngesi (1945-2025) çeviri: Nuri Ersoy, Ender Abadoğlu, Orhan Akalın, Yücel Kaya, Avesta Yayınevi, 1999 s.19.
  17. BRAUDEL Fernand, Civilization and Capitalism. The Perspective of the World, 15th- 18th Century, Reynolds Harper Row s.76.
  18. HOPKINS-WALLERSTEIN, age s.20.
  19. MANDEL E., age s.109-110.
  20. MANDEL E., age s.112
  21. MANDEL E., age s.114.
  22. MANDEL E., age s.120.
  23. MANDEL E., age s.121.
  24. SÖNMEZ Sinan, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, Sömürgecilikten Küreselleşmeye,İmge Yayınevi, 1998 s.195.
  25. MARX Karl, Capital, c.III, Progress Publishers, 1978, s.418-419.
  26. MANDEL Ernest, Uluslararası Ekonomide İkinci Kriz, çev.: Yavuz Alogan, Koral Yayınevi, 1980, s.124-125.
  27. ARRIGHI Giovanni, Uzun Yirminci Yüzyıl. Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri, İmge Yayınevi, çev.: Recep Boztemur, 2000, s.458-459.
  28. SÖNMEZ S., age, s.215-218.
  29. KAZGAN Gülten, Küreselleşme ve UlusDevlet Yeni, Ekonomik Düzen, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2000, s.169.
  30. AGLIETTA Michel, A Theory of Capitalist Regulation: The US Experience, NLB, 1979, s.352.
  31. AGLIETTA M., age, s.353.
  32. BORATAV Korkut, “İktisat Tarihi 19801994”, Bugünkü Türkiye 1980-1995 içinde,Cem Yayınevi, 1995, s.168.
  33. KAZGAN G., age, s.181.
  34. Monthly Review, “The New Economy: Myth and Reality”, Nisan 2001.
  35. Monthly Review, agm.
  36. BORATAV K., age, s.189-190.
  37. YELDAN Erinç, Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi. Bölüşüm, Birikim veBüyüme, İletişim Yayınları, 2001, s.17.
  38. BRZEZINSKI Zbigniew, Büyük Satranç Tahtası. Amerika’nın Önceliği ve BununJeostratejik Gerekleri, çevirenler: Ertuğrul Dikbaş-Ergun Kocabıyık, Sabah Yayınları, 1998, s.40.
  39. GÜLER Aydemir, “Sosyalist Devrim ve Yurtseverlik”, Gelenek, S.64, s.25.
  40. BAŞKAYA Fikret, Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına, Birlik Yayıncılık, 1986, s.257.
  41. DPT, “Temel Ekonomik Göstergeler”.
  42. VOYVODA Ebru-YELDAN Erinç, “Türk İmalat Sanayiinde İşgücü Üretkenliğii ve Ücretlerin Gelişimi”, Türk-İş 1999 Yıllığı c.2 içinde, s.217.
  43. YELDAN E., age, s.75.
  44. KAZGAN Gülten, Tanzimattan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi. I. Küreselleşmeden II. Küreselleşmeye, Altın Yayınevi, 1999, s.168.
  45. MERT Nuray, “Türkiye’de Merkez Sağ Siyaset: Merkez Sağ Politikaların Oluşumu”, Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik içinde, İletişim Yayınevi, 2001, s.56-7.
  46. CİZRE Ümit, Muktedirlerin Siyaseti: Merkez Sağ-Ordu-İslamcılık, İletişim Yayınları, 1999, s.39.
  47. BORATAV Korkut, 1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sıınıflar ve Bölüşüm, Gerçek Yayınevi, 1991, s.65.
  48. BORATAV K., “Bugünkü Türkiye”, c.5…, s.165.
  49. AYDIN Zülküf, “Yapısal Uyum Politikaları ve Kırsal Alanda Beka Stratejilerinin Özelleştirilmesi: Söke’nin Tuzburgazı ve Sivrihisar’ın Kınık Köyleri Örneğii”, Toplum ve Bilim, Yaz 2001, s.22
  50. AYDIN Z., agm, s.25.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×