Mülteci Krizinin Kökenleri Hakkında Kısa Notlar

Ortadoğu’da, ABD’nin Irak işgali ile başlayan, ancak “Arap Baharı” ismi verilen süreçle süreklileşmiş bir felaket boyutunu alan “mülteci krizi”ni dünya gündemine sokan kıtanın Avrupa olması, emperyalizm karşıtı hisleri harekete geçirse de, bir açıdan normal sayılmalı. İnsanlar tarih boyunca göçe zorlanmış olsa da, “mülteci”1

 toplumsal kategorisinin dünya sistemine dahil olması, 2. Dünya Savaşı’nın son yıllarına ve savaş sonrasına tekabül ediyor. Kitlesel göçertmelerin, kıyımların ve soykırımın belirlediği Avrupa kıtası için mülteci meselesi, savaş sonrasına da devreden büyük bir kriz başlığıydı. Buna rağmen, yine şaşırtıcı olmayan bir şekilde, faşizmin ve savaşın neden olduğu bu büyük soruna ABD öncülüğündeki müttefiklerin yaklaşımı çoğunlukla askerîydi. Savaştan sonra Birleşmiş Milletler’in (BM) de dahil olduğu mülteci kampı yapımlarında, kampların mimarisinin askeri kışla ve Nazilerin toplama kamplarından esinlenilmesi, kamplarda mültecilerin kontrolüne ve salgın hastalıkların yayılmasını önlemeye odaklanılması herhalde tesadüf değildir. Bu bağlamda, toplama kampları ile mülteci kampları arasında açık bir benzerlik ve süreklilik vardır.2

Dolayısıyla, Ortadoğu’nun da modern bir fenomen olan mültecilikle tanışması 2. Dünya Savaşı sonrasına rastlar. Bunun ilk ve etkisi hala süren örneği, siyonistler tarafından topraklarından sürülen Filistinlilerdir. İsrail’in kurulması, Nakba ve sonrasındaki Arap-İsrail savaşı, yüz binlerce Filistinliyi gerek resmi bir ulusal varlığa sahip olmayan Filistin içerisinde, gerekse de komşu Arap ülkelerde mülteci durumuna düşürdü. Filistinli mültecilerin genellikle Lübnan, Ürdün, Mısır ve Suriye’deki yaşantılarına odaklanılır, ancak İsrail sınırları içerisinde yaşamak zorunda kalan ve gerçek bir sömürgeci/askerî diktatörlükle yönetilen Filistinliler de (resmî olarak 1966’ye kadar sürmüştü) kendi ülkelerinde mülteci olarak hayatlarına devam etmek zorunda kalmıştı.3

Sömürgeciliğe karşı ulusal bağımsızlık mücadeleleri, emperyalist müdahaleler ve Soğuk Savaş’ta emperyalizmle sosyalizm arasındaki bölgesel savaşlar da Ortadoğu ve Afrika’daki mülteci sorununun kaynakları arasında yer aldı. Afrika’yı özellikle dahil ediyorum. Çünkü mülteci sorunu/göçmen akını tartışmalarında Avrupa’nın, deyim yerindeyse tüm mızmızlanmalarını boşa düşürecek veriler var. Birleşmiş Milletler’in 2015 verilerine göre Afrika’daki toplam mülteci sayısı 3 milyonun üzerindeydi. BM, bu konuda Afrika ülkelerinin cömertliğini de övmekten geri duramamıştı.4  Yine 2015 yılında yapılan bir haberde, Etiyopya (659.524), Kenya (551.352), Çad (452.897), Uganda (385.513), Kamerun (264.126) ve Güney Sudan’ın (248.152) tek başlarına toplamda 2.561.564 yabancı mülteciye evsahipliği yaptığı söyleniyordu. 297 milyonluk Avrupa kıtasında, mültecilerin toplam nüfusa oranı %0,3 iken, 227 milyonluk Afrika’da bu oran 1,13’tü.5 Yani, Avrupa’daki telaş, mülteci akınının her zaman yoksul ülkelerden zengin Batı’ya doğru olduğu tezinin de abartılmasına neden oluyor. Çünkü son kırk yılda Ortadoğu ve Afrika’nın göç dinamikleri içerisinde en büyük paya sahip olanlardan biri bölge-içi göçtü. Özellikle Körfez ülkelerinin büyük ekonomik patlaması ve emperyalizmin tüm bölgeyi Körfez sermayesi aracılığıyla uluslararası piyasalara ve siyasî sisteme entegre etmeye çalışması sömürgecilik sonrası ulus-devletlerin kendi yapısal zayıflıklarının da yardımıyla büyük işgücü göçlerine neden olmuştu. Filistinliler bir yana, özellikle Mısırlılar ve Iraklılar Kuveyt, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkelerin işgücünün çok önemli bir kısmını oluşturuyordu. Örneğin, Enver Sedat döneminde Mısır, anayasal düzenlemelerle kendi yurttaşlarını “muhacirliğe” özendiriyordu. Daha sonra Arap işçilerin oranını çeşitli nedenlerle azaltan Körfez ülkeleri, “yabancı işçi” açlığını uzunca bir süredir Güneydoğu Asyalı emekçilerle gideriyor. Bu işçilerin statüleri, hakları ve koşulları ise herkesin malumu…

Bu bölge-içi zorunlu göç dalgasının nedenleri arasında açıkça bölgedeki sermaye rejimlerinin emperyalizmle ilişkilenme biçimi ve kapitalizmin neoliberal döneminin bu rejimlere dayattığı ilkeler yer alıyor. Üzerinde çok az durulsa da, örneğin Mısır’daki infitah (açıklık) dönemi boyunca ve sonrasında IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların baskısıyla tarımda yaşanan büyük çöküş, hem Mısır içinde hem de Ortadoğu çapında büyük bir göç dalgası yaratmıştı. İthalata bağımlılık ve borçlanma da bu dönemde Arap rejimlerinin tipik özelliği olarak karşımıza çıkıyor. ABD’nin başını çektiği emperyalist sistem, burada yaptığı “gıda” yardımları müdahalesi ile çok kritik bir rol üstlenmiş ve hem askerî, hem de toplumsal başarısızlıklar yaşayan sömürgecilik sonrası Ortadoğu’yu kendine bağlamayı başarmıştır. Bunun karşılığı ise, kamunun ekonomideki payının azaltılması, tarımdaki sübvansiyonların kaldırılması, sanayinin ihracata odaklanarak yeniden yapılandırılması, yabancı sermaye önündeki engellerin kaldırılması, işgücü piyasasının esnekleştirilmesiydi. Bu, yeni bir mülksüzleştirme ve bölge haklarının yurtlarından sökülmesi süreciydi. Daha açığı bir “savaş”tı, üstelik bu savaş hâlâ sürüyor.

Bütün bunları anlatmamın sebebi, son mülteci tartışmalarında odak noktasının yalnızca Suriye’deki emperyalizm destekli savaş ile sınırlı tutulmasının yanlışlığını göstermek. Ortadoğu’ya emperyalist müdahale ve cihatçı barbarlık, birbirine besleyen iki unsur olarak elbette bölgedeki büyük zorunlu göç hareketlerinin en önemli nedenlerinden. Bununla birlikte, emperyalizmin bölgede Suudilerle kurduğu ekonomik, siyasî ve askerî ittifakın Vahhabi ideolojinin yayılmasıyla, neoliberal dönemin şahlandırdığı Körfez sermayesinin Ortadoğu’daki çeşitli uluslardan işçileri göçe maruz bırakmasının bölgedeki devletlerin yurttaşlarına temel hizmetleri götürmeyi bırakması arasında doğrudan bir bağ var. El Kaide ve IŞİD türü örgütlerin palazlanmasının, emperyalizmin bölgeye sürekli “bozucu” müdahalelerde bulunması ve kırk yıllık dinselleşme-piyasa zinciriyle ilgili olduğunu görmemek mümkün mü? Emperyalizmin ve gericiliğin Ortadoğu’da halklara karşı yürüttüğü kırk yıllık vahşi savaşın sonuçlarından birisi aslında mültecilik.

Bununla birlikte, son krizin bazı özgün yanları olduğunu bilmekte fayda var. Şimdi buraya geliyoruz.

Dikişleri patlayan Avrupa

2. Dünya Savaşı sonrasında emperyalist dünyanın lideri konumuna geçen ABD’nin Avrupa’yı, özellikle de Almanya’yı yeniden ayağa kaldırmasının başlıca sebebi, yaşlı kıtamızın komünizmle mücadelede cephe hattı haline geleceğini bilmesiydi. ABD hızlıca Avrupa’nın ekonomik ve askerî kapasitesini artırırken, kıtanın bir cephe hattı olmasının gereklerini yerine getirebilmesi için de entegrasyonu zorluyordu. Avrupa Birliği’nin ortaya çıkışını belirleyen en büyük unsurlardan birisi de bu “Birleşik Cephe” politikasıydı.

Fazla ayrıntıya boğulmadan hemen söyleyelim: Avrupa, Soğuk Savaş’ın ideolojik cephesinde de emperyalizmin en çok yatırım yaptığı bölgeydi. “Demir perde”ye karşı özgürlük, totalitarizme karşı demokrasi, her şeye kadir devlete karşı hür teşebbüs ve piyasa, bugünlerde tehlikede olduğu iddia edilen Avrupa değerlerinin harcını oluşturuyordu.6

Bu birlik görüntüsünün, özellikle 2008 krizi ve Yunanistan’daki çöküş ile birlikte belki de sonsuza kadar ortadan kalktığını söylemek mümkün. Almanya’nın Yunanistan’a karşı taviz vermez tutumu, ABD ve İngiltere tarafından kaygıyla karşılanmış, Washington cenahı bu tutumun Yunanistan’ı ve Avrupa’yı “patlatabileceğine” ilişkin uyarılarda bulunmaya başlamıştı. ABD-Almanya gerilimini de su yüzüne çıkartan bu süreç sonlanmış olmaktan uzak; ancak SYRIZA’nın bir de bu çatlağa yerleşen bir “proje” olduğunu hatırlatmak gerekiyor.

Geçen sonbaharda, krizin ilk başlangıcında yaşananları hatırlayalım. O dönem, Almanya “mülteci babası” rolüne bürünmüş, mülteci sorumluluğunu tamamen sınırdaki AB ülkelerine yükleyen kendi icadı Dublin Anlaşması’nı bile by-pass eder görünmüştü. Öyle ki, Berlin’in Schengen’i de devre dışı bırakacak yeni bir dolaşım sistemi kurmaya hazır olduğu, yılda beş yüz bin, yok yok, hatta sekiz yüz bin mülteciyi ülkeye kabul edebileceği konuşuluyordu. AB’nin merkez ülkelerinin ortaya attığı kota önerisi ve mültecilerin üye ülkelere bu şekilde dağıtılması teklifi, büyük oranda Doğu Avrupa ülkeleri tarafından reddediliyordu. Doğulular “egoizmin Avrupası”nı temsil ederken, başta Almanya olmak üzere Batılılar yeniden “Avrupa değerleri”ni hatırlıyordu.7

Mülteci sempatisiyle Alman sermayesinin işgücü ihtiyaçları arasındaki bağ hakkında çokça yazılıp çizildi. Bunların etkisi yadsınamaz. Bununla birlikte, AB’nin ve Almanya’nın “yarattığı” mülteci krizinin temel motivasyonu, ilk etapta, bu konuyu AB projesine yeni bir itki, bir motivasyon verecek bir unsur olarak görmeleriydi. Siyasi ve ideolojik birliğini yitirmekle karşı karşıya kalan AB, mülteci krizini Avrupa değerlerine dönüşün, ideolojik bir karşı saldırının vesilesi olarak görüyordu. Örneğin, Avrupa’nın önde gelen on üç gazetesi, mülteci sorunu ile ilgili liderlere bir mektup yazarak “gereğinin yapılmasını” istemişti. Aralarında Die Zeit, The Independent ve Libération’ın da bulunduğu gazeteler, “Sorunlu geçmişimize rağmen, Avrupa şimdi dayanışma, eşitlik ve özgürlük ilkeleri üzerine inşa edilmiş birleşmiş bir kıta olduğunu göstermelidir” diyor ve bunun bir siyasî krize dönüşmeden müdahale edilmesini talep ediyordu.8

Dolayısıyla AB (aslında Almanya), artık tek cephe halinde duramayan Avrupa’yı, “demokrasi ve özgürlükler” bayrağı altında biaraya toplamaya çalıştı, ancak gerek IŞİD’in Paris saldırısı, gerek AB içindeki sağcı direniş, gerekse de Türkiye’nin şantaj politikası nedeniyle plan tutmadı, Almanya geri adım atmak zorunda kaldı. Bu konuyu en mahir dile getirenlerden birisi, mülteci sorunundan da Rusya’yı sorumlu tutan ABD’nin ünlü Cumhuriyetçi senatörü John McCain oldu. McCain’e göre, Rusya’nın stratejisi mülteci krizini alevlendirmeyi ve bunu transatlantik ittifakını bölmek ve Avrupa projesini yıkmak için kullanmayı hedefliyordu.9

Doğal olarak, emperyalizmin kendi krizi ile mülteci krizi ve bunu çözme stratejileri arasında doğrudan bağ var. Kendi büyük krizini çözemeyen kapitalist metropollerin, mülteci krizini “demokratik” yollardan aşacağını düşünmek için bir neden yok. Yine de, “neden şimdi?” sorusu gayet meşru. Bu konuda rivayetler muhtelif. Birleşmiş Milletler’in mali kaynaklarının yetersizliği ve kamplardaki koşulların kötüleşmesi nedeniyle göç dalgasının arttığı iddiası, Türkiye üzerinden Yunanistan’a geçişin Libya üzerinden İtalya’ya geçişten daha ucuz ve güvenli olduğunun anlaşılması, Lübnan, Türkiye ve Ürdün’deki Suriyeli mültecilerin geri dönüşten umudu keserek Avrupa’ya geçmek istemeleri, IŞİD’in yarattığı güvensizlik ortamı, Türkiye’nin mülteciler tarafından uzun vadede yerleşilebilecek bir ülke olarak görülmemesi, Libya’dan Avrupa’ya geçişin ülkedeki bölünmüşlük ve savaş nedeniyle neredeyse imkansız hale gelmesi, özellikle IŞİD ile savaş kapsamında Lübnan, Ürdün ve Türkiye’nin daha sıkı sınır güvenliği politikasına yönelmeleri bu rivayetler arasında yer alıyor. Bununla birlikte, örneğin Libya aracılığıyla Avrupa’ya göçün artışı, tamamen Muammer Kaddafi’nin NATO destekli El Kaide çeteleri tarafından devrilmesinin yarattığı bir fenomen. 2011 yılında, Libya’da çalışan göçmen işçilerin sayısının 2,5 milyon civarında olduğu tahmin ediliyordu. Kaddafi’nin devrilmesinin ardından hem iç karışıklıkların başlaması, hem de Sahra-altı Afrikalılarına yönelik ırkçı tutumlar nedeniyle göçmen işçiler Libya yerine Avrupa’ya gitmeyi tercih etmeye başladılar.10

Angela Merkel’in mülteci politikasının hem sağdan hem de soldan büyük eleştiriler alması, Türkiye ile yaptığı utanç verici anlaşma ve AB’yi birarada tutamaması kendisinin, Alman siyasetinde büyük oranda “bitmiş bir aktris” olarak nitelendirilmesine yol açıyor. Daha önce Tayyip Erdoğan yönetimine diş bilediği bilinen Merkel, mülteci krizini yönetememesi nedeniyle topal ördek durumuna düştü. Bir-iki ay sonra yapılacak seçimlerde Merkel’in partisinin de Merkel’den desteğini çekeceği konuşuluyor. Daha krizin başlangıcında bile, Merkel’in partisi Hıristiyan Demokratlar’ın (CDU) otuz dört yerel yetkilisi bir mektup yazarak “açık kapı” politikasının ne Alman yasaları ne de uluslararası yasalar ile uyumlu olmadığını iddia etmişti. Yetkililer ayrıca, bu tip bir siyasetin CDU programında da yer almadığına dikkat çekmişti.11

Sadede gelmek

Crisis Group tarafından hazırlanan Afrika ve mülteci sorunu hakkındaki bir raporun “öneriler” kısmı, sorunun kaynaklarına ilişkin aslında önemli şeyler söylüyor.12

Raporun Batılı ülkelere önerileri şunlardı:

Batı siyaseti daha kapsayıcı ve hesap sorulabilir hükümetlerin oluşturulmasına odaklanan şekilde yön değiştirmeli, marjinalleşmeye ve yabancılaşmaya neden olan yapısal faktörlere karşı çıkmalı.

Özellikle Nijer ve Nijerya’da, Batılı hükümetler ve Avrupa Birliği “önce güvenlik” yaklaşımını devam ettirirken, radikalleşme ve suçla mücadele faaliyetleri hesap sorulabilir kamu yönetimlerini teşvik etmeye odaklanmalı.

Geliştirme yardımları askeri terörle mücadele faaliyetlerine değil, yönetişimi artıracak, yolsuzluğu azaltacak ve demokratik kurumları güçlendirecek önlemlerin güçlendirilmesine bağlanmalı.

Genç işsizlere, periferiyi piyasalara bağlamak için eğitim ve emek yoğun altyapı projeleri aracılığıyla seslenmek ve bu şekilde göçü engellemek.

Nijer ve Nijerya’da, Mali’de ve Afrika’nın diğer bölgelerinde emperyalistlerin askerî faaliyetlerinin, bu ülkelerdeki İslamcı terörün doğrudan ya da dolaylı beslenmesini, askerî darbeler yoluyla kıtayı nasıl istikrarsızlaştırdıklarını düşününce, raporun boşuna yazıldığını düşünebilirsiniz! Ancak mülteci sorununun yaratıcılarının, onun sonuçlarına yönelik önerileri de ancak bu kadar oluyor. Batılı düşünce kuruluşlarının mülteci sorununa bakışları, büyük oranda “yönetişim sorunu” ya da “ulusal güvenlik tehdidi” üzerinden şekilleniyor.

Zaten tam da bu bilinçli emperyalist yıkım siyasetinin bilinçsiz ve çapsız emperyalist düşünce merkezleri ile buluşması mülteci sorununun ve mültecilerin acılarını bir kat daha artırıyor. Dünya kapitalist sisteminin mevcut durumuna bakılırsa, bu “çözüm”lerin ötesinde herhangi bir tutumun alınamayacağı ise ayan beyan…

Dipnotlar

  1.  Birleşmiş Milletler literatüründe mülteci, göçmen gibi kavramlar başka başka anlamlara sahip. Bunlar önemsiz değil, ancak bu yazının konusu olmadığı için kendi topraklarından başka topraklara (ülke içi ya da dışı) her tür dış etkenin zorlaması ile göçmek durumunda kalmış insanların hepsine mülteci diyorum.
  2.  Bu konuda ayrıntılı ve ilginç bir inceleme için bkz. Liisa H. Malkki, “Refugees and Exile: From “Refugee Studies” to the National Order of Things”, Annual Review of Anthropology, Vol. 24 (1995), sf. 495-523.
    Buradaki ironinin boyutları sanıldığından daha fazla: Almanya’da toplama kampı olarak kullanılan mekanların önemli bir bölümü, savaşın ardından “toplanma merkezleri”ne dönüştürülecekti.
  3.  Bu noktada, Lübnan’daki Filistinli mültecilerin de son zamanlarda Avrupa’ya göçmeye başladıklarını not etmek gerekiyor. “Ara ülke”, yine Türkiye… Bkz. Nour Samaha, Why are Lebanon’s Palestinians leaving for Europe?, Al Jazeera, 3 Aralık 2015.
  4.  Birleşmiş Milletler Mülteci Ajansı (UNHCR), 2015 UNHCR regional operations profile – Africa, Nisan 2015, http://goo.gl/2vIR4Z
  5.  Mikolaj Radlicki, Refugees: The African numbers that put Europe to shame; it needs to think again, Globe&Mail Africa, 3 Ekim 2015.
  6.  Bu tartışma, Batı solunda şu anda pop-düşünür Slavoj Žižek ve onun mülteciler-Avrupa değerleri üzerine yazdığı yazılar üzerinden dönüyor. Bu konuyu başka bir zaman ele almayı düşünüyoruz. Bkz. Slavoj Žižek, The Cologne attacks were an obscene version of carnival, NewStatesman, 13 Ocak 2016.
  7.  Tevfik Taş, Bayram değil, seyran değil: Almanya’nın sığınmacı sevgisi nereden geliyor?, soL Haber Portalı, 11 Eylül 2015.
    Bu arada Merkel yakın zamanda, doğu ve orta Avrupa üye ülkelerinin serbest dolaşıma engeller çıkartmasının, AB’nin birleşik piyasasının aleyhine olacağı uyarısında bulundu.
  8. 13 tanınmış Avrupa gazetesinden liderlere ‘mülteci sorunu’ çağrısı, soL Haber Portalı, 11 Eylül 2015.
  9.  Sam Jones, Russia accused of ‘weaponising’ Syria refugess, Financial Times, 14 Şubat 2016.
  10.  Natalia Banulescu-Bogdan ve Susan Fratzke, Europe’s Migration Crisis in Context: Why Now and What Next?, Migration Policy Institute, 24 Eylül 2015.
  11.  Kate Connoly, Refugee crisis: Germany creaks under strain of open door policy, The Guardian, 8 Ekim 2015.
  12. The Central Sahel: A Perfect Sandstorm, Crisis Group, 25 Haziran 2015.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×