Leninist Stratejiyi Kurmak ya da Krizden Devrim Çıkarmak
Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıklarla ödüllendirirler; öğretilerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve karaçalma kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse, azizleştirmeye, ezilen sınıfları “teselli etmek” ve onları aldatmak için adlarını bir hâle ile süslemeye çalışırlar. Böylelikle, devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir. 1
Lenin, Devlet ve Devrim’in hemen başında söylüyor bu sözleri. Oysa burjuvazi Lenin’i ehlileştiremedi, ehlileştirmeyi denemedi bile. Olmayacağını biliyordu. Bunun nedeni, Lenin’in, örneğin, Marx’tan daha devrimci olması değildi elbette. Marx, kapitalizmin “hareket yasaları”nı, kapitalizmin tarihselliğini ve kapitalizmin tarihsel gelişimine son noktayı koyacak özneyi ortaya koymuştu. Lenin ise Marx’ın teorik sistemini açmış, siyaset ile buluşturmuş, kapitalizmin iç dinamikleri açısından 19. ve 20. yüzyıl arasındaki tarihsel kopuşu saptamış, bu kopuşu marksizmin iç dinamiğine projekte etmişti. Lenin, marksizmin 19. yüzyıl sonunda girmiş olduğu gelişim çizgisini köklü biçimde değiştirmiş ve belirlemişti.
Marksizmin 19. yüzyıl sonunda girmiş olduğu yönelimi görmek için Engels’in Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne yazmış olduğu 1895 tarihli önsöze bakmak ve Engels’in vurgularını Ekim Devrimi’nin gelişimi ile karşılaştırmak yeterli olacaktır:
Ama, öteki ülkelerde ne olursa olsun, Alman sosyal demokrasisinin özel bir durumu ve bundan dolayı, hiç değilse yakın gelecekte, özel bir görevi var. Sandık başına yolladığı iki milyon seçmen, seçmen niteliği olmayan genç kadın ve erkeklerle birlikte, en kalabalık, en yoğun kitleyi, uluslararası proletarya ordusunun kararlı ‘şok kuvvetini’ meydana getirmektedir. […] Daha şimdiden, iki milyon iki yüz elli bini aşkın seçmene güvenebiliriz.
Engels’in yaptığı bu gözlem, uluslararası işçi hareketinin tartışmasız otoritesi olan Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin her geçen gün reformistleşen ve işçi sınıfına baktığında sadece “kalabalıklar” gören yönetiminin elinde devrimcilere dönük bir sopa haline gelecekti. 2
Lenin ise 1907’de, yani Engels’in önsözünden sadece on iki sene sonra Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi çalışmasına yazdığı önsözde şöyle demektedir: “Proletaryanın önder rolü, tamamen ortaya çıkmıştır. Ayrıca, tarih süreci içinde, proletaryanın gücünün, onun toplam nüfus içindeki payından sınırsız ölçüde daha büyük olduğu da ortaya çıkmıştır.” 3
Lenin, marksizmin kuramsal ve pratik matrisini yine o çerçeve içinde yeniden kurmakla kalmamış, “ana akım” diyebileceğimiz marksizmin siyasal çıktılarını ve temsilcilerini kıyasıya eleştirmiş ve bu akımdan marksist bir kopuşu örgütlemek için son derece tutkulu bir biçimde savaş vermişti. Marksizmi, kökleri Alman sosyal demokrat hareketinde olan reformizme karşı korumuş ve bunu yaparken marksizmdeki en büyük revizyonu gerçekleştirmiş, Marx’ın bir anlamda kendi üzerine kapanan sistemini açmıştır. Her koşulda temel sorunu iktidar olarak koyarak, devrimci mücadelenin yol ve araçlarını üretmiştir.
Nihayetinde Lenin, devrimi yapmış, iktidarı almış muzaffer bir devrimcidir. Burjuvazinin Lenin’i ehlileştirmeyi denememesinin bile nedeni budur.
Lenin, muzaffer bir devrimcidir ancak, kabul etmek gerekir ki, Ne Yapmalı yazılalı yüz on seneden fazla olmuş, Ekim Devrimi’nin üzerinden bir yüzyıla ya-kın zaman geçmiştir. Üstelik reel sosyalizm karşı devrim neticesinde çözüleli neredeyse çeyrek yüzyıl olmuş durumdadır. O halde şu sorunun meşruiyeti sorgulanamaz ve bu soru ile -soranın kim olduğundan bağımsız biçimde- yüzleşmemiz gerekir: Devrimci strateji tartışmalarında Lenin’den teorik ve pratik alanda geriye kalan nedir? Teorik ve pratik dünyadaki “Leningrad” terkedilmiş bir kent, bu şehirden geriye kalanlar sadece arkeolojik kalıntılar mıdır?
Bu soruyu yanıtlamadan önce bu tartışmalarda Lenin’i terketmeyi savunanların, Lenin’in üzerinden atlayanların sıkça başvurduğu başka bir stratejik açılıma ilişkin değerlendirme yapmak ve başka bir soruyu yanıtlamak gerekiyor.
Marx’a dönüş yeter mi?
Lenin, Materyalizm ve Ampriyokritizim (1908) isimli çalışmasının bir bölümünde modern fiziğin metnin yazıldığı dönemde ortaya çıkan bunalımından bahseder ve konuyla ilgili olarak ünlü Fransız Fizikçisi Henri Poincaré’den alıntılayarak bunalımı “eski ilkelerin çözülüp yıkılması, temellerinin sarsılması” olarak tarif eder. 4 Bunalım, demek oluyor ki, yerleşik ilkelerin çözülmesi sürecidir. 2000’li yıllarla birlikte kapitalizmin büyük bir krize yuvarlandığının emareleri görülüyordu. Geçici bir süre de olsa kâr oranlarının düşme eğilimine karşı tüm karşı eğilimleri harekete geçirmeyi başarmış olan ve “neoliberalizm” adı verilen sermayenin küresel sınıfsal saldırısının sonuçları marksizmin öngördüğü üzere kalıcı olmamış, 2007’den itibaren ise kapitalizm tarihinin en büyük küresel bunalımlarından birine girmiştir. Krizin büyüklüğü ve sistemin elindeki enstrümanların yetersizliği ortaya çıktıkça, “eski ilkeler” yukarıda Lenin’in söylediği gibi “temellerinden sarsılmaya” başlamıştır.
Kapitalizmin içine düştüğü krizi çözmekteki kifayetsizliği, gözlerin Marx’a çevrilmesine neden oldu. Marx’ın eserlerinin Almanca baskısını yapan Karl Dietz Verlag, Mayıs 2008’de Kapital’in önceki seneye göre üç kat daha fazla sattığını duyurdu. 2007’de ise Kapital’in satışları zaten 2006’nın iki katına çıkmıştı. Bu trend günümüze değin kuvvetlenerek sürdü. 2008 yılında Kapital, Frankfurt Kitap Fuarı’ndaki en çok satılan kitap olmuştu. Yine 2008 yılında yapılan bir araştırmaya göre eski Demokratik Alman Cumhuriyeti vatandaşlarının %52’si serbest piyasa ekonomisini “uygunsuz” bulurken, %43’ü de yeniden sosyalizmi istiyordu. Alman Bankası Sparkasse Chemnitz’in kredi kartlarının tasarımına dair yaptığı ankette, ankete iştirak eden müşterilerinin çoğunluğu (üçte birinden fazlası) Karl Marx’ın heykelinin bulunduğu kredi kartı tasarımını tercih etmişti. 2009 yılında, BBC’nin yaptığı bin yılın en büyük düşünürü anketinden Marx birinci çıkmıştı. Yalnızca popüler bir ilgi artışından bahsetmiyoruz. Kapitalizmi tadil etmeye çalışanlar dahi, sistemin aksayan yönlerini saptamak, bunların tamirine dönük adım atabilmek için Marx’a ihtiyaç duyuyordu. Dahası krize dair bir çalışmanın entelektüel kredibilitesini yükseltmek için Marx ile doğrudan ya da dolaylı bir ilişki içine girmesi şart haline gelmişti. Örneğin, ancak sosyal demokrasi ile ilişkilendirilebilecek Thomas Piketty, büyük sansasyon yaratan kitabına Capital in the 21st Century [21. Yüzylda Kapital] başlığını uygun görmüştü.
Marx’a dönüşün yukarıda örneklediğimiz üzere araçsal, sembolik ve pragmatik yanları mevcut. Buraya kadar durum anlaşılabilir olmakla birlikte sorun, Marx’a dönmek önerisinin kimi sol çevreler tarafından da yüksek sesle dile getirilmeye başlanması ile ortaya çıkıyor. Bu öneri ise ister istemez akla şu soruyu getiriyor: “Marx’a dönmek” yeterli mi? Ya da başka bir şekilde soracak olursak, bir strateji olarak “Marx’a dönmek” kendi başına devrimci nitelikte midir?
Tarihte Marx’a dönmenin oldukça popüler olduğu dönemler yaşanmış, daha önce de “dönüşler” olmuştu. Ancak bu denemelerin hemen hepsinde “Marx’a dönmek” mottosu bir anlamda Lenin’in ve leninizmin bypass edilmesi anlamına geliyordu. “Marx’a dönmek”, anti-leninizmin ve anti-sovyetizmin “pazarlanmasında” kullanılan önemli bir slogandı. Örneğin, Kautsky’in Lenin’e karşı mücadelesinde yaptığı çağrı özü itibariyle bir “Marx’a dönüş” çağrısıdır. Kautsky, Proletarya Diktatörlüğü çalışmasında şöyle demektedir: “Bolşevikler marksisttir ve kendi etkileri altındaki proleter kesimlerde marksizme büyük bir ilgi uyandırmışlardır. Ancak diktatörlükleri, gelişmelerinin birbirini izleyen aşamalarının sunduğu engelleri kimsenin atlayarak veya hukuki yasalarla aşamayacağı şeklindeki marksist öğreti ile çelişki halindedirler.” 5 Kautsky’e göre bolşevikler çıkış itibariyle marksist olsalar da son kertede marksizmle çelişki içine girmişler ve ondan uzaklaşmışlardır. Dolayısıyla çözüm Marx’a dönmektir. Trotsky, Spartakistler ya da Anton Pannekoek gibi isimlerin bolşevizmden kaçarak Marx’a sığınma çağırıları ile dalga geçer ve “Marx’a dönüş” çağrısının odamızdan çıkmadan, hatta terliklerimizi çıkarmadan yapabileceğimiz bir iş olduğunu söyler. 6 Trotsky, Avrupa’daki sol hareketlerin bolşevizmden uzaklaşmak için “Marx’a dönüş” çağrısı yaptıklarını doğru tespit etmekle birlikte bunun nedenini Avrupa solunun stalinizmi bolşevizmin devamı olduğu kanısına kapılmasına ve stalinizmden kopma çabasına bağlar. Bu sadece “stalinizm” diye bir mefhumun olmaması nedeniyle yanlış değildir. Süreç, Avrupa solunun Stalin nedeniyle değil, iktidardan kaçış sebebiyle bolşevizmden uzaklaşması olarak tarif edilebilir. 1988-1991 yılları arasında reel sosyalizm çözülüşü esnasında leninizmin yahut bolşevizmin, dogmatik, bürokratik ve volantarist olduğu, marksizmle ilgisi olmadığı şeklindeki yorumları Sovyet yöneticilerinin ağzından duymak şaşırtıcı bir şey değildi. Mihail Garbaçov’a göre bile bolşevizmin temel sorunu sosyalizm anlayışı konusunda Marx’ın çizmiş olduğu çerçeveden uzaklaşmış olmalarıydı. Marx arkasında sosyalizm konusunda ayrıntılı bir plan bırakmamıştı ancak bolşevikler, daha devrim öncesinden başlayarak bir model geliştirmiş ve bunda ısrarcı olmuşlardı. 7 Marksizmin, bolşevik modele hapsedilmesi, Sovyet deneyinin sosyalizmden uzaklaşması anlamına gelmişti. Son noktayı ise, tahmin etmesi zor olmayacağı gibi, Stalin koymuştu.
Bugünkü Marx’a dönüş çağrılarının tepkisel ve popüler olmayan biçimleri genellikle yukarıda anlattığımız türde bir bypass ile ilgilidir. Marx ve Lenin’i karşı karşıya getiren bu şarlatanlık, bir iktidardan kaçış, bir geri çekiliş türküsüdür. Hatta şu denebilir: “Marx’a dönmek, devrimcilik değil bir gerici yönsemedir. Yani Marx’ta asıl devrimciliği aramanın ve çağdaş gelişmelerin yanlış olduğunu söylemenin, maddeci felsefeyle bir ilgisi yoktur. Bu yönseme, gericiliğin bizzat kendisidir.” 8 Tom Rockmore’un Türkçe’ye çok yakın zamanda çevrilen Marksizmden Sonra Marx kitabı işte böyle bir gericilik manifestosudur. Marx’ı marksizmden kopararak ehlileştirilmiş bir filozof haline getirmeyi amaçlayan Rockmore neredeyse Marx’tan ve marksizmden tümüyle ayrı biçimde bir “engelsizm” tarif ederek (bu ifadeyi kullanmasa da) Lenin’i ve Stalin’i bu geleneğe bağlamakta, bu şekilde Marx, geçtiğimiz yüzyılın reel sosyalizm deneyimlerinden ve onların “günahlarından” bağımsız bir konuma yerleştirilmektedir. 9
Bu devr-i saadet, aslına dönüş merakı elbette Türkiye bayilerini de yaratıyor. AKP stepnesi sosyalistlerin (?) akademik figürlerinden Bülent Somay, benzer bir yoldan ilerleyerek solun “Marx dersinden kaldığını” ve “Marx’ı tekrarlaması” gerektiğini söylerken şunları söylemekten geri durmuyor: 10
[Lenin’in ]dediklerinin çoğuna katılamıyorum: Materyalist felsefe hakkında 1908’de yazdığı kitap (Materyalizm ve Ampriyokritisizm), sırf Bolşevik yoldaşlarından birini, Bogdanov’u gözden düşürmek için kaleme alınan ve başka pek bir şey içermeyen bir safsatalar manzumesinden ibarettir; 1920’de kaleme aldığı devrimci siyaset hakkındaki bir kitapçık (Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı), özerk sınıf eylemini “disiplin”le ikame eder; ve 1902 gibi erken bir tarihte bile (Ne Yapmalı?) Marksistten çok Jakobendir.
Somay’a göre Lenin’in yazdıklarında haklı olduğu taraflar da vardır ama Lenin, üç aşağı beş yukarı budur: Safsatalar yazan ikameci bir Jakoben. Esasen Şubat-Kasım 1917 tarihleri arasında yaptıkları dışında pek kıymeti olmayan tarihsel bir şahsiyettir. Zaten Bolşevikler de yöntemsel olarak -sıkı durun- “cihatçılar, haçlılar yahut Haşhaşilerle” aynı kefededirler. Zira bu hareketlerle bolşevikler “olgusal bilgide ve ahlaki kesinlikte ısrar ve belirsizliği inkâr” noktasında buluşurlar. 11
Bunun nedeni de bolşeviklerin, Marx’ın komünist partiye biçmiş olduğu misyonu anlamamasıdır. Zira, Komünist Parti Manifestosu’nda komünistlerin diğer işçi partilerine zinhar müdahale etmemeleri gerektiği belirtilmiş, bu nedenle komünistlere uluslararası işçi sınıfı hareketinin değişik bileşenleri arasında iletişim kurma misyonu yüklenmiştir.
Mesele Somay’dan ibaret olsa dert edilmeyebilir, ancak Somay’dan çok daha çaplı Batılı marksistler de benzer yaklaşımlara sahiptir. Örneğin, David Harvey de komünistlere Manifesto’da çizilen misyondan daha farklı bir misyon düşmediğini vurgulamakta, Occupy (İşgal), Arap Baharı gibi hareketlere bakarak zaten milyonlarca kişinin “fiilen komünistlik” yaptığını söylemektedir. Ancak illa bir parti olacaksa bunun bu kitlesel hareketliliklere referansla ya Wall Street Partisi ya da Öfkeliler Partisi olabileceğini söylemektedir. Harvey’e göre bu partinin aslında üyesi olan, ama bunun farkında olmayan kitlelerin öfke ve ahlaki kızgınlıkları yükseldikçe kitleler ulusal sınırları aşarak birbirleriyle kaynaşacaklardır. 12
Hikayenin sonunda da herhalde devrim olacak ve herkes mutlu şekilde yaşamına devam edecektir. Kitabın basım tarihini merak edenlere söyleyebileceğim, söz konusu satırların 1847’den daha yakın bir tarihte kaleme alındığı olabilir ancak.
19. yüzyılda kalmış, Lenin’in insanlığın evrensel kurtuluşunun anahtarını sağlayan marksizme yaptığı katkıyı görmezden gelen, daha doğrusu kavrayamayan bu yaklaşımın Ekim Devrimi’nin neden “Kapital’e karşı devrim” olduğunu anlayabilmesi zaten mümkün değildir. Rus devriminin çok erken bir safhasında Lenin eleştirisi üzerinden liberal ve ekonomist bir savrulma içine giren ve hâlâ Rus sosyal demokrasisi saflarındayken “Komünist Manifesto, İncil olarak kabul edilirse, o halde bizim yaklaşımımız düpedüz sapkınlıktır.» diyen Sergey Prokopoviç gibi. Marksizm ve leninizm arasındaki bağı koparmaya çalışan, İkinci ve “İki Buçukuncu” Enternasyonal üyesi bu marksistlerin, marksizmin “özünü”, onu kapitalizmi analiz eden bir dizi aracın toplamından çıkarıp bir değiştirme silahı haline neyin getirdiğini kavrayabilmeleri de imkansızdır. 13
Bu nedenledir ki, günümüzdeki kriz atmosferinin bizi Marx’a getirdiğini tespit edenler, krize devrimci çözüm tartışmasının bizi Lenin’e getirdiği gerçeğini görmezden geliyorlar.
Marx olmadı Lenin’e mi dönelim? Ya da nereye bakmalı?
O halde Lenin’e mi dönmeliyiz? Bir strateji olarak Lenin’e dönme, yahut Lenin’i tekrarlama nasıl bir inceltmeye tabi tutulursa tutulsun devrimciliğin garantisi değildir ve söz konusu krize deva olamaz. Dahası, Lenin’e dönme, onu tekrarlama çabaları, Marx’a dönüş çağrılarından öz olarak farklı değildir. Lenin’e dönüş çağrıları da özünde bir Sovyet bypassına dayanmakta, diğer dönüş çağrılarında olduğu gibi hayali bir altın çağ, bir devr-i saadet yaratmayı denemektedir. Örneğin, Zizek, mevcut sisteme karşı “uyuyan bir umudu yeşertebilme potansiyeline” dikkat çekerek Lenin’i tekrarlamayı önermektedir: 14
Lenin’i tekrarlamak “Lenin öldü”yü, onun çözümünün yenilgisini, hatta korkunç biçimde yenildiğini algılamak ve aynı zamanda onda saklanmaya değer ütopyacı bir kıvılcım olduğunu da kabul etmektir. Lenin’i tekrarlamak Lenin’in fiili olarak yaptığı ve onun açtığı olasılıklar arasında ayrım yapmaktır. (…) Lenin’i tekrarlamak, Lenin’in yaptıklarını değil fakat yapmayı başaramadığı ve kaçırdığı fırsatları tekrarlamaktır.
İfade, şiirselliğine rağmen, bir dizi tehlikeyi barındırmaktadır: İlk olarak, başlangıç noktamız Lenin’in çözümünün yenilgisi olamaz! Buradan devrimci bir teorinin neden çıkmayacağını Gelenek’te bir kaç kez yazdık, tekrarlamayacağım. İkincisi, Lenin’in düşüncesinin “ütopyacı bir kıvılcım”a, kavgayı tetikleyecek olan bir ilk itkiye, ajitatif bir sembole indirgenmesi büyük bir hatadır. Lenin’de bundan çok daha fazlası mevcuttur. Üçüncüsü, Lenin’in yapamadıklarını nasıl saptayacağız? Burada kastedilen, örneğin, Lenin’in Devlet ve İhtilal’de öngördüğü devrimden sonra derhal sönümlenmeye başlayacak komün tipi devlet modelinin hayata geçememiş olması mıdır? Eğer öyleyse, bu açıkça Proleter Devrim ve Dönek Kautsky’nin Lenin’i ile Devlet ve İhtilal’in Lenin’ini karşı karşıya koymak olacaktır. Bu yöntemden Lenin’in yapamadıklarını yapma iradesi değil, bizim yapmak istediklerimizi Lenin’e söyletme lakaytlığı çıkar.
O halde ne yapacağız? Nereye bakacağız? Bana kalırsa buradaki önemli kavram “vizyon”dur. Krize anlamlı yanıt ancak ve ancak Leninist vizyon ekseninde kurulmuş bir strateji ile verilebilir. Bu anlamda nereye bakacağız sorusu tesadüfi değildir. Vizyon ve strateji kavramlarının ortak özellikleri ilk kavramın etimolojik, ikincisinin içeriksel olarak görmek fiili ile ilişkilenmesidir. Görmek için ise öncelikle bakmak gerekmektedir. Lenin’de bakılması gereken hiç kuşkusuz bu vizyonu inşa edeceğimiz temel ayaklardır. Bu temel ayakları üç başlıkta toplamayı öneriyorum:
Lenin, kopuşçudur. Lenin’in en büyük katkısı her alanda lineer modelleri reddetmesi olmuştur. Lenin için kopuş, somut gerçekliğin içinde, yani maddi zemin üzerinde şekillenir. Kuşkusuz Lenin’in bunun yapabilmesinin en önemli nedeni, eşitsiz ve birleşik gelişme yasasının tarihsel olana içkin olduğunu keşfedip, bu yasayı kendi siyasal ve teorik analizine içkin hale getirmiş olmasıdır. Lenin tarafından reddedilen modeller, örgütsel yapıdan, devlet analizine ve devrim teorisine değin bir dizi alanda gözlenebilir. Lenin, yukarıda anlattığımız gibi Kautsky’de vücut bulan, ancak Avrupa’nın devrimci unsurlarını dahi kıskacına almış doktrinerci “resmi” marksizm yorumundan bir strateji tartışması neticesinde kopmuştur ve bu kopuşu nihayete erdirene kadar amansız bir mücadele vermiştir. Söz konusu strateji tartışmasının öncülük fiilinde düğümlenmesi tesadüfi değildir. Tekil tekil komünist partilerin hizipler olarak ortaya çıkması ve Avrupa’daki sosyal demokrat hareketten kopması, komünist hareketin bağımsız siyasi özneler şeklinde örgütlenmesi, ihtiyatlı bir ifade kullanacak olursak, büyük oranda Lenin’in inisiyatifi ile ortaya çıkmıştır. 15
Bu kuru bir sekterlikle açıklanamaz. Bu, söz konusu kulvarda tekleşme uğraşıdır. Lenin’in bu başlıkta esas önemsediği, komünistlerin, öncü unsurlar olarak, marksizmin ve işçi sınıfı hareketinin yaratmış olduğu sağlıklı ve devrimci birikimin asli siyasi temsilcisi haline gelme uğraşı, bir meşruiyet arayışıdır. Lenin, meşruiyetini rasyonel birtakım hedeflerden ve vaatlerden değil; daima bu “kopuşçu” vizyonundan ve devrimci görevleri yerine getirme iradesinden almıştır. Lenin, “kopuşçu”dur, ancak zamanın ve mekânın üzerinden atlamaz.
Lenin güncelcidir. Leninizmde siyasetin tarihe üstünlüğü söz konusudur. Başka bir şekilde ifade edecek olursak, tarihsel olanın ve bağlamın güncel olana içkin olduğuna dayanan muazzam bir tarih bilinciyle hareket ederek, elindeki tüm araçlar ve tarihsel görevlerle güncellik arasındaki sağlıklı bağı kurar, bu anlamda devrimi güncelleştirir. İşte Lenin’in tanım gereği süreklilik peşinde koşması gereken tarih bilinciyle “kopuşçu”luğunun karşı karşıya gelmesine engel olan bu güncelci bakıştır. Lenin, somut durumun, tarihsel bir anındaki sınıfsal ilişkilerin durumunu analiz eder. Bu nedenle, Lenin’in özellikle Şubat-Kasım 1917’de yazdıklarını yeniden ve yeniden gözden geçirmekte fayda var. Lenin, neredeyse gündelik bir biçimde tüm toplumsal güçlerin, sınıfların, onların siyasi temsilcilerinin konumlarını bir çeşit sosyolojizme düşmeden analiz etmiştir. Bu son derece önemlidir. Lenin, güncelcidir, ancak asla güncele hapsolmamıştır. Bu ikisi birbirinden tamamen ayrı yaklaşımlardır. Lenin’in “devrimin güncelliği” fikrine dayanan ve onu yeniden üreten güncelciliği leninizmin stratejik anlamda en mühim katkılarından biri, belki de en önemlisi olmuştur. Zira Lenin, komünist partilerin güncel taleplerle devrimci hedef arasında kurması gereken diyalektik ilişkiyi ortaya koymuştur. Bu büyük devrimci liderin 1890’lardan 1920’lere kadar yetmiş beş kere “görevler” başlığını taşıyan farklı metinler kaleme almış olması tesadüf değildir. Bunların tamamı, Lenin’in doğru anı beklemek yerine, doğru anı örgütlemekle ilgilendiğinin bir işaretidir.
Doğru an, iktidarın alınmasıyla ilgilidir. Siyasal devrim, iktidarın fethidir.
Lenin, Marx ve Engels’in izinde, mutlak anlamda “iktidarcı”dır. “İlk günden” itibaren iktidarın alınması gerektiği konusunda ısrarcı olmuş, marksizmi “iktidar sorunu” etrafında yeniden tanımlamış ve bu nedenle de tepkiyle karşılanmıştır. 16
Lenin’e göre her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur. Lenin, örgüt ve ideoloji arasında, başka bir deyişle iradecilik ile kendiliğindenlik arasında özel bir dengeyi kurabilmenin iktidarı alma sorununun kritik halkası olduğunu pratiği ile ispat etmiştir. Lenin’in adıyla anılan örgüt anlayışının temelinde siyasal mücadelenin özgüllüğü ve iktisadi mücadelenin önceliği fikri yatar. Siyasal mücadelenin konusu, yalnız komünistler için değil, burjuva siyasal örgütlenmeler için de iktidardır. Lenin’in siyasal mücadeleye yaptığı vurgunun ve iktidarın kendisini bir siyasal hedef haline getirmesinin hem öznel çıktıları vardır, hem de bu vurgu yalnızca kapitalizm koşullarında verilen mücadele ilgili değildir. Söz konusu vurgu, bir yandan bolşevizasyon sürecinin diğer yandan (ve bunun uzantısı olarak) sosyalist iktidarın kuruluş sürecinin temel belirleyenidir.
Leninist vizyonun bu üç karakteristiği ile somut durumu subjektif bir süreç olarak yeniden formüle edip neyi, nasıl yapmak gerektiğini ve bunu kimin yapacağı sorularına somut vermek gerekmektedir.
Leninist bir strateji mümkün mü?
Bu sorunun yanıtı bizim için tartışmasız evettir. Gelenek’in esprisi bu soruya tartışmasız şekilde verilen evet yanıtında yatmaktadır. Ancak bu, yanıtımızı derinleştirmeyeceğimiz anlamına gelmez. O halde başlayalım:
Kapitalizmin krizine paralel, daha doğrusu kapitalizmin krizinin çakıştığını söyleyebileceğimiz, ancak onu önceleyen bir diğer krizden bahsetmek mümkün. Komünist hareket, bir süredir küresel bir kriz yaşıyor ve bu kriz bir paradoks ile dayatıyor kendisini harekete. Bu durum yalnızca bugünün ya da ülkemizin sorunu olmanın çok ötesinde bir tarihselliğe ve coğrafi yaygınlığa sahip.
Rosa Luxemburg, henüz yeni oluşmakta olan leninizmi hızlıca marksizmin sınırları dışına ittirmeye çalıştığı ve “Marx’a dönüş” çağrısı yaptığı 1904 tarihli “Rus Sosyal Demokrasisinin Örgütsel Sorunları (Leninizm mi, Marksizm mi?)” broşüründe solu sıkıştıran iki büyük tehlikeden bahseder ve herhalde makale boyunca haklı olduğu tek nokta budur. 17
Bu tehlikelerden ilki, solun biriktirmiş olduğu kitlesel desteği yitirmesi iken diğeri nihaî hedefin yani, bu bağlamda, sosyalizm hedefinin terkedilmesidir. Luxemburg’a göre birinci tehlike komünist hareketi küçük bir cemaat haline gelme tehdidi ile baş başa bırakırken, diğeri komünistlerin bir burjuva toplumsal reform hareketi haline gelmesi ile sonuçlanacaktır.
Dünya komünist hareketi bugün, Rosa Luxemburg’un tarif ettiği bu iki tehdidin aynı anda yarattığı basınç altındadır. Belli bir ölçeğin üzerinde toplumsal destek alan partiler sosyalizm hedefinden uzaklaşarak hızla reformistleşmekte, düzen içi yönelimler içine girmekte ve yukarıdaki tanımla söyleyecek olursak, birer “burjuva toplumsal reform” hareketi haline gelmektedir. Komünist hareketin devrimci unsurları ise kitleselleşme sorunları yaşamaktalar. Latin Amerika’dan Asya’ya, Batı Avrupa’nın çevre ülkelerinden bizim coğrafyamıza “zayıf halka adayı” diyebileceğimiz her ülke için benzer bir durumdan söz etmek mümkün. Bu durumun yegane istisnasını Yunanistan teşkil etmektedir. Yunanistan anomalisi üzerine, bu ülkedeki sınıf mücadelesinin seyri ve Yunanistan Komünist Partisi’nin bu mücadelede oynadığı role ilişkin bir değerlendirmeyi başka bir yazıya bırakalım.
İddiamız, komünist hareketin her iki krizi aynı strateji ile aşabileceğidir. Daha doğrusu komünist hareketin krizinin aşılmasının ön koşulu, kapitalizmin krizine dönük anlamlı bir yanıt üretebilmesi, krizden devrim çıkarabilmesi ile ilişkilidir. O halde sorumuz şudur: Leninist vizyonun yukarıda özetlediğimiz temel katkıları bu krize deva olabilecek nitelikte midir?
Şimdi, başlangıç noktamıza, krize geri dönelim.
Kriz, ipso facto leninizmi davet etmektedir. 18
Kapitalist üretim tarzının içinden geçmekte olduğu kriz, salt iktisadî ve hatta politik düzlemi çoktan aşmış, ideolojik bir düzleme sıçramış, genel bir bunalım halini almış durumdadır. Kapitalist üretim biçiminin ve ona bağlı olan mevcut saldırı programı neoliberalizmin yaşamakta olduğu bunalım, emperyalist sistem içinde sürekli yeni kriz başlıkları üretmekte, sistem içinde ABD’nin hegemonik pozisyonunu ortadan kaldırmakta, sistemi giderek “hegemonyasız hakimiyet” 19 denilebilecek bir modele evriltmektedir. Uluslararası sistemdeki kaotik görüntünün nedeni budur. Emperyalizmin kalıcı bir stratejisi yoktur. 20
Kapitalist üretim tarzının yaşadığı krizin farklı toplumsal formasyonlara yansıması, henüz devrimci bir kriz ortaya çıkarmamıştır, ancak bu yönde kuvvetli bir temayül mevcuttur. Bu durum, Lenin’in yaptığı gibi, somut durumun somut tahlilini yapmamızı gerektirmektedir.
Ancak hemen belirtmek gerekir ki, somut durumun somut tahlili için krizin varlığını saptamak yetersizdir. Tıpkı, post-fordizm, neoliberalizm, vb. “settar” kavramlarla süreci anlamaya çalışmak ve bunlara alternatif aramak gibi. Mesele kapitalizmdir ve yaşanan kapitalizmin krizidir. Önemli olan kriz de dahil olmak üzere bu kavramların işaret ettiği süreçleri hangi sınıfın idare ettiğini, 21
Somut durumun somut tahlilinin üç temel ayağı olduğunu söyleyebiliriz:
i. Uluslararası konjonktür detaylarıyla incelenmeyi hak etmektedir. Kapitalist-emperyalist sistemin eşitsiz gelişimi neticesinde ortaya çıkan çelişkilerin yoğunlaşma tarzı ve coğrafi dağılımının analizi hayati önemdedir. Bugün parçalı kanallardan ilerleyen ve aralarında sınırlı iletişim bulunan uluslararası sınıf hareketinin uluslararası nesnellik ile kurduğu karşılıklı ilişki, uluslararası konjonktürden kaynaklı çelişkilerin belli bir toplumsal formasyona nasıl yansıdığı, bu çelişkilerin sınıfsal ilişkileri nasıl etkilediği, devletin yapısında nasıl değişimler ortaya çıkardığı, yahut çıkaracağı devrimci bir stratejinin olmazsa olmazıdır.
ii. Sermaye sınıfının ve devletin güncel konumlanışının ve toplumsal formasyonun genelinin analizi sermaye sınıfının egemenliğine kafa tutabilmek için kaçınılmazdır. Toplumsal formasyonda çelişkilerin nasıl biriktiği, bu formasyonun farklı alanlardaki eşitsiz gelişiminin analizi devrimci mücadelede hangi alanlara ne ölçüde güç aktarılacağını anlamak için mutlak anlamda gereklidir. Bu analize emek-sermaye çelişkisinin üzerini örtmesine müsaade etmeden egemen sınıfın içsel çelişkileri, devletle olan ilişkileri, bunun uzantısı olarak devlet iktidarının kuvvetli ve zayıf noktalarının analizi eklenmelidir. Devlet iktidarı, stratejik hedeftir.
iii. Son olarak, sınıfın ve devrimci hareketin analizi özel önemdedir. Sınıfın hangi bölmelerinin devrimci atılımın örgütlenmesinde özel önem taşıyacağı, sınıfın farklı bölmeleri arasında nasıl yan yana gelişlerin yaşanacağı, sınıf hareketinin kendi dışında hangi toplumsal katmanlarla ittifaka yöneleceği soruları strateji açısından yanıtlanması elzem sorulardır. Bu konunun leninist strateji açısından özel önemi vardır. Zira, leninizme “alternatif ” olarak geliştirilen stratejiler özellikle bu aşamayı atlamış, daha doğrusu analizin bu kısmı işçi sınıfına bir “ikame” bulmak için yapılmıştır: Gençlik, köylülük, aydınlar, üretim sürecinin dışında kalanlar, madunlar… Kapitalist üretim tarzının mevcut durumuna muhalefet potansiyeli taşıyan kesimlerin belirlenmesi çok önemlidir. Ancak bu kesimlerin sosyalizm mücadelesine dahil edilmesi, işçi sınıfının ikamesi ile mümkün değildir. Bu “öznelerin” sosyalizm mücadelesine dahil olması, sınıfın tarihsel çıkarlarının toplumun genelinin çıkarı olarak sunulmasına yarayacak bir ideolojik mücadeleye bağlıdır.
Krizin güncel olarak ortaya çıkardığı sonuç ve yarattığı olanaklar ancak bu analizle ortaya çıkabilir.
Krizin leninizm için yarattığı olanakların başında kopuş gelmektedir. Devrim fikrinin yerine reform ve/veya evrim fikirlerini yerleştiren her türlü anlayış teorik düzlemde iflas etmiştir. Bu anlamda siyasal ve ideolojik alanda bir “mıntıka temizliği” olanaklı durumdadır. Bu, kuşkusuz, ideolojik bir kavga anlamına gelmektedir. Temel çelişkinin emek ve sermaye arasında olduğunu kabul etmeyen, devrimin karakteristiğinin sosyalist olacağı fikrini reddeden, küreselleşme reformizmi başta olmak üzere, mevzi savaşı, karşı hegemonya inşası, “emeğin Avrupası”, radikal demokrasi gibi reformizm türevlerini tümüyle reddetmeyen her türlü akımın sol kulvardan süpürülmesi gerekmektedir. Bu listeye son dönemde Ortadoğu’daki gelişmelerle birlikte yaygınlık kazanan, sosyalizmi marksist değil, “ütopik” bir biçimde yorumlayan, yahut devrimi ve sosyalizmi bir “yönetişim” sorununa indirgeyen değerlendirmeler de eklenmelidir. Hem bu mıntıka temizliği, hem de krizin yarattığı olanakları en etkili biçimde değerlendirmek için her türlü gündelik talebin sosyalizm hedefi ile ilişkilendirilmesi ve iktidarın bir stratejik hedef haline getirilmesi bu açıdan hayati önemdedir.
Buradan hareketle eklenebilecek nokta sosyalizmin somutlanması ihtiyacıdır. Kopuş, verili toplumsal formasyonda sosyalizmin nasıl inşa edileceğini ve bu sosyalizmin temel karakteristiklerini güncel olarak anlatan bir sosyalizm programını zorunlu kılmaktadır. Sosyalizm programının işçi ve emekçilerin toplumsal ölçekte anlamlı, kritik bir toplamı tarafından kurtuluş programı olarak benimsenmesi zorunluluktur. Bu ise ne kapitalist dinamiklerin doğal işleyişi ne de işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesi ile ortaya çıkabilecek bir durumdur.
Bu da bizi ister istemez örgüt meselesine getirmektedir. Zira, bu amacı gerçekleştirmek ve yukarıdaki süreci hayata geçirmek, yahut bu sürecin farklı veçhelerine öncülük etmek için tekil bir siyasal öznenin inşasına gereksinim vardır. Öznenin inşası aslında sürekli bir yeniden inşayı anlatır. Yeniden inşa sürecinde dikkate alınması gereken kriter şudur: Siyasi iddia ve programı ile uygun örgütsel yapıya sahip olmayan bir partinin kriz koşullarında ayakta kalma şansı yoktur.
Kapitalizmin krizi ve komünist hareketin krizi örgüt konusunda da önceki zeminden (ilkelerden değil) tümüyle kopmayı gerektirmektedir. Solun yerleşik alışkanlıklarından, bildik reflekslerinden, örgütlenme kalıplarından kopmayı… Tüm bunları devrim ekseninde yeniden tanımlamayı… Lenin, Devlet ve Devrim’de planladığı bir bölümü neden yazamadığını anlatırken “bir siyasal kriz tarafından ‘sekteye’ uğradım” demektedir. Siyasal kriz, öngörülen gidişatı ve onu veri alarak yapılan planları sekteye uğratmıştır. Uğratır ve uğratacaktır da. Bu durumun kaçan bir devrimci fırsata ve/veya bir iç krize dönüşmemesi için sekteye uğramadan önce, önceki dönemin çürümüş zemininden kopmak şarttır. Kopuş, her şeyden önce, devrimin hem teorik hem de politik öznesinin yaratılması ve bu öznelerin daha sonra belirginleştirilmesi için gereklidir. Çünkü kriz, konjonktürü tümüyle değiştirmiştir. Leninist öncü, bu nedenle toplumsal formasyonda saptadığı fay hatlarına ve mücadele başlıklarına acil müdahaleleri örgütleyecek, krizin tepe noktasından evvel gerekli tahkimatı gerekli noktalarda yapacak ve yukarıda andığımız pozitif misyonlarını hayata geçirecek şekilde yeniden yapılandırılmak zorundadır. Bu devrimin kaderine ilişkin bir karar anıdır.
Zaten kriz sözcüğü, Yunanca krino fiilinden gelmektedir ve bu fiil bir karara varmak demektir. Kriz sözcüğü, antik tıpta doktorun hastanın yaşayıp yaşamayacağı konusunda kesin bir yargıya varmasını anlatmaktadır. Kriz karar vermeyi ve uygulamayı, dolayısıyla bunu hayata geçirecek bir örgütsel standardı gerekli kılmaktadır. Bu yalnızca leninist özne açısından geçerli değildir. Geniş kitleler de krizi bir karar anı olarak görürler. Kriz konjonktüründe ideolojik çözülmelerin yaşanabilmesinin nedeni budur. Özellikle bu ideolojik angajman çözülmelerine dönük olarak kapsayıcı, kuşatıcı ve yönlendirici olabilecek, eski angajmanlarından kurtulan kitleler için yanıt oluşturabilecek bir örgütsel yapının ve görünür bir siyasi hattın kurulması gerekmektedir.
Nesnellik ve öznellik arasındaki diyalog üzerine bina edilecek bu dönüşümün esas amacı, leninist örgütün mutlak avantajı olan siyasal aklını fiziki güce dönüştürmektir. Bu, kitlesel hareketin başarıya ulaşması için de gereklidir. Zira kitlesel hareketler zaman zaman leninist özneyi aşan bir repertuar sergiliyor olsalar da bu durum arızidir. Tekil tekil tüm öznelerin iradelerini aşan kriz anını çözecek olan kitlelerin ortaya koyduğu repertuar çeşitliliği değil, o repertuarı öncelikleri doğrultusunda reorganize eden, krizin nihai çözümünün teorik bilgisini politik bir içerikle harekete geçirebilen (ki bu bilgi hareketin sürecin gidişatına dönük bilgisizliğini de içerir), kendi araçlarını ve müdahale kanallarını bu doğrultuda seferber edecek olan öncünün müdahalesidir. Ancak elbette, leninist öncünün müdahalesi “o an”a indirgenemez. Siyasal aklın fiziki güce dönüşmesi süreci aynı zamanda kriz henüz tepe noktasına varmadan stratejik eylemleri kitlesel eylemlere bağlama yeteneğinin gelişmesinin ürünü olabilir ve bu söz konusu kategorilerin karşılıklı olarak birbirini besleyeceği bir ilişki şeklinde kurulmalıdır.
Bu bölümün başında sorduğumuz soruya geri dönebiliriz: Leninizmin kopuşçu, güncelci ve iktidarcı vizyonu ile kurulan bir strateji krize yanıt üretebildiği oranda komünizmin evrensel krizine deva olabilecektir. Bu stratejinin üç temel ayağı mevcuttur: Somut durumun somut tahlili, sol kulvarda reformizme ve varyantlarına karşı verilecek kuvvetli ideolojik kavga, örgütün önceki zeminden tamamen koparak yeniden kurulması ve saptanan somutluk ve öncelikler üzerinden tarif edilmiş mücadeleye mutlak anlamda iktidar hedefiyle yeniden sürülmesi. Konjonktürü belirleyen krizdir ve meselemiz son kertede bir karar meselesidir: Hasta (kapitalizm), yaşayacak mı yoksa ipi çekilecek mi?
Bizim nesnelliğimiz özelinde bu çerçeveyi zenginleştirmek özel olarak önemlidir. Söz konusu stratejinin oluşturulmasında özel olarak avantajlı ve göreli olarak dezavantajlı olduğumuz alanlar mevcuttur. Avantajlı olduğumuz iki alanı söylemekle yetinelim: Birincisi, kriz meselesidir. Ülkedeki yansımalarını örtük biçimde gördüğümüz kapitalizmin küresel krizi, AKP rejiminin hızla üzerine doğru yuvarlanmakta olduğu özgül politik krizle perçinlenecek, hem daha görünür hale gelecek hem de rejimin içine gireceği krizi derinleştirecektir. Burada yine yanıtlanması gereken soru, verilmesi gereken karar aynıdır: Hastanın (AKP rejimi) hayatına devam etmesine izin verilecek midir, verilmeyecek midir? Bu sorunun yanıtı ise öznellikle ilgilidir ve bizi diğer bir avantajlı olduğumuz noktaya getirmektedir. Komünist hareketin uzun vadeli krizinin bir yansıması olarak algılanabilecek olan 2014 likidasyon saldırısı ortaya çıkardığı pek çok olumsuzluğun yanı sıra belli olanaklar da yaratmıştır. Sadece tasfiyecilerin tasfiyesi gibi kaba bir olanaktan bahsetmiyorum. Bu olanakların başında, somut siyasal stratejinin gerektirdiği ve eskiden kopuş manasında yeni olan bir örgütsel yapının ortaya çıkarılması gelmektedir. Bunun için uygun zemin ve enerji mevcuttur.
“Ne Yapmalı”cılar 2015 Türkiyesi’nde sosyalist devrimciliği ve onun gereklerini yeniden tarif ederek bu ikili görevi yerine getirmektedir. Çünkü Komünist Parti, kendi varlığının ancak işçi sınıfı adına edinilecek siyasal kazanımlara odaklanmış bir strateji ile bütünleştiğinde anlam kazandığını bilenlerin partisidir. Siyasal hedeflerin realizasyonunu ve hepsinden önemlisi iktidarın fethi için uygun örgütsel formun olmazsa olmaz olduğunu bildikleri gibi…
O halde eskiden sorduğumuz bir soruyu yeniden sormanın, “Gelenek, yeniden” demenin zamanıdır: 22
Gelenek yaratmak varken iz bırakmaktan tatmin duymak, iktidar stratejisini örgütlü pratik olarak hayata geçirmek varken, ancak ucu iktidar düşlerine açılan siyasal fikirler üretmekle yetinmek devrimcilik sayılabilir mi?
Dipnotlar
- Vladimir İ. Lenin, Devlet ve Devrim (Ankara: Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1994), s. 13.
- Friedrich Engels, “Önsöz,” içinde Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Karl Marx (Ankara: Sol Yayınları, 1967), s. 28. Burada bir noktanın altını çizmek gerekiyor: Daha basılırken Kautsky tarafından tahrif edilen bu metin, basıldıktan sonra da büyük haksızlıklara uğramaya devam edecek olan, oldukça talihsiz bir metin. Engels’in burjuva siyasetinde ortaya çıkan “stratejik” boşluğa ve kriz potansiyeline dikkat çekerken yaptığı vurgular, Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi (ASDİP) liderliğinin elinde parlamentarist bir oyuncağa dönüşüyor. Metnin Mart ayında basılmasının kısa süre sonra Ağustos ayında hayatını kaybeden Engels’in metnin kullanımına dönük düzeltme yapma şansı da ortadan kalkıyor. Burada biz de Engels’ten ziyade Engels’ten “el almış” olan ASDİP yönetiminin, özellikle de Kautsky’in rolüne dikkat çekiyoruz. Engels’in genel olarak uğradığı haksızlığa daha önce “Ne Yapmalı”cılar Kitabı’nda yazılan 2008 notlarında dikkat çekilmişti. Bkz. Kemal Okuyan, “Ne Yapmalı”cılar Kitabı, 6. Baskı (İstanbul: Yazılama Yayınevi, 2013), sf. 288.
- Vladimir İ. Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi (Ankara: Sol Yayınları, 1988), s. 21. Rosa Luxemburg da bu kopuşa işaret eder. Luxemburg’a göre bolşevikler Alman sosyal demokrat hareketini saran “çoğunluk” hastalığını aşmayı başarmışlardı. Rosa Luxemburg, “The Russian Revolution,” Marxist Internet Archive, 1918, https://www.marxists.org/archive/luxemburg/1918/russian-revolution/ch01.htm.
- Vladimir İ. Lenin, Materyalizm ve Ampriyokritisizm -Gerici bir Felsefe Üzerine Eleştirel Notlar (Ankara: Sol Yayınları, 1993), s.281.
- Karl Kautsky, Proletarya Diktatörlüğü (İstanbul: Yazılama Yayınevi, 2008), sf.100.
- Leon Trotsky, “Stalinism and Bolshevism,” Marxist Internet Archive, August 1937, https://www.marxists.org/archive/trotsky/1937/08/stalinism.htm.
- Mikhail Sergeevich Gorbachev, On My Country and the World (New York: Columbia Üniversitesi Yayınları, 2000), sf.16.
- Şevki Yurdakuler, Sosyalizmin Panzehiri Demokrasi (İstanbul: YGS Yayınları, 1997), 16-7.
- Tom Rockmore, Marx After Marxism: The Philosophy of Karl Marx (John Wiley & Sons, 2008), sf. 7, 10. Bu görüşün esas sahibi Rockmore değildir. “Engelsizm” tanımını akademik literatüre sokan Norman Levine 1970’lerin başında, Kenneth Stokes ise 1990’larda aynı iddiada bulunmuştu. Stalin, Lenin’in, Lenin ise Engels’in soyundandı. Dolayısıyla Marx, Leninizmin günahlarından azade dönülebilecek temiz, sahih bir kaynaktı.
- Bülent Somay, “Kaldığımız Ders: Marx’ı Tekrarlamak” ve Komünizm Fikri -Berlin Konferansı 2010, ed. Slavoj Zizek and Alain Badiou (İstanbul: Metis Yayınları, 2012), sf. 193. Somay bu yolculuğa yıllar öncesine çıkmıştır aslında. “‘Bolşevizmi Stalinizmden (tabir yerindeyse) bir epistemolojik kopuşla ayırma’ uğraşı, kendimize bir ata bulalım derken hesabını zor verebileceğimiz bir mirası da sırtlama anlamına gelebilir. Şimdi bu mirası devralmaktansa öksüz ve yetim yaşamanın tercih edilebileceğini savunmaya geçebilirim.” Bkz. Bülent So-may, “Bolşevizm + Demokrasi = Sosyalizm,” Zemin, no. 3 (Aralık 1986), sf.17.
- a.g.e., 213.
- David Harvey, Sermaye Muamması -Kapitalizmin Krizleri (İstanbul: Sel Yayınları, 2012), sf. 266-7.
- Burada bir noktanın altını çizmek gerekir. Marx’ın kendisinden önceki entelektüel ve siyasi dünya/entelektüel birikim ile kurduğu ilişkiyle Lenin’in Marx ile olan ilişkisini aynı kefede değerlendirmek mümkün değildir. Bu Türkiye solunda sık sık düşülen bir hatadır. Marx, kendisine kaynak teşkil eden düşünsel birikimi (şematize edilmiş şekliyle söyleyecek olursak: İngiliz siyasal iktisadı, klasik Alman felsefesi, Fransız tarihyazımı) içerip aşmıştır. Lenin’in Marx ile kurduğu ilişki ise bir sıçrama, yeniden üretim ve temel kalkış noktalarını sabit tutarak matrisi yeniden kurmak olarak tarif edilebilir. Marx, Hegel’i ayakları üzerine oturtmuştur, Lenin’in yaptığı ise marksizmi reformizme maske yapan II. Enternasyonal anlayışını kıçının üzerine oturtmaktır.
- Zizek burada aslında Lenin’e dönmek ve Lenin’i tekrarlamak arasında bir ayrıma gidiyor, ancak tartışmamız açısından bunun bir önemi bulunmuyor. Slavoj Zizek, Lenin Üzerine (İstanbul: Encore, 2004), sf. 87. Zizek’in benzer değerlendirmeleri için bkz. Slavoj Zizek, Önce Trajedi Sonra Komedi ya da 2008 Finansal Krizi (İstanbul: Encore, 2009).
- Gelenek’in geçtiğimiz sayısında verdiğimiz örneklere ek olarak, bu kez İtalyan Komünist Partisi’nin kuruluşunu örnek verebiliriz. Lenin, Giacinto Serrati’ye adeta direktif vererek şöyle demiştir: “Kendinizi Turati’den (reformist lider) ayırın.” Meselenin devamı daha da ilginçtir. Zira, Lenin Turati ile işbirliği yapacaksanız ancak ayrılıktan sonra ittifak kurun diyerek, bağımsız örgütlenme konusundaki ısrarını açıkça göstermiştir. Antonio Gramsci, “The Party’s First Five Years,” Selections from Political Writings: 1921-1926 (New York: International Publishers, 1978), sf. 380.
- 1899 yılında Elena Kuskova tarafından kaleme alınan ve Rusya’nın sosyal demokrasi tarihinde çok özel bir öneme sahip olan “Credo” (Beyanname) olarak bilinen 17 imzalı metin tam olarak bu mesele ile ilgilidir. Credo’yu imzalayan sosyal demokratlar, parti içinde güçlenen akıma karşı pozisyon almıştı. Buna göre iktidarın alınma hedefi uğruna verilen canhıraş mücadele yerine, günümüz toplumunun reformuna dönük bir mücadele verilmeliydi. Sosyal demokratların yapması gereken proletaryanın iktisadî mücadelesine destek vermek ve liberal muhalif harekete dahil olmaktı. Lenin bu eleştirileri çok sert bir biçimde ve detaylı olarak yanıtladı. Bkz. V. İ. Lenin, “A Protest by Russian Social-Democrats,” Marxist Internet Archive, 1899, https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1899/sep/protest.htm.
- Rosa Luxemburg, “Organizational Questions of the Russian Social Democracy, [Leninism or Marxism?]” Marxist Internet Archive, 1904, http://www.marxists.org/archive/luxemburg/1904/questions-rsd/ch02.htm.
- Geçerken belirtmek gerekir ki strateji tartışmalarının kendisi de leninizmi davet etmektedir. Strateji, sözcük anlamı itibariyle orduya öncülük edilmesi ile ilgilidir. Sınıf savaşımındaki öncülük meselesi açıkça leninizm tartışmasından başka bir şey değildir.
- “Hegemonyasız hakimiyet” kavramını Giovanni Arrighi, Hindistan’daki İngiliz hakimiyetini anlatmak için kullanan Ranajit Guha’dan ödünç alarak ABD’nin 2000’ler sonrası dünya sistemindeki konumunu anlatmak için kullanır.
- Emperyalizmin stratejisinin olmadığını söylemek büsbütün kör uçuşu gittikleri anlamına gelmemektedir. Emperyalizm, adımlarını krizin tepkilerini soğurmak, yönlendirmek, defaten söylediğimiz üzere “devrimleri çalmak” üzerine kurmaktadır. Tıpkı “Arap Baharı”nda olduğu gibi…
- Lenin, çok erken tarihli çalışmalarında dahi Rusya’da emekçi halkın sömürüsünün doğasının kapitalist olduğunu tespit etmekte ve straejisini bunun üzerine kurmaktadır. V. İ. Lenin, “What the ‘Friends of the People’ are and How They Fight the Social-Democrats,” Marxist Internet Archive, 1894, http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1894/friends/07.htm#v01zz99h-237-GUESS bu süreçlere hangi sınıfın karşı olduğunu saptamaktır.
- Aydın Giritli, “Solun Stratejisi Var mı?,” Gelenek, no. 56 (Ekim 1998), sf. 36.