Marksist Tarih Felsefesi Üzerine Güncel Bağlamlı Düşünceler: Tarih, Devrim, Türkiye

Türkiye’de neler oluyor?

Bu yazının basit bir amacı var: Bu soruyu yanıtlamak için tarihsel bir çerçeve çizebilmek. Bu nedenle marksist tarihyazımında kritik önemdeki kimi kavramlara kısaca göz atmak gerekiyor. Zira Türkiye tarihinin ancak ve ancak Türkiye’nin özgüllükleri ile evrensel gelişim arasındaki ilişkinin sağlıklı kurulması ile anlaşılabileceğini düşünüyoruz. Bu bağlamda nereden başlamak gerekir?

Türkiye’de çok cephesi olan bir mücadele sürüyor. Bu mücadele, pek çok şekilde adlandırılabilir. Ancak bizim aklımızdan çıkmaması gereken öncelikli nokta söz konusu mücadelenin bir sınıf mücadelesi olduğudur. Türkiye’de sınıflar mücadelesi yoğun bir biçimde sürmektedir. Taraflardan birinin zafiyet içinde olması, saldırının mücadele boyutunu ortadan kaldırmaz. Öyleyse tartışmamıza sınıf mücadelesi ile başlayalım.

Sınıflar mücadelesi: Tarihin motoru mu?

Marksist tarihyazımında uzun süre devam eden bir tartışma tarihsel ilerlemenin mekanizmasına ilişkindir. Marksist tarih felsefesinin “evrimci” olmadığını söylemeye gerek yok. Ancak, marksizmde tarihin devrimler vasıtasıyla sıçramalar ve daha da önemlisi kopuşlarla ilerlediğinin altını çizmemizin bir anlamı var.

Peki devrimler nasıl ve neden olur? Daha önemlisi tarihsel süreçleri nasıl görmemiz gerekir? Özellikle de kapitalizm koşullarında.

Marx, bir devrim teorisi bırakmamış olsa da, bu konu üzerine en açık değerlendirmesini Siyasal İktisadın Eleştirisine Katkı’nın “Önsöz”ünde yapar. Marx’a göre gelişimlerinin belli aşamasında toplumun maddi üretim güçleri, öncesinde içinde faaliyet gösterdikleri mevcut üretim ilişkileri ve dolayısıyla mülkiyet ilişkileri ile çelişki içine girer. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olmaktan çıkıp onların prangası haline gelir. İşte bu noktada toplumsal devrim başlar. Buna ek olarak, Marx, hiçbir toplumsal düzenin kendi için gerekli olan üretici güçler tam olarak gelişmeden asla yok olmayacağı gibi, daha gelişkin yeni üretim ilişkilerinin de asla varlıkları için gerekli maddi koşullar eski toplumsal yapı içinde olgunlaşmadan eskilerinin yerine geçmeyeceğini belirtmiştir.1 Üretici güçlerin gelişimine öncelik veren bu yaklaşımın başka öğelerle desteklenmemesi tarihsel ve toplumsal gelişmelere ilişkin mekanik ve teknolojik determinist bir yoruma neden olmaktadır. Bu durum, üretici güçler kavramının indirgemeci bir anlayışla yorumlanmasından kaynaklansa da böyle bir tehlikenin önüne geçmek için söz konusu yaklaşımın iki açıdan tahkim edilmesi gerekmektedir. Bunlardan ilki, üretici güçler ile üretim ilişkilerinin bütünlüğünün kavranmasından geçmektedir. Çünkü, Marx’ın “toplumsal devrim” olarak adlandırdığı anın koşulu bu kavramsal çift ile anlatılan toplumsal olgular arasındaki uyumsuzluktur. Fakat bu uyumsuzluğa işaret etmek analiz gücünü artırmak ve/veya teknolojik determinizmden kurtulmak için yeterli değildir. Bu da kapitalizmin özgüllüğünden kaynaklanmaktadır. Marx’ın yine Siyasal İktisadın Eleştirisine Katkı’nın “Önsöz”ünde belirttiği gibi kapitalizm, insanlığın “tarihöncesi”nin son aşamasıdır. Dolayısıyla kapitalizmin özgüllüğü kendi tarihselliğinden kaynaklanmaktadır. Bu, başka bir açından şu anlama da gelmektedir: Kapitalizmin özgüllüğü sosyalizmin özgüllüğünde, yani kapitalizm ile sosyalizmin tezatlığında yatmaktadır. Kapitalizm-öncesi toplumsal formasyonlar ile kapitalizm arasındaki ilişki, kapitalizmin komünizmle kurduğu ilişki ile bir ve aynı değildir. İkinci ve daha önemli tahkimat da şu noktada yapılmalıdır: Komünist Parti Manifestosu’ndaki en temel önermelerden biri, toplumların tarihinin sınıflar mücadelesinin tarihi olduğudur. Dolayısıyla, tarih, sınıf mücadelelerinin ürünüdür. Öte yandan, sınıflar üretim biçimlerini ortaya çıkarmaz, aksine sınıflar üretim biçimlerinin ürünüdür. Dolayısıyla kapitalizmin özgüllüğü, onun ürünü olan sınıfsal yapıyı ve ona içsel sınıfsal mücadelelerin doğasını da belirler.

Bu son unsuru, “sınıf mücadelesi”ni biraz daha açalım. Üretim ilişkileri ve üretici güçlerin birlikteliğinden oluşan ve marksizmde belirleyicilik açısından ayrıcalıklı bir yere sahip olan alanın “temel” olduğunu biliyoruz. Temel, üstyapıyı ve dolayısıyla üstyapı içinden, Engels’in deyişiyle, kendisine en yakın öğe olan siyaseti belirler. Sınıflar mücadelesi, kanımca, bu noktada devreye girmektedir. Sınıflar mücadelesi, konusu itibariyle ve biçimsel olarak iktisadi alana uzansa da, sınıflar mücadelesini iktisadi alanla sınırlamak mümkün değildir ve bu mücadele iktisadi bir düzleme indirgenemez. Bu, marksizm düşmanlarının sarıldıkları ve zamanla kimi “marksistleri” inandırdıkları büyük bir yalandan ibarettir. Kapitalizmde iktisadi alanla siyaset arasındaki ayrımınbiçimsel olduğunun anlaşılamamasından doğan bu yanılgı, temel-üstyapı ilişkisinin kavranamamasına neden olmaktadır. Bu ayrımın özsel olmasının önüne sömürünün ve dolayısıyla sınıflar mücadelesinin başlı başına siyasi olması geçer. Sınıf mücadelesi, Marx’ın kullandığı metafor ile söyleyecek olursam, “tarihin motoru” başka boyutları ve sonuçları olmakla birlikte esas olarak siyaset ile iktisadi alan arasındaki süreklilik içinde “işlemektedir”. Sınıf mücadelesinin çok özel bir epizodu olan ve tarihsel ilerlemenin nirengi noktasını oluşturan devrimler bu nedenle esas olarak siyasal iktidar sorunu etrafında şekillenir.

Özet olarak, üretim ilişkileri ve üretici güçlerin birlikteliği temelin bütünlüğünü kurarken, sınıflar mücadelesi temel ile üstyapı ve özel olarak siyaset arasındaki ilişkilenmeyi sağlayan esas mekanizma olmaktadır. Dolayısıyla denebilir ki, temel, üstyapıyı sınıf mücadelesi vasıtasıyla belirlerken, e dönüşümlerin üstyapıdan etkilenmesi yine bu mücadele “mekanizması” üzerinden gerçekleşmektedir.

Bu yazının altını çizmek istediği önemli noktalardan bir tanesi, sınıf mücadelesinin tek boyutlu olarak algılanamayacağıdır. İşçi sınıfı ve kapitalistler arasındaki mücadele, iki ordunun savaş meydanındaki güçleri ile göğüs göğüse çarpışması yalınlığında gerçekleşmediği gibi yalnızca işçi sınıfına mensup kişiler ile kapitalistlerin fabrika avlusundaki mücadelesi biçiminde de tezahür etmez. Sınıfların gündelik çıkarlarının değişken ve kaprisli tavrı sınıflı toplumların uzun tarihinin tozları arasında çoğu zaman kaybolmak durumundadır. Bunların ortaya çıkarılması ve “büyük resim” içine yerleştirilmesi bir disiplin olarak tarihin işidir, ancak çoğu zaman siyasetin konusu değildir. Sınıf mücadelesinin farklı görünümlerini analiz etmek için uzun erimli sınıf çıkarları çerçevesinde bir analiz yapmak en anlamlısıdır. Çünkü sınıfsal çıkarlar ne sınıfların fiziki varlıklarıyla sınırlıdır ne de anlık biçimde şekillenir. Vereceğimiz iki örnek, ne demek istediğimizi daha net anlatmamıza yardımcı olacaktır. Bir örnek, “kapitalist devlet”in pratiği olabilir. Kapitalist devletin kimi zaman tekil kapitalistleri ya da katmanları sert biçimde karşısına alması kısa dönemli analizlerle açıklanamaz. Devletin “kolektif kapitalist” kimliği uzun vadeli analizde ortaya çıkar. Bunun yanı sıra sınıf mücadelesinin değişik kerteleri olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır. Zaman zaman piyasa koşulları dahilindeki rekabetin çok ötesinde ve politik biçimler alabilen kapitalistler-arası mücadele de özü itibariyle sınıflar mücadelesidir. Tüm bunlar sınıflar mücadelesinin “ulus ölçeği” dahilinde devam eden bileşenlerine işaret etmektedir. Sınıflar mücadelesinin bir de uluslararası ölçekte devam eden yansımaları ve boyutları vardır. Daha doğrusu uluslararası boyut, bize bir çerçeve sağlamaktadır. Kapitalist ülkelerin içsel mülkiyet ilişkilerinin uzun dönemde “jeopolitik olarak birleşik” ve “sosyo-politik olarak eşitsiz gelişme”2 ile belirlenen bir uluslararası çerçevede şekillendiğini teslim etmek gerekir. Bunun yanı sıra bölgesel ve uluslararası mücadelelerin sınıf mücadelesinden ayrı düşünülmesi mümkün değildir.

Bu noktada da yine bir özet yapmak gerekirse durum şudur: Yukarıda tarif etmiş olduğumuz model içinde sınıflar mücadelesi sınıf-içi mücadeleden uluslararası ölçeğe yayılan bir skalada farklı biçimlerde realize olmaktadır. Bu farklı biçim ve ölçeklerin bütünlüklü analizi yapılmadan tarihsel süreçlerin analizinin sağlıklı biçimde yapılması mümkün görünmemektedir.

Çizmiş olduğumuz “model” bizi başka bir kavram-çiftine çıkarmaktadır: Devrim ve karşı-devrim.

 “Burjuva Devrimi” ne işe yarar?

Yukarıda çizdiğimiz modelde siyasal alanın özgüllüğünün abartıldığı düşünülebilir. Bu, marksizmin belli yorumlarına karşı girişilmiş bir çubuk bükme değildir yalnızca. Esas amaç, sınıf mücadelesinin daha geniş bir çerçevede ele alınmasını ve söz konusu fenomene daha dinamik ve “politize edilmiş” bir bakış önermektir. Kabalaştırarak söylersek, konusunun tamamen iktisadi olduğu momentlerde dahi uzun vadede devrim-karşı devrim diyalektiği içinde kendine yer bulacak olan siyasal bir mücadeleden bahsediyoruz.

Sınıflar mücadelesinin biriktirdiği çelişkilerin içinde hareket ettikleri düzlemi parçalayarak daha serbest hareket edecekleri başka bir düzleme sıçramalarına, daha doğrusu mücadelenin taraflarından birinin bu zemini parçalamak üzere kılıç atmasına (siyasal) devrim diyoruz.3 Siyasal devrimde asıl olan, devlet iktidarının bir sınıftan başka bir sınıfa geçişidir. Burada özel olarak üzerinde durmak istediğimiz konu ise burjuva devrimidir.

Bir noktanın altını net biçimde çizmek gerekiyor: Marx, tarih disiplininde doğrudan kullanılabilecek çok az kavram (yöntem değil) geliştirmiş, temel eserlerinde tarihsel göndermeler yapmakla birlikte, bir tarih anlatısı ortaya koymayı denememiştir. Belki bunun tek istisnası, kapitalizmin kökenini tartıştığı Kapital bölümleridir. Bunun dışında Marx, tarihsel bir anlatı yazmamıştır. Tarih, Marx’ın çalışmalarında merkezi önem taşımakla birlikte işlevsel biçimde ortaya çıkar. Bu nedenle Marx’ın kullanmış olduğu kavramlarda iki sorun gözlemlemek mümkündür. İlki, Marx’ın kimi kavram ya da yaklaşımları döneminin eksiklikleri ve sorunları ile yüklüdür (örneğin Asyatik despotizm). İkinci sorun ise söz konusu kavramların tam olarak geliştirilmemiş olmasıdır. Söz konusu kavramlar kuramsal çözümleme içerisinde işlevsel biçimde ortaya çıkmakta, iyice geliştirilmeden ya da tarihsel kanıtla desteklenmeden kullanılmaktadır. Kanımca, Komünist Parti Manifestosu’ndaki aristokrasiye karşı bilinçli biçimde mücadele eden ve iktidarı alan muzaffer burjuvazi anlatısına dayanan burjuva devrimi kavramsallaştırması bunlardan biridir. Bu “ideal tip”,  hem tarihsel hem de kuramsal açıdan ciddi eleştiriler almıştır. Soruna daha çok parlamento ve köylülük sorunu üzerinden yaklaşan Lenin, “Rus Devrimi’nin Değerlendirmesi” isimli makalesinde geçmişte bahsettiğimiz ideal tipe benzer burjuva devrimlerinin olmuş olabileceğini teslim etmekle birlikte “Ülkemizde, burjuva devriminin zaferinin burjuvazinin zaferi olması imkansızdır.” demekte ve Rusya’nın özgül konumundan bahsetmektedir.4 Lenin, başka bir makalesinde ise burjuvazinin kendi devrimini yarım bırakacağını belirttikten sonra, gecikmiş Rusya nesnelliğine de gönderme yaparak toplumsal ve iktisadi içeriği itibariyle burjuva olan bir hareketin taşıyıcı güçleri itibariyle burjuva olmak durumunda olmadığını, bu hareketin proleter ya da köylü hareketi olabileceğini söyler.5 Benzer şekilde Gramsci, İtalyan burjuva devriminin özgüllüklerinden bahsetmiş ve burjuva devriminin tarihsel yönelimlerinden İtalyan güncelliğini okumayı denemiştir.6 Yerel ve toplumsal özgüllüklerin hesaba katılmasından, burjuva devriminin taşıyıcılarının sınıf karakterinden ve devrimin tarihsel rolü konusunda yapılan düzeltmelerden bahsetmiş olduk ve bu noktada devrimin politik sonuçlarını da ekleyerek şöyle bir toparlama yapabiliriz:

i. Burjuva devrimi, devrimi yapan sınıfa vurgu yaparak değil, uzun vadeli sınıfsal çıkarlar ekseninde yeniden kurgulanmalıdır. Burjuva devrimi sonucunda devlet, sermaye birikimini sağlamak amacıyla yeniden yapılanır. Bunun yanı sıra meydana gelen dönüşümlerle emeğin sermayeye formel boyunduruğu (mutlak artı-değer) yerini reel boyunduruğa (göreli artı-değer) bırakır.

ii. Burjuva devrimi, sonuçları itibariyle “liberal-demokratik” olmak zorunda değildir. Amaç liberal bir siyasal ortam yaratmak değil, (i)’de ifade ettiğimiz temeldeki dönüşümleri güvence altına almaktır.

iii. Bu genel noktaların dışında burjuva devrimleri, evrensel bir program takip etmezler. Bu nedenle özgüllükleri göz önüne alınmalıdır. Bu özgüllükler, mevcut bir ideal tipten soyutlanan listeden kontrol edilerek çıkarılamaz. Burjuva devrimlerinin özgüllükleri kendi tarihlerini belirler.

Bu noktalardan sonra, Lenin’in yukarıda alıntıladığımız makalelerinde vurguladığı bir noktaya geri dönelim: Burjuvazi kendi adına yapılan devrime muhakkak ihanet eder! Bu noktada iki soru önem kazanmaktadır. Bunlardan ilki “Burjuvazi neden kendi devrimine ihanet eder?” sorusudur. Burjuvazi, kendi karşı-devrimini kendi örgütlemediği takdirde kaderinin ne olacağının farkında olan bir sınıftır. Burjuvazi tek tek Avrupa ülkelerini aşarak dünya-tarihsel anlamda hakim sınıf olduktan sonra, kapitalizmin üstyapısal temel ilkesi burjuvazinin, ideallerini içerip aşacak bir devrim tehlikesine karşı kendisini sürekli yeniden organize etmesi olmuştur. Kapitalist sistemin almış olduğu tüm görünümlerde –faşizm de dahil olmak üzere- temel ilke budur. Bu, kapitalizmin işleyişini belirleyen ilke olan “sermayenin sonsuz birikimi” ilkesinin üstyapısal ifadesinden başka bir şey değildir. Burjuvazi her şeyden fazla önemsediği bir “ideale” ve her daim cebinde taşımak zorunda olduğu bir “düşmana” sahiptir. Burada bir çelişki yatmaktadır. Bu çelişki nedeniyledir ki, burjuvazi, kendi iktidarını koruyabilmek için kendi iktidarına zemin hazırlamış olan siyasal projeye karşı, Marx’ın tabiriyle, bir komploya girişir. Bu komplonun amacı, son kertede, gerçek “karşı-devrimi” engellemektir. Burjuvazi, kendisinin toplumun geneli adına öne sürmüş olduğu tarihsel iddiaları taşıyacak tek tutarlı sınıfın iktidarını, yani sosyalist bir devrimi önlemeye çalıştıkça kendi devrimine ihanet etmekten başka çare bulamaz. Öte yandan, bu sınıfın iktidarını önlemeye çalışmadan da toplumsal yapı dolayısıyla, üretim ilişkileri içindeki hakim konumunu koruyamaz. Demek oluyor ki, burjuva devrimleri, karşı devrimleri bağırlarında taşırlar. Marx’ın deyişini biraz değiştirirsek, burjuva devrimi de aslında öyle ya da böyle karşı-devrimin uvertürü durumundadır. Görünürde dumanı üstünde tüten bir “burjuva devrimi” olmasa da, kendi iktidarını yerel olarak sağlama aldıktan sonra burjuvazi tüm “ruhuyla” birlikte “büyük kulübe” katılır.

Biz burada kişisel bir ihanete işaret etmemiş olsak da Engels, karşı-devrimlerde kişisel ihanetlerin bize pek bir şey anlatmadığının altını çizer ve şunu söyler: Falanca kişinin devrime ihanet etmiş olması, doğru ya da yanlış, bize halkın kendisine karşı nasıl böyle bir komploya izin verdiğini açıklamaz. Bu kısım önemlidir. Burjuvazi, halka karşı girişmiş olduğu komploya halkı nasıl razı eder? İkinci soru da budur. Devrimci-olmayan dönemlerde bu sorunun yanıtının nasıl verileceği daha büyük öneme sahiptir. Bu soruya verilecek yanıt ne yazık ki bu çalışmanın sınırları dışında kalsa da şu kadarını söylemekle yetinelim: Bir önceki sorunun yanıtı olarak öne sürdüğümüz üstyapının sürekli reorganizasyonu dediğimiz mesele, aslında, arasında “Çin Seddi” olmayan ideolojik aygıtlarla şiddet aygıtının yeni kombinasyonlarının kurulmasından başka bir şey değildir. Ancak bu kombinasyonların nasıl kurulacağı, teoriden çok pratikle ilgili bir meseledir. Bu nedenle sonsuz sayıda farklı örnek verilebilir, “Osmanlı’da oyun bitmez” hesabı, bu anlamda burjuvazide oyun bitmemektedir. Ancak, içlerinden bir tanesi belki bizim bundan sonra üzerinden devam edebileceğimiz bir yol açabilir.

Lenin, “burjuva karşı-devrimi” kavramını çokça ve devrimci harekete karşı olan muhalefeti anlatmak için kullanmaktadır. Ancak “Ağaçlara Bakmaktan Ormanı Göremiyorlar” isimli makalesinde “burjuva karşı-devrim”in ne demek olduğuna ilişkin bir değerlendirme yapar. Lenin, marksizmden ya da tarihten hiç mi nasiplenmiyorlar diye Menşeviklere isyan ederken bir noktanın altını çizer. Her siyasal analiz sınıf meselesine odaklanmalıdır: Hangi sınıflar devrimi, hangi sınıflar karşı-devrimi temsil eder. Bunun ardından Lenin, muhatapları için kısa bir tarihsel özet yapar:7

“Fransız tarihi bize gösteriyor ki Bonapartist karşı-devrim, karşı devrimci burjuvaziye yaslanarak on sekizinci yüzyılın sonunda oldu (ve sonra ikinci bir defa 1848’den 1852’ye kadar) ve bir yasal monarşiye giden yolu döşedi. Bonapartizm, demokratik devrim ve demokratik dönüşüm koşullarında burjuvazinin karşı-devrimci doğasından doğan bir yönetim biçimidir.”

Lenin, karşı-devrimin sözde demokratik reform dönemlerinde doğduğundan bahsetmektedir.

Bu makalenin yazılmış olduğu dönem, Rusya’da Kerenski yönetimindeki geçici hükümet dönemidir. Lvov yönetimindeki ilk geçici hükümet, Temmuz ayaklanmaları ertesinde Kadet Partisi’nin bakanlarının istifa etmesiyle dağılmıştır.  Lenin’e göre bu olaylar burjuvazinin iç savaş ilanıdır. Hükümet birkaç haftalık aradan sonra yeniden kurulur. Bu esnada Bolşevikler tamamen illegal duruma düşmüşlerdir. Bu hükümet döneminin ayırt edici olayı meşhur Kornilov Darbesi’dir. Lenin’in darbenin geçici hükümet ama özellikle Kadet Partisi tarafından bolşeviklere ve sovyetlere karşı örgütlendiğine dair herhangi bir kuşkusu yoktur. Ancak Lenin’in konu ile ilgili dikkat çektiği husus başkadır:8

“Çar yanlısı bir karşı-devrim şu anda görmezden gelinebilir durumdadır; siyasal hiçbir önemi olmadığı gibi siyasal bir işlevi de yoktur. Çar yanlısı karşı-devrim gulyabanisi ahmakları korkutmak, cahillere siyasal bir heyecan sağlamak ve halkın dikkatini gerçek ve ciddi karşı-devrimden başka tarafa çekmek için şarlatanlar tarafından hususi olarak abartılıp, üzerinde yaygara kopartılıyor.”

Aynı makalede Lenin, Menşeviklerin karşı-devrim girişimi karşısındaki politik tutumunu şu şekilde anlatır:9

“Martov’un yaptığı ve küçük-burjuvazinin A’dan Z’ye tüm siyasal fikirlerinin tipik bir göstergesi olan teorik yanlışların en göze batanlarından biri çar yanlısı bir karşı-devrimi ve genel olarak monarşi yanlısı bir karşı-devrimi bir burjuva karşı-devrim ile yenmeye çalışmalarıdır. Bu, burjuvaziye iktisadi, siyasi ve ideolojik olarak bağımlı olmaktan kurtulamayan küçük-burjuva demokratlara özgü darkafalılık ya da ahmaklıktır. Bunlar, önceliği hep burjuvaziye verirler ve onları bir “ideal” gibi görürler ve burjuvazinin “sağdan karşı-devrim” tehlikesi çığlıklarına inanırlar.”

Lenin, en çok da Martov’un “hükümetin üzerindeki sağdan gelen basıncı soldan basınç yaparak dengeleme” argümanını ahmakça bulmaktadır. 

Bolşevikler dışında Rus solunun tamamı, çarlığın yıkılması ile somutlanan süreci, desteklenmesi gereken bir devrimci süreç olarak görmüştür. Bolşevikler, dönüşümün şiddeti ve sınıf karakteri konusunda aynı fikirdedir, ancak durulması gereken yer konusunda tamamen farklı bir çıkarımda bulunmaktadır. Çünkü yukarıdaki alıntılardan da görüleceği gibi Lenin, sürece güncel olayların kör edici parlaklığı ışığında değil, tarihsel bir perspektiften ve zenginlikle bakmaktadır. Bu süreçte, Rusya’daki burjuva devrimi hızla bir karşı-devrime dönüşmüştür. Üstelik inanılır gibi değil ama burjuvazi, karşı devrim olarak büyük bir komploya girişmiştir. Hükümete karşı monarşi yanlısı bir darbe tehdidini kullanarak sosyalist devrimin kanallarını kurutacak kendi karşı-devrimini perdelemeye çalışmaktadır. Sol da bu perdeleme girişimine ciddi biçimde destekte bulunmuştur. İnanılır gibi değil, değil mi! Hatta Başbakan Kerensky, monarşi yanlısı bir general olan Kornilov’la bir darbe konusunda anlaşmıştır bile. Güç dengeleri ve Bolşeviklerin kararlı duruşu ile sovyet örgütlenmesinin varlığı bu planın gerçekleşmesini mümkün kılmaz. Bolşevikler, hem tarihsel hem güncel anlamda bu darbenin kendilerine dönük bir darbe girişimi olduğunu görmeleri sebebiyle darbeye ve de darbeyi örgütleyenlere karşı hem fiziken hem de siyasal biçimde mücadele etmişlerdir.

Bu örnek bizi başka bir örneğe getiriyor: Türkiye Cumhuriyeti!

Devrim ve Birinci Cumhuriyet

Türkiye’de “Cumhuriyet” bu bağlamda özel olarak incelenmesi gereken bir örnek oluşturuyor. Türkiye’de cumhuriyet geç ve görece uzun bir zamana yayılmış (kabaca 1908-1926) bir burjuva devriminin neticesinde vücuda geldi. Geç burjuva devriminden kastımız, kapitalizmin baskın üretim biçimi olmasından sonra gerçekleşmiş olmasıdır. Geç olma durumu, marksist literatürde daha çok eksiklikle tarif edilse bile, esas üzerine basılması gereken nokta bu devrimlerin içine doğmuş oldukları atmosferin belirlenmişliğidir. Özellikle, emperyalizmin varlığı ile birlikte bu belirlenmişlik ve bağımlılıktan bahsetmek daha mümkündür. Tersinden söyleyecek olursak, emperyalizm aşaması ile birlikte kapitalist üretim tarzı içinde Almanya örneğinde olduğu gibi geriden gelerek yetişip aşmak gibi bir perspektif imkansız hale gelmiştir. Türkiye’de burjuva devrimi de bu atmosferde ortaya çıkmıştır. Temel dinamiklerini şu şekilde özetlemek mümkündür:

1. Bu süreç, aynı zamanda ancien régime’in hakim sınıfının organik krizinin son aşamasıdır. Bu sınıf, imparatorluk sınırları dahilinde yönetemez duruma gelmiştir. Buna ek olarak, Osmanlı uluslararası alanda tarihsel meşruiyetini yitirmiş, tümüyle arkaik bir siyasal yapı halini almıştır. Yönetenler eskisi gibi yönetememekte, yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istememektedir.

2. İmparatorlukta klasik anlamda işçi sınıfı mücadelesi küçük yerelliklere sıkışmış durumdadır. Ancak bu durum imparatorluğun sınıflar çatışmasından muaf olduğu anlamına gelmez. İmparatorlukta ortaya çıkan ve ancien régime’in işlemez hale gelmesinde hem sebep hem de sonuç olan –özellikle gayrımüslim– milliyetçiliklerin sınıf karakterini gözden kaçırmamak gerekir. Milliyetçiliğin popülarize olduğu dönemde ise ulusal kimlikleri aşacak ve bu kimlikleri kucaklayacak bir sınıfsal bilinç gelişmemiştir.  Diğer taraftan, bir burjuvazi ve/veya onun namına hareket eden “aktif devrimci azınlık” ya da “modernleştirici irade” belli unsurları itibariyle aşkın bir sınıfsal bilince sahipken geniş halk yığınlarında oturmuş bir ulusal kimlikten bahsetmek bile mümkün değildir.

3. Türkiye’deki burjuva devrimi üç özel konjonktür ile çakışmıştır: İmparatorluğun dağılmasına ek olarak Paylaşım Savaşı ve Ekim Devrimi’ni sayabiliriz. Rus Çarlığı’nın ve Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ile Türkiye’deki burjuva devrimi süreci ve Ekim Devrimi “jeopolitik olarak birleşik” ve “sosyo-politik olarak eşitsiz gelişme”nin çok net bir örneğidir. Birbirine komşu bu iki ülkedeki birlikte belirlenmişlik bu iki ülkenin kısa yirminci yüzyıldaki kaderini belirlemiştir ve Türkiye’nin üzerinde etkisini hala korumaktadır.

Bu üç kalemden tümüyle özgün bir resim mi çıkmaktadır? Liberal muhafazakar tarihyazımına göre yanıt “evet”tir. Onlara göre Osmanlı’daki gecikmiş gelişme tümüyle kendine has bir süreç yaratmıştır. Bu süreç kapitalistleşme ya da burjuva devrimi ile değil, bir azınlık tarafından hayata geçirilen tepeden-inmeci bir modernleştirme projesi, bir toplumsal mühendisliktir. Bu toplumsal mühendislik projesinin temel yapıtaşı ise Türk milliyetçiliği ve laikliktir. Bu proje uyarınca bir avuç profesyonelin inisiyatifiyle devlete bağımlı bir Türk kapitalist sınıf yaratılmış; bu durum da devlet-sermaye ilişkilerini belirlemiştir. Bu nedenle de bu resimde “sınıf mücadelesi” yalnızca bir koşulda ortaya çıkar, o da bürokrasi ve kapitalistler arası iktidar mücadelesidir. Bu resimde işçi sınıfı, kimyasal bir reaksiyonda ortaya çıkıp sonra kaybolan bir ara ürün gibidir. Başlangıçta tabloda kapitalizm gelişmediği için göremediğimiz işçi sınıfı, sonradan kapitalizm aşırı derecede gelişip “post-endüstriyel” hale geldiği için ortadan kalkar. Arada sınırlı süre için görebildiğimiz işçi sınıfı ise aslında “kendisi için” bilince ulaşamadığı için sınıf olmaktan ziyade çalışan insanlardır.

Oysa bunların hemen hiçbiri resimde gösterilmeye çalışıldığı gibi bir özgünlük arz etmez.

Bir avuç profesyonel tezi, yahut süreci bir hükümet darbesine indirgeme eğilimi, bizim liberal-gericilerimizin bulmuş olduğu bir “bahane” değildir. Önceki bölümde,  burjuva devrimi kategorisinin, katılımcılarının sınıfsal konumları üzerinden sorgulanmak suretiyle “burjuva” karakterine ilişkin itirazlar yapıldığını söylemiştik. Benzer nitelikte bir itiraz da genel olarak devrimlerin kitle katılımlarının sınırlı olmasına dikkat çeker. Bu itirazlara göre, söz konusu devrimler, kitleleri mobilize edemediğinden (örneğin, 1908 Jön Türk Devrimi) sadece bir hükümet darbesidir. İkili iktidar deneyiminin en net yaşandığı örneklerden biri olan Ekim Devrimi’ne dahi “darbe” muamelesi yapılması bu noktada hatırlanabilir. Söz konusu itiraz da tıpkı diğer itiraz gibi devrimlerin yarattığı etki ve sonuçları tarihsel bir açıdan değerlendirmeden, devrimlerin bir ideal modelle mukayese edilmesi neticesinde ulaşılan kestirme çıkarımlara dayanır. Oysa kimi devrimlerin kitlelerin mobilizasyonu ile “halk devrimi” niteliği kazandığı, (örneğin, Fransız Devrimi) kimilerinin ise kitlesel bağlarının oldukça zayıf kaldığı gerçeği (örneğin, 1688 İngiliz Devrimi) hem Marx hem de Lenin tarafından belirtilmiştir. Türkiye örneğine dönecek olursak, bu itirazın altının boş olduğunu, 1908’de başlayan sürecin resmedildiği şekilde halktan yalıtık olmadığını biliyoruz.10 Sorun, az önce de söylendiği gibi, liberal-muhafazakar tarihyazımındaki başlangıç amaçlarının birebir hayata geçirilip kısa ve uzun vadeli sonuçlara doğrudan yansıdığı, neredeyse tümüyle kendiliğinden, tüm eğilim ve söylemlerin kesin ideolojik kodlara denk düştüğü son derece mekanistik ve bir o kadar mükemmel bir devrim kavramsallaştırmasından kaynaklanmaktadır. Dünya üzerinde böyle bir devrim olmadığından ötürüdür ki bu “bilim insanlarına” devrim beğendirmemiz mümkün değildir. 

Yine, liberal-muhafazakar modelin önerdiklerinin aksine Türk milliyetçiliği ve laiklik, bugün pek çok kapsamlı çalışma ile biliyoruz ki, sürecin nedeni ve sürükleyicisi değil, sonuçları durumundadır. Üstelik bahsettiğimiz dönemde, yine iddia edilenin aksine, bu eğilimler programatik ifadelerini bulmuş, kararlı ideolojiler değildir.

Üçüncü nokta ise, devlet-bürokrasi-sermaye ilişkisidir. Daha önce soL’da da yazdığımız gibi, sermaye sınıfının devlet aygıtından ayrı biçimde doğup geliştiği bir coğrafya mevcut değildir. İlk kapitalistleşme deneyimlerinde bu durum bahse konu şekilde olmakla beraber (“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” yani laissez faire, laissez passer dahi planlı bir devlet politikasıdır.) geç-kapitalistleşme deneyimlerinin en önemli özelliklerinden biri devlet eliyle sermaye yetiştirilmesidir. Bu durum, Türkiye özgüllüğünü tek başına açıklayamaz; zira, bütün “çevre” ve “yarı-çevre” kapitalistleşme deneyimlerinin tanımlayıcı özelliklerinden biri budur.11

Bırakalım Osmanlı/Türkiye örneğini özgün kılmayı bunların hiçbiri Türkiye’ye özgü bile değildir. O halde Türkiye’deki burjuva devriminin özgüllükleri nelerdir?

1. Türkiye’de burjuva devrimi kesintili ve normalden oldukça uzun bir döneme yayılmıştır. Sürenin uzunluğu iki noktada önem kazanmaktadır. Öncelikle, bu durum devrimin öncesi ve sonrası arasındaki süreklilik iddialarını kuvvetlendirmekte ve dönüşümün radikalliğini gölgelemektedir. Diğer taraftan söz konusu uzun, tedrici ve kesintili süreç, ciddi hesaplaşmaların yaşanmasını, öznelerin saflaşmasını engellemiştir.

2. Türkiye’de burjuva devrimi kendi dönemi için de arkaik ideallerle yola çıkmıştır. İmparatorluğun aşılması değil, korunması; monarşinin kaldırılması değil, anayasal biçimde terbiye edilmesi; halklara özgürlük sağlanması değil, onların tımar edilmesi esas hedefler arasındadır. Devrimlerin hedefleri ile sonuçları arasında her daim var olan ve adına tarih denen açı burjuva devrimini bir burjuva devrimi yapmaktadır.

3. Türkiye’deki burjuva devriminin bir diğer özgüllüğü devrimin en yükseldiği dönemde kendisine sosyalist kuruluşun eşlik etmesidir. Türkiye’deki dönüşüm sınıfsal karakteri nedeniyle Sovyetler ile arasına mesafe koydukça yine arkaik kalmış ve her burjuva devriminde var olan içsel frenlerini kuvvetlendirmiş, egemen sınıfın bu frenlere olağandan fazla ve sert basmasına neden olmuştur.

4. Türkiye’deki burjuva devriminde sermaye birikimi açısından özgüllük, devletin piyasaya müdahalesinde değil, kapitalist gelişmeyi sağlayacak sermaye birikiminin tedricen imparatorluğun dışında kalmasındadır. Savaş sürecinde ve cumhuriyet kurulduktan sonra da sermaye zor yoluyla el değiştirmiş, bir “ilkel birikim” yaşanmıştır.

5. Geç kapitalistleşen, sınırlı bir sermaye birikimi üzerine kurulan ve dolayısıyla bağımlı bir gelişme çizgisine mahkum olan bir ülke olarak Türkiye’de sermaye birikimi sınırlı kalmış, bu sınırlı birikimin üzerinde de [3 ile birleşerek] dışa dönük olarak zayıf ve emperyalizmin desteğine muhtaç, içe dönük olarak da kuvvetli bir devlet aygıtı gelişmiştir. “Güçlü devlet tezi” denen liberal tarihötesi (transhistorical) aşkın kavramsallaştırmanın da marksist temelde ve doğru açıklaması budur.

6. Türkiye’nin tümüyle özgün bir yol izlediği tezinin kemalist varyantları da mevcuttur. Bu teze göre kemalizmin altın yılları olarak kodlanan 1930’larda kemalist Türkiye bir çeşit üçüncü yol izlemiştir. Türkiye’nin tüm dünyada gözlenen planlı iktisadi politikalar uygulaması Türkiye tarafından bir üçüncü yol izlendiği tezine dayanak oluşturmaya yetmez. Türkiye’deki tarihsel deneyimin burjuva devriminin tüm kuvveti ile frenlere bastığı bu dönemdeki özgüllüğü, güneydoğu Avrupa’dan genel olarak farklı bir şekilde Türkiye’de siyasal bir hareket olarak solun aşırı güçsüzlüğüdür. Türkiye’de yöneliş kesintisiz biçimde kapitalizmin altyapısal ve üstyapısal kurumlarının inşasına dönük olmuştur.

7. Türkiye’de burjuva devriminin öncüleri (öncelikle ittihatçılık, ardından kemalizm12) içine doğmuş olduğu çalkantılı uluslararası ve iç dinamiklerle “eğitilmiş”, bu durum onları aşırı pragmatist bir çizgiye taşımıştır. İdeolojileri bu nedenle oldukça “bulaşık” ve eklektiktir.

Solun burjuva devrimi sürecindeki aşırı zayıflığı, sol üzerinde de bir deformasyona neden olmuştur.

8. Sol, liberalizm gibi burjuva ideolojileri ile yeterli düzeyde hesaplaşamamış ve gerekli araçlardan yoksun kalmıştır.13 Modern Türkiye’nin tarihindeki kopuşu hissedemeyen ve kavrayamayan Türkiye solu, (1 ve 6’dan ötürü) kendi omuzlarına düşen kopuşu tarihsel olarak yerli yerine oturtmakta başarılı olamamıştır.

Türkiye’de burjuva devrimi ve Birinci Cumhuriyet, bu özgüllükler üzerinde yükselmiştir. Türkiye’yi tarihsel anlamda yerli yerine koymak için de söz konusu özgüllüklerin gözden kaçırılmaması gerekir. Üzerine uzun uzadıya değerlendirme yapamayacak olsak da, anlaşılması gereken nokta tüm bu özgüllüklerin Türkiye’nin tarihsel yörüngesini belirlediğidir. Türkiye’de anılan tarihsel zemin, biz istesek de istemesek de sosyalizm mücadelesinin üzerinde verildiği zemini belirlediği kadar, bu mücadelenin öznelerini ve nihayet işçi sınıfını da doğrudan etkilemiştir.  Ancak, tekrar etmek pahasına söylemek gerekirse, söz konusu tarihsel zemin, aynı zamanda sosyalist mücadeleyi mümkün kılacak araçları yaratmış, sosyalist projeyi tarihsel bir olasılık haline getirmiştir. Çelişkileri, başarısızlıkları ve başarıları ile… Şimdi görmemiz gereken nokta, Türkiye’deki kavganın sosyalizmi mümkün kılan zemini ortadan kaldırmaya dönük olmasıdır.

Dinin toplum üzerindeki etkilerinin sınırlanmadığı, gündelik hayatın tüm kodlarının din tarafından belirlendiği, aklın ölçü olmaktan çıkıp dini dogmanın temel referans noktası haline geldiği, toplumun cemaatlere bölündüğü, işçi sınıfının bütünlüğünün dini ve etnik kimlikler ekseninde yeniden kurulamayacak ölçüde parçalandığı, piyasanın toplumsal dokuya saldırısının sınırlanamadığı, piyasanın saldırısından kaçarak sığınılabilecek tek yerin cemaat dernekleri olduğu, modern örgütlenme biçimlerinin arkaik olarak damgalanıp gündemden düştüğü, siyasal düzlemin burjuva siyasetinin sahte seçeneklerine mahkum edildiği, kopuş ve alternatif fikrinin tümden gündemden düştüğü bir toplumda sosyalizm mücadelesi bir sosyalizm olasılığının gerçekliği nedeniyle değil, ancak ahlaki kalkış noktaları üzerinden verilebilir.

Bugün verdiğimiz kavganın ve doğru konumlanma ısrarımızın ardında bu tehlikenin büyüklüğü vardır. 

Sonuç Yerine: İkinci Cumhuriyet'ten İkinci İmparatorluk'a 

Birinci Cumhuriyet, iki önemli kriz yaşamıştır. Bunlardan bir tanesi, kapitalizmin 1970’lerdeki krizi ile çakışmıştır ki bu krizi bir “işaret krizi” olarak görebiliriz. İkincisi ise uluslararası karşı-devrimle çakışmış ve 1990’lara denk gelmiştir. Her ikisinde de “mıntıka temizliği” askeri müdahaleye düşmüştür. İlk krizde sol ezilirken, ikincisinde işçi sınıfına ve toplumsal dokuya karşı çok boyutlu bir saldırı yürütülmüştür. 1970’leri 2000’lere bağlayan bu çok boyutlu saldırıdır işte. 2000 dönemecine ise Türkiye büyük bir ekonomik kriz ile girmiş; anılan krizden çıkış için de 1970’i 2000’lere bağlayan bu sürekliliği mantıksal sonucuna vardırmaktan, yani tam boy bir karşı-devrimden başka çare kalmamıştır. Türkiye’de son beş senede yaşananlar ve yaşananların arkasındaki sloganlar işte bu tam boy karşı-devrimin hikayesidir. Bu çerçevede, yazının son bölümünde üzerinde durmak istediğimiz nokta karşı-devrimin mahiyetini ortaya çıkarmak için bu saldırının amacını vurgulamaktır.

Şimdi yazımızın başındaki sınıflar mücadelesi tanımına dönelim ve soralım: Devlet nedir? Belli bir soyutlama düzeyinde devlet egemen sınıfın baskı aygıtıdır. Ancak dediğimiz gibi bu belli bir soyutlama düzeyinde geçerli bir tanımdır. Meseleye başka bir düzlemde yaklaşacak olursak, devletin egemen sınıfın aracı olmanın yanısıra, sınıflar mücadelesinin en yoğun biçimde sürdüğü alan olduğunu da teslim etmemiz gerekir. Başka bir şekilde ifade edilecek olursa, egemen sınıfın bu aracı kullanması sınıflar mücadelesi tarafından koşullanır. Yani, kapitalist devletin kendisi ve kurumları sınıflar mücadelesinin izlerini taşır. Bizim, cumhuriyetin kazanımları diye kodladığımız da işte bu mücadeleler neticesinde emekçi sınıfların lehine olan kurumsallaşmış kazanımlardır. Bunlar doğrudan emekçilerin gündelik çıkarları ile ilgili olabileceği gibi tarihsel kazanımları ile de ilgili olabilir. Karşı-devrim, işte bu kazanımların ortadan kaldırılması, devletin belli bir soyutlama düzeyinde geçerli olan “sermayenin baskı aracı” niteliğinin her düzlemde ve her koşulda geçerlilik kazanmasıdır. Karşı-devrim, işçi sınıfının sosyal, iktisadi ve hukuki kazanımlarının devletin kurumsal yapısı ve işleyişinden ilanihaye koparılması ve sonuçta devletin sınıf karakterinin yalnız kuramsal düzeyde değil, gündelik işleyişte de sivriltilmesidir. Karşı-devrim, işçi sınıfının burjuva devrimi zemininde yürüttüğü mücadele ile elde etmiş olduğu tarihsel kazanımlarının gasp edilmesinin adıdır. Marksist olduğunu iddia eden solun, gündelik siyasetteki kuramsal ve tarihsel bakışı söylemsel radikalliğe kurban eden kör uçuşunun bir çıktısı olan “Devrim mi var ki karşı-devrim olsun?” sorusunun yanıtı budur. Olan, bir karşı-devrimdir. Son kertede, madalyonun bir yüzünde egemen sınıfın orta ve uzun vadeli çıkarları, öteki yüzünde işçi sınıfının zincirlerinin kuvvetlenmesi vardır.

Pekiyi karşı-devrimin ürünü nedir? Sorumuzun yanıtı “İkinci Cumhuriyet” olabilir mi?

Bundan uzun yıllar sonra geriye dönüp Türkiye tarihi incelendiğinde “ikinci cumhuriyet” bir ölü doğum vakası olarak değerlendirilecektir. Türkiye’de emekçi sınıfların devrimci kalkışması tehlikesine karşı girişilmiş olan uzun süreli karşı-devrimci saldırıda burjuva devrimi ideolojik düzlemde o denli silahsızlanmıştır ki tarihsel olarak aynı referanslarla (cumhuriyet) kodlanabilecek bir sistemin ortaya çıkması mümkün değildir. Türkiye’de sağ ideolojinin çeşitli hiziplerinin büyük bir koalisyonu olarak vücuda gelen yeni düzen partisi, AKP, bugün Türkiye’de egemen sınıfın iç yapılanması ile oynamakta, tüm siyasi yapıyı yeniden düzenlemekte, uzun süredir büyük oranda göstermelik hale gelmiş olan parlamenter düzeni ve hukuki kurumları tümüyle yürütmeye tabi hale getirmektedir. Marx, Fransa’da İç Savaş’ta bonapartist darbenin arka planını şöyle anlatmaktadır:

“Üretici sınıflara dönük kesintisiz saldırısında, (burjuvazi), sadece yürütme gücünü durmadan artan zor güçleri ile donatmak zorunda değil, aynı zamanda, kendi parlamenter kalesini, -Ulusal Meclisi- yürütme gücüne karşı tüm savunma araçlarından yavaş yavaş yoksun bırakmak zorunda da kaldı. Yürütme gücü, Louis Bonaparte'ın kişiliğinde, varlıklı sınıfın temsilcilerini kovdu.”

Sonrasına ilişkin Marx’ın tespiti şudur: “’Düzen partisi’ cumhuriyetinin doğal ürünü, İkinci İmparatorluk oldu.”14

Türkiye’de de “ikinci cumhuriyet” diye kodlanan içinde bulunduğumuz yeni dönem, restore olan “ikinci imparatorluk”tan başka bir şey değildir. Υeni-Osmanlı tartışmalarının bu bağlamda okunması da mümkündür. 

Bu noktada söylenmesi gereken ise çok basittir. Bir kez İkinci İmparatorluk restore edilmeye başladıktan sonra, sorun eski cumhuriyet mi imparatorluk mu sorunu olmaktan çıkar. Zira, Marx’ın yazdığı gibi, ikinci imparatorluğun antitezi, eski cumhuriyet değildir. İkinci imparatorluğun doğrudan antitezi emekçi sınıfın iktidarıdır.15

Geldiğimiz nokta budur.

Bu noktadan sonra,  “burjuvazinin tüm halka karşı girişmiş olduğu bu komploya karşı durabilecek tek odak"16 olarak bu komploya boyun eğmeyen insanların varlığı tarihsel önemdedir. Hem de Türkiye’de sınıflar mücadelesinin seyrini, tarihin akışını derinden etkileyecek kadar.

Türkiye devriminin tarihi yazılırken bir bölüm hiç şüphesiz şöyle başlayacaktır: “Türkiye’de yüz binlerce insan hızla kurumsallaşan ‘İkinci İmparatorluğa’ boyun eğmeyeceğini ilan etmişti…”

Dipnotlar

  1. Marx, K. ve D. McLellan (2000). Selected Writings. New York: Oxford University Press: 424-427.
  2. Bu kavramların daha detaylı bir değerlendirmesi ile ilgilenenler şu kaynağa bakabilirler: Teschke, B. (2003). The Myth of 1648: Class, Geopolitics, and the Making of Modern International Relations. Londra; New York, Verso: 12;  ve özellikle 262.
  3. Burada siyasal devrim ve toplumsal devrim arasında fark gözettiğimizi belirtmiş olalım.
  4. Lenin, V. İ. (1973). “The Assessment of the Russian Revolution” (Nisan 1908, Przeglad Socjaldemokratyczny) Collected Works, Progress Publishers, Moskova, cilt 15, 50-62. Link
  5. Lenin, V. İ. (1962). “The Agrarian Question and the Forces of the Revolution” (1 Nisan 1907,Nashe Ekho) Collected Works, Foreign Languages Publishing House, Moskova, cilt 12, 333-336. Link
  6. Gramsci’de burjuva devrimi ve İtalyan ulus-devletinin kuruluşu sorunsalına ilişkin bir tartışma için bkz. Sassoon, A. S.  (1980). Gramsci’s Politics, Londra: Croom Helm,125-129.  Ayrıca bkz. Anderson, Perry (1976). “The Antinomies of Antonio Gramsci”. New Left Review. No. 100 (Kasım 1976 – Ocak 1977), 5-78.
  7. Lenin, V. İ. (1977). “They Do Not See the Wood for the Trees”  (Proletary, 1 Eylül 1917)Collected Works, Progress Publishers, Moskova, cilt 25, sf. 254-255. Bu metne şu linkten de erişilebilir.
  8. a.g.e., 255.
  9. a.g.e., 253-54.
  10. Bkz.  Emiroğlu, Kudret (1999). Anadolu’da Devrim Günleri, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları; Kansu, Aykut (1995). 1908 Devrimi, İstanbul: İletişim Yayınları. Bu iki çok bilinen çalışmayı örnek olarak veriyoruz. Bunların dışında çok çeşitli çalışmaların ışığında farklı etnik unsurların ve İmparatorluk’un farklı bölgelerinin yoğun biçimde devrime katıldığını da biliyoruz.
  11. Munzam, Galip (2009). “Bir kez daha faşizm” soL Haber Portalı (7 Temmuz 2009).
  12. İttihatçılık ve kemalizm arasında mutlak bir süreklilik olduğunu elbette iddia etmiyorum. Bu ikisi arasındaki ilişki ve bu konuda tarihyazımındaki genel tartışmalar için bkz. Alpan, A. S. (2010). “Modern Türkiye tarihyazımında süreklilik-kopuş”. Bilim ve Gelecek. no.73.
  13. Ancak, sağın son dönemdeki iddiası da oldukça temelsizdir. Solun, kemalizm ile hesaplaşmadığı söylenemez. Solun sağlıklı unsurları, çocukça bir karşıtlık ile değil, kemalizme tarihsel biçimde yaklaşma konusunda oldukça donanımlıdır.
  14. Marx. Karl (1977). The Civil War in France. Pekin: Foreign Languages Press, 68.
  15. a.g.e., 69. Bu noktada içinde bulunduğumuz durumun devrimci olduğunu söylemek durumundayız. Marx, ünlü “Burjuvazi ve Karşı-Devrim” çalışmasında bu durumu şöyle anlatır: Biz legal değil devrimci bir zemin üzerinde durduğumuzu asla gizlemedik. Şimdi de hükümet, bu kez kendi payına, yasal zeminin ikiyüzlülüğünü ortadan kaldırıyor. O da kendisini devrimci bir zeminde konumlandırıyor. Zira karşı-devrimci zemin de devrimcidir.” Neue Rheinische ZeitungNo. 165, Aralık 1848. Link
  16. Marx, Fransa'da İç Savaş'ta devrim için silahlanmış Paris'ten bu şekilde bahseder.