Modernleşme ve Türkiye Solu: Bir Muhasebe Denemesi

Bu yazıda Türkiye solu ile sol ve işçi sınıfının Gogol’ün paltosu hesabı “içinden çıktığı” modernleşme sürecinin etkileşimi ve solun modernleşme ile kurduğu ilişki mercek altına alınacak. Bu nedenle, yazı kapsamında Türkiye solunun iki kuruluş sürecine odaklanacağız ve oradan günümüze uzanmayı deneyeceğiz. Ama bunlardan önce modernleşme ve Türkiye solu konusunda kimi değerlendirmelerde bulunacağız.

A. Kısa Değiniler

A.1. Modernleşme

Modernleşmenin farklı kuramsal çerçevelerden yola çıkarak çeşitli tanımları yapıldı. Burada bunların detaylı bir analizini yapmak amacında değiliz. Amacımız modernleşmeyi, Marksizmden yola çıkarak nasıl tarif edebiliriz sorusuna bir yanıt bulmak. Marksist bir çerçeveden yola çıkarsak, modernleşmenin kapitalizmin bir “ürünü” olduğunu söylememiz gerekir. Temelde kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin gelişmesi, kimi geleneksel yapıları çözüp, tıpkı Marx’ın Komünist Parti Manifestosu’nda söylediği gibi buharlaştırmış, kimilerini ise Marksizmin ilk dönem beklentilerinin biraz dışında bir eğilimle soğurmuş, kendisine eklemlemiştir. Bunun neticesinde yeni bir toplumsal formasyon oluşmuştur. Toplumsal formasyonu, üretici güçlerin ve mevcut üretim ilişkilerinin içinde devindikleri, yeniden üretildikleri ve belirledikleri bütün olarak tarif edecek olursak, modernleşme, temelde, daha yaygın tabirle altyapıda, gelişen kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal formasyonun değişik veçhelerinde (siyasal, ideolojik, kültürel, ahlaki vs.) meydana getirdiği dönüşümün tamamına verilen isimdir. Yeni toplumsal formasyon bu anlamda modernizasyonun ürünüdür. Altını çizmek için tekrar etmek gerekirse, modernizasyon eskiyi tamamen ortadan kaldırmak üzere hareket eden bir buldozer değildir. Modernizasyon, eski toplumsal formasyonun belli unsurları ile eklemlenir ve bu eklemlenmenin değişik biçimleri modernleşme pratiklerinin özgül yanlarını ortaya çıkarır. Söz konusu özgüllüklerin ortaya çıkarılması, dolayısıyla toplumsal formasyonun özgüllüklerinin keşfedilmesi, bundan siyasal sonuçlar çıkarılması ve bu sonuçlar ışığında bir devrim “teorisi” üretilmesi… Sosyalist devrim “teorisi”ni bir bağlam için özgül kılan işte bu süreçtir.

Modernleşmeyi eğer temeldeki kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin gelişmesinin bir sonucu olarak tarif ettiysek, kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin modernleşmeye de yansıyacağını varsaymak durumundayız. Buradan “geç modernleşme” kavramına ulaşıyoruz. Geç ya da gecikmiş (belated) modernleşme, “merkez”de belli bir tarihsel konjonktürde ortaya çıkmış ve evrilmiş, “merkez”i “öteki”nden ayrı kılan üstyapısal kurum ve bir dizi yapısal özelliğin merkez-dışındaki bölgelere, belli model ve programlar biçiminde ithal edilmesi biçiminde tarif edilebilir. Bu süreç, belli bir kadro, bir öncü kol eliyle kurgulanır, yürütülür ve yönetilir. Bütünde, başka bir deyişle “merkez” ile kapitalizme geç eklemlenen bölgeler arasındaki eşitsiz gelişim bu şekilde tezahür ederken, söz konusu tikellikte eşitsiz gelişim yapı ile üstyapısal gelişim arasında gözlemlenir. Modern üstyapısal kurumların ve yapıların iktibas edilmesi temeldeki kapitalist gelişmenin doğal evrimi neticesinde gerçekleşmez –ki böyle bir “doğal evrim” zaten mümkün değildir– ve kapitalist gelişmenin temeldeki gelişimini önceler. Üstyapıdaki aşkınlık, işlevsel bir role de kavuşur ve temeldeki gelişimi hızlandırmak gibi bir fonksiyonla da donanırlar. Eşitsiz gelişmenin rolü burada da bitmez ve geç modernleşme projeleri açısından bir olumsuz ve bir olumlu sonuç ortaya çıkarır:

Gecikmiş modernleşme, “yanlış” bir yola savrulduğu, bozulduğu için değil, iktibas edilen modellerin hiçbir zaman tam manasıyla kopyalanması mümkün olmadığından hep “tamamlanmamış” olarak kalır. Zira bu modeller uygulandıkları yerde, asılları gibi işlemezler.1 Bu bir yönüyle yukarıda bahsettiğimiz eklemlenme sorunsalı ile ilgilidir. Bir diğer açıdan karşılaşılması kaçınılmaz olan tepkilerdir. Bu tepkiler modernleşmeye kökten karşı gelenekselci tepkiler olabileceği gibi belli dönüşümlere karşı kısmî bir itiraz biçiminde de gelişebilir. Buna ek olarak, söz konusu tepkiler, modernleşmenin ortaya çıkardığı olanaklara toplumun belli kesimleri tarafından ulaşılmasının mümkün olmadığı durumlarda modernizmin kendisinden ziyade uygulayıcılarına dönük tepkiler biçiminde de vuku bulabilir.

Hem bu tepkiler karşısında hem de modernleşme projesinin genel olarak uygulanması noktasında, modernleştirici iradenin en büyük avantajı, geç modernleşme sürecinin eşitsiz gelişimden kaynaklanan düşünümlü (refleksif) yapısıdır. Düşünümlülük, modernleştirici iradenin kendisinden önceki deneyimlerin bilgisi ile hareket ettiğine işaret etmektedir. Bu, modernleşme projesinin uygulanmasında modernleştirici iradeye, elbette son kertede söz konusu kadroların siyasi yetileri ile belirlenecek, belli bir öngörü ve vizyon sağlar.

Bu genel noktaların ardından yukarıda çizilen çerçevenin Türkiye solu açısından ne mânâya geldiği tartışılacaktır. Ancak buna geçmeden Marksizm ile modernite arasındaki ilişkiye dair bir parantez açmak gerekecektir.

A.2. Türkiye Solu

Türkiye’de sol/sosyalist hareket de paltosundan çıktığı bütün tarafından üstbelirlenmiştir. Bu bütün, geç 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyılın toplumsal formasyonudur.2 Türkiye solu bu konjonktürün ürünüdür ve bu dönemin yadsınamayacak izlerini taşır. Bunlara aşağıda değineceğiz. Ancak burada öncelikli olarak altını çizmek istediğimiz bir nokta mevcut. Türkiye solunun kuruluş dönemeci ve onu üstbelirleyen dinamikler açısından bir milat saptamak hususunda daha somut konuşmamız mümkün: Türkiye sosyalist hareketi bir post-Ekim harekettir. Yakın zamanda kaybettiğimiz İngiliz Marksist tarihçi Hobsbawm, Aşırılıklar Çağı: Kısa Yirminci Yüzyıl Tarihi isimli çalışmasında Çin’deki sosyalist hareketi betimlemek için kullandığı “post-Ekim” kavramını şu şekilde açımlar: “[Çin komünizmi] post-Ekim bir hareketti. Marx’a Lenin, daha doğrusu Stalin’in Marksizm-leninizmi üzerinden ulaşmıştı.”3 Metin Çulhaoğlu, örneğin Şefik Hüsnü’nün Marksist birikiminin Çin’deki komünist önderlerden daha gelişkin olmasını gerekçe göstererek Hobsbawm’ın tanımı ile Türkiye sosyalist hareketinin post-Ekim olarak nitelendirilemeyeceğini savunmaktadır.4 Çulhaoğlu’nun bu itirazına katılmıyorum. Bunun iki nedeni var: Birincisi, Marksizmin tekil entelektüellerin fikir dünyasında yer etmeye başlaması, bunların bir olgunluğa ulaşması ile bir hareket olarak sosyalist hareketin olgunluğa ulaşmasından bahsetmemiz arasında fark vardır.5 Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, Hobsbawm’ın incelediği Çin’de de 1899 (Marx’a Çince’de yapılan ilk referansın tarihi) ile 1917 arasında politik anlamda Marksizmin bir etkisi olmasa da, Marksizme dönük sınırlı bir ilginin varlığından bahsedilebilmektedir. Marksizme dönük ilgi 1918 ile 1920’lerin ortasına kadar artmış, daha sonra da siyasal ve düşünsel dünyada yerleşiklik kazanmıştır.6 Zaten, öyle zannediyorum ki, Hobsbawm, söz konusu tanımlamayı, Çin’de sosyalist hareket içinde hiç kimsenin 1917 öncesinde Marksizm bilmediği anlamında kullanmamıştır. Daha ziyade kastedilen Marksizme dönük politik ve düşünsel ilginin Ekim Devrimi sonrasında yoğunlaştığıdır ki, Türkiye’de de durum budur. Zaten daha yakın tarihli bir başka çalışmasında Çulhaoğlu da Türkiye solunun “‘genesis’ sorunu”na ilişkin yazarken bu durumu teslim etmektedir: “Türkiye’de … Marksizm ciddi bir ön birikime ve deneyime hiç sahip olmadan, doğrudan doğruya bolşevizme ve Komintern’e (III. Enternayonal) doğmuştur. ”7 Aydemir Güler de aranışçı ve deneyci Osmanlı aydınının gündemine sosyalizmin bir alternatif olarak girmeyişini ve “üç tarz-ı siyaset” olarak kodlanan siyasal akımların (Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük) sayısının neden dörde çıkmadığını şöyle açıklamaktadır:

Sosyalizm ‘başka yollarla olmadı, bir de bunu deneyelim’ denemeyecek ölçüde radikaldir. Ama bizim tarihimizde, sosyalizmin de, kendinden önceki başat siyasal ideolojiler kadar kolaylıkla girebileceği bir aralık bulduğu kesindir. Bu kapıyı ülkedeki tarihsel kriz ve yanı başımızdaki Sovyet Devrimi aralamıştı.”8

Türkiye’de sosyalist hareketin bir post-Ekim hareket olması neden önemlidir?

Bizim coğrafyamızda Marksizm, yukarıda alıntıladığım yazarların da belirttiği üzere yüzyılları aşan bir düşün ve eylem birikiminin üzerine gelmemiştir. Üstüne üstlük kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin gelişkin, iğreti olmayan ve baskın bir biçim almasından önce eşitsiz gelişimin bir ürünü olarak gelişmeye başlayan solun omurgası, beğenelim ya da beğenmeyelim, bolşevizm tarafından çakılmış ve devrim sonrasının “taktik ve strateji” arayışları ve tartışmaları tarafından belirlenmiştir. Bu adeta, birinci kuşak sol aydınların içinden çıkmış oldukları Osmanlı aydınlarının reel-politiker aranışçılığı ile perçinlenmiştir. Dahası, Türkiye’de sınıflar mücadelesinin partili-komünist ayağı, Sovyet dış politikasının ve hatta iç politikasının belirleyiciliği altında prematüre kalmış ve enternasyonal görevleri ile Türkiye devriminin öncelikleri arasında bir denge kuramamıştır. Bu dönemin Türkiye solunun tümü üzerinde bıraktığı doğum lekelerini bugün dahi gözlemlemek mümkündür. Bu durumun Türkiye solu üzerinde iki olumsuz sonucunu saptayabiliriz: Birincisi, Türkiye solu, toplumsal formasyonun özgüllüklerini kavrayarak politika üretmek yerine “tabiyeti” yeğleyen bir politik tembellik geliştirmiştir. Bununla bağlantılı, hatta bu durumu besleyen biçimde, Türkiye’de sol reel-politikadan kuramsal tartışmalara ulaşamamış, Yalçın Küçük’ün aydınlar için kullandığı ifade ile söyleyecek olursak, pratik teorinin yerini almış, sol aydın adeta pratiğin kendisini teori zanneder olmuştur.9 Sol, bundan ötürüdür ki kimi çocukluk hastalıklarını aşmasını sağlayacak, gelecekte kendisine musallat olması mümkün kimi hastalıklara karşı bağışıklık sistemini güçlendirecek hesaplaşmalara girmemiştir. Bu noktaya daha sonra yeniden döneceğiz.

Solun kuruluş sürecinin diğer önemli girdileri Anadolu’daki ulusal direniş ve ardından gelen kuruluş süreçleridir. Bu sürecin, bizim konumuz bağlamında söyleyecek olursak, ayırt edici özelliği, 19. yüzyıldan başlayarak gelişen ve giderek gürbüzleşen genel bir modernleşme/batılılaşma ideolojisinin içinden bunları içeren cumhuriyetçi-Kemalist ideoloji çıkmasıdır. Türkiye solu, bu “modernleştirici kol”un etkisi ve belirleniminden kendi kuruluş sürecinde çıkamamıştır. Sol söz konusu olduğunda pratik ve teori arasındaki dengenin pratik lehine aşırı-bozuk seyri ve Kemalist “modernleştirici kolun” kendi ideolojik çizgisi ve tarihsel seyri dışında kalanlara dönük tasfiye edici etkisi modernleşme konusunda solun ufkunu belirlemiştir. Bu anlamda modernleşme paradigmasını aşamamıştır.


 

Bir Parantez: Marksizm ve Modernizm

Modernizm ve modernleşme kavramları ve bu kavramların öncülleri ile Marksizmin ilişkisi kendi başına bir tartışmanın konusu olabilir. Bu yazıda amacımız bu değil, ancak Türkiye solunun modernleşme ile kurduğu ilişkideki sorunlara dikkat çekmek amacıyla Marksizmin modernizme bakışına ilişkin kısa bir parantez açmamız gerekiyor.

Marksizm, herhangi bir rezerv olmadan söyleyecek olursak, modernizmin bir çocuğudur. Ancak bu durum, Marksizm ile modernleşme ve onun sonuçlarının bir yekûnu olarak modernizm arasındaki ilişkiye dair pek az şey söylemektedir. Marksizm, ne bir tür modernizm okumasına indirgenebilir, ne de modernizm ve onun öncüllerinden tümüyle koparılabilir. Marksizm, en kapsamlı modernizm eleştirilerinden biridir. Marx, modernizm ve onun öncüllerinin insanlığın evrensel birikimine nakşettiği akıl, (özgür) birey/yurttaş, (modern) devlet, hukuk gibi kavramları kapitalizm bağlamına yerleştirmiş ve deklase görünen kavramların sınıfsallığını ortaya çıkararak bu kavramların evrensellik iddiasını yerle bir etmiştir. Marksizm, özgür birey/yurttaş ile aşılacağı iddia edilen efendi-köle ilişkisinin modern dünyadaki yeni biçimini gözler önüne sermiş, “özgür birey” kavramsallaştırmasının nesnel kısıtlarını sınıfsallık zemininden kalkarak açıkça ortaya koymuştur. Marx, modern dünyaya bakınca burada aklın ete kemiğe bürünmesini değil, burjuva toplumunu, sınıfsal sömürünün en yetkin ve son biçimini, sınıflı toplumlara son verebilecek bir tarihsel misyonla yüklenmiş olan proletaryayı gördü. Diğer yandan, modernizmin öncüllerinden Aydınlanma’nın, tanrıları yeryüzüne indirerek seküler ve rasyonel bir dünya yaratma iddiasına karşın, modern dünyanın ürettiği yeni fetişleri “meta fetişizmi” kavramı ile eleştirdi ve bu dünyanın yeni yeryüzü tanrılarını demistifiye etti.

Ancak, Marx kimi postmarksistlerin iddia ettiği gibi ilk postmodernist değildir. Tekrar pahasına vurgulamak gerekirse, Marksizm, “modernizmi temel alan, savları ve önerileri ancak bu temel üzerinde anlam kazanan bir modernizm eleştirisidir.”10


 

B. Modernleşme Ve Türkiye Solu

Türkiye solunun modernleşmeye bakışını ve modernleşme ile kurmuş olduğu ilişkiyi üç ana dönemde incelemeyi öneriyorum. Birinci dönem aslında yukarıda giriş yapmış olduğumuz kuruluş dönemidir. İkinci dönem Türkiye solu açısından bir nevi yeniden doğuş olarak adlandırabileceğimiz 1961-71 sürecidir. Buradan ‘70’lere uzanmayı deneyeceğiz. Türkiye solunun modernleşme ile kurmuş olduğu sorunlu ilişkinin başka bir sonucu ve tezahürünü görmek için 1990’lardaki Türkiye soluna kısaca göz atmayı deneyeceğiz.

B.1. Kuruluş Dönemi

Yukarıda söylediğimiz gibi Türkiye’de sol kuruluş sürecinde iki temel dinamiğin belirleniminde kalmıştır: Ekim Devrimi ve sosyalist kuruluş pratiği ile Türkiye’deki ulusal kurtuluş mücadelesi ve Kemalist kuruluş süreci. Kuruluş dönemini anlayabilmek için üç figürü ön plana çıkarmak anlamlı olacaktır diye düşünüyorum: Şefik Hüsnü, Hikmet Kıvılcımlı ve bir siyasal kolektif olarak Kadro dergisi çevresi.

Dönemin soluna damga vuran iki temel varsayımı şu şekilde ifade edebiliriz:

Türkiye, bir Doğu toplumudur.

Türkiye, kapitalistleşme sürecine geç girmiştir.

Birinci varsayımın politik çıktısı her üç figür için çeşitlense de, Türkiye’nin “Batı”dan şu ya da bu ölçüde farklı bir yol izleyeceği ima edilmektedir.11 Mustafa Suphi de, örneğin, 1919’da Komintern’deki konuşmasında, ülkeyi “Doğu” kategorisine sokmakta ve ülkenin buna uygun bir yol izleyeceğini söyleyerek Doğu’daki mücadelelerin dünya çapındaki sınıflar mücadelesi açısından yardımcı, yan pozisyonunu şöyle tarif etmektedir: “Doğu halklarının Avrupa sermayesine başkaldırışı, Rus Devrimi için olduğu kadar bugün tüm ülkelerin proleterlerini harekete geçiren (…) genç Alman Devrimi için de yararlıdır.” Benzer şekilde, TKP’nin 1920 tarihli programı da enternasyonal sınıflar mücadelesini Garp ve Şark olarak iki temel kategoriye ayırmakta ve bu hareketleri “dünya iktisadiyatının esasen burjuva devr-i saltanat ve tasallutunda inhisar mahiyetini almasından dolayı birbirlerinin mütevellit ve mütemmimi” olarak tarif etmektedir.12 Doğululuk beraberinde bazı özellikleri de getirmektedir. Bunların başında gelen özellik, Türkiye’deki kapitalizmin geç ve az gelişmiş olmasıdır. Azgelişmişlik paradigması, Türkiye solunun kuruluşundan çok yakın zamana kadar Türkiye’nin sınıfsal yapısından devrim “modeli”ne, sol tarihyazımı denemelerinden ittifaklar politikasına değin tüm tartışmalarını belirlemiştir. Bu noktada, gecikmenin yorumlanması ve politikaya nasıl tahvil edildiği önem kazanmaktadır. Her ne kadar İsmail Bilen, Hikmet Kıvılcımlı’yı Şefik Hüsnü’nün “çömezi” olmakla suçlasa da, bu konuda iki doktor arasındaki mesafe Marx ve Lenin arasındaki mesafe kadardır, bir yüzyıllık bir fasıladır. Şefik Hüsnü, bütün kitabiliği ile Türkiye kapitalizminin gecikmişliğini saptamakta, bunu devrim, özellikle de sınıf bilinci için bir sıkıntı olarak görmekte, proletaryanın tarifini olabildiğince genişleterek (örneğin 1920’lerde pek mümkün olmayacak biçimde hekimler ve mühendisler gibi toplumsal kesimleri de dahil ederek) bir halk-sınıf icat etmekte ve bu noktadan hareketle bizi devrimin olanaklı olduğuna ve bir gün sınıfsal çelişkinin keskinleşeceğine ikna etmeye çalışmaktadır.13 Kıvılcımlı ise, gecikmeyi bir sorun olarak görmez ve eşitsiz gelişimi analizine dahil ederek bunu devrimci bir enerji kaynağı olarak görür. Kıvılcımlı’ya göre Türkiye’de mevcut işçi sınıfı geç gelmenin avantajlarını kullanarak hızlıca sosyalizme ulaşabilir, aslında bundan başka çıkış yolu da yoktur. Kıvılcımlı için “geç gelmenin faziletlerinden yararlanmamak, geç kalmanın reziletleriyle uğraşmak demektir.”14 Şefik Hüsnü de geç kalmayı ve hızlanmayı analizine dahil eder, ancak ufku sermaye birikiminden öteye gitmez.

“Bugünkü medeniyet alemini kapitalizmin evrimi gıpta ile baktığımız hale getirmiştir. Gözümüzün önünde duran bu örnekten ders alalım. Bizim de ilk işimiz üretimimizi çağdaş̧ vasıtalarla artırarak büyük sermayeler biriktirmek olmalıdır. Çabalarımızın ağırlık merkezini bu ekonomik alana aktarmak zorundayız. Diğer her işte başarımız burada elde edeceğimiz olumlu sonuçlara bağlıdır.” 15

Bu birikimin nasıl yapılacağına ilişkin ise kapitalizmden başka bir yol görmemektedir:

Hızla ilerlemek ihtiyacı, yerli kapitalizmin tek tek çabalarıyla amaca ermenin imkânsızlığını bize anlatır. Üretim alanında az zamanda çok iş çıkarmanın tek yolu, ulusal çabalarımızı ortak ve belirli bir amaca doğru bizzat devletin yöneltmesidir. Özel deyimiyle vakit geçmeden bir devletçilik (devlet sermayedarlığı) yapmaya koyulmalıyız. Çıkar yol budur.”

Şefik Hüsnü, görüldüğü gibi modernleşmeyi ve “her işte başarımız”ı hızlı endüstrileşmenin bir sonucu olarak görmektedir. Başka bir deyişle modernleşmenin mevcut iktisadî zemin üzerinde yükselmesi ya da kalıcı bir etki bırakması mümkün değildir.16 Şefik Hüsnü’nün öngörüsü odur ki iktisadî yapının gelişmesi, özellikle de endüstrileşme ile, işçi sınıfı daha da genişleyecek ve işçi sınıfı arasında bir sınıf bilinci ve bilinçli bir siyasi mücadele gelişecektir. Bunun neticesinde de geniş halk kesimleri geri düşünce kalıplarından kurtulacaktır. Ancak, Şefik Hüsnü’ye göre, yine de devlet tekeli sayesinde kapitalizmin yıkıcı rekabeti görülmeyecek ve Türkiye sömürgeleştirilmeyecektir. Sonuçta, Şefik Hüsnü’nün de içinden geldiği Osmanlı aydınının ölürcesine korktuğu sınıflar mücadelesinin yıkıcı etkisine de pek uğramadan ülke asrileşebilecektir.17 Kapitalizmin gelişimi kendi haline bırakılırsa, Türkiye’nin sömürgeleşmesi işten değildir. Ancak Türkiye’nin kapitalizmden nasıl kurtulacağı bir belirsizlik taşımaktadır:18

Esasen bizde Marx’ın devrim için gerekli gördüğü maddi koşullar da henüz gerçekleşmemiştir. Buna dayanarak, Türkiye’nin başlı başına bir sosyalist devrim yapmasını mümkün sanmak ve bunu önermek olsa olsa bir cinnet eseri veya hamhayalcilik olur. Sosyalist bir toplum, mutlaka bir büyük sanayi gerektirir. Ve bizde bu yoktur. Ancak ve ancak sanayi gelişmiş bir büyük devletin katılması ile ve pek uzun bir zamanda vücuda getirilebilir. Bu noktayı kaydedip doğabilecek itirazların önüne geçtikten sonra, iddia edeceğiz ki, Türkiye bu koşulların oluşmasını beklemeden, yalnızca halk sınıflarının toplumsal şartlarına güvenerek, pek yakın bir gelecekte devrimini yapmak zorundadır, değilse bir sömürge halkı derecesine düşmeye razı demektir.”

Yani? Sosyalist devrim bir cinnet ve hamhayal midir, yoksa kısa bir zamanda halledilmesi gereken bir zorunluluk mudur? Yanisi, bu ifadeler dogmatizmle siyaset yapmak arasında kendisini sıkışmış hisseden bir komünistin kafa karışıklığıdır. Sosyalizm, belki bir uzak hedef olarak varlığını korumaktadır. Şefik Hüsnü ve TKP, sosyalizmden bahsettiğinde dahi söyleminin bir netliğe kavuşmadığını, Aydemir Güler’in tabiri ile, “yapısal aşamacılığın”19 aşılmadığını söyleyebiliyoruz. Sosyalizmin güncelliğinin reddiyesi, Kıvılcımlı’nın sözleri ile “geç gelmenin fazileti”nden faydalanmak yerine “geç kalmanın rezileti” anlamına da gelmektedir. Emperyalizme karşı mücadele ederken kapitalizme karşı mücadelenin başka bir bahara ertelenmesi neticesinde Şefik Hüsnü, Kemalizmin kuşatıcılığına teslim olmuştur. 1923’te Mustafa Kemal’in Halk Fırkası’nı kurmasını “milletin bütün sınıflarının refahını ve mutluluğunu sağlamaya yöneltilmiş bir programa sahip”20 olacağı ümidiyle alkışlayan Şefik Hüsnü ve dönemin TKP yönetiminin Kemalizm ile ciddi bir ayrılığı olmadığı ortaya çıkıyor.21 Bu noktaya daha sonra yeniden döneceğiz. İstisnalarından bir tanesi bahsettiğimiz gibi Hikmet Kıvılcımlı’dır. Hikmet Kıvılcımlı, 1930’lu yılların başında TKP yönetimine hitaben kaleme aldığı ve daha sonra Yol: Türkiye Komünist Partisi’nin Eleştirel Tarihi ismi ile kitaplaştırılan 8 ayrı metinden22 oluşan çalışmalarında sınıfsal bir perspektifle parti politikalarını ve ülke koşullarını değerlendirmektedir. Tüm bu metinler, TKP çizgisinden çok daha ilerdedir, parti politikalarının soldan bir eleştirisi niteliğindedir. Tek başlarına değerlendirildiğinde istisnai özellikleri hemen göze çarpan bu metinler, dediğimiz gibi 1930’lu yılların başında (büyük ihtimalle 1932), yani Komintern’in 6. Kongresi’nde (1928) benimsemiş olduğu “sınıfa karşı sınıf” politikasının neticesidir. Kıvılcımlı, “mali oligarşinin bismarkizmi” ve “saf bonapartizm” olarak tarif ettiği Kemalizmin modernizminin sömürü mekanizmalarının modernleşmesi anlamına geldiğini defaten ve açıkça yazmaktadır. Örneğin, Kemalizmin Kürdistan’da yaratacağı modernleştirici etkiyi “Kürdistan ağalarını modern toprak sahipleri ve tefeci sermayedarlar haline getirecek” biçiminde tarif etmektedir. Ancak, Kıvılcımlı’nın bu çizgisi hem öznel hem de nesnel gerekçelerle kalıcı bir hat ortaya çıkaramamıştır. 1930’ların ve daha sonrasının partisinin bu çizgiyi sürdürmesi üç sebeple mümkün değildir: Birincisi, TKP’nin, bu çalışmaları MK’ya sunulduğu dönemde dikkate aldığına dair bir bilgimiz mevcut değil. Söz konusu çalışma TKP tarafından yayımlanmamıştır. Dolayısıyla, TKP’nin merkezi düzeyde bu tezleri benimsediğine ilişkin bir gösterge yoktur, hatta aksi ihtimal daha kuvvetlidir. Bunlar TKP’den ziyade Kıvılcımlı’yı bağlayan metinlerdir. İkincisi, 1925 yılında çıkan Takrir-i Sükûn Yasası’nın ardından gelen 1927 Tevkifatı ile TKP büyük ölçüde aydınsızlaşmış, kadroları Kemalizm tarafından içerilmiş ya da etkisizleştirilmiştir. TKP’nin böyle bir kopuşu sürekli kılacak ve ideolojik-kuramsal olarak besleyecek kadro birikimi mevcut değildir. Son olarak, bunlara Komintern/Sovyet politikalarındaki değişimi eklememiz gerekiyor. Evvela uluslararası komünist harekette “sınıfa karşı sınıf” politikasından, faşizme karşı sınıflararası bir işbirliğinin örülmesine dayanan “finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurların açık terörcü diktatörlüğü”nden çıkarı olmayan tüm toplumsal kesimleri buluşturacak bir “halk cephesi” kurulması politikasına geçiş söz konusudur. “Halk cephesi” ile Kıvılcımlı’nın sınıfî tezlerinin yan yana yürümesi imkansız görünmektedir. Yine Komintern’in desantralizasyon/separat kararını da akılda tutmak gerekmektedir. TKP, 1930’ların ikinci yarısından itibaren, en hafif tabirle, uzun yıllar sürecek bir uykuya yatırılmıştır.23

Kıvılcımlı’nın kendisi de bu sınıf çizgisinde uzun süre tutunamamıştır. Benzer konular üzerine yazdığı diğer çalışmalarında Kıvılcımlı, karşımıza bir “sol-Kemalist” olarak çıkmaktadır. Kıvılcımlı, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi isimli çalışmasında Osmanlı’dan başlayarak devam eden modernleşme hareketlerini genel anlamda şöyle tarif etmektedir:24

Modern Batı Kapitalizminin Devleti ve Milleti sömürme sistemini “Hayırlı Tanzimat” reformuyla koku alınca irkilip benimseyen eski “dolapçı” yerli malı sermaye, hemen omuzdaşı batı sermayedarlığının finans kapital okuluna yazıldı. Batakçı Devlet ondan “Ödünç” (istikraz) almıya görsün, önünde sonunda yakayı ele verip haraca bağlanacaktı. İki yüz elli yıldır tepreşen “Modernleşme” hareketlerinin öz temeli bu davranış oldu.”

Görüldüğü gibi Kıvılcımlı için modernleşme ve kapitalistleşme birbirleri yerine kullanılabilecek kavramlardır.25 Bu tarifte ciddi bir sorun bulunmasa da bundan sonrasındaki analizleri çok ciddi sıkıntılar barındırmaktadır. Aynı çalışmasında Kıvılcımlı, Türkiye işçi sınıfının tarihsel köklerini ararken bu kökleri ulema ve özellikle seyfiyede, yani askeriyede bulmaktadır. Yeniçerilerin kazan kaldırarak isyan etmelerini ücret mücadeleleri olarak gören Kıvılcımlı’ya göre bu isyanlar tarihimizin ilk işçi isyanları olmaktadır. Bu yoldan devam eden Kıvılcımlı, hızlıca şu sonuca varır: “Türkiye’de Ordu, her modernleşme hareketine motor ve öncü kesildi. Bu özellik, ekonomik ve sosyal Tarihimizin maddesine uygun, derin köklü ve anlamlı ulusal geleneklerimizdendir.” Kıvılcımlı’ya göre Türkiye’nin “orijinalitesi” burada aranmalıdır. Doktor’un Milli Demokratik Devrim (MDD) ekolünün bir varyantı diyebileceğimiz kalkınmacı bir “Kuvayımilliyeciliğe” varması da zor olmamıştır. Her ne kadar 1960’larda Yön hareketini ve MDD’ciliği eleştirmiş olsa da, Kıvılcımlı’nın önerdiği program ile Yön’ün ve MDD’cilerin programı arasındaki mesafe, örgüt teorisi ve emperyalizm gibi konularda leninizme çok daha yakın durmasına karşın, oldukça kısadır. Aradaki fark, ortaya çıkardıkları eklektik programlarda Avcıoğlu Kemalizmden sosyalizme uzanırken, Kıvılcımlı’nın sosyalizm üzerinden Kemalizme uzanması olarak ifade edilebilir. Metin Çulhaoğlu, Kıvılcımlı’daki gitgelleri, zarifçe formüle etmektedir: Kıvılcımlı, MDD’yi eleştirirken leninizme, iktidarı düşünürken de MDD’ye yanaşmaktadır.26 O halde, 1930’larda sınıfsal analizin en yetkin örneklerini sergileyen ve ileri bir siyasi hat tutturan Kıvılcımlı’nın bu ileri adımı için nasıl konjonktürün önemini vurguladıysak, 1960’lardaki Kıvılcımlı’nın Kemalizme uzanışının da konjonktürel bir zemini vardır.27

1960’lara geçmeden önce Türkiye solunun 1930’larda ortaya çıkardığı bir sapmadan kısaca bahsetmek gerekiyor. Bu “sapma”, Kadro dergisidir. Kadro 1927 Tevkifatı sonrasında TKP yönetiminden ayrılan Vedat Nedim, Şevket Süreyya, İsmail Hüsrev, Burhan Asaf’ın merkezinde bulunduğu bir harekettir. Kadro’nun düzenli katkıcıları arasında komünist kökenden gelmeyen Yakup Kadri ve Mehmet Şevki vardır. Kuşkusuz, Kadro’nun entelektüel açıdan en dikkat çeken ismi Şevket Süreyya’dır. Kadro’nun öyküsü çoklukla bir ihanet öyküsü olarak anlatılır. İhanetin kısa öyküsü şudur: 1925 yılında rejimin sertleşmesinden ve her türlü muhalefete karşı soluk şansı tanımayan tutumundan oldukça etkilenen Vedat Nedim, 1927 yılında yeni bir tutuklama dalgası olabileceği endişesi ile katib-i umumisi olduğu partinin tüm belgelerini polise teslim ediyor, polisin kendisini bulmasını beklemeksizin. Başta Nâzım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı ve Şefik Hüsnü olmak üzere pek çok komünistin tutuklanarak ceza aldıkları bir operasyon başlıyor, ancak Vedat Nedim ve arkadaşları amiyane tabirle bu operasyondan ceza almadan yırtıyor. Bunun akabinde 1932 senesinde Kadro çıkmaya başlıyor. Kadrocular, “ideolojisiz inkılaba” Türk nasyonalizmi, yahut Kemalizm dedikleri özgün bir ideoloji türetme misyonu ile yola çıkıyorlar. Netice itibariyle Kemalizme tam boy yedeklenerek, Vedat Nedim, Şevket Süreyya, Burhan Asaf ve İsmail Hüsrev’den oluşan bu ekip, haiz oldukları sabık komünist ve muhbir sıfatlarına bir de döneği ekliyor. Kadro ihanetinin özeti budur. Yalçın Küçük, bu son kısma itiraz etmektedir. Küçük’e göre ideolojik kopuş manasında bir dönme söz konusu değildir. Ancak bu ekibin, yöneticisi oldukları TKP içindeyken siyasi ve ideolojik hatlarının farklı olduğu, üstelik temel savundukları görüşlerin TKP ile ciddi bir ayrım teşkil ettiği konusunda bir işaret ya da bulgu yoktur. Aksine Vedat Nedim, Şefik Hüsnü’nün dostu ve adamıdır. Yine Yalçın Küçük’ün duruşma tutanaklarına dayanarak söylediği üzere, Şefik Hüsnü ve Vedat Nedim arasındaki yazışmalara bakılacak olursa, TKP tevkifat öncesinde yani Komintern’in desantralizasyon kararından yıllar önce “amele lehine bir cereyan uyandırmak için” CHP içinde siyaset yapmaya hazırlanmaktadır.28 Bu faslın biraz uzamış olmasının nedeni, Kadro’nun çıkışı hakkında bu anlatılanların yukarıda Şefik Hüsnü ve Hikmet Kıvılcımlı konusunda yazılanları tamamlamasıdır.

Devam edelim.

Az önce belirttiğimiz gibi, “geç aydınlanan bir ülkenin erken aydınlananlarından”29 Kadro, ihtilalin ideolojisini kurmaya çalışmaktadır. Bu ideolojinin bizim tartışmamızı da ilgilendiren en önemli özellikleri şunlardır:

Türkiye, tarihsel süreç içinde ortaya çıkmış, ama en önemlisi ulusal kurtuluş mücadelesi neticesinde şekillenmiş olan özgün bir toplumsal yapı arz eder. Bu özgün toplumsal yapı, Avrupai modellerin (ihtilalci/bilimsel sosyalizm, faşizm) uygulanabilirliğini ortadan kaldırmaktadır. Bu nedenle “Türk nasyonalizmi” özgün bir zeminde yükselmelidir.

“Türk nasyonalizmi” ve inkılâbı dört tarihsel olay ve akıma tepki olarak doğmuştur: Fransız İnkılâbı, Rus İnkılâbı (dolayısıyla sosyalizm), faşizm ve emperyalizm.30

Bu karşıtlığın temel nedeni, Türkiye’de toplumun sınıfsız yapısıdır.31

Türkiye’de modernleşmenin belli ilkeleri mevcuttur. Bu ilkelerin en önemli amacı Türkiye’yi özgün bir modernleşme yoluna sokmak (Dolayısıyla “Batılılaşma” bir hedef değildir) ve bu yolda terakkisini sağlamaktır. Aslında bu ilkeler Kemalizmin altı okunun radikal bir okumasından başka bir şey değildir. Şevket Süreyya, modernleşme olarak adlandırabileceğimiz süreci şöyle tarif etmektedir:

Otokrasiden, hem otokrasiyi, hem de sınıf mücadelesini inkâr eden bir rejime (halkçılık), donmuş hükümlerden ve mutlak kaidelerden hareketliliğe (inkılâpçılık), teokrasiden layisizme (layiklik), kozmopolitlikten millet cüzütamına (milletçilik), müstemleke iktisadiyatından millet iktisadiyatına (devletçilik), nihayet bir saltanat hiyerarşisinden halkçı, devletçi, inkılâpçı, ve milliyetçi bir cümhuriyete giden yol (…)”

Bu yolda en önemli nokta ülkede “millet gövdesini yıpratan sınıf kavgalarının doğması”na mani olmaktır.32

Kadro’ya göre Türk modernleşmesinin haiz olması gereken en önemli özelliklerinden bir tanesi anti-liberalizmdir. Kadrocular, liberal demokrasinin ve liberal piyasa ekonomisinin çöktüğü konusunda kesin bir kanaate sahiptirler. Belki de bu nedenle bu koyu anti-liberalizmi kuramsal düzlemde beslememişler ve bir hesaplaşma içine girmemişlerdir.

Komünizmden Kadroculuğa geçen isimler için dönüşüm açık olsa gerek: Kadrocular komünist iken onlar için, tıpkı Şefik Hüsnü’de olduğu gibi, Kemalist kalkınma ve modernleşme yapısal aşamacılıkları gereği belirsiz bir tarihteki sosyalizm için ön koşulken, Kadrocu kimliğine büründüklerinde bu kez Kemalist kalkınma ve modernleşme kendi başına bir alternatif hedef haline gelmiştir.33

Ara Sonuçlar

Yukarıda göstermeye çalıştığımız üzere, modernleşme bağlamında, Marksist sol ile Kemalizm arasındaki mesafe solun kuruluş sürecinde son derece kısalmıştır. Bu durum solun geleceğine ilişkin ciddi sıkıntıları beraberinde getirmiştir.

En başta Türkiye solu özellikle kuruluş yıllarında Kemalist modernleşme çizgisinden kopmak ve bu çizgiyi aşmak konusunda sıkıntılar yaşamıştır. Bunda Türkiye solunu oluşturan kadroların içsel yetersizlikleri kadar nesnel ve dışsal faktörler de etkili olmuştur. Solun Kemalist modernleşmenin kapsamlı bir eleştirisini barındıran ve bu projenin sınırlarını ve kuşatıcılığını aşan bir modernleşme anlayışı geliştirememiş olması, solu adeta Kemalist pragmatizmin sınırlarına hapsetmiş ve Türkiye’de modernleşme sürecinin ve dolayısıyla toplumsal formasyonun özgüllüklerinin analizine uzanan ve sınıf temelli bir kuramsal hat geliştirmesinin önüne geçmiştir. Bunun yanı sıra Marksist damarın kısır kalmasının nedenlerinden biri modernleşme sürecinin köklü fikir akımlarının karşıya alınmamasıdır. Bu, çerçeveyi zorlayamayan Türkiye solunun kuramsal düzlemde ciddi bir hesaplaşmaya girişmesini engellemiştir. Örneğin, Metin Çulhaoğlu, Türkiye’de solun liberalizme karşı göstermiş olduğu zafiyeti, Marksizmin kuramsal hafızasının gelişmemiş olmasına bağlamaktadır.34

B.2. Yeniden Doğuş

1961-1971 dönemi Türkiye solu için bir yeniden doğuştur. Örgütsel süreklilik, siyasal etkinlik, kuramsal birikim gibi bir dizi kriter ışığında değerlendirildiğinde esasen ilk doğum süreci, çoğu kez yapıldığı gibi bir ölü doğum olarak adlandırılabilir. Nasıl değerlendirirsek değerlendirelim, 1961-71 süreci Türkiye solu açısından bir mirastır. Sol düşünce, ilk kez bu süreçte kitleselleşmiş, ülke siyasetine etkide bulunmuş ve gerçek bir siyasal faktör haline gelmiştir. Dönem ve sol üzerine yaptığı çalışmaları ile tanınan Ergun Aydınoğlu’nun adlandırdığı gibi “teori alanında kat edilen dev bir sıçrama”35 gerçekleşmemiş olsa da, dönemin problematiklerinin günümüze dek varlığını koruduğu pekala kabul edilebilir bir iddiadır.

Dönemin ruhuyla da ilgili olarak, diğer tüm tartışmalar gibi modernleşme tartışması da kalkınma, başka bir biçimde söyleyecek olursak azgelişmişlik problematiği içine gömülmüştür. Bu dönemde, Yön-Devrim hareketi ile MDD’ciler geleneksel TKP çizgisini, köklerini 1920’lerin Komintern politikalarında bulabileceğimiz “kapitalist olmayan yol”culuğu ve bu çizginin yapısal aşamacılığını yeniden üretmek konusunda büyük gayret göstermişlerdir. Yön-Devrim hareketi, tıpkı 1930’ların Kadrosu’nda olduğu gibi kalkınma ve tam bağımsızlık problematiğini merkeze yerleştirmiş,36

 sınıf ve iktidar vurguları ile Marksizme yakınsasa da öz olarak Kemalizmden kopamamış,37 sosyalizmi kalkınmaya ve yarım kalan Kemalist modernleşmeyi tamamlamaya giden “kestirme” bir yol olarak gören bir sol Kemalist akımdır. Ancak belirtmek gerekir ki, Yön-Devrim hareketi, özellikle de Doğan Avcıoğlu, Kemalizmle sosyalizmi “sentezleme” girişiminde ortalama Kemalist aydının iç gerilimlerini aşmayı başarmış, yahut denemiştir. Uluslararası komünist harekete, özellikle de Sovyetler Birliği’ne dostane yaklaşım, sınıflar mücadelesinin kategorik olarak reddedilmemesi vb. açılımların bu şekilde yorumlanabileceğini düşünüyorum. Ancak, bunun da sınırları mevcuttur. Sınıfların ve sınıf mücadelesinin varlığı Yön tarafından kabul edilse ve sosyalizm nihai hedef olsa da Doğan Avcıoğlu ve diğer Yöncülerin iktidar stratejisinde sınıflara yer yoktur. Bu boşluğu esas olarak ordu, daha genel anlamda “zinde güçler” (ordu-üniversite gençliği-aydınlar) olarak kodlanan ve moderniteyi temsil ettiğine inanılan ittifaklar stratejisi ve “bilimsel halkçılık”38 doldurmuştur. Toplumda işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki sınıfsal bir ayrışmayı zorlayan ve sınıfın tarihsel çıkarlarına dayanan işçi sınıfının bağımsız siyasal hattı ile söz konusu deklase ittifaklar stratejisi çelişmektedir ve sonuç bu hattın tümden reddiyesi olmuştur. Buna göre, sınıfsal karşıtlığı merkeze alan her siyasi hat tam bağımsızlık için zinde güçlerin “uyum içinde yürüteceği” mücadeleyi baltalama potansiyeli taşıyordu. Yarım kalmış ve hatta batılılaşma ve liberalizm ile ihanete uğramış modernleşme sorunu da bu ittifak öncülüğünde gerçekleştirilecek olan iktisadi kalkınma hamlesi ile neredeyse otomatik olarak çözülecekti. En azından, bu mesele ve “200 yıllık bocalamadan” kurtulmak için kalkınma bir ön koşuldu.39

Bu dönemde Yön Yayınları tarafından basılan bir çalışma konumuz açısından dikkate değerdir. 1966 yılında Türkçe’ye çevrilen Asya’da Marksizm ve Milliyetçilik isimli çalışmada genel olarak azgelişmiş ülkelerdeki -“üçüncü dünya”- bağımsızlıkçı hareketlerin özel olarak da Yön’ün karşılaştığı kimi sorunların kuramsal bir izahına girişilmektedir. Yazarlara göre, üçüncü dünyadaki bağımsızlıkçı hareketlerin iki temel hedefi mevcuttur: “Azgelişmişlikten kurtulma” ve “aynı zamanda millî kişiliklerini koruma”. Bu bağlamda “[a]zgelişmişliğin çaresi olan ‘modernleşme’ belirli bir ölçüde Batılılaşmayı gerektirdiğinden mücadelelerinin temel amacını teşkil eden milli kişiliğin kazanılması sorunu tehlikeye düşmektedir.”40 Buna mukabil, bu gibi hareketlere Asya’da Marksizm, “kendi benliğine sadık kalarak modernleşmek” imkanı sağlayan bir pozisyon sunmuştur.41 Yön’ün yaşadığı açmazı ve Marksizme bulaşarak devrimci-demokrat bir çizgiye ulaşmasının nedeni bu satırlarda bulunabilir.

Bu çalışmada MDD, modernleşme sorununa yaklaşım anlamında ayrı bir kamp olarak incelenmiyor. Zira, MDD ve türevi aşamalı devrim tasavvurlarının benzer kompozisyona dayalı bir ittifaklar politikası42 ile Kemalist devrimi tamamlamak misyonuyla donanmış olmasının, programlar üzerine dökülen ve 1970’lere doğru yoğunlaşan Maoist sosun jargon dışında bir önem taşımadığı kanaatindeyim. Bu açıdan, Ergun Aydınoğlu’nun Gökhan Atılgan’ı eleştirirken zorlama bir biçimde Yön ile MDD arasına kalın duvarlar çekmesini anlamlı bulmadığımı belirtmek zorundayım.43 Daha uzun boylu bir değerlendirme bu yazının kapsamı dışına çıktığı için tartışmayı burada kesip Türkiye İşçi Partisi’ne geçmek istiyorum.

1960’larda modernleşme meselesini teorik düzlemde en ciddi biçimde ele alan isim Behice Boran’dır. Kuşkusuz Behice Boran, tek başına özellikle de ilk TİP deneyini temsil etmekten uzaktır. Bu çalışmada Boran’ı incelemeyi seçmemizin sebebi çalışmalarının ve siyasi anlayışının görece ileri nitelikte oluşudur. Şu alıntıdan da görüleceği üzere Boran, sorunu teorik olarak doğru bir zemine çekmeye çalışmaktadır:

Osmanlı İmparatorluğu’ndan bugünkü Türkiye’ye geçiş, genellikle, batılılaşma, modernleşme, ilericilik, gericilik, Osmanlılık, kapıkulu zihniyeti gibi kavramlar içinde düşünülüp tartışılıyor. Oysa söz konusu olan temel olay belli bir toplum yapısından bir başka toplum yapısına doğru değişmedir. Bunun için meseleyi, toplumsal yapı ve bu yapının değişmesi açısından görüp formüle etmek gerekir.”

Meseleyi toplum yapısı, yazının başlangıcında belirttiğimiz terminoloji ile söyleyecek olursak toplumsal formasyon, çerçevesinde kavramsallaştırmanın önemini şöyle anlatmaktadır Boran: 44

Meseleleri toplum yapısı açısından görmek demek, onlara, üretim güçleri, ilişkileri ve bu ilişkilerin meydana getirdiği sosyal sınıflar açısından bakmak demektir. Batılılaşma, modernleşme, ilericilik, gericilik kavramları ve sorunları bu açıdan ele alınıp incelendiği zaman gerçek bir muhteva kazanır ve rayına oturur.”

Boran, modernleşme “kavramı”nın kullanımına ve bilimselliğine buradan da anlaşılacağı gibi belli rezervlerle yaklaşmakta, hatta karşı çıkmaktadır. Boran’a göre Osmanlı’nın son yüzyılından bu yana yaşanan gelişmeler, ancak feodalizmden kapitalizme geçiş bağlamında anlaşılabilir ve kavramsallaştırılabilir. Bu nedenle modernleşme ya da batılılaşma olarak meseleyi formüle etmek bilimsel zeminden sapmak olacaktır.45 Zira,

Bu kelimeler bilimsel kavramları ifade etmez. Garplılaşma-batılılaşma, dünyanın coğrafi bir bölgesine izafetle bir şey anlatmak istemektedir; batıdaki toplumlar gibi olma, onlara benzeme. Muasırlaşma-çağdaşlaşma ise birinciye, yani garplılaşma-batılılaşmaya ilişkindir; çünkü açıkça veya zımnen kabul edilen varsayım, batıda- ki toplumların çağdaş̧ toplumlar olduğu, çağdaş̧ uygarlığı temsil ettiğidir. Böylece, çağdaşlaşma da batılılaşma ile aynı kapıya çıkmaktadır. Birisi coğrafi bir bölgeye, öbürü bir zaman bölümüne —yaşadığımız zamana— izafetle oluşturulmuş̧ deyişlerdir. Bu kelimeler “kavram” değildir, hiç değilse toplumbilimsel kavramlar olarak kabul edilecek nitelikte değillerdir; çünkü bunların içeriği ve kapsamı (tazammunu ve şümulü) açık seçik tespit edilmiş̧, tanımlanmış̧ değildir, insan toplumlarının tarihte ve bugün gösterdiği çeşitli toplumsal sistemler incelenir, nitelendirilir, kıyaslanır, tipleştirilirken, böyle coğrafi, zamansal terimler değil, yapısal ve kurumsal kavramlar ve terimler kullanılır.”

Boran bunlara ek olarak, Türkiye’deki modernleşme hamlesinin amacının ve tezinin aslında gelişmiş kapitalizme eklemlenmek olduğunu söylemekte ve bu yolun kapitalizm koşullarında mümkün olmadığını eklemektedir.46 Bu kuramsal girdilere rağmen Boran, meseleyi modern Türkiye tarihi zemininde tarif ederken solun kalan bölmeleri gibi meseleyi kalkınma ve bağımlılık sorununa indirgemekte ve Kemalizme yakınsamaktadır. Türkiye solunun diğer figürlerine nazaran sınıfsal analiz çabası daha bariz olan Behice Boran, bu analizlerin hemen arkasından, Kemalist ilkelerden “devrimcilik”, halkçılık, laiklik ve devletçilik için “kavramların gerçek anlamları incelenip tespit edilerek, birbirleriyle ilişkin olarak sistemleştirilseydi, sosyalizme varacak bir ideolojik çerçeve” meydana gelebileceğini iddia etmektedir.47 Ancak olmamıştır. “Gelişen güçlü bir milli burjuvazi olmadığından” egemen sınıf kendisine düşen sosyal-tarihsel görevi (modernleşme —özellikle iktisadi alanda— ) yerine getirememiş ve sosyo-politik güçlükler ortaya çıkmış, toplumsal huzursuzluklar yaşanmıştır.48 Boran, alt sınıfların iktidar iddiasının burjuvazinin bahse konu sosyal-tarihsel aczinden kaynaklandığı görüşündedir. Bu nedenle, sosyalizmin öncelikli görevlerinden biri kalkınma eksenli bir modernleşmeyi gerçekleştirmesidir.

Ne yazık ki, Boran, meseleyi çok daha yetkin bir teorik zeminde ele almasına karşın, bu teorik zeminden gelişkin bir politik hat çıkarmak konusunda başarısız olmaktadır. Netice, Behice Boran’ın (da) konjonktüre ve hakim paradigmaya tabi olmasıdır.

“Yeniden Doğuş” bölümünü kapatmadan, Türkiye solunun dönemin dinamiklerini ele alırken hakim modernleşme paradigmasına mahkum kaldığını resmeden başka bir başlığa değinmek istiyoruz. 1960’lar ve 70’lerin ilk yarısı, Korkut Boratav’ın deyişi ile söyleyecek olursak, kentleşmenin istihdam yaratmayan sanayileşmenin önüne geçtiği bir süreç olmuştur.49 Hem kentleşme hem sanayileşme kimi sıkıntılar barındırsa da Türkiye solu bu dönemde gözünü şehirlerden ziyade kırsal alana dikmeyi uygun görmüştür. Kesinlikle tekil olmadığını bilerek durumun vahametini göstermesi açısından bir örnek verilebilir. Türkiye İşçi Partisi’nin Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, 1969 seçimlerinden önce şöyle demektedir:50

Türkiyenin kurtuluş yolu köyden geçiyor. Bugün için devrimci ağırlığı gene (abç) köylü teşkil ediyor. Çünkü işçiler, küçük esnaf ve küçük memurlar köylü kadar ezilmemektedir.”

Bu tercih, “gene” Kemalist modernleşme çizgisi ile bir süreklilik arz etmektedir. Yalçın Küçük, söz konusu sürekliliği ve sürekliliği ortaya çıkaran siyasal motivasyonu şöyle anlatır: 51

Ne kadar şaşırtıcı bir süreklilik ortaya çıkıyor: 1930 yıllarında Kemalist rejimin dayanağı olarak düşünülen köycülük, faşizme karşı direniş politikalarında halkçılığın temeli oluyor ve 1960 yıllarına gelindiğinde Yön hareketi için devletçiliğin bozulmasını önleyecek bir güvence ve TİP için ise bir oy deposu sayılıyor. Köylülüğün burjuva ideolojisi için bir gübrelik işlevi gördüğü tümden unutuluyor ve Mustafa Kemal’in ‘efendimiz’ ilan ettiği köylü 1970 yılına gelindiğinde, Türkiye solculuğunun en atak kolunun devrim ordusu haline geliyor.”

Ara Sonuçlar

Türkiye solunun modernleşme algısı, yeniden doğuş sürecinde de 1920’ler ve ‘30’ların ufkunu ciddi biçimde zorlayamamış, daha da önemlisi bu süreçte de Türkiye solu, tarihinin toplumsallaşma açısından en problemsiz döneminde konjonktür ve hakim paradigma tarafından belirlenmekten kurtulamamıştır. Dönemin temel problematiklerine (azgelişmişlik, kalkınma) bu belirlenimi aşacak bir yanıt üretememiş, ister sosyalizm densin isterse kurgulanan diğer ara-aşama iktidar modelleri olsun, hiçbiri Kemalist modernleşme hedeflerini tamamlama ve realize etme hedefinden öteye geçememiştir. Üstelik şunu söylemek de mümkündür: Sol, iktisadi kalkınma sorununun çözümü ile modernleşme de dahil bir dizi üstyapısal sorunun otomatik olarak çözüleceğini varsaymıştır. Bu atmosferde, sosyalizm etkin ve özgücü bir modernleşme yolu olarak benimsenmiş ve topluma sunulmuştur. Sosyalizm, neredeyse reel politiker bir zorunluluk, azgelişmiş ülke kapitalizmine alternatif olarak görülmekteydi.52

Bu dönem konusunda çıkarılacak bir diğer sonuç, Türkiye solunun teorik olarak gelişkinliğine ve canlılığına ilişkin olabilir. Türkiye solunun teorik gücü ve belli anlamlarda soyutlayabilme kabiliyetinin gelişme göstermesi ne tesadüfi ne de kişisel yetenek ve yetkinlik meselesidir. Bu durum, solun artan toplumsal pratiğinin bir sonucudur. Durum böyle olmakla birlikte, teorinin sağlayacağı avantajlı noktadan hızla rücu edilmiştir. Sol, sergilediği bu teorik canlılığı siyasi zemine projekte edememiş, siyaseten kolaycı ve pragmatist bir yol takip etmiş ve doğru halkayı yakalayamamıştır. Boran özelinde göstermeye çalıştığımız bu durum, aynı dönem Kıvılcımlı için söylenebilir.

Doğru halkayı yakalayamama durumunu, söylediğimiz gibi, köylülük sorununda da görüyoruz. Metin Çulhaoğlu bu bağlamda bu dönemi Türk modernleşmesinde özel bir evre ve Türkiye solu açısından kaçırılmış bir fırsat olarak görmektedir. Türkiye solu belli ölçülerde modernleşme anlamında hakim paradigmadan kopmak ve kentli bir sol kültür yaratma şansını yitirmiştir. Solun, kentlere, kentlerdeki proleterleşme ve yarı-proleterleşme dinamikleri yerine kırsal kesime odaklanan siyaseti ve tercihi, “merkezi modernleşme çizgisinden kopulamayışının en belirgin ve çarpıcı göstergesi”53 olmuştur.

C. Sonuç Yerine: Yeni Kadrocular

Bu yazıda, Türkiye solunun modernleşme ile kurmuş olduğu ilişkiyi söz konusu zaman dilimini iki temel döneme ayırarak incelemeye tabi tuttuk. Yazıyı günümüzde Türkiye solunun bu ilişkiyi nasıl kurguladığına ilişkin kimi not ve gözlemleri paylaşarak bitirmek yerinde olacaktır.

Bunun için kısaca modernleşme tartışmasına geri dönmek gerekiyor: Modernleşme, geleneksel ile modern olan arasındaki dikotomi ile kendisini var eder. Ancak, bu çoğunlukla modernleşme projelerinin kendi meşruiyetlerini temin için gerekli gördükleri bir ikilik oluşturma gayretinden başka bir şey değildir. Zira ne modernleşme geleneksel olanı kategorik olarak dışlar, geleneksel olanı bütünüyle yıkar ne de geleneksel yapılar kendiliğinden modernleşmeye neden olur. Bunda geleneksel yapıların sanıldığından çok daha direngen olmalarının yanı sıra, modernleşmenin de katı, bütünlüklü ve hazır bir projeden ziyade eklemli, yapışkan ve amorf olması etkilidir. Özellikle gecikmiş modernleşmeyi tecrübe eden toplumlarda bu süreçlerin bunalımlı örüntülerinin kaynağı bir ölçüde modernliğin bu yapısından kaynaklıdır. “Modern”, geleneksel yapı, kurum ve özneleri kendisine eklemler. Günümüz Türkiyesi’nin ucube-i hilkat bir görüntü sergilemesinin nedenlerinden biri de budur: Günümüzde içsel dinamizmini bütün bütün kaybetmiş olan “modernleşme” bağlamında modern -hatta “hipermodern” ya da “ultramodern”- ve “premodern” unsurların dolayımsız biçimde, işlenmeden, bir tampon ihtiyacı olmaksızın birbirlerine eklemlenmeye çalışılması, kimi oksimoronların ve jet-ski sefası yapan cübbelilerden daha tuhaf bir toplumsal görüntünün ortaya çıkmasına neden olmaktadır. 2002-2011 arası Türkiye’yi şekillendiren liberal-muhafazakar ittifak bir de bu açıdan değerlendirilmelidir. Buna soldan gelen İslami tonları sosyalizme yamama ya da tersinden İslamiyet içindeki sosyalizan/eşitlikçi öğeleri bulup çıkarma girişimleri eklenmelidir. Yine solun bir bölümünde zuhur eden Osmanlı/imparatorluk sevdasının bu bağlamda açıklanabileceği kanaatindeyim. Burada solun yukarıda anlatmaya çalıştığımız “modernleştirici irade”ye olan tarihsel bağımlılığı ve “modernleştirici aktörün” İkinci Cumhuriyet ile kimliğinde yaşanan köklü değişim de bir faktör olarak dikkate alınmalıdır.

Son dönem Türkiyesi’nden biraz daha geriye uzanabiliriz.

Türkiye solunun 1980 sonrasında modernleşme sürecinin aldığı biçimle (Metin Çulhaoğlu’na göre pseudo-modernizm54) olan ilişkisi yukarıda incelemeye tabi tuttuğumuz dönemler kadar sorunludur. Benzer şekilde, dönemin sivil toplumcu, bireyci ve kimlikçi söylemi solun önemlice bir bölümünün programının asli unsurları haline gelmiştir. Söz konusu süreç kendi radikallerini, sapmalarını ve kopuşlarını üretmiştir. Tıpkı 1930’ların Kadro sapmasında olduğu gibi 1980’lerden 2000’lere uzanan sürecin kritik kadroları soldan devşirilmiş ya da soldan bu mevkilere gönüllüler çıkmıştır.55 Türlü teknik desteği bir kenara bırakarak söyleyecek olursak dönemin ideologlarının sol içinden çıkması ve liberal-muhafazakar koalisyonun bu isimlerin omuzlarında yükselmiş olması (yahut kimi solcuların bu yük altına girmesi/girmeye teşne olması) solun modernleşme ile ilişkisi içinde anlamlandırılabilir. Bu süreçte “yeniden doğan” Halil Berktaylar, Gülay Göktürkler, Murat Belgeler, Oya Baydarlar vs. 1990’ların ve günümüzün Kadrocularıdır. Bu isimler, Kemalizme değil ancak bu kez yeni “modernleştirici irade”nin projesine yedeklenmiş ve Yeni Cumhuriyet’in ideolojik çatısının kurulmasında memur olmuşlardır. Daha kısa bir formülasyonla söyleyecek olursak, Birikimcilik ve Tarafçılık, yeni dönemin Kadroculuğu olarak adlandırılabilir.

Türkiye solu, radikal ve Türkiye burjuva devriminin anlayışını aşacağı bir modernleşme okuması ve eleştirisi geliştirmedikçe ve bu modernleşme sürecinin özgüllüklerini doğru tespit edip bunu politik zemine projekte etmedikçe, başka bir deyişle, eşitsiz ve birleşik gelişimi doğru biçimde “oyuna dahil eden” özgül bağlamlı bir devrim projesi ortaya koyup bunu topluma mal edemedikçe hakim paradigmaya, modernleştirici iradeye tabi olmaya mahkumdur. Böyle oldukça “içimizden” daha nice “Kadrocu”nun çıkacağını söylemeye gerek bile yok…

Dipnotlar

  1.  Gregory Jusdanis, Belated Modernity and Aesthetic Culture: Inventing National Literature. Minneapolis: Minnesota Üniversitesi Yayınları, 1991, sf. xiii. Osmanlı özelinde gecikmiş modernliği Şerif Mardin şu şekilde anlatıyor: Gecikmiş ulusların modernleşme yoluna girmeleri, kültürel karşı karşıya gelişler ve kültürel dönüşümle başlar. Çoğunlukla başka bir alternatif zaten yoktur: Avrupa’daki ulus-inşa süreci, Osmanlı Türkiyesi ona tosladığında Osmanlıların moderniteye doğru giden Avrupai yolu taklit edemeyecekleri kadar ilerlemişti.” Şerif Mardin, Religion and social change in modern Turkey: the case of Bediüzzaman Said Nursi. New York: New York Eyalet Üniversitesi Yayınları, 1989, sf.9.
  2.  Metin Çulhaoğlu, Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu. İstanbul: YGS Yayınları, 2002, sf.48.
  3.  Eric Hobsbawm. Age of Extremes – The Short Twentieth Century 1914 – 1991. Londra: Abacus, 1995, sf. 467.
  4.  Metin Çulhaoğlu, Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, sf.56.
  5.  Metin Çulhaoğlu da benzer bir duruma dikkat çekmektedir. Bkz. Metin Çulhaoğlu, “Türkiye’de Marksizm: Yapılabilecek Olup Yapılmayan Nedir?”. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce c.8: Sol. İstanbul: İletişim Yayınları, 2008, sf.70.
  6.  Arif Dirlik, Revolution and History – The Origins of Marxist Historiography in China, 1919–1937. Berkeley: Kaliforniya Üniversitesi Yayınları, 1989, sf.20.
  7.  Çulhaoğlu, “Türkiye’de Marksizm: Yapılabilecek Olup Yapılmayan Nedir?”, sf 69.
  8.  Aydemir Güler, Türkiye Sol Tarihinde Yöntem ve Tartışmalar. İstanbul: Yazılama Yayınları, 2010, sf. 32.
  9.  Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler – c.1. İstanbul: Tekin Yayınevi, 1997, sf. 30.
  10.  Çulhaoğlu, Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu. sf. 345.
  11.  III. Enternasyonal 1919-1943 – Belgeler, İstanbul: Belge Yayınları, 1979, sf. 18.
  12.  TKP Programları ve Mustafa Suphi Tezleri, İstanbul: Ürün Yayınları, 1997, sf. 13. Burada, ele aldığımız konu bağlamında analiz edilebilecek TKP’nin 1920 tarihli Program’ını ve 1926 tarihli Faaliyet Programı’nı bilhassa değerlendirme kapsamına almadık. Bu iki belge ileri bir nitelik arz etse de her ikisinin de pratik kıymeti yok denecek kadar azdır. 1920 Programı için bkz. Güler, , Türkiye Sol Tarihinde Yöntem ve Tartışmalar, sf. 121-122. 1926 Faaliyet Programı için bkz. Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler – c. 5, İstanbul: Tekin Yayınevi, 1997, sf. 368-370.
  13.  Şefik Hüsnü, “Yarınki Proletarya”, Kurtuluş. İstanbul: Anadolu Yayınları, 1975, sf. 109-116. Ayrıca bkz. “Bugünkü Proletarya ve Sınıf Şuuru”, Kurtuluş, sf. 170-175. (1919 yılında Kurtuluş dergisinde yayımlanmış yazılarından.)
  14.  Hikmet Kıvılcımlı, Yol: Türkiye Komünist Partisi’nin Eleştirel Tarihi c. 1. İstanbul: Bibliotek Yayınları, 1992, sf. 60. (1932 yılında TKP Merkez Komitesi için yazılmıştır.)
  15.  Şefik Hüsnü, “Toplumsal Düzenleme Konusu (İçtimai Islahat Meselesi)”. Türkiye’de Sosyal Sınıflar. (Aydınlık, Nisan 1924, no.20). İstanbul: Kaynak Yayınları, 1997, sf. 177-178.
  16.  “Zirai ve sınai üretimimiz, iğreti bir kapitalizmle yamalanmış bugünkü ilkel biçimini korudukça, en mükemmel yasalarla donatılmış bulunduğumuz, İngiliz ve Amerikalıları kıskandıracak bir sağlamlıkta dine sahip olduğumuz ve eğitimin yayılması konusunda umulmaz bir başarı temin ettiğimiz düşünülse bile, türlü nedenlerle ekonomik gelişmemiz durduğu takdirde, bu zorlama düzenlemenin toplumsal durumumuzda görülür bir etki bırakabileceği söylenemez.” Bkz. “Toplumsal Düzenleme Konusu”. Türkiye’de Sosyal Sınıflar. İstanbul: Kaynak Yayınları, 1997, sf. 177.
  17.  Şefik Hüsnü, 1920’ler Türkiyesi’nde sınıfların varlığına en çok vurgu yapan, bu sınıfların karşıt çıkarlarına ve mücadelesine en fazla işaret eden isimlerden biridir. Ancak, Şefik Hüsnü’nün yazılarında sınıflar, sınıf mücadelesi ve neticesinde devrim oldukça mekanistik kabuller olarak belirir. Bunlar neredeyse bir doğa olayı gibidir… Bu doğa olayı karşısında Şefik Hüsnü’nün devletçilik, planlı kalkınma, yeni mülkiyet rejimi gibi önerileri de adeta bir önlem paketi gibidir. Sınıfların ve sınıfların antagonistik duruşunu saptayan Şefik Hüsnü’nün ve genel olarak kuruluş döneminde solun sınıflar mücadelesi vurgusunu geri çekmesinin ardında Metin Çulhaoğlu’na göre politik bir temkinlilik vardır. Kemalizmin sınıflar mücadelesi alerjisini sezen sol, bu vurguyu geri çekmiştir. Çulhaoğlu’nun bu değerlendirmesine katılmıyorum. Bu durumun bir tercihten ziyade Türk aydınının formasyonu ile ilgili olduğu kanaatindeyim. Bkz. Metin Çulhaoğlu, “Modernleşme, Batılılaşma ve Türk Solu”. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce c.3: Modernleşme ve Batıcılık, İstanbul: İletişim Yayınları, 2007.
  18.  Şefik Hüsnü, Türkiye’de Sınıflar. Ankara: Ülke Yayınları, 1975, sf. 54.
  19.  Bkz. Güler, Türkiye Sol Tarihinde Yöntem ve Tartışmalar, sf. 162.
  20.  Şefik Hüsnü’den aktaran Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm. İstanbul: Anadolu Yayınları, 1970, sf. 312.
  21.  Şefik Hüsnü’nün Takrir-i Sükûn sonrasındaki “Kemalist terörü” Komintern yayınına anlatmak için yazdığı şu satırlar (25 Ekim 1926) ibret vericidir: “Komünist Partisi, Türkiye’de ortaya çıktığından beri çalışma alanını devamlı olarak genişletmiştir. Yasal bir varlığı olmadığı halde, resmi makamların çok geniş hoşgörüsüyle karşılaştı (abç).” Şefik Hüsnü, bu satırlarda Mustafa Suphilerin hesabını kapatmış görünmektedir. “Türkiye’de Komünist Hareket”. Yazı ve Konuşmalar (Komintern Belgelerinde Türkiye 5). İstanbul: Kaynak Yayınları, 1995, sf. 62.
  22.  Yol’u oluşturan sekiz metin şunlardır: Fırkada Konaklar ve Konuklar, Fırka ve Fraksiyon, Yakın Tarihten Birkaç Madde, Sevkülceys Plânı, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark), Tabya Ana Halkası: Legaliteyi İstismar, Düşman: Burjuvazi, Müttefik: Köylü.
  23.  Burada demek istediğimiz “Komintern’in müdahalelerinin olmadığı bir ortamda Türkiye’de sol/komünist hareket kuramsal ve siyasal çözümleme konularında daha yetkin olacaktı” elbette değil. Komintern’in tek tek KP’ler ile kurduğu ilişkinin sağlıksız olduğunu düşünmekle birlikte, öznel faktörlerin kuramsal ve siyasal kısırlıkta daha büyük payı olduğu kanısındayım. Keza Türkiye’de solun kurucu kadroları Komintern çizgisinin yeniden üretimi konusunda da büyük bir yaratıcılık sergilememişlerdir.
  24.  Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, http://www.onergurcan.org/hikmet%20kivilcimli/tkg.html.
  25.  “Hiçbir çare, Osmanlılığı, Batı anlamında modernleşmeye, kapitalizme götüremedi. Mesela Türkiye, modern İngiltere olamadı. Vakti ile, Fransız krallarının giyeceklerini Paris’e yollayan İstanbul, bugün hâlâ içdonunun modasını bile Paris’ten getirtiyor. Bu ters gidişin derin sebepleri Osmanlı TOPRAK DÜZENİ’nde başlar; UZAK DIŞ TİCARET sözüyle ifadelenen UMMAN Denizi mâceralarında biter. O bakımdan Osmanlılık, doğuramadığı için ölen anaya benzer. Doğuramadığı şey: KAPİTALİZM’dir.” Bu ifadeler Hikmet Kıvılcımlı’nın magnum opusu olan Osmanlı Tarihinin Maddesi çalışmasından. OTM’nin 1930’larda tasarlanıp yazılmaya başlandığı ve 1940’larda tamamlandığı anlaşılsa da basılması 1970’leri bulmuştur. OTM’nin ilk cildi 1974’te diğer cildi 1977’de basılmıştır. Bu ifadeler çalışmanın ilk cildindendir. Bkz. http://www.onergurcan.org/hikmet%20kivilcimli/osman1.html.
  26.  Metin Çulhaoğlu, “Solda Kimlik Aranışları 61-71”. Gelenek (9) Şubat 1988.
  27.  Türkiye sol hareketinde konjonktürün belirleyici karakteri üzerine bkz. Metin Çulhaoğlu, “Türkiye’de Sosyalist Düşüncenin Doğuşu: Konjonktürün Başatlığı”. Praksis (6) 2002, 9-21.
  28.  Küçük, Aydın Üzerine Tezler – c.5., sf. 372-4.
  29.  İlhan Tekeli ve Selim İlkin, Kadroculuk ve Kadro’yu Anlamak – Bir Cumhuriyet Öyküsü. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003, sf. x.
  30.  “Fransız inkılâbı, (…), burjuva hâkimiyetini kuran ve bugünkü sınıf ayrılıklarını ve neticede yeni bir sınıf devletini doğuran iktisat sistemine yol açtı. Rus inkılâbı, Fransız inkılâbının bir reaksiyonudur. Burjuva hakimiyeti yerine, proletarya hâkimiyetini kurdu. Türk inkılâbı ise hem Fransız inkılâbına, hem de Rus inkılâbına karşı bir reaksiyondur. İdeali, ne bir burjuva, ne de bir proletarya hâkimiyetidir. Türk inkılâbı, bir sınıf inkılâbı değil, sınıfsız ve tezadsz millet oluş inkılâbıdır.” Vedat Nedim, “Sınıflaşmak ve İktisat Siyaseti”. Kadro (11) İkinci Teşrin 1932, sf. 17-18 (Vurgular Vedat Nedim’in).
    “(…) Türk nasyonalizminin devletçiliği bir sınıf devletçiliği değildir ve olmıyacaktır. Türk nasyonalizminin devletçiliği bir sınıf nam ve hesabına diğer sınıfların istismarının (sosyalizm ve faşizmi kastediyor-ASA) ve bir milletin nam ve hesabına diğer milletleri istismarın (emperyalizm); yani muarızlarımızın şu veya bu şekilde bağlandıkları Avrupanın dünkü ve bugünkü nizamının bir fikri ve tarihi reaksiyonudur.” Şevket Süreyya, “İnkılabımızın İdeolojisi: Beynelmilel fikir hareketleri arasında Türk nasyonalizmi: III. Türk Nasyonalizmi ”. Kadro (20). Ağustos 1933, sf. 9.
  31.  Sınıfsızlık teması Kadro’nun tüm kuramsal üretiminin temeli ve Kadro’da yayımlanan hemen tüm temel metinlerin leitmotifi durumundadır. Kadrocuların sınıf meselesine nasıl yaklaştıklarının en detaylı incelemesi Şevket Süreyya’nın Marksizm üzerine kaleme aldığı “İnkılabımızın İdeolojisi: Beynelmilel fikir hareketleri arasında Türk nasyonalizmi: II. Marksizm” adlı makalesidir. Bkz. Şevket Süreyya, “İnkılabımızın İdeolojisi: Beynelmilel fikir hareketleri arasında Türk nasyonalizmi: II. Marksizm”. Kadro (19) 1933, sf. 6-16.
  32.  Vedat Nedim, “Sınıflaşmak ve İktisat Siyaseti”, sf. 17.
  33.  Bu formülasyonu Metin Çulhaoğlu’ndan ödünç alarak biraz değiştirdim. Formülasyonun orijinal biçimi şöyledir: “Aydemir’in, 1920’lerin ilk yarısında, komünizmle bağlarının henüz kopmadığı dönemde benimsediği perspektifte, Cumhuriyet Halk Fırkası tarafından gerçekleştirilecek kalkınma ve sanayileşme, kendi gününün gelmesini bekleyen sosyalizm için bir önkoşul sayılmaktadır. (…) Kalkınma ve sanayileşme daha sonra, komünizmden kadroculuğa geçiş döneminde, bu kez sınıf mücadeleleri yoluyla gelecek bir sosyalizme alternatif olarak kendi başına özgün bir hedef sayılmaktadır.” Metin Çulhaoğlu, “Şevket Süryya Aydemir: Suyu Ararken Yolunu Yitiren Adam”. Toplum ve Bilim (78) Güz 1998, sf.93.
  34.  Çulhaoğlu, Marksizm ve Türkiye Solu. sf. 51. Benzer bir vurgu için bkz. Metin Çulhaoğlu, “Modernleşme, Batılılaşma ve Türk Solu”, sf. 173.
  35.  Ergun Aydınoğlu, “Sol Hakkında Her Şey” mi? Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce – Sol Üzerine Bir Değerlendirme, İstanbul: Verso Yayınları, 2008, sf.20.
  36.  Böyle olmasına rağmen, Yön’ün Kadro çizgisinin doğrudan devamı, mirasçısı ya da replikası olarak düşünmek yanlış olacaktır. Yön, Kadro’nun aksine sınıf kavramını kalkınma sorunsalının bir parçası olarak görmekte ve bu yönde analizler yapmaktadır. Hatta Yön Yayın Kurulu, Yön’ün 1962 yılında Kadro’yu tanıttığı bir sayısından sonra farklı yerlerde iki dergi arasında bir rabıta kurmaya çalışan değerlendirmeleri eleştirmiştir. Yön’e göre, Kadro “siyasi bağımsızlığa kavuşmuş az gelişmiş memleketleri, otarşik bir düzen içinde iktisadi bağımsızlığa kavuşturma yolları arıyordu.” Bu amaç Yön tarafından takdirle karşılanırken Kadro sınıfların varlığını ve sınıf mücadelesini reddeden kuramından dolayı eleştirilir: “Fakat Kadro’nun halkçılık cephesini zayıf buluyoruz. Devletçiliğin emekçiden yana cephesi iyi belirtilmiş değil. ‘Sınıf mücadelesinin ve hakimiyetinin tasfiyesi’ (…) sömürülenlerin susturulması anlamına gelebilir.” Yön’den aktaran Mustafa Şener, Türkiye Solunda Üç Tarz-ı Siyaset: Yön, MDD ve TİP, İstanbul: Yordam Yayınları, 2010, sf. 86.
    Bana kalırsa, Yön-Devrim hareketi konusunda tarihsel olarak daha doğru bir analoji, Gökhan Atılgan tarafından kurulmaktadır. Atılgan’a göre, Yöncüler, “Marksizm okumuş, bir tür sosyalist gelişme yolunu benimsemiş Jön Türklerdi.” Gökhan Atılgan, Yön-Devrim Hareketi – Kemalizm ile Marksizm Arasında Geleneksel Aydınlar. İstanbul: Yordam Yayınları, 2008, sf. 306.
  37.  Gökhan Atılgan, Yön-Devrim hareketinin Yeni Osmanlılar’dan günümüz “ulusalcı solu”na uzanan hat içindeki tarihsel özgüllüğünü, kalkınma problematiği içinde “tüm kavram ve önermeleri Marksizmden yararlanarak yeniden anlamlandırmayı denemek” ve bunları gelecekteki sosyalist Türkiye projesi için programatize etmek olarak görmektedir. Atılgan, Yön-Devrim Hareketi, sf. 307.
  38.  Doğan Avcıoğlu’na göre kalkınmaya öncülük edecek devrimci partinin ideolojisi “bilimsel halkçılık”tı. Doğan Avcıoğlu, Devrim Üzerine, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1971, sf. 38.
  39.  Bkz. Niyazi Berkes, 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz?. İstanbul: Yön Yayınları, 1963. Burada vurgulamak istediğimiz bir diğer nokta Berkes’in kitabının Yön Yayınları tarafından basılmış olmasıdır.
  40.  H. C. d’Encausse ve S. Schra, Asya’da Marksizm ve Milliyetçilik. İstanbul: Yön Yayınları, 1966, sf. 11-12.
  41.  Emperyalizmin aynı dönemde, “azgelişmiş ülkelere” önerdiği model ise tam tersi istikamettedir. Walt Whitman Rostow’un kaleme aldığı İktisadi Büyümenin Aşamaları isimli çalışmada geç kapitalistleşen, azgelişmiş ülkelere merkez kapitalist ülkelerin geçtiği yolu birebir takip ederek ve sıkı bir hazırlık dönemi ile birlikte tıpkı Batı ülkelerinde olduğu gibi bir “take-off” –kalkış— gerçekleştirip ardından olgunluk ve kitlesel tüketim aşamasına geçebilecekleri anlatılmaktadır. “Modernizasyon teorisi” adı verilen bu “teori” ABD’nin Batılı olmayan ülkelere dönük politikasını belirlemiştir. Dolayısıyla Marksizmin azgelişmiş ülkeler için önerdiği ve buralardaki savunmacı/milliyetçi reflekslerle kolayla eklemlenebilecek “model” ile emperyalizmin modernizasyon vaatleri arasında uygulanabilirlik ve alıcılık açısından da Marksizm lehine bir fark vardı.
  42.  “Milli burjuvazi”nin söz konusu bloğa dahil olup olmayacağı konusunda 1970’lere gelindiğinde, Marksizm ile olan bağları tartışmaya açık olan, üstelik böyle bir iddia taşımayan Doğan Avcıoğlu dahi oldukça pesimisttir: “Ben milli burjuva konusunda ümitsizim. Fakat küçük burjuvazi – burjuvazi ayrımını mutlaka yapmak gerek, ama burjuvazi içinden küçük burjuvaziyi ayırdıktan sonra burjuvazi içinde bir milli burjuva kanat olabileceğinden çok şüpheliyim. Yani, emperyalizm 1970’te öyle bir milli sanayici, milli burjuva filan olacağını sanmıyorum.” Bkz. Çetin Yetkin, 12 Mart 1971 Öncesinde Türkiye’de Soldaki Bölünmeler. İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1998, sf. 69.
  43.  Ergun Aydınoğlu, “Sol Hakkında Her Şey” mi? Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce – Sol Üzerine Bir Değerlendirme, İstanbul: Verso Yayınları, 2008, sf. 69. Aydınoğlu’nun bu çalışması hakkında kısa bir not düşmek gerekiyor. Aydınoğlu, bu çalışmasını İletişim Yayınları’nın Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce serisinin sol üzerine olan 8. cildinin eleştirisi maksadıyla kaleme almış. Solun tarihine ve siyasal gelişimine ayrılan ve ansiklopedik olma iddiasındaki bir çalışmadaki aşırı öznel değerlendirmeler, nesnel hatalar, yöntemsel sorunlar, çalakalem metinler okuyucuyu isyan ettirecek düzeydeydi. Aydınoğlu, bir uzman okuyucu olarak isyan edenlerden biridir. Sorun şudur ki, Aydınoğlu, Sol’un yöntemsel ve nesnel sorunlara dikkat çektikçe çalışması amacına hizmet etmekte ancak değerlendirmelerini kendisinin de tarafı olduğu sol içi tartışmalarda test edilemeyecek kadar ya da büsbütün keyfi biçimde öznelleştirdiğinde eleştirdiği çalışmanın hatalarını tekrarlamaktadır.
  44.  Behice Boran, Türkiye ve Sosyalizmin Sorunları, İstanbul: Tekin Yayınevi, 1970, sf. 23-24. Aynı vurgu için bkz. Behice Boran, “Yakın Tarihimizde Yönetici-Aydın Kadro ve Kalkınma Sorunumuz”. Yazılar – Konuşmalar – Söyleşiler – Savunmalar. İstanbul: TÜSTAV, 2010, sf. 565. (Sosyal Adalet, Sayı 8, Kasım 1964)
  45.  Behice Boran, “Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 3 Numaralı Askeri Mahkemesi’ne Sunulan Savunma (Eylül 1972)”. Yazılar – Konuşmalar – Söyleşiler – Savunmalar. İstanbul: TÜSTAV, 2010, sf. 1251-1252.
  46.  Behice Boran, “Demokrasi ve Demokratikleşme Sorunu”. Yazılar – Konuşmalar – Söyleşiler – Savunmalar. İstanbul: TÜSTAV, 2010, sf. 1623. (Yurt ve Dünya, Sayı 1, 1 Ocak 1977)
  47.  Boran, Türkiye ve Sosyalizmin Sorunları, sf. 39, 70.
  48.  Boran, Türkiye ve Sosyalizmin Sorunları. sf. 68. Boran, “Yakın Tarihimizde Yönetici-Aydın Kadro ve Kalkınma Sorunumuz”. sf. 568.
  49.  Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908 – 2002. Ankara: İmge Kitabevi, 2003, sf. 131.
  50.  Aktaran Haluk Yurtsever, Süreklilik ve Kopuş İçinde Marksizm ve Türkiye Solu. İstanbul: El Yayınevi, 2002, sf. 181.
  51.  Küçük, Aydın Üzerine Tezler c.5, sf. 683. Haluk Yurtsever, TİP için benzeri bir gözlemi yapmaktadır. Yurtsever’e göre TİP’in “ideolojisi eklektik ve halkçı, tabanı kent ve taşra orta katmanları, seslenmeye çalıştığı ana kesim oy deposu olarak gördüğü köylülerdi.”
  52.  “Azgelişmiş ülke kapitalizmi ile bir yere varamayız, ilerlemiş ülkeleri yakalayamayız. Nitekim 200 yıldır bir yere varamadık, çemberi kıramadık. İlerlemiş ülkelerle aramız daha da açıldı.” Mehmet Ali Aybar, Neden Sosyalizm?. İstanbul: İletişim Yayınları, 2011, sf. 23.
  53.  Çulhaoğlu, “Modernleşme, Modernlik ve Türkiye”. sf. 54.
  54.  Çulhaoğlu, “Modernleşme, Batılılaşma ve Türk Solu”, sf. 185.
  55.  Belli farklılıklar barındırsa da 1960’ların planlamacı/bürokrat kuşağı bu “geleneğin” sürekliliği içine yerleştirilebilir.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×