Marksist estetik ve işçi sınıfının sanatla ilişkisi üzerine

İnsanlığın ilk ortaya çıkmaya başladığı zamanlardan itibaren duyusal algılarımız da hayvanların duyusal algı ve tepkilerinden farklılaşmaya başlamıştır. Bu ayrımın ne yönde ve ne derecede olduğu elbette ki önemli ama hemen başlangıçta ifade etmek gerekir ki insan için kendi dışında olan gerçekliği duyusal olarak algılayıp çeşitli imgelemlerde yeniden üretmek hep farklı düzeyleri de içermiştir. Gerçekliği sadece bilgi-kuramsal açıklamaktan ibaret olmamıştır. Bu durum, bu farklı düzeyler gerçekliği estetik algılamanın da temelini sağlamıştır.

İnsanın gerçekliği sadece pratik olarak algılamakla kalmayıp aynı zamanda açıklaması öncelikle insanın da doğanın bağımlılığından kopmasını, farklı bir özne olarak var olmasını ve eşzamanlı olarak gerçekliği kavrayış yetisinin oluşmasını gerektirdi. İnsan, yine gerçekliğin farklı dinamikleri olan bir nesnesi olarak varolsa bile. Bu açıdan insanlığın ortaya çıkış süreci, aynı zamanda, henüz tam anlamıyla doğaya egemen olamamanın ve sürekli olarak doğa tarafından belirlenen bir parça olmanın da süreciydi.

Bu sürece insansının, Afrika’nın ağaçlık bölgelerinde yaşayan ve insan türünün evrim çizgisinin dışında kalan diğer akrabalarının karşısında daima daha güçsüz ve çaresiz kalması örnek verilebilir. İnsanlık bu anlamda doğanın henüz kendisiydi. Yaşam biçimi, fizyolojik ve zihinsel işleyişleri de doğanın belirlenimi altında olan bir doğa yasası biçimiydi. Bir hayvan olarak avlanır, tepki verir, güdülenir ve yaşamsal faaliyetlerini devam ettirirdi. Bu evrimsel geçiş sırasında insanlığın kendi dışındaki gerçekliği bilgi-kuramsal olarak algılamasının ve zihninde yaratmasının henüz ortaya çıkmadığını ama bir nüve olarak oluştuğunu söyleyebiliriz.

Bu işlemin, yani bilgi-kuramsal algılamanın gerçekleşebilmesi için bir yandan da gerçekliği belli oranlarda soyutlamak ve soyutlanan her bir parçanın kişinin yaşamında olan ilişkisini de tariflemek gerekir. Henüz özne olarak var olmanın gerçekleşmediği bir durumda bu ilişkinin topluluk nezdinde de kurulması gerekir. İnsan, doğayla ilişkisi içerisinde gelişim gösterirken şimdi bilimsel anlamda tarifleyebildiğimiz yöntemlere uzun süreler boyunca tabiydi. Yaşam karşısında nesnel gerçekliği tanımaya çalışmak ya da doğrudan yaşamda kalma uğraşı birtakım “bilimsel süreçleri” de hep içermekteydi: Keşfetmek, yürümeyi öğrenirken bunun inceliklerini deneyimlemek gibi bir takım tümavarımsal ya da tümdengelimsel yöntemler bir doğa parçası olarak insanda da hep içeriliydi.[1] Estetik ise sonradan, ama bunlarla birlikte geldi.,

İnsanın toplumsal evrimi ve “estetik” olana giden süreç

Estetik olana giden süreçte özellikle bu bilgi-kuramsal özümseme aşamasının konunun genel çerçevesi içinde çok elzem bir mesele olduğunu düşünüyorum. Çünkü, bilgi-kuramsal anlamanın, binyıllar süren evrimsel gelişim sürecinde insanın kendi dışındaki gerçekliği duyusal ve belli anlamlarda estetik algılamasından bir farkı bulunmaktadır. İnsan, kendi tarihsel gelişimi sürecinde insanlaşmaya başladığı andan itibaren doğayı, artık kendisinin organik bir parçası ya da ona mahkûm bir varlık olarak değil, kendisi ve toplumu için işleve sahip bir unsur olarak deneyimlemeye başlamıştır. Bilinçlilik düzeyi ve formasyonu, onun bütün yaşam süreçlerinde artık toplumuyla beraber tarihleşmeye başlamıştır. Bir anlamıyla da özne olarak insanlaşmaya başlamıştır. Bu açıdan insanın beğeni ve güzellik anlayışının genel estetik yaklaşımı da insan olarak tarihsel ve toplumsaldır. İnsan doğayı kendi etken tutumuyla beraber ele alır, kendisi ve toplumu için yeniden imgeleminde yaratır ve kavramsallaştırır. Bu özellik, Marksist estetik anlayışının yapıtaşlarından biridir.

Örneğin, insan için bir ağaç artık onun toplumsal- tarihsel tasavvuru içinde anlam bulur.

“Sanatçının doğada gördüğü ve estetik bir ilgi kurduğu bir obje, örneğin bir ağaç, doğal bir nesne olan bir ağaç değildir, tersine tarihsel-toplumsal tasavvur ve anlamlarını, beğenilerin oluşturduğu bir varlıktır, insansal-toplumsal dünyaya ait bir objedir. İşte, sanatçının, bir ressamın tuval üzerinde somutlaştırdığı ağaç resmi, sanatçının estetik olarak duyumladığı insansal-toplumsal bir obje olan ağaçtır.”[2]

Sanatsal yaratım sürecinde de ağacın dışavurumu, sanatçının zihninde bu anlamda var olur. Sanatçı ister Marksist olsun ya da olmasın insanın estetik anlayışı tarihsel-toplumsal bir tasavvur içinde vücut bulur.

Marksist estetikçiler ve farklı disiplinlerden bilim insanları da insanın var olan gerçekliği duyusal açıdan algıladığını ve bu algılamalara çeşitli ilkel değerler de affettiğini ifade ediyorlardır. Değer atfeden durum sadece estetik açısından değil etik, toplumsal açıdan da mevcut. Hatta insan yaşamının ilk aşamalarında ve uzun bir süre toplumun bütün değerleri muhtemelen iç içe, ayrılamaz bir bütün halindeydi.

İnsan, yaşamında doğrudan kendisine dair çeşitli duyusal tepkiler geliştirmiştir. Bu hayvanlarda da sıklıkla göreceğimiz tepkilerdir. Korkarız örneğin, güleriz, şaşırırız… Bütün bunlar, hayvanlarla ortaklaştığımız fizyolojik, duyusal tepkilerdir. Bu açıdan bir estetik değer içermez ve bir beğeninin konusu da olmazlar. Burada da henüz insan doğadır ve güdülüdür.

İnsanın doğayı bilimsel anlayışından önce duyusal olarak algılaması ve onu, hayvanların da sahip olduğu fizyolojik tepkilerden ayıran en temel unsur zihinsel imgelemde bulunmasıdır. Toplumsal insan doğayı zihninde farklı bir şekilde hayal gücüyle yaratıp, inceltip yeniden nesneleştirmiştir. Yaşamı, deneyimlerini, nesneleri estetik birer nesne olarak var edip bu nesnelerle, durumlarla olan ilişkisini doğanın ona sunduğunun dışında, kendisi için yaratmıştır.

İmge kavramı estetik ve sanat konusunun çok temel yapılarından biridir. Bu açıdan sanatın bilimsel bilgi ve pratikten de ayrıldığı noktanın kilit kavramlarından birisidir. 

“Sanatta, hayal gücü, düşünceyle birlikte etkinliği içinde, yaratıcı imgeler ortaya koyar; daha önce bilinmeyeni, yeniyi yaratır. Bilimde ise, soyut düşünce, hayal gücünün yardımıyla, varlığın yasalarını açığa çıkarır. Bunun için bilim de model önerileri altdüzenleşik, yardımcı karakter taşır.”[3]

İmge, bireyin ya da topluluğun kendi dışında var olan gerçekliği zihinde yeniden yaratmasıdır. Nesnel gerçekliği, bir ideal biçiminde yeniden kurgulamasıdır. Fakat tam olarak ideal kavramının yerine geçebilecek bir kavram da değildir imge. İmgelenmiş olan gerçeklik kısa erimli bir belirim olarak ideal olandan ayrılmaktadır. Korku yaratan bir gerçekliği korkunç olarak imgelemek ve bu imge aracılığıyla o gerçeklikle olan ilişkinin de yeniden yaratımını sağlamaktadır imge kavramı. İmgelenmiş olan gerçeklik, artık farklı bir pratik anlam kazanmıştır. Birey de artık imgelenen nesneyle onun gerçek yararı ya da katıksız pratiğinden farklı bir ilişki içerisinde bulunur. Bu imgeleme süreci esasında bireysel olmakla beraber nesnenin toplumsal yaşamdaki yeriyle de doğrudan bağlantılı olduğu için toplumsal bir imgelemdir. Örneğin bir kılıç dişli kaplan, buz devri insanları için korkutucu olmasının yanında korkunç bir imge halini alabilir. Bu imge yoluyla topluluğun yaklaşım biçimi ve onunla ilişkisi de daha farklılaşacaktır.

Ya da tam tersi, aslanın büyük gövdesi ve uzun keskin dişleri, onunla av ilişkisi içerisinde olan topluluk açısından “yüce” olarak da tarif edilebilir. Bu durumda “Yüce” kavramı da bir estetik değer kavramı olarak imgelemin niceliksel büyüklüğünü ifade edecektir. İmge, estetik bilgiyi bilimsel bilgiden ayıran en önemli kavramlardan biridir.

Estetik ve ideal olan

Yazının giriş kısmında bahsetmiş olduğum “yaşamı duyusal olarak kavrama ve anlamlandırma çabası” estetik anlayışın ve beğeni algısının en ilkel şekilde oluşumunun hareket noktasıdır. Estetik algının ortaya çıkışını sağlayan, fizyolojik tepkimeler ve duygu dışavurumlarından ziyade, tepki verilen nesneye dair duyusal bir model oluşturabilme yetisidir. Bu modelleme ise bütünün tek tek parçalarının birbirleriyle olan gerçek ilişkisinden soyutlanmış olarak yeniden kurgulanmasını gerektirir. Bu açıdan Marksist kuramcılar, yaşamı imge ve duyular yoluyla kavramanın, bilgi-kuramsal kavramadan önce geldiğini vurgulamaktadırlar.

Yine estetik anlayışın çok önemli ve temel kavramlarından olan “ideal olan” kavramına geçmeden önce- ki bu kavram yazının konusu olan işçi sınıfının sanatla ilişkisini açıklarken temel bir yer edinecektir- çok kısa olarak bilgi kuramsal anlamadan ne anlatmaya çalıştığımı ifade etmeye çalışayım.

İnsanın yaşamsal faaliyeti sırasında kendi dışındaki gerçeklikle olan deneyim ve pratikten bahsetmiyorum burada. Avcı-toplayıcı insanlar, sert ve keskin bir cismin bir başka canlıyı kesip yaraladıklarını keşfettiklerinde bu keşif onlar için henüz doğanın kendisidir. Bu kesilme işlemi tek başına sistematik bir bilimsel bilme süreci içermemektedir. Taştan dolayı önce eli kesilen ilkel insan, etten oluşan başka canlıların da bu yolla kesilebileceğini pratik anlamda deneyimlemiştir. Bu açıdan henüz kavramsallaşmamış pratik bir deneyimdir ve deneyimden öte bilimsel bir kavram seti veya sürecini yaratmamaktadır.

Bizim, insanın doğada yaşayan canlılarla ilkel olarak en önemli ortaklığı, duyusal tepkilerimizdir. Bunun ötesinde, yaşamı zihinsel olarak algılama ve yeniden biçimlendirme pratiği ise bizim doğadan ayrılışımızın itki güçlerinden biridir. Bu anlamda duyusal tepkimelerin ilkel insanın henüz insansı evredeyken bile belli başlı imgeleri yarattığını söyleyebiliriz. En nihayetinde bir gerçekliğe dair beğeni ve güzellik algısı (sanırım) o nesnelliği soyutlayıp bilimsel kavramaktan daha zahmetsiz ve kolaydır.

Şimdi önemli olan konulardan bir tanesi de “ideal” kavramıdır; sanat tarihi açısından. Ama burada bizi ilgilendiren kısmıyla estetik açıdan gerçekliğe dair beğeninin ve estetik özümsemenin nesnel yasalarını açığa çıkartmaya çalışmak hep bir uğraş ve tartışma konusu olmuştur. Sanat var olan gerçekliği pratik faaliyetle birlikte yeniden yaratmak anlamına geldiği için estetik özümsemenin daha özel bir incelemesi anlamına gelmektedir ve burada sanat eserinin birçok yönü açığa çıkmaktadır. İşin içerisinde iletişimsel, sosyolojik ve sanat izleyicisinin de dahil olduğu bir bütün çıkmaktadır.

Marksist estetik kuramına göre beğeni algısının oluşum süreci en nihayetinde gerçekliğin insan zihninde yansısı, kırılışı veya inceltilmesi ile ortaya çıkmaktadır. İnsan bilincinin, toplumsal varlığı tarafından belirleniyor oluşu olarak bildiğimiz maddeci anlayış bu açıdan da estetik olan için de geçerlidir.

Bu tarihsel maddeci anlayışı estetik alanı açısından belki de şöyle tarif etmek daha anlamlı olabilir: İnsanın estetik bilincini belirleyen, gerçekliğin değer taşıyıcılarının toplumsal varlığıdır. Yaşamın gerçekliği bu açıdan çeşitli değer taşıyıcılarına sahiptir. Böyle olmakla beraber estetik anlayışta birey öznel bir değer yaratmaktadır. Bir karanfilin rengi kızıldır ama karanfilin rengi tek başına estetik bir değer içermez. Doğanın hiçbir nesnesi doğrudan bir estetik ifade içermez. Karanfilin bu özelliği ve gerçekliği, ancak bir değer taşıyıcısıdır. Değeri atfeden ve zihninde imgeleyen toplumsal bireydir ve o kıpkızıllık birey için belki de sadece karanfilin toplumsal biçiminde bir beğeni yaratabilir.

İşte tam da bu noktada lafı çok uzatmadan ideal kavramına geçmek istiyorum. Peki nedir bu beğeninin ya da estetik yaklaşımın nesnel yasası? Böyle bir şey ifade edilebilir mi?  

Belli açılardan, evet. Yaşamın maddeci kavranışı her şeyin bu anlamda içsel bir yasası ve diyalektiği olduğunu ifade etmektedir. Maddi olanın içeriksel ve biçimsel bütünlüğü, en nihayetinde belli bir işleyiş ve yapıya tabidir. Bu işleyişi ise onun dışında var olanlarla ilişki içerisindedir.

En nihayetinde nesneyle duyusal olarak ilişki kuran birey de bu nesnellikten nasiplenecektir. Bizim için karanfili o anda tekil olarak güzel kılan şey ona dair idealimizin, karanfilin gerçekliğiyle uyuşuyor olmasıdır. Çiçekleri sararmış ve çeşitli böcekler tarafından kemirilmiş kızıl bir karanfile beğeniyle yaklaşmayız örneğin. Çünkü o, ideal bir karanfil değildir artık. Estetik açıdan bizim için güzel olan ya da çirkin olan, bizim idealimizin o nesneyle olan uyumu üzerinden ifade edilmektedir. Sanıyorum Marksist açıdan da estetiğin bu yasasının bir nesnellik olarak ifade edilmesinde bir sakınca yoktur.

Marksist estetik kuramcısı Moiseej Kagan, “Güzelliğin Bilimi Olarak Estetik ve Sanat” isimli kitabında bu estetik yasayı doyurucu bir şekilde örneklemiş ve ifade etmiştir.[4] Fakat konuyu ele alırken atlamış olduğu bir noktayı ifade etmenin anlamlı olduğunu düşünüyorum: Gerçek olan, yani nesnel olan, hepimizin malumu; fakat ideal kavramının biraz daha açılması ve ideal biçimin materyalist açıdan nereye oturduğunun da açılması gerekmektedir.

Peki nedir ideal olan ve nasıl ortaya çıkmaktadır? İdeal olanın insan zihninde oluşum sürecini nasıl tarifleyebiliriz?

İdeal olan, gerçekliğin bizim zihnimizde almış olduğu yeni değerdir. Bu anlamda demek ki her şeyden önce ideal olanın kişide ya da toplumda yaratımı yine maddi gerçeklikle ilişkiyi şart koşmaktadır.

İmge, nesnenin içinde bulunduğu durum ve koşullarla birlikte hayal edilendir. İdeal ise doğrudan nesnenin hem özü hem de biçimi açısından kafamızdaki yeniden tasarımı ve bireyin beklentileriyle uyumu üzerinedir. Bir ideal yaratırken o gerçekliğin kendisinin dışında bizim için olmasını arzu ettiğimiz biçim ve özü yaratırız. Burada bahsedilen ideal, bir tanrının kendisi ya da tanrısallık olsa dahi.

Bizler biliyoruz ki insanlık tarihinde tanrı fikri de bir gerçekliğin sonucudur. İdeal olanın buradaki en kilit noktası ise değer yaratıcı olan bireyin değer taşıyıcı olan gerçeklikle olan doğrudan ya da dolaylı ilişkisidir. Bir idealin yaratımı için idealin taşıyıcısı olan nesnenin ilgili özneyle doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkisinin olması gerekmektedir. Gerçekliğin içerisinde olması gerekmektedir.

Estetikte değer biçimleri olan güzellik, çirkinlik, yücelik, bayağılık, trajik ve gülünç olan gibi kavramlar işte tam da ideal olan ile gerçeklik arasındaki bu uyum ya da diyalektik ilişkinin ürünüdürler. Bu açıdan nesnel bir genellik içermektedir. Bizim için güzel olan şey bizde ideal olan ile özdeşleştikçe güzeldir. Çirkin ördek yavrusu aslında ördek olmayıp, ördek idealinin çok uzağında olan bir gerçeklik olduğu için çirkindir. Zihnimizdeki ördek idealinden uzaklaştıkça çirkinleşmektedir. Çünkü o aslında bir ördek değildir.

“Çok açıktır ki, doğa, yaratırken, birini çirkin, öbürünü güzel diye yaratarak haksızlık etmemiştir. Aslında doğa insanlar tarafından estetiksel olarak değerlendirilir; (insanda da olduğu gibi) doğada insanın idealine uygun düşen şey insan için güzel, karşıt düşen şeyse çirkindir. Andersen’in «çirkin ördek» masalında, yavru kaz, öbür ördekler tarafından «çirkin» görülür, niye? Şekilce yapısı, ideal ördek tasarımıyla çelişir de ondan.”[5]

Biz sosyalistler, içinde yaşadığımız dünyanın yani emperyalist dünyanın hiçbir yanının güzel olmadığını düşünürüz çünkü bizim idealimiz olan sosyalist düzen bu gerçeklikten çok yücedir ve onun aşılmasıdır. İdeal olan ile gerçek olanın bu uyumunu birçok alanda kullanabiliriz. Yukarıda açıkladığım çeşitli estetik yaklaşım biçimleri de bu uyumun arasındaki farklı ilişkilenme biçimlerini ifade etmektedir. Bütün bu özellikler en nihayetinde gerçeklikle doğrudan veya dolaylı olarak etkileşimde bulunmanın sonucu olan bir ideal yaratımıdır. İmgelerken genelde bir değer biçmeyiz; onu zihnimizde yeniden estetize ederiz ama ideal olan hep bizimledir. Uzun erimlidir ve değişmektedir.

Yazının ileriki kısmında işçi sınıfının estetik ve sanatla ilişkisini ele alırken bu iki kavramın (gerçek ve ideal olan) nasıl da siyasi bir bağlama oturduğunu göstermeye çalışacağım.

Marksist estetiğin özü

Marksist estetiğin bu anlamda özü en nihayetinde diyalektik ve tarihsel materyalist anlayışın estetik algı ve duyusal yaklaşımca inceltilmesidir. Tabii ki bu kadar basit olmamakla beraber özü itibariyle ayağının yere sağlam bastığı alan burasıdır.

Bütün bu estetik kavram ve değerler özellikle emperyalizm çağında çeşitli yöntemlerle inanılmaz bir bozgun ve saldırı aracına dönüşmektedir. Emekçiler, bu bozgunun ve akıl sarsılmasının en etkilenen kesimidir. Bu açıdan, ele aldığımız konu, toplumsal ve sınıfsaldır. Yaşamı estetik özümseme gücünün de en basit ve ilkel kaldığı (daha doğrusu ilkel bırakıldığı) kesimdir işçi sınıfı ve bu acı bir durumdur. En nihayetinde mesele yaşamı duyusal olarak algılama ve kavrama ise bunun gerçeklikle olan bağlantısını da sınıflar nezdinde kurmak gerekmektedir.

Sınıflı bir toplumda bütün bahsettiğimiz kavramlar ve estetik yaklaşım meselesi de eşitsizlikler barındırmaktadır. Bu eşitsizliğin en temelinde yatan neden emekçilerin maddi gerçeklikle olan ilişkisidir. Bu gerçeklik biliyoruz ki daha en başta maddi yaşamın yeniden üretimi üzerine şekillenmiştir. Çalışmak, varlığımızı devam ettirmek ve bu devamlılığı sağlarken yaşam ile farklı biçimlerde ilişki kurabilmek gerekmektedir. Bu ilişkilerin en önemli olanlarından biri de yaşanılan dünyadan duyusal etkileşim veya haz almaktır.

Yazının başında ifade ettiğimiz estetik kavramları şimdi işçi sınıfının yaşamı çerçevesinde inceltmek anlamlı olacaktır. Bu açıdan duyusal olan sadece duyusal değil ve estetik olan da sadece estetikle sınırlanmamış olacaktır.

En nihayetinde birey ve mensup olduğu sınıf, yaşamın bütünü içerisinde politik, kültürel, siyasi bir bütünü temsil etmektedir. Bu temsiliyetin bir kolu olan estetik yaklaşım ve daha özel biçimiyle sanat anlayışı da maddi yaşantının yeniden üretimi içinde birçok şeye içseldir.

“İşçi sınıfı” dediğimiz zaman sadece kol gücüyle üreten insanları kastetmiyoruz tabii ki. Üretim araçlarına sahip olmayan, emek gücünü satarak geçimini kazanan ve bunu sermayeye artı-değer kazandırarak yapan herkesi “işçi” olarak tanımlayabiliriz. Estetik anlayış ve gelişkinlik açısından işçi sınıfının görece daha eğitimli ve belli bir sanatsal formasyona da sahip olan kesimini bu anlamda bu yazı için konu dışı bırakmak mecburiyetindeyim. Sınıfın en eğitimsiz, en yoksul kesimlerini konu edineceğim.

İşçi sınıfının sanatla olan ilişkisi ve daha genel olarak gerçeklikle estetik ilişkisi bir sınıf olarak onun gerçekliği ve tarihsel varlığıyla sımsıkı ilişki içerisindedir. Maddi yaşam koşullarını ve toplumda, ekonomik açıdan edindiği yeri ele almadan bütün anlatılanlar boşa düşecektir diyebiliriz. Tekrar vurgulamakta fayda var ki son tahlilde estetik özümseme ve sanatsal yaratım, Marksist açıdan gerçeklikle bir ilişki kurma ve karşılıklı etkileşim biçimidir. Yani gerçek, toplumsal ve tarihseldir.

İşçilerin ve işçi sınıfının estetiği

Yukarıda bazı formülasyonlar sunmuştum. Peki, nedir işçi sınıfının gerçekliği ve özel olarak işçilerin estetik ve sanat anlayışını nasıl belirlemektedir?

Mesele işçi sınıfı olunca estetik yönünün neredeyse tamamı politize olmaktadır. Elimizde az olmakla beraber işçi sınıfı açısından doğrudan sanatsal bir yaratımdan bahsetmenin oldukça sınırları vardır ve bu sınırlar yaratılmış sınırlardır. Bunun nedenlerinden en önemlisi işçi sınıfının gerçeklikle olan “sağlıklı” ilişkisinin daha en başından kapitalist saldırıya uğramasıdır. Daha kapitalizm ortaya çıkar çıkmaz, doğayla kendi emeği üzerinden ilişki kuran küçük üretici ve serf, kapitalistler lehine son sürat mülksüz bırakılmıştır. İşçinin emek gücü artık kendisi için değil bir başkasının yaşamını refaha kavuşturmak için ele geçirilmiş, kiralanması zorunluluk halini almıştır.

Sanat tarihi açısından insanlığın imgeleminin ve doğayı duyusal olarak kavramanın en etkili ve yoğun yolu doğayla girilen egemenlik mücadelesidir. Bu mücadele sürecinde insanın imgesel düşüncesinin sıçrama yaptığı dönem ise tarımsal yaşama geçişle beraber sınıflı toplumların oluşmasıdır diyebiliriz. İnsan artık doğanın nesnelliklerine vakıf olmaya çalışmaktadır. Pratik olarak onun karşısındaki egemenliği, doğaya karşı bir merakı da beraberinde getirmiştir. Çok tanrılı dinlerin ortaya çıkışı da bu dönemlere denk gelmektedir. Zaten insanlık tarihinin çok uzun bir dönemi boyunca da toplumsal değerlerin hepsi bir bütün olarak vardılar ve iç içeydiler. Etik değerler, büyüsel değerler, toplumsal ve politik olan bütün değerler estetik değer ile içi içe bulunmaktaydı. Bu açıdan da aslında ilkel dönem boyunca tam anlamıyla bir sanat yaratımından bahsetmek zor olmaktadır.

“İlkeller için, bir kulübe ve bir imge arasında yararlılık açısından hiçbir fark yoktur. Kulübeler onları yağmurdan, rüzgârdan, güneşten ve kendilerini yaratmış olan ruhlardan korurlar; imgeler ise, onları, doğal güçler kadar gerçek olan öteki güçlere karşı korurlar. Başka bir deyişle, resimler ve heykeller büyüsel amaçlarla kullanılırlar.”[6]

Yani yaşama estetik açıdan daha yoğun yaklaşabilmenin temel ölçütlerinden biri emeğin görece özgür ve gerçeklikle olan ilişkisinin zorlanımından uzak olmasıdır.

Sanat tarihi açısından da baktığımız zaman sanatın toplumla buluşması ve aristokrat, dini belirlenimlerden çıkmasını sağlayan toplumsal kesimler de genellikle eğitimli orta sınıf burjuva aydınları olagelmiştir. Bu orta sınıf aydınlar ise genellikle devrimlerin devindirici gücünden etkilenmişlerdir.

“Romantizmin bir orta sınıf hareketi olduğu bilinen bir gerçekti. Bu hareket, klasisizmin kurallarından, saray aristokratlarına özgü söz sanatı ve yapmacıktan, yüksek düzeydeki üsluptan ve ince dilden tümüyle ayrı bir doğrultuda gelişmiş yetkin bir orta sınıf edebiyat okulu oluşturmuştur.”[7]

İşçi sınıfının gündelik ve tarihsel ilişkileri, bütün bu anlamlarda estetik anlayışının ve sanatla ilişkisinin en temel belirleyenidir. Emek gücünün günün uzun bir döneminde kendisine ait olmadığı bir koşulda çalışıyor olması daha en başından yaşamın en etkili gerçekliği olan doğayla ve üretimle ilişkisini yabancılaştırmaktadır. Onu bu egemenliğin güveninden ve moral sağlığından mahrum etmektedir. Bu çalışma biçimi aynı zamanda onu, kendi emek gücüyle yarattığı nesneyle yabancılaştırmakta hatta yer yer karşı karşıya getirmektedir. Bu ise işçinin kendi dışındaki gerçeklikle sağlıksız birlikteliğini ve hatta ona düşmanca yaklaşımını yaratmaktadır. Düşmanca ama ona bir nevi muhtaç bir düşmanlık bu. Bütün bunlar insanlığın en temel maddi yaşam sürecinin unsurlarıdır. Yaşamla girilen üretici ilişki…

Bu açılardan işçi sınıfının bu en yoksul kesimleriyle gerçeklik arasındaki ilişkinin tepetaklak olduğunu gözlemlemekteyiz. Ayrıca sadece yabancılaşma ve ürettiği gerçeklikle karşı karşıya gelmekle kalmamakta. Doğrudan üretim sürecinin içinde bir makine dişlisi gibi mekanikleşmekte ve zihinsel egemenliğini de tamamen yitirmektedir. Zihinsel kavrayışın bu derece işçinin elinden alınışı en sonunda bir körelmeye ve artık gerçeklik üzerindeki bilginin de bilimsel kavrama merakından ve estetik yaklaşım inceliğinden uzak kalmasını sağlamaktadır. Daha doğrusu düşünsel anlamda yaklaşım göstermeyi ve soyutlama yetisini gereksiz bir yük haline getirmektedir.

Bütün bunlar artık sırtımızda bir kambur olan kapitalist iş bölümünün işkenceleridir. Kapitalist iş bölümü tamamen ekonomik değer yaratımı, emek üretkenliği, maliyet hesabı ve kâr maksimizasyonu üzerinden şekillenmektedir. İşçi, bir emek gücü satıcısı olarak bütün bu tablonun en önemli ama en acı çeken kesimi olmaktadır. Atomize edilmiş bir zaman, parçalara bölünmüş bir üretim süreci, kapitalist iş bölümünün kişiyi boğan darlığı… Bütün bu acı süreçlerin işçinin karakterinde yarattığı etki tabii ki koca bir yıkıntıdan ibaret değildir. Bunu söylemek çok haksızlık olur fakat ortada büyük oranda bir yıpranma ve yabancılaşma olduğu da açıktır.

Bu yıpranma ve yabancılaşma işçinin iş yaşamı dışındaki zamanı, Marx’ın deyimiyle “özgür” olduğu zaman dilimindeki yaşamını da etkilemektedir. Bunların her biri bir bütün olarak vardır. Üstelik emek süreci, onun kazandırdıkları ve kaybettirdikleriyle beraber işçinin yaşamının bütününe belirleyen olarak etki etmektedir.

Gördüğümüz gibi işçi daha en başından gerçeklikle olan ilişkisini düşünsel anlamda yitirmiştir. Tabii ki işçi bir birey çalışır, yer, içer, dolaşır ve insani ilişkiler kurar; bütün bunlar gerçektir. Gerçekliğin yitimi olarak ifade ettiğim şeyi metafizik bir ifade olarak kullanmıyorum. Gerçeklikle olan ilişkisinin işçi birey açısından düşünsel ve konumuz itibariyle de estetik niteliğinden bahsetmekteyim. Onun dışındaki gerçeklik, gündelik yüzeysel bir ilişki, basit bir birliktelik ve fayda ilişkisinden ibaret hale gelmektedir. Yaşam bütün koşullarıyla beraber sadece onun fiziki varlığına olan etkisiyle vardır. Bu neredeyse ilkel bir yaklaşımdır. Bir değer yargısı olarak ilkellikten bahsetmiyorum. Dönem olarak ilkel dönem insanının doğayla ilişkilenme biçimine benzemektedir. Bir ağaç, uçan bir kuş, berrak bir ırmak… Estetik değer taşıyıcıları olan doğanın çeşitli unsurları, işçi için bütün bu söylediklerim doğrultusunda neredeyse bir estetik ilişkiyi doğurmamaktadır.

Bunun bir nedeni de “özgür” yaşamının ona kalan kısmının darlığı ya da hiç olmayışıdır. İnsanın kendi dışındaki gerçeklikle olan ilişkisinin daha derinlikli olabilmesinin potansiyelini yaratan önemli bir unsur da “özgür” geçirilen zamandır. Bazen bu zamanın kendisi bile bir estetik yaklaşımı ve bilimsel merak duygusunu kamçılamaktadır. Örneğin, uzun süreler boyunca bir ırmağın karşısında onu, çevresindeki bütün güzelliklerle beraber seyre dalmak…

Tabii ki tek başına gerçeklikle geçirilen zaman, bir estetik anlayış geliştirmek açısından tek başına belirleyen değildir. Zaman kavramına yaklaşım ve ona biçilen değer de ideal bilinç düzeyinin ele alacağı kavramlardan biri olmalıdır. Oysaki bir işçinin zamanı da saldırı altındadır. O, zamanını bir takım zorunluluklar ve ihtiyaçlar doğrultusunda kullanmak zorunda kalmıştır. Zamana verilen önem ve zaman planlaması yapıyor olmak da özgür bir çalışma biçimini şart kılmakta ve belli bir bilinç düzeyini gerektirmektedir. İş saati mücadelesinin bir de bu boyutunun olması değerini arttırmaktadır. İşçi en nihayetinde emperyalizm çağında iş sürecinin mekanik bir parçası ve adeta kronometrik bir otomasyon sistemi haline getirilmektedir.

Bu açıdan zaman ve zaman içerisinde meydana gelen birçok incelik onun için belki bir düşman halini bile alabilmektedir. Onu çürüten yaşamın içerisinde akıp giden her dakika bir azap halini alabilmektedir. Bir dönemin arabesk müziğinde zaman üzerine sitemkâr sözlerin bolca kullanılıp derin bir acıyı dışavurması da bu ilişkiye bir örnektir.

Sağ estetitasyon: Sınıfa saldırı

İşçi sınıfının kendi gerçekliği açısından estetik bilincinin nasıl köreltildiğini onun sınıfsal konum ve bu sınıfsal konumuna biçilen rolüyle bağlantısı açısından değerlendirmiş olduk. Genel bir çerçeve sunmak gerekirse, artı değer sömürüsü ve işçinin emek gücünün bir başkasının tahakkümü altında oluşu daha en başından onun gerçek dünyayla kendisi açısından olan ilişkisini kopartmaktadır. O, doğaya ve onun sunduklarına yabancılaşmıştır ve bu yabancılaşma onun doğayla kurduğu duyusal ve estetik ilişkiyi de köreltmektedir. Daha önce de belirttiğim gibi bu gerçeklikle olan ilişki bir yabancılaşmadan ziyade ters yüz edilmiş bir ilişkidir. Bunun ters yüz edildiği alan ise doğrudan siyasetin konusu haline gelmektedir.

İşçinin zaten olabildiğince zayıflatılmış olan estetik bilinci karşı devrimci bir taarruza açık hale gelmiştir. Bu karşı devrimci taarruzun bir diğer ifadesi ise sağ siyasetin estetizasyonu ya da genel olarak politikanın estetize edilmesidir.

Buradaki estetizasyon zaten içerik ve uyum açısından ileri olan bir beğeni algısının yeniden yaratılması ya da şekillendirilmesi değil doğrudan işçi sınıfı açısından onun tarihsel ve güncel çıkarlarına zararlı olanın kamufle edilmesi anlamında bir estetik operasyondur. Sağ siyaset bu estetikleştirmeyi popülist söylemlerine bolca yedirmektedir ve genel olarak kendi pisliklerini “yüce” kavramıyla (vatan, millet, bayrak, şanlı geçmiş, şehitlik vs.) estetize etmektedirler.

Sağ siyaset, yüce ve faydacı içerikli söylemler kullanarak toplumsal değer alanları arasında da bir bütünlük kurmaktadır. Bu bütünlük, sınıfın zihnine gerçekleştirilen saldırıda burjuvazi ve sağ siyasetin güçlü bir silahı haline getiriyor. Şu açıdan başarılı da oluyorlar: Daha önce de değinmiştim ki ilkel çağlarda faydalı ve etik olanın aynı zamanda güzel olduğu bir evre bulunmaktadır. Değer anlayışlarının bu açıdan kopmaz bütünlüğü, emperyalizmin saldırdığı işçi sınıfının toplumsal durumu için hâlâ geçerlidir. Bu açıdan muhafazakâr siyasetin sürekli geçmişini yüceltmesi ve estetize etmesi bir saptırma harekatı olarak ifade edilebilir.  Örneklerini özellikle Türkiye’de düzen siyaseti ve toplum ilişkilerinde hayli görebilmekteyiz. Görüyoruz ki “estetik saldırı” doğrudan siyasetin bir alanı haline gelip emekçiler için gerçeklikle bağını tesis ediyor.

Bu estetik saldırı operasyonunun bir diğer ayağı da liberal özgürlükçülük ve bireycilik kavramlarını içine almaktadır. En nihayetinde liberalizmin özgürlükçülük ve bireycilik anlayışının toplumun büyük bir çoğunluğu için yıkım olduğunun bilincindeyiz fakat bu kavramların kendisi de siyasi ve ideolojik yanıltmacası ile beraber arzu edilir bir yaşamı idealize eden estetik saldırılardır. Yine görmekteyiz ki özünde işçi sınıfı ve onun aydınları için siyasi anlamda kötü olan değerler, anlayışlar, siyaset birçok zamanlar estetize edilmekte ve arzu edilir hale getirilmektedir. Bu siyasi estetikleştirme kelimenin gerçek anlamıyla bir estetik yaklaşım meselesini kapsamıyor olarak gözükse bile bile bireyi cezbetmesi ve onda beğeni, güzellik duygusu yaratması açısından estetik ifadesini siyasi bir şekilde buluyor.  

Kısa olarak bu estetik saldırının bir diğer ve önemli parçasını da ifade etme ihtiyacı duyuyorum. O da reklamlardır. Emperyalizmin ticari ilişkileri ve müşteriye hizmet ilişkileri devasa bir reklam sektörünü doğurmaktadır. Reklam nesnesi ve reklamın bütünü kişinin arzu, duygu ve düşüncelerine yönlendirici bir saldırıyı gerçekleştirmektedir. Reklam nesnesinin kendi başına çekiciliği, bu nesneyi toplumsal ilişkileri içerisinde de ulaşılması çok tatmin edici bir statü aracı haline getirilmektedir. Reklam metası olan ürün aynı zamanda sahip olunduğu taktirde ona sahip olmayanlar karşısında kişiyi daha mutlu edici bir kıskandırıcılığı da sağlamış olmaktadır.

“Reklam, yüzeysel görünüşü değişmiş, bunun sonucu olarak kıskanılacak duruma gelmiş insanları göstererek bizi bu değişikliğe inandırmaya çalışır. Kıskanılacak durumda olmak, çekici olmak demektir. Reklamcılık çekicilik üretme sürecidir.”[8]

Reklamlar, kişinin beğeni yargılarına bir saldırı olmakla beraber toplumsal ilişkilerde de az önce yukarıda bahsettiğim estetize edilmiş bireyciliği de kanırtmaktadır.

Estetiğin politik ve ekonomik karşılığı olan yaklaşımlar en çok ve doğrudan işçi sınıfını hedef almakta ve onun kültürel-bilinç düzeyini yönlendirmek üzerine kurulmaktadır. Ek olarak reklamcılık sektörünün en temel icraatlarından birisi de orta sınıf ideolojisi ve yaşam modelini benimsetmeye çalışmaktır. Orta sınıf yaşam biçiminin işçi sınıfı için arzu edilebilir hale gelmesi, kapitalizmin güçlü saldırılarından biridir. Mücadele başlığıdır. Bu açıdan da siyasi ve sınıfsaldır.

Yaşamın estetikleştirilmesi ve sanatın bunun için bir araç olarak kullanımı siyasi açıdan bir meşruluk kaynağı haline de gelebilmektedir. Bu açıdan ele aldığımız konunun önemi daha da belirgin hale gelmektedir. Faşizmin kendisini sanat aracılığıyla meşru kılmaya çalışması ve bu yön üzerinden özellikle bir takım aydınları yanlarına çekmeye çalışması da meselenin siyasi boyutlarından birini ifade etmektedir. Romanlarda ve filmlerde sıklıkla karşılaştığımız bir durum olan faşist bireyin incelikli ve beğeni yaratan tavır ve davranışları da siyasetin estetikleştirilip tehlikeli bir hal aldığı durumlara örnek verilebilir. Estetikleştirmenin bu temel siyasi ve ekonomik unsurları, meselenin Marksist anlamda ayağı yere basan önemli alanlarıdır.

İşçi sınıfının sanat yaratımı

Yazının son kısmında, başlıkta da yer aldığı üzere bütün anlattıklarım çerçevesinde işçi sınıfının sanatla ilişkisi ve sanatsal yaratımı üzerine yazmaya çalışacağım.

En basit anlamıyla nesnel gerçeklikle kurulan duyusal ilişkinin aslında bütün estetik ve sanatsal yaratının ve imgelemin temel taşı olduğundan bahsetmiştik. Bu duyusal ilişki basit tepkileri de içermekle beraber zihinsel bir gelişim süreciyle beraber yavaş yavaş bir beğeni düzeyine ulaşmaktadır. Basit bir fizyolojik duyusal tepkiden ziyade zihinde imgelenmiş ve soyutlanmış bir duyusal yaklaşım… İnsanlık tarihinin gelişimini ifade eden bu süreçler en nihayetinde günümüz insanı için de geçerlidir. Bu açıdan işçi sınıfının sınıfsal ve toplumsal konumu duyusal yaklaşım ve estetik açıdan köreltilmiş ve tarihi kültürel gelişim aşamamızın çok gerisine itilmiştir diyebiliriz.

Sanatın toplumsal olarak kamulaşma ve halka tezahür etmeye başladığı dönemlerin 1800’lü yılların başları ve ortalarına denk geldiğini ifade edebiliriz. Burjuva devrimlerinin sağladığı aydınlanma ve kamusal yaşamda getirdiği çeşitli sanatsal yenilikler bu açıdan değerlidir. Müzelerin açılması ve kamuya açık hale gelmesi, romanların gazetelerde tefrika edilmesi, sanatın saray ve soyluların ısmarlamalarından ve tahakkümünden kurtulup orta sınıf aydınlar eliyle özgür bir yaratım sürecine evrilmesi gibi durumlar hep bu devrim ve çalkantı dönemlerinin ürünleri olagelmiştir.

“Sanatın politik inançların açıklayıcısı durumuna gelmesi ancak devrim ile gerçekleşebilmiştir. Artık, sanat toplumsal yapı üzerine konulmuş, bir süs değildir, onun temellerinin bir parçasıdır.”[9]

İşçi sınıfının sanat sürecinde varlık gösterdiği zamanlar genelde sınıf mücadelelerin yükseldiği dönemlere denk gelmektedir. İşçi sınıfı esasında, sanat yaratıcısı olan aydınların eserleri ve onların aracılığı ile bu sanatsal ilişkiye katılmış olurlar. Bu açıdan, söz konusu etkileşimi sağlayan sınıfın sanatçısıdır. Tıpkı Alman romantiklerinin bunu sağlamış olması gibi… Ya da romantizm döneminin ortaya çıkardığı halk türküleri gibi.

Sanatçı yaratım sürecini sınıfın ve toplumun bütünlüğünü inşa etmek ve halkın arzu ve isteklerinin kendi sanatında bir araya gelmesini sağlamak gibi de bir evrensel tutkal görevi taşımaktadır. Bu andan itibaren üretilen sanat eseri her sanat takipçisini ortaklaştırdığı kadar onun çeşitlenmesini ve imgelerin farklılaşıp zenginleşmesini de sağlar. Bu Ernst Fischer’ın de çok dikkatle ele aldığı sanatın özü kavramına dahildir.

“Çünkü öz yalnız neyin sunulduğu değil, nasıl sunulduğu, nasıl bir ortamda, ne derece toplumsal ve bireysel bir duyarlılıkla sunulduğu demektir.”[10]

Sanatın özü en nihayetinde gerçeklik, sanatçı, sanat eseri, toplum, seyirci ve koşulların birbirleriyle ilişkisi üzerine şekillenmektedir. Her biri bir bütünü meydana getirmektedirler.

Tabi ki bu durum halkın sanata bir seyirci olarak katılımı ile ilgili olmakla birlikte bir de doğrudan halkın sanatsal yaratımı da önemli bir konu olmaktadır. Bu açıdan biraz göz ardı edilen bir alan olduğunu düşünerek literatüre katkı yapmanın çok anlamlı olacağını düşünüyorum.

Bir bütün olarak sanat, sanatçı ve toplum ilişkisi ayrı bir yazının konusu olabilir. Sanat ve toplum ilişkisine dair bu kısa girişin işçi sınıfının doğrudan kendisinin sanatsal yaratım pratiğini tarif ederken çok kısa ve genel bir giriş olduğu kanısındayım. Sanatsal bir faaliyet dönüştürücü, değer yönlendirici, iletişimsel ve bilgi faaliyetlerini kapsayan bir bütündür. En nihayetinde estetik kavramlaştırmanın ve imgelemenin ötesinde zihinde yeniden değer kazanılan gerçekliğin pratik olarak sanatsal biçimde yeniden yaratılmasıdır. Maddeci gerçeklik açıdan bu böyledir.

Metafizik, soyut sanat tanımlamalarının burada değerlendirmesini yapmayacağım. İşçi sınıfının eğitimsiz ve genelde kol gücüyle çalışan kesimleri için sanatsal üretim tıpkı antik dönem ya da ilkel dönem insanlarına benzer bir şekilde bir takım başka değerlerle iç içe bir şekilde açığa çıkmaktadır. Bu açıdan tam anlamıyla bir sanatsal faaliyet olarak tanımlamak tartışmalı olsa da ilerleyen kısımda bahsedeceğim sanatsal yaratım türleri yukarıdaki değer ifadelerini kapsamaktadır.

İşçi sınıfından güncel “estetik” örnekler

İşçi sınıfının gerçeklikle olan bağının yukarıda anlattığım şekilde köreltilmesi ve yabancılaşmanın hem zaman kullanımı açısından hem de yaşanılan maddi koşullar açısından olumsuz etkisi, sınıfı daha yüzeysel ve faydacı, dini değerlerle iç içe geçmiş bir yaratı sürecini ortaya çıkarmaktadır. Bu ilkel dönem insanlarının totemizmine, el işçiliği beğeni nesnelerinin yaratımına benzerlikler göstermektedir.

İşçi sınıfının özellikle yoksul mahallelerinde kadınların sıklıkla süsleme işleriyle uğraştığını görmekteyiz. El işi ürünlerde kullanılan bu süsleme estetik bir beğeni barındırmakla beraber bir yaratımdır da. Bu süsleme olarak sanatsal yaratımı kutsal bir nesne olarak kuran süslemeleri, cüz ve ilmihal süslemelerinde görmekteyiz. Ayrıca yine özellikle kadınların yaşamlarında çokça yer edinen ve onlar için töresel de bir değer taşıyan halı, havlu ve yazma süslemeleri gibi yaratımlarda görmekteyiz. En nihayetinde gerçekliğin sanatsal bir dönüşümü mevcut burada. Ayrıca bir imge ve ideal de açığa çıkmaktadır.

Kadınların el işi süslemeleri özellikle genç kadınlar için evlilik öncesi çeşitli hazırlıklarda da görülebilir. Oldukça özen gösterilen bu hazırlıklar genç kadınlar için köşeye sıkışmışlık durumundan uzaklaşmak için önem kazansa da en yaygın örnekleri bu süreçte görebiliriz. Bahsedilen hazırlık süreçleri kişinin yalnızca kendisinin değil çevresinin de dahil olduğu kolektif bir süreçtir ve ortaya çıkartılan el işi süslemeler ve beğeni nesneleri de toplumu bir arada var olmaya iten ve etkileşimini sağlayan estetik beğeni araçları halini almaktadır.

Süregelen bu alışkanlıkların ‘en verimli’ örneklerinin evlilik öncesi hazırlıklarda görülmesi kadının kendini estetik anlamda var edebileceği tek yaşam alanı olarak görmesinden beslense de verilen önem orta çıkan ürünü daha değerli hale getiriyor.

Sanatsal yaratım her zaman bir şablon şeklinde değerlendirilecek sınırda değildir. Toplumlar ve sınıflar kendi bilinç düzeylerine denk gelecek şekilde sanatsal bir üretim yapmaya ihtiyaç duyarlar. Bu sanatsal üretim toplumun ortak beğeni değerleri etrafında toplanmasının en temel parçalarından biri olmaktadır ve topluluk için kolektif moral sağlamaktadır. Duyguların da ortaklaşmasına aracılık etmektedir. Bu açıdan sanat toplumsaldır ve sanatsal-estetik yaratımı insanı diğer canlılardan ayıran özelliğidir. Tıpkı ilkel komünal dönemde bireylerin çeşitli ayin ve büyü ritüeline katılırken ki sahip oldukları toplumsal bilinç gibi ve özellikle yine kadınlar açısından çeşitli süslenme biçimleri de topluluk anlayışının ve orada kabul görmenin bir karşılı halini almaktadır.

Sınıfın erkek bireyleri açısından ise tespih yapımı ve süslemesi örnek verilebilir. Çakmak süslemeyi de buna dahil edebiliriz. Bu süslemeler basit renklendirme ve taş çeşitlerini kullanmakla sınırlı değildir. Süslemelerde çeşitli resimler de yapılmaktadır. En nihayetinde bu tarz ürünlerin de birey için pratik ve yaşamının içinde bir anlamı bulunmaktadır. Tespih çekmek anlamında dini bir değeri estetize edebilir ya da yaşamın stresini atabilmek ve görece huzurlu bir kafaya sahip olabilmenin aracı haline gelebilmektedir. İnsanın huzur bulacağı nesneyle olan ilişkisinin estetik açıdan da bir ideali çağrıştırması ve bir beğeni durumu yaratması gayet değerlidir ve kısmen sanatsal bir üretim biçimidir.

Bu tespihler birçok farklı işlenmiş taştan meydana gelebilmektedir. Bu tespih tanelerine bazen minyatür resimler de çizilebilmektedir. Tespihte cisimleşmiş bu estetik beğeni biçimi aynı zamanda tespihin bireyin yaşamındaki pratik işleviyle de doğrudan bağlantılıdır. Daha ince bir sanat ürününde böyle bir pratik yarar aranmaz ve bu anlamda tam bir sanatsal üretim olarak nitelemesek de çeşitli değerleri barındırmaktadır. Üstelik daha önce değinmiştik. Sanatsal inceliğin boyutu doğrudan ekonomik ve sosyal gelişkinlikle ve bu gelişkinliğin yarattığı kültürel bilinç düzeyi ile bağlantılıdır.

Sınıfın genç üyelerinin vücutlarına yaptırdıkları yaşamla çok pratik ve doğrudan bağlantılı olan dövmeler de bu sürecin bir parçasıdır. Genellikle bir tebessümle karşıladığımız gül resimli “canım anam” gibi dövme biçimleri de aslında belki de estetik açıdan bir trajedinin dışavurumu olmaktadır. Bu açıdan örnekler çoğaltılabilir.

Sınıfın geri bırakılmış ve gericileştirilmiş mahallelerinde düzenlenen çeşitli mevlitler ve bu mevlitlerde okunan melodik dualar ve kuran okumaları ilkel dönem büyülerini andırmaktadır. Güzel işlemeli bir Kuran, özel işlemeli yazmalar ve topluluğun sistematik dizilimi belli açılardan bu kutsal değerli pratiğe bir güzellik ögesi yerleştirmeye çalışmaktadır. Nazar boncuğu gibi belli açılardan totem ifade eden unsurlar ve bunların renk çeşitliliği ya da seçimi yine bir sanatsal, estetik üretimi ifade etmektedir.

Sınıfın daha incelikli olan edebiyat, resim, heykel, sahne sanatları gibi alanlarda doğrudan üretici oldukları bir durum ise maalesef çok nadir gözükmektedir. Bunun siyasi ve toplumsal sebepleri bahsettiğim üzere emperyalizmin doğrudan kendisi ile ilişkilidir.

Bütün bu örnekler tek başına yaşamın öbür değer birimlerinden soyutlanmış sistematik bir sanat ilişkisini ifade etmemekle birlikte birçok açıdan bunu karşılamaktadır. Bu gözlemlerimi işçi sınıfının çok yoğunluklu yaşadığı İzmit-Dilovası’ndan yapmış olduğumu ifade etmek isterim. İşçi sınıfının karşı karşıya kaldığı yıkım ve yabancılaşma buna uygun bir estetik anlayış ortaya çıkarmaktadır. Sanatsal bilinç düzeyinin kuracağımız sosyalist iktidarımızda işçilerin yaşam kalitesiyle birlikte yükseleceğini biliyorum ve bu inançla yazımı sonlandırıyorum.


Dipnotlar

[1] Erhan Nalçacı (2009) Bilgi üretme süreci olarak işçi sınıfı siyaseti ve bilim ilişkisi. Gelenek, https://gelenek.org/bilgi-uretme-sureci-olarak-isci-sinifi-siyaseti-bilim-iliskisi/

[2] İsmail Tunalı, Marksist Estetik. Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1. Basım, 1976, s. 62.

[3] Moissej Kagan. Güzelliğin Bilimi Olarak Estetik ve Sanat (Çeviri: Aziz Çalışlar). Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1982, s. 298.

[4] Moissej Kagan. Güzelliğin Bilimi Olarak Estetik ve Sanat (Çeviri: Aziz Çalışlar). Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1982.

[5] Moissej Kagan, a. g. e., s. 131.

[6] Ernst Hans Gombrich. Sanatın Öyküsü (Çeviri: Ömer Erduran- Erol Erduran). Remzi Kitabevi, İstanbul, 2016, s. 39.

[7] Arnold Hauser. Sanatın Toplumsal Tarihi (Çeviren: Yıldız Gölönü). Remzi J—Kitabevi, İstanbul, 1984, s. 62.

[8] John Berger. Görme Biçimleri (Çeviren: Yurdanur Aslan). Metis Yayınları, İstanbul, 2014, 24. Basım, s. 144.

[9] Arnold Hauser, a. g. e., s. 136.

[10] Ernst Fischer. Sanatın Gerekliliği (Çev: Cevat Çapan). Verso İmge Kitabevi, Ankara, 1990 s.117.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×