Kürt Çözümünde Alanı Tanımlamak veya Sola Herkesin İhtiyacı Var
Bana sorarsanız, birkaç ay önce Öcalan’ın liderliğinin yeniden tescil edilmesi gerekmiyordu. Zira Abdullah Öcalan’ın 20. yüzyılın ilk yarısında yoğunlaşan Kürt isyanlarıyla öne çıkan bir dizi liderden farkı sınıfsaldır.
Diğerleri yerel egemenler arasından çıkmışken, o bir köylü çocuğuydu. Günümüz Kürt liderlerinden Barzani ve Talabani’nin de aşiret temsilcileri olarak kimlik kazandıkları unutulmasın. Türkiyeli Kürt solunun önemli isimleri ise, yine “halk” sayılmayan aydın kesimlerden gelmedir…
Bu faktörü gözetirsek, Öcalan’ın ismi etrafında süregiden liderlik kültünü yalnızca doğuya özgü sosyal-siyasal ilişkilere bağlamak da eksik olur. Böyle yapıldığında yalnızca ilgili kişiye haksızlık yapmış olmazsınız, Kürt dünyasında 20. yüzyılın son çeyreğinde yaşanan dönüşümü de ihmal etmiş olursunuz. Kürt toplumu 1960’larda başlayan sol yükselişin devamında bir siyasal aydınlanma yaşamıştır. Bugünkü Kürt siyaseti, kendisini nasıl tarif ettiğinden bağımsız olarak bu oluşumun mirasçısıdır.
Öcalan’ın 14 yıllık hapisliği liderliğini aşındırmadı ve yeniden tescil edilmeye de ihtiyacı yoktu. Ama geçen yıl cezaevlerindeki açlık grevleri sırasında, grev artık herkesin nefesini tuttuğu bir noktaya dayandığında Abdullah Öcalan devreye girmiş ve bu müdahale liderlik statüsünün kuvvetle hatırlatılmasına yaramıştır. Herkese, dosta da düşmana da…
Eyleme son veren çağrı ile İmralı görüşmeleri, yani “çözüm süreci” birbirini bütünlemektedir.
Sol herkese lazım
Yukarda değindiğim liderlik konusu, “çözüm sürecinin” en ve hatta biricik belirgin boyutu. Gerçekten de Kürt sorununun nasıl bir yeni statükoya taşınacağı konusundaki belirsizlikler olduğu gibi durmakta, ama artık kimse sözün kimde olduğunu tartışmamakta.
İçeriğin yerini kimi edebi söylemler alabiliyor: “Barışın dilini konuşmak” kulağa hoş gelmekle birlikte bahse konu barışın içeriğine dair bize herhangi bir ipucu vermiyor. Üstelik “akil insanların” bu dili iyi bildikleri söylendiğinde işin içinden çıkmak imkansız hale geliyor. Veciz saydığı dizelerle konuşan Orhan Gencebay’ın veya kelime dağarcığı pek sınırlı Lale Mansur’un konuyla ne alakası olduğunu sormayabilirsiniz, onlar vitrinle ilişkili… Ama şeriatçı, faşist, Amerikancı, NATO’cu tiplerin barışın dilini nerede öğrenmiş olabileceklerini merak etmeden duramazsınız!
Dili geçip, içeriği tartışmak istediğinizde bu kez bir şantaj dili etrafınızı kuşatabiliyor: “Yoksa analar ağlamaya, kan akmaya devam etsin mi istiyorsun!”
Yani denmiş oluyor ki, içeriği tartışmakta ısrar etmenin bedelini, barış karşıtı olarak damgalanarak ödeyebilirsin. Barış karşıtlığı ise, başka bir çerçevede “süreci provoke etmek”, devlet söyleminde de “terörü desteklemek” biçimini kolaylıkla alabilir. Dolayısıyla “şantaj” derken abartmış olduğumu zannetmiyorum.
Ancak şantajın solda sineye çekilmesi mümkün değildir… Bunu politik basınca karşı cesaret gösterisi anlamında dile getirmiyorum. Çok daha basit: Herkesin katıldığı bir tartışmadan solu ihraç etmek fiziken mümkün değildir, bu bir.
İkincisi ise Türkiye’ye özgü bir durum: Tartışmanın mevcut bütün tarafları, eleştirel, ayrıksı bir sol sesi istemeseler, hep birlikte veto etseler bile, solun yokluğu, sürecin meşruluğunu sıfırlar!
Türkiye’de ele aldığımız gündemin özgünlüğünde solun eleştirel varlığı olmaksızın adım atılması imkansızdır. “Uç” olduğunu bildiğim bir örnek üstünden anlatmaya çalışayım. Faşist 12 Eylül Cuntası bile uygulama ve perspektifini meşrulaştırmak için sola gereksinim duymaktan vazgeçememişti! “Eylülist sanat” faşist darbeye alenen destek vermek üstüne kurulsaydı bu gereksinim karşılanamazdı. Kariyerini Ağaoğlu’nun yanında sürdüren Sinan Çetin ve benzerlerinin yaptığı, 12 Eylül öncesi solun “sol görünümlü” eleştirisiydi. 12 Eylül’ü aklamak ve meşrulaştırmak için soldan bir biçimde onay bulması gerekiyordu faşizmin!
Dönemin sivil toplumculuğu da benzer bir işlev gördü, Özal hükümetleriyle birlikte bu ideolojik faaliyet çok daha sistematik bir nitelik kazandı. İktidarın siyasal zemininin liberalizmle uyumlulaştırılmış bir Türk-İslam sentezi olduğu açıktı. Lakin bu zemin liberaller, Türkçüler ve İslamcılar tarafından yeterince tahkim edilemezdi; meşruiyet için, ille de “bitti gitti” denen soldan destek bulunmalıydı. Sivil toplumculuk buna yaradı.
Özetle, Türkiye’de “solun ölüsü” bile toplumun vicdanıdır! 1980’lerde egemen ideolojilere eklemlenen bu örnekler tam da “ölü sol” anlamına geliyordu. Ölü solun kendi vicdanı yoktu. Ama solun ölüsü bile toplumun vicdan gereksinimini karşılamaya yaramıştır…
Bu satırların yazarı İmralı Süreci’nin Kürt sorununun çözümünü öngördüğünü düşünmüyor. Kürt sorununu, AKP’nin anayasayla taçlandırmak istediği yeni rejim inşasından ve ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden tasarlamaya dönük müdahalelerinden ayrı ele almak mümkün değildir. Bugün yaşanan sürecin rotası, Kürt faktörünü içeride İkinci Cumhuriyetle, dışarıda emperyalist tasarımla uyumlu hale getirmeye dönük.
Bu yolun zorlukları bir yana, projenin sahiplerinin bir başka derdi daha var. Proje doğası gereği sol eleştiriyle kavgalı. Ancak herhangi bir büyük açılım gibi, burada da solun baskılanması meşruiyet krizi yaratacaktır.
Herhangi bir büyük projenin sol olmaksızın meşruiyet kazanması imkansız. İşin ilginç tarafı, bugün “Türk” solunun büyük bölümü bağımsız bir varlığa sahip olmaktan uzaklaştığı için, “çözüm süreci”nin sol adına ve “analar ağlamasın” duygusallığıyla aklanması yetmiyor, inandırıcı olmuyor. Geriye sürecin bütününe yönelik ağır eleştirileri olan sol kalıyor. Özetle, sol olmadan hiçbir şey olmuyor!
Sol, İmralı sürecinin neresini eleştiriyor?
Kuşkusuz memlekette tek tip sol yok ve eleştiriler de farklı. Solda eleştirisini “Kürt siyasetinin ihaneti” tezinde temellendiren kesimler var. Bunu devrimci saiklerle yapanlar, kestirmeci bir tutumla tartışmanın dışına çıktıklarının ve dolayısıyla kendilerini etkisizleştirdiklerinin farkında mı, bilmiyorum.
Diğer tarafta ise, “ulusalcı” denen kesimlerin siyasal temsilcilerinin Kürt düşmanlığıyla hareket ettiklerini görüyorum ve bu yaklaşımı solun içinde saymıyorum.
Sonuç olarak “Kürt hareketinin sosyalizme ihanet” ettiği yolundaki sert eleştirinin hayli sınırlı sayıda taraftar bulduğunu söyleyebiliriz.
İhanet söylemini bir kenara koyarsak, kanımca sosyalist eleştiri üç somut nokta üstüne bina edilebilir ve edilmektedir:
Türkiye’nin, iç barış tesis edildiğinde, Ortadoğu’da bir büyük bölge gücüne dönüşeceği argümanı, kolaylıkla yeni-Osmanlıcı, yayılmacı ve ABD taşeronu bir açılımın desteklenmesi yolunda okunabilir. Zannederim bu argümanı, Kürt cenahında ilk dillendirenlerden Ahmet Türk’ün, hemen ardından “yanlış anlaşıldım” demesi bundandı. Ancak yanlış anlaşılma giderilmemiştir.
Soru şu: Türkiye, Kürt sorununu çözdüğünde, bölgede güç kazanmasında halklarımız açısından herhangi bir sakınca görmeyeceğimiz bir ülke midir?
AKP cephesi dışında buna olumlu yanıt verebilecek kimse bulunmuyor!
Soru hafifçe değiştirilebilir ve Türkiye’nin, “güçlenmesi” sakıncasız bir ülke haline gelip gelemeyeceği sorulabilir.
Bu, olabilir elbette; ama “sakıncasız Türkiye’de” AKP iktidarının son bulmuş, bu ülkenin yüzünün sola dönmüş olması gerekir. Büyümesi solu sevindirecek bir Türkiye isteyenlerin ise, bugünden başlayarak, örneğin NATO’dan ayrılmayı savunmaları gerekirdi. Oysa Kürt siyaseti çekilme sürecine Batı’nın gözlemcilik etmesini bile gündeme getirebilmiştir.
Ve elbette Suriye’de sürdürülen kirli savaş unutulmamalıdır. İki yıldır görülmemiş bir saldırganlık sergileyen AKP iktidarının, bir de bölgedeki etkinliğini arttırdıktan sonra neler yapacağını düşünmek bile iç karartıcı.
İkinci temel eleştiri noktası, Türk ve Kürt unsurlarının Sünni İslam ortak paydası sayesinde bütünleşmesi tezidir. Kabaca “bin yıllık din kardeşliği” söylemi çok sorunlu.
Bir kere bizim coğrafyamızın diğer inançlarını dışlamaktadır. Geçtim ateistleri; sadece Hıristiyanların ve Musevilerin değil, Türk, Kürt ve Arap Alevilerinin de bu çözümde bir yerleri olamaz. Üstelik Alevilik sol siyasi tarihin kıvrımlarında başka bir çağrışım da yapmaktadır. Türkiye solunun 1960-80 döneminde şekillenen kadro “yatakları” arasında Alevilerin özgün bir yeri vardır. 1 Sol, sosyalist hareketlerde, Alevilik halka uzanmanın önemli kanallarından biri anlamına gelir.
Sol, hem inanç grupları arasında tercih yapmayı reddettiği için, hem bu özgünlük nedeniyle, hem de ülkemizde Sünni İslam’a dayalı gericiliğin devasa bir tehlike arzetmesi nedeniyle böyle bir ortak payda yaklaşımını eleştirmektedir. Bu ucu açık bir tartışma da değildir. Yani sol, yönelttiği eleştirilere alacağı yanıtlarla ikna olamaz, görüş değiştiremez. Çünkü söz konusu olan bir objektivitedir. Türkiye’de solculuk dinselleşme ile buluşamaz, yan yana duramaz.
Üçüncü eleştiri noktası da yerelleşme/demokratikleşme paradigması.
Yerel yönetimlerin etkinliğinin artırılması otomatik olarak demokratikleşme anlamına gelmiyor. Özellikle son çeyrek yüzyılda, yani kapitalizmin “küresel” diye sevimlileştirilen çağında yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesi uluslararası sermayenin çeşitli engelleri bertaraf ederek bağımlı ülkelerin dokularına sızmasını sağlayan mekanizmanın ta kendisi olmuştur. Ulusal merkezi iktidarların geri çekilerek alan sundukları uluslararası sermaye küçük ölçeklere ulaşabilmekte, küçük ölçeklerde yaşayan lokal sermayeye de gelişkin taşeronluk olanakları açılabilmektedir. Doğal olarak emek maliyetleri lokal sermayenin en önemli göreli avantajıdır. Yani küresel dönemin yerel demokrasi ütopyalarının bir sınıf karakteri de vardır!
Kürt siyasetinin son dönemlerde temel stratejik yaklaşımı haline gelen demokratik konfederalizm bu açıdan başlı başına bir eleştiri nesnesidir. Üstelik yerelleşme, AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartnamesi adını taşıyan belgede somutlanabilmektedir. Bu durumda demokrasi mücadelesi düpedüz AB’ye havale edilmiş demektir.
Bu üç boyuta biraz daha yakından bakacağız.
İmralı sürecinde bölge savaşları
Bir dizi Kürt sözcüsü çözüme ve barışa ulaşıldığında Türkiye’nin güçlü bir ülke haline geleceğini işliyorlar. Bu, bildiğimiz, egemen güçlerin geçmişten getirdiği şoven “Büyük Türkiye” modelidir. Geçmişte büyük kısmı demagojikti, yani gerçekleşme olasılığı pek zayıftı. Şimdi gerçekleşebileceğine inananlar çoğaldı.
Bu tez, Kürt toplumunu bölen Suriye, Irak, Türkiye ve İran sınırlarının yapay olduğu görüşüyle geliştirilmektedir. “Büyük Türkiye” modelinin “Büyük Kürdistan”la iç içe girdiği veya karıştığı böyle bir yaklaşım, çoktandır tek tek ülkeleri destabilize etmeyi ve sınırlarla oynamayı iş edinen emperyalist politikalarla da bütünlük içindedir.
Burada Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkıyla ilgili bir şey söylenmiyor. Ortadoğu’da emperyalizm tarafından domine edilen karmaşık çatışma süreçlerinin tetiklenmesi olasılığına işaret ediliyor.
Girişte bağlayıcı sözün kime ait olduğuna değinmiştik. Bu açıdan da ortada iç ferahlatıcı bir şey yok:
“Sırrı Süreyya Önder: Rojava için bir aktarımınız olacak mı?
“Öcalan: Suriye’de Kürtler iki tarafla da görüşsünler, kim haklarını verirse onunla çalışsınlar. Suriye Demokratik Kurtuluş Cephesi olsun. Kürt, Arap, Türk, Türkmen hepsi. Suudi Selefiler çok tehlikeli, Esad ise küçük burjuva diktatörlüğüdür. Kürtler (Suriye’deki Kürtleri kastederek) Barzani’nin emrine giremez. Onun çizgisi farklı. Kürtler mutlaka bir öz savunma gücü oluşturmalı.” 2 “Kim haklarını verirse…” Emperyalizmin ve bölge gericiliğinin ağır basıncı altındaki Şam iktidarının Batı Kürdistan’ın “haklarını” verme şansının olduğunu sanmıyorum. Suriye Kürtlerinin demokratik haklarının önemli bir kısmının, çok yakın zamanda, Baas’ın Kürt ittifakına ihtiyaç duymasıyla verildiğini biliyoruz. Bu bir yana, ortada bir savaş hali var ve bu savaşın somutluğunda yalnızca saldırganlar Suriye’yi oluşturan ulusal gruplardan birine bol keseden taahhütte bulunma olanağına sahip.
Yani taahhüt gücüne sahip olanlar, emperyalistler ve gericiler! Öcalan’ın sözlerinden “radikal İslamcı” kesimlere belirli bir mesafede durma tavsiyesi çıkmaktadır. Ama yerine konması en muhtemel alternatif Batıcı muhalefettir. Bu kesimin ise yine Selefileri basbayağı vurucu güç olarak değerlendirdiği anlaşılıyor.
İçimizin rahat olmamasının nedenleri bundan ibaret de değildir.
Irak deneyimi ortada. Kürt siyasi hareketlerinin ABD’nin bu ülkeye müdahalesi sırasında sergiledikleri çizginin en ileri noktası şudur: “Emperyalizme karşıyız, ama istisnaları olabilir.” Bu bir tür “sol bizi anlasın” konumlanışıdır. Irak’ta “anlayış” talebi kanlı bir istila ile frekans tutturmak anlamına gelmişti. Irak Kürt siyaseti, Türkiye Kürt siyasetinden farklıdır, ancak Türkiye Kürt siyasetinin Suriye örneğinde açık bir tutum deklarasyonu hâlâ olmamıştır!
Üstelik özellikle Nisan ayı içinde gerici ve emperyalist destekli muhalefet Şam’a karşı son huruç harekatına kalkıştığında, Türkiyeli Kürt basını eleştiri oklarını bunlardan ziyade Esad’a yöneltmiştir. Sahadan gelen bir dizi veri, Suriye’de Kürt hareketinin anti-emperyalist bir ilkesellikle hareket etmediğini gösterir niteliktedir.
Bu tablo, Mustafa Karasu’nun sola yönelik ağır eleştiriler yöneltirken dile getirdiği gibi değildir. PKK liderlerinden Karasu’ya göre “Nasyonal Sosyalist ‘TKP’ Kürt Özgürlük Hareketi’ni dinci bir devlet yaratma ve Suriye’de silahlı çetelerle birlikte Suriye’ye saldırmakla suçlamaktadır.” 3 TKP’ye Nazi demek üstünde konuşulabilecek bir söz değil, ancak sonrasındaki aktarım da doğru değil.
Söylenen açıktır. Ne azı ne de fazlası!
Kürt basını Suriye’de silahlı muhalefetten çok daha fazla Baas iktidarını eleştirmektedir, bu bir.
İkincisi, PYD, Özgür Suriye Ordusu ve ona bağlı kimi birliklerle “kısmi anlaşmalar yaptığını” bizzat kendisi açıklamıştır.
Üçüncüsü, bu yakınlaşma sonucunda, gericilerin Halep’te bazı Kürt mahallelerine girmesine olanak sağlandığı haberleri ortadadır. 4
Dördüncü olarak; Tayyip Erdoğan PKK’nin sınırdışına çıkması tartışmalarıyla ilgili olarak “Suriye kökenlilerin Suriye’ye gittiklerini” açıklamış, bu bilgi, benim bildiğim kadarıyla yalanlanmamıştır. Doğal olarak Türkiye’nin hoşgörüsü veya görmezden gelmesiyle gerçekleştirilen bu güç kaydırmanın, AKP Hükümeti’nin politikasıyla karşıtlık içinde olamayacağı herhalde açıktır. Üstelik daha sonra da Suriye’ye geçiş haberleri sürmüştür.
Karasu’nun sözleri PKK’nin ve PYD’nin silahlı çetelerle birlikte davranmayacağı yolunda bir ilkesel tutumun açıklanması anlamına geliyorsa, iş değişir.
Bir de Diyarbakır Üniversitesi olayları var. Bu olaylar parti kuran Hizbullahçıların üniversitede bir açık toplantı düzenlemeye kalkmalarıyla başlamıştı. Kentin ve okulun dengeleri gözetildiğinde bu girişimin Kürt öğrencilere yönelik bir provokasyon anlamına geldiği açıktır. Şeriatçı provokasyon örgütüyle Yurtsever Öğrenciler arasında çatışmalar herkesin gözü önünde yaşandıktan sonra, olayların üstüne bir örtü kapatılması tercih edildi. Hizbullah-PKK çatışması görüntüsü kimse tarafından istenmiyordu.
Bu örtü birkaç gün içinde dokundu ve klasik bir medyatik psikolojik savaş taktiği olarak hayata geçirildi. Ortaya atılan iddiaya göre Dicle Üniversitesi provokasyonu Suriye istihbaratı yapımıydı! 5 Soğuk Savaş yıllarından devşirilme bu teze, ihale solcuların üstüne kalmadı diye sevinecek miyiz?
İmralı sürecinde dinselleşme
“Kapitalist moderniteye dayalı son yüzyılın baskı, imha ve asimilasyon politikaları; halkı bağlamayan dar bir seçkinci iktidar elitinin, tüm tarihi ve de kardeşlik hukukunu inkar eden çabalarını ifade etmektedir. Günümüzde artık tarihe ve kardeşlik hukukuna ters düştüğü iyice açığa çıkan bu zulüm cenderesinden ortaklaşa çıkış yapmak için hepimizi Ortadoğu’nun temel iki stratejik gücü olarak kendi öz kültür ve uygarlıklarına uygun şekilde demokratik modernitemizi inşa etmeye çağırıyorum.” 6
Öcalan’ın büyük kalabalıklar tarafından dinlenen mesajının bu bölümü, az önce Karasu’dan aktardığımız gibi “dinci bir devlet”ten söz etmiyor. Burada kapitalist moderniteye, yani Türkiye özelinde kemalist ulus-devlet pratiklerine dönük, yabana atılmayacak bir tarihsel eleştiri var. Ama isterseniz devam edelim:
“Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in mesajlarındaki hakikatler, bugün yeni müjdelerle hayata geçiyor, insanoğlu kaybettiklerini geri kazanmaya çalışıyor. Batının çağdaş uygarlık değerlerini toptan inkar etmiyoruz. Ondaki aydınlanmacı, eşit, özgür ve demokratik değerleri alıyor, kendi varlık değerlerimizle, evrensel yaşam formlarımızla sentezleyerek yaşamlaştırıyoruz.” 7
İmralı çözümünün dinle ilgili boyutundan endişe etmekte haksız mıyız? Kapitalist modernitenin alternatifi olarak sunulan “demokratik modernite” bin yıllık din kardeşliğinden ve AB yerel yönetimler sözleşmesinden çıkabilir mi? Bu mesajın tutarlı olduğunu nasıl düşünebiliriz?
Bu arada kuşkusuz Kürt siyaseti açısından temsili yeteneği olmayan, ama Kürt siyaseti tarafından kendisine konuşabileceği bir unvan ve kürsü hediye edilen Altan Tan vardır. O da malumu ilam etmiş, aşağı yukarı aynı günlerde şeriatçı olduğunu dile getirmişti. 8
Diyelim ki, Altan Tan gerçekten de bir ittifak unsurundan ibaret. İsterseniz göstermelik diyelim… Ama Gültan Kışanak BDP’nin Eşbaşkanı ve söylediklerinden bazıları, örneğin buraya alacağım kısa pasaj, bir şeriatçının sözlerinden çok daha kafa karıştırıcı çağrışımlar içermektedir:
“Mustafa Suphi’leri Karadeniz’in dalgalarına atan bu anlayış, Saidi Nursi’nin fikirlerine bile tahammül edemedi.” 9
Komünistlere ve Nursi’ye aynı yerde atıfta bulunmanın ne anlama geldiğini tartışmayacağım. Sadece Suphi ve arkadaşlarının Saidi Nursi’ye karşı çok daha tahammülsüz olacaklarına eminim, deyip geçiyorum. Sol ile gericiliği ortak düşmana karşı buluşturma fikri karşılıksız kalmaya mahkumdur. Burada bir düz çizgi var. Çizginin sağ ucundaki gerici muhalefet ile soldaki ilerici muhalefeti buluşturacak bir geometri icat edilmedi. Sol tarihte de bu tür fanteziler kuranlar olmuştur. Fantezi doğrultusunda adım attıklarında solculukları son bulmuştur.
Aslında bütün bunlar bir yerden sonra çok da gerekli değildir. Çünkü burada hukuk tabiriyle “masumiyet karinesi” söz konusu olamaz. Olay basittir. Çözüm umulan süreçle eşzamanlı olarak Türkiye ve bütün bölge dinselleşmeye sahne olmaktadır. Böyle bir ortamda, çözümün dinci bir yapılanmaya eklemlenmemesi için birtakım özel karşı önlemler alınması gerekir. “Zamanın ruhu” Sünni İslam’ın güçlenmesinden, mezhep ayrımcılığından yanadır. Kürt siyaseti bu konuda önlem almamakta, tersine birkaç örnekte görüldüğü gibi yakınlık beyanlarında bulunmaktadır. Bu yol hayra alamet değildir.
İmralı sürecinde yerelleşme
Solda durumu farklı algılayanlar da vardır. Kürt hareketine angaje olup kendi kimliğinin uçup gitmesi gibi bir pratik yaşamamış olan bir çevrenin yayın organında şu satırlara denk gelebilirsiniz, örneğin:
“İktidar kaynakları ve ana akım medya, Kürt Siyasi Hareketinin, yerel yönetim özerkliğinin güçlendirilmesi, kültürel hakların sınırlı bir ölçekte tanınması, KCK tutsaklarının bir kısmının serbest bırakılması ve siyasi temsil alanında yapılacak kısmi iyileştirmeler karşılığında Türkiye’deki silahlı varlığına son vereceği, AKP’nin ‘Otoriter Başkanlık Rejimi’ni destekleyeceği ve Suriye’deki iç savaş sürecinde Türkiye-Katar destekli Selefi çetelerle aynı safta yer almayı kabul edeceği biçimindeki propagandayla, Kürt Siyasi Hareketi’ni Türkiye solundan ve Türk halkının ilerici demokrat kesimlerinden yalıtmaya çalışmaktadır.” 10
Sol ile Kürt hareketinin uzaklaşmaları tehlikesine işaret etmek tamamen yerindedir. Ancak buradan anlaşılan, tehlikenin kaynağının AKP propagandası olduğudur ve buna katılmak mümkün değildir.
Doğrusu, çözüm sürecinin veya barışın karşılığının başkanlık rejimine ve Suriye’deki kirli savaşa destekle ödenebileceği AKP propagandasına indirgenemez. Kastedilen şu olabilir: “medyada AKP yandaşı kimi kalemler Kürt siyasetinin böyle davranacağını vaaz etmektedirler.”
Bu doğrudur. Ama söz konusu olan, yalnızca AKP yandaşlarının propagandası mıdır? Kürt siyaseti bu konularda güçlü açıklamalar yapmamış mıdır? Kendisi hakkında yapılan spekülasyonlar yalanlanmış mıdır? Yoksa, örneğin başkanlık sisteminin kabul edilebileceğini mi dile getirmiştir!
Kürt hareketiyle ilişkisinde kendi kimliğini önemsizleştirmeyen bir başka siyasi hareketin önemli bir sözcüsü ise aşağıdaki pozisyonu tarif etmektedir:
“Avrupa Yerel Yönetim Şartnamesi konusundaki şerhin kaldırılması ve anayasada diğer kültürel haklara dair getirilebilecek düzenlemeler Kürt sorununa mevcut (neoliberal) düzen sınırları içinde kısmi çözümler getirebilir. Kürt hareketinin liderleri bu tür tavizler karşılığında ülkeyi daha koyu bir faşist rejime götürecek anayasa değişikliklerine razı olmayacaklarını açıkça ifade ediyorlar." 11
Buradaki örneğimiz Kürt siyasetinin bir numaralı sözcüsü tarafından da kullanılmış bir örnektir:
“Mesela AB yerel yönetim özerklik şartı ki, buna şerhi kaldırırlarsa bu mesele önemli ölçüde çözülür.” 12
Öcalan’ın AB yoluyla şimdilik yeterli gördüğü “çözüm” Kürtlerin kendi kendilerini nasıl yönetecekleri sorusuyla ilgilidir. Öcalan bugün için AB kurallarının uygulanmasının yeterli olacağını söylüyor.
Yerelleşme ile ilgili yukarda dile getirdiğim görüşü, daha detaylı açıklayabileceğim yer burası değil. Ancak bu konuda geniş bir literatür bulunmaktadır. AB entegrasyon modeli, ilgili yerelliklerin nüfusunun karar alma süreçlerine katılımını artırmak için değil, uluslararası sermayenin ulusal hukuk sistemlerinin zorunlu olarak içerdiği kısıtlayıcı, hız kesici hükümleri baypas edebilmesi için geliştirilmiştir.
Peki, Öcalan ve genel olarak Kürt siyasetçileri, bu konuya dar ve pragmatik bakıyor olabilirler mi? Arzulanan Ankara tarafından atanan yöneticilerin yerini, çok daha gelişkin yetkilere sahip ve “oralı” unsurların almasından ibaret midir? Bu sayede geniş Kürt kitleleri, yöneticinin ulusal kimliğine bakarak kendi kendilerini yönettikleri kanaatine mi varacaklardır?
Bu pragmatik kaygılar var olmakla birlikte, tartışmayı burada kapatmak mümkün değildir. Ciddi bir belediyecilik deneyimine sahip olan Kürt siyasetinin ufkunun “Kürtleri Kürtler yönetsin” arayışıyla sınırlı olabileceğini sanmam.
Az önce dipnotta değindiğim ve tutanaklara yansıyan tartışmada, Abdullah Öcalan AB Şartnamesi’nin “birinci ve ikinci maddesinde mali ve idari özerklik” olduğunu hatırlatmaktadır. Muhakeme yalnızca bir temsiliyet görünümünde durmamakta, bölgenin veya bölgelerin mali ve idari açıdan ehliyet sahibi olmalarını kapsamaktadır. Bu noktada devreye sınıfların girmemesi mümkün müdür? Yıllardır sermaye sınıfı, ekonomik teşvik adına asgari ücretin kaldırılması veya indirilmesi seçeneklerini gündeme getirmeye çalışmıyor mu? Ekonomik olarak Türkiye’nin diğer bölgelerine göre dezavantajlı olduğu bilinen Kürt coğrafyasında mali özerklikten yarar umulacaksa, Irak Kürdistanı ile yakınlaşmanın hedefleneceği bir sır sayılmamalıdır. Peki, beyaz eşya piyasası, inşaat sektörü, Türkiye burjuvazisinin kontrolünde bulunan, ABD uyumlu ve enerji kaynakları uluslararası tekellerce pay edilmiş bir özerk bölge/ülkeyle yakın ilişki sınıflardan azade olabilir mi?
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesini bir yönetim modeli olarak gündeme getirmek, öncelikle sınıfsal bir tercih olmuyor mu?
Burada gündeme getirdiğimiz sorgulamanın Kürtlerin kendi kendilerini yönetmelerine karşı çıkan Türk milliyetçisi tepkilerle bir bağını kurmak vicdansızlık olur. Tartıştıklarımızın, gelecekte ülkenin şöyle veya böyle bir idari yapıya sahip olmasının “milli birlik ve bütünlüğü” zedeleyeceğini işleyen, yine milliyetçi yaklaşımlarla da ilgisi yok. Buradaki kaygılar Kürt emekçileriyle ilgilidir.
Yerelleşme sınıflar üstü bir anlama sahip değildir. Yerelleşme tezi ve modeli bazı sınıfların çıkarına, başka sınıfların aleyhinedir. Üstelik yerelleşme Türk burjuvazisinin de çıkarına olabilecektir.
Peki ama hal böyleyse, bunun Kürt yoksulları, topraksız köylüler, tarım proletaryası, işçi sınıfı ve işsizler ordusu açısından pozitif bir çıktısı var mıdır? Bu soru karşısında, sınıfsal çıkar farklarını massedecek ideolojiler yardıma koşacaktır. Birileri Kürt milliyetçiliğine angaje oldu demiyorum. Bu süreç Kürt milliyetçiliğinin önünü açacaktır.
Türkiye’nin gücü arttırılmış bir bölgesinde Kürt milliyetçiliğinin objektif zemini güçlenecektir. Bu ideoloji hem süreçten zarar gören emekçileri örtmeye yarayacak, hem de Güney Kürdistan’la yakınlaşmayı hızlandıracaktır.
İyi de, bu koşullarda Türkiye’nin diğer “bölgeleri” arasında sancılı bir rekabetin patlak vermesini kim engelleyebilir? Demokratik konfederalizm bu açıdan bakıldığında hiç de barış ve demokrasi vaat edeceğe benzemiyor!
“… ‘devletin ötesinde siyaset, partinin ötesinde siyasal örgütlenme ve sınıfın ötesinde siyasal özne’ anlayışı temelinde yeni bir radikal demokrasi projesi geliştirmiş olan Türkiye’deki Kürt hareketi, ülkedeki siyasal yaşama damgasını vuran merkeziyetçi geleneği, ayrıca solun devletçi ve sınıf indirgemeci yaklaşımını değiştirme fırsatını yakalayabilir.” 13
Özgürlükçü ütopyalar, emekçi sınıf örgütlenmesinin henüz yükselmediği bir çağda ilerici ve zihin açıcı rol oynamış olabilirler. Yukarıdaki yaklaşım, Kürt siyasetinin bakış açısından “yerelciliğin” teorik bir gerekçelendirilme denemesi. Emperyalist devletlerin 14 cirit attığı Ortadoğu’da devlet ötesi siyaset fikri ya saflıktır ya da alanı “güçlü olana” bırakmanın yolunu döşemektir.
Toplumun sınıflara bölünmüş olduğu yerde parti ve sınıfın “ötesi” hakiki değildir.
Son olarak, Kürt siyaseti ve hareketi solu değiştirme çabasından vazgeçmelidir. Sınıf esası ve siyasi iktidar hedeflerinden cayan bir sol, sol olmaktan çıkacaktır. Bu boşluk sadece solu yaralamış olmaz; Kürt hareketinin sömürücü sınıflar ve emperyalistlerle baş başa kalmasına neden olur.
Son alıntıyı yaptığım kaynakta yazarlar Kürdistan’da köy ve ilçe komünlerinden, kadınların ve gençliğin sivil/yatay örgütlenmesinden, farklı etnik, dinsel ve kültürel kimlikler arasında uyumdan ve etkin sivil toplum kuruluşlarından, ya da bunların potansiyel olanaklarından söz ediyorlar. Tarımın yok olduğu bir ülkede köy dinamiklerinden, kadın cinayetlerinden ve genç işsizlerden geçilmeyen bir coğrafyada bu kesimlerin sivil örgütlenmelerinden, içeride Hizbullah’ın dışarıda Sünni-Şii geriliminin yükselişte olduğu bir konjonktürde uyumdan söz etmek saflık mıdır?
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi sadece Kürt siyasetinin bir önermesi değil, emperyalizmin ve AKP iktidarının da sahipleneceği bir tezdir. Emperyalizm konuya sermayenin hareket yeteneğinin yükselmesi merceğinden yaklaşır. AKP ise bu yoldan, yağmacı politikaların gazına basmaktan eğitimi tarikatlara teslim etmeye kadar çok yarar umacaktır.
Demokratikleşme mi dediniz? Demokratikleşme olsa olsa halk kitlelerinin karar süreçlerine aktif katılımı demektir. Solun mücadelesi olmadan görülmüş şey değildir bu. Emekçi kimliğinin üstüne çizik atmaktan söz edilen bir yerde sol nerede temellenecektir?
Sol ve Kürtler
Sol herkese ve Kürtlere de lazım.
Bölgede savaş olasılıklarına ilkesel olarak karşı çıkmak yerine pragmatizmin rehberliğini benimsemek, solun toprağına asit dökmektir. Toplumun dinselleşmesini sıradanlaştırmak, solun kaynaklarına da, hitap alanına da darbedir. Yerelliklere ayrıştırılan bir işçi sınıfı bölünür ve geleceğini yitirir. Oysa sol, emekçilerin örgütlenme yeteneğinde kök salar.
Solun solculuktan sapmaksızın pozisyon almasından rahatsız olanlar, savaşa, gericiliğe ve parçalanmaya karşı en mücadeleci unsurlarla köprüleri atmış olurlar. BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın İstanbul’un üstündeki biber gazı daha dağılmadan “süreç ete kemiğe bürünüyor” açıklaması yapması ve başka örnekler, Kürt siyasetinin 1 Mayıs’ı görmediği anlamına gelmekte, kopuşun hızla ilerlediğini göstermektedir.
Ama 1 Mayıssızlık, işçi sınıfını en önemli bileşenlerinden biri olan Kürtlerden, Kürt dinamiğini ise yine en önemli bileşenlerinden biri olan işçilerden arındırmak olur.
Birincisi, Kürtsüz işçi sınıfı ve/veya işçisiz Kürt toplumu çıkışsız kalacaktır.
Ama ikincisi; işçi sınıfını Kürtsüz, Kürt toplumunu işçisiz bırakmak mümkün değildir ki!
Dipnotlar
- Kürt siyasi hareketinde Alevi kökenli kadroların her zaman göreli ağırlığı yüksek olmuştur. Anaakım medya ve AKP çevrelerinin sık sık Kürt hareketinin yönetici kadrolarını sorgulaması ve bir tasfiyeyi ima etmesi bu durumla ilintilidir.
- http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/iste-ocalan-ve-bdp-heyetinin-gorusme-tutanaklari-haberi-68965
- Erişim kolaylığı açısından dolaylı bir internet kaynağı seçiyorum: http://www.odatv.com/n.php?n=tkpye-ve-ipe-nasil-saldirdi-3004131200
- Bu konuda Nisan ayında yaşanan habercilik tartışmaları için bakınız: http://haber.sol.org.tr/medya/evrensel-sola-gazetecilik-ogretmeye-kalkarsa-haberi-71218
- “Suriye İstihbarat Örgütü El Muhaberat’ın, son dönemde üniversitelerde yaşanan öğrenci çatışmalarını kullanarak, çözüm sürecine darbe vurmak ve Türkiye’de kaos çıkarmak için faaliyet yürüttüğü ortaya çıktı. İstihbarat birimleri, El Muhaberat’ın Suriyeli sığınmacılar arasında Türkiye’ye sızdırdığı 30 kişilik ajan ekibinin, son dönemde başta Dicle Üniversitesi olmak üzere bazı olaylarda aktif olarak rol aldıklarını saptadı.” http://gundem.milliyet.com.tr/30-suriye-ajani-kampuste/gundem/gundemdetay/27.04.2013/1699214/default.htmx
- Abdullah Öcalan’ın Newroz mesajı: http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/ocalandan-silahli-gucler-sinir-disina-cekilsin-mesaji-iste-ocalanin-mektubunun-tam
- a.g.e.
- http://www.hurriyet.com.tr/gundem/23111196.asp
- Gültan Kışanak, http://t24.com.tr/haber/gultan-kisanak-23-nisan-ozel-oturumunda-konusuyor/228423
- http://www.sendika.org/2013/03/seyirci-degil-tarafiz-kurt-halkinin-yaninda-akpnin-karsisindayiz-aktuel-gundem/
- http://www.muhalefet.org/haber-oguzhan-muftuoglu-ile-yeniden-kurt-acilimi-uzerine-8-4767.aspx
- http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/iste-ocalan-ve-bdp-heyetinin-gorusme-tutanaklari-haberi-68965 İmralı’da BDP heyetiyle Öcalan’ın görüşmesinde geçen bu konunun üstünde, tutanağa göre biraz daha duruluyor. Önder hükümetin “şerhi kaldırmasının yetmeyeceğini, konunun iç hukuka dönüştürülmesi gerektiğini açıklıyor.” Öcalan’ın alıntıladığım ifadesindeki görüşü bu bilgi doğrultusunda geliştirip geliştirmediğini bilmiyoruz. Ama sonuç değişmiyor.
- Joost Jongerden ve Ahmet Hamdi Akkaya, PKK Üzerine Yazılar, çeviri: Metin Çulhaoğlu, Vate yayınları, İstanbul 2012, s. 201.o
- Age, s. 195’de alan çalışmasındaki bir görüşmeden şu sözler aktarılıyor: “Devlet fikri insanların zihinlerine yerleşmiş durumda ve devlete atıfta bulunmadan siyaseti düşünmeleri çok zor; dolayısıyla bir yandan öz örgütlenmemizi pratikte uygularken diğer yandan da bu uygulama içinde onun ne olduğunu kavramayı öğreniyoruz.” Yazarların bu yaklaşımı onayladığını gördüğüm için sormak durumundayım: Devletin bir fikir olarak zihinlere yerleşmekle kalmadığının farkında olmayabilirler mi? Orduların, silahların, NATO üslerinin, patriotların, sermayenin, asgari ücretin altında seyreden ortalama ücretin, geçici işçileri taşıyan açık kamyon kasalarının da “devlet”le ilgili olduğunu hissetmek çok zor mudur! Yoksa bunların hepsi zihnimizde mi hüküm sürmektedir?