Ne Mutlu Marksist-Leninistim Diyene!

Emeğin Gücü, 1870’ten Günümüze İşçi Hareketleri ve Küreselleşme

Beverly Silver

Çeviren: Aslı Önal

Yordam Kitap, İstanbul, 2009, 288 sayfa.

 

Ana konuya gelmeden önce dünyayı kasıp kavuran bir hastalıkla ilgili bir uyarıda bulunmak istiyorum. Bu öyle bir hastalık ki insanlığı içten içe kemirmekte, umutsuzluk yaymaktadır; öyle bir hastalık ki insan aklını bulandırmakta, iradesini korkularına yenik düşürmektedir. Ele aldığımız kitabın yazarının da bu hastalığa tutulduğu inancındayım.

Silver hastadır: Kapitalizm körüdür, kapitalizmin ötesini görememekte, hayal edememektedir. Aksi taktirde işçi sınıfının büyük toplumsal altüst oluşlara sebep olan son yüz otuz yıllık mücadele tarihini konu edinip de işçi sınıfının nihai kurtuluşundan bir kelime söz etmemenin başka bir açıklaması olabilir mi? SSCB’nin sosyalizm kuruculuğu yolunda en büyük adımı olan “Beş Yıllık Plan” ile Nazizm’i aynı kefeye koyup “acımasız dünya piyasasından ulusal ekonominin cankurtaran botuna atlamak için kullanılan farklı yollardan bazıları” olarak kodlamanın başka bir nedeni olabilir mi? Olamayacağını göstermek amacıyla yazının ilerleyen bölümleri Silver’in bu gör(e)meyişini -kitabına yansıdığı kadarıyla- besleyen ve bizzat ondan beslenen önemli noktaları açıklamaya ayrılmıştır.

Kitabın isminden de anlaşıldığı üzere, 1870’ten günümüze kadar yaşanan işçi hareketleri incelenmiş, aralarında bulunan benzerlik ve farklılıklardan yola çıkılarak gelecekte olabilecek işçi eylemleri ile ilgili öngörülerde bulunulmuştur. Fakat devrim ve karşı-devrimlere, işçi sınıfının ilk sosyalizm deneyimine tanıklık eden bir yüzyılı üç yüz sayfaya sığdırma iddiası, sürecin analizinde belli bir yüzeyselliği ve beraberinde ciddi yanlışları kaçınılmaz kılıyor. Nitekim ele alınan tarihsel kesit, sınıflar mücadelesi, üretim ve dolaşım süreci ile sınırlandırılarak incelenmektedir. Sınıf ve siyaset arasına kalın bir duvar ören yazar, böylelikle işçi sınıfı mücadelesini ekonomik mücadeleye, mücadele perspektifini ise daha insaflı (burjuvazinin insafı) bir emek-sermaye ilişkisine indirgemektedir.

Benimsenen bu indirgemeci yaklaşımla aslında sendikalizmin sınırları gösteriliyor. 1 Yükselen sınıf radikalizminin her zaman gerisinde kalmış sendikalar, burjuvazinin “zor zamanları”nda taraf değiştirmiş, sınıf öfkesini soğurma görevini üstlenmiştir. Bir tarafta sendikalizm sınırlarını aşamadıkça elde ettiği kazanımları göz açıp kapayıncaya kadar kaybedebilen işçi sınıfı, diğer tarafta ise farklı araçlarla işçi sınıfını bölerek 2 iktidarı elinde tutmayı başaran örgütlü burjuvazi…

Dünya kapitalizminin geçen yüzyıldaki evrimini inceleyen dördüncü bölümde emperyalist yayılmacılığın işçi hareketleri ile olan ilişkileri, yükselen işçi eylemleri dalgasının devrimi göstermesinden korkan burjuvazinin devreye soktuğu çeşitli mekanizmalar ve demokrasi söylemindeki ikiyüzlülüğü, siyaset işin içine katıldığı oranda doyurucu bir biçimde (biraz da şaşkınlıkla) anlatılıyor. 3 Bu bağlamda 2. Dünya Savaşı sonrasında benimsenen Keynesci model burjuvazinin krizden çıkma çabası olduğu gibi sosyalizmin güçlü bir alternatif haline gelmesiyle de yakından ilişkilidir. Yazarın da belirttiği gibi bir “üçüncü yol” olarak nitelendirilen Keynescilik ve üzerinde kurulan “refah devleti” söyleminin temelinde kapitalizmin komünizmden daha üstün olduğunu gösterme çabası yatıyordu. Fakat toplumsal refah düzeyi ile burjuvazinin artan kâr hırsı arasındaki çelişki, bunun böyle devam etmeyeceğini gösterdi. Nitekim SSCB’nin çözülüşüyle hızlanan emperyalist saldırı emeği -en az bunun kadar önemli olan sol hareketi de- derin bir krize soktu.

Emeğin yaşadığı derin krizi Silver de kabul ediyor, ama gelecek ile ilgili yaptığı öngörüler hiç de iç açıcı değil: İncelediği türden işçi hareketlerinin geleceği üzerine odaklanmakla, “sermayenin olduğu her yerde çatışma da olacaktır” saptamasıyla yetiniyor.

Aslında tüm bu söylenenler temel bir noktada -sömürünün nasıl ortadan kaldırılacağı sorusuna verilecek cevapta- yatmaktadır. Ekonomizm bir cevap değildir. Ekonomizm ve onun siyasal yansıması olan sendikalizmin işçi sınıfını oyalamaktan başka bir şey olmadığının kanıtı bizzat sendikal hareketin tarihidir. Bu tarihi inceleyen biri olarak Silver’in ekonomizm sınırlarını aşamayışı onun hastalığının da göstergesidir. Oysa tarihe bilimsel yaklaşanlar, sömürüsüz topluma giden yolun işçi sınıfının iktidarından geçtiğini, bunun dışındaki çabaların boş bir uğraş olduğunu bilirler. İlk sosyalist devrimin Menşevik değil Bolşevik Devrimi olmasının altında yatan da budur. Bu sebeptendir ki kavgamız daha uzun ömürlü bir emek-sermaye uzlaşısı kurma kavgası değil, tarihi ilerletme kavgası, iktidar kavgasıdır. Bu sebeptendir ki ne mutlu Marksist-Leninistim diyene!

Dipnotlar

  1. İktidarı eline almış işçi sınıfı mücadelelerini görmezlikten gelerek, “devrimci hareketler” demekle yetinen yazarın devrimden ne anladığı da bir muamma olarak kalıyor.
  2. Sınır çizme” olarak isimlendirilen burjuva bölücülüğü ücret eşitsizliğinin işçi sınıfı üzerindeki etkisine indirgenmiştir. İdeolojik kavganın önemini gözden kaçıran Silver, çarpık bir Marx eleştirisiyle, ırk, yaş ve cinsiyet farklılıklarının sermaye üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılabileceğini, ayrıca bu farklılıklardan kaynaklanan ayrımcı düşüncelerin işçi sınıfı ideolojisine içsel olduğunu iddia ediyor.
  3. Bu konuda da belli bir kestirmeciliğe gidildiği görülmektedir. İşçi hareketleri ve toplumsal/siyasal olgular arasında doğrudan bir ilişki kurma eğilimi var. Oysa yapılması gereken bütünle -burada kapitalizm-dolayımlı ilişkisellik kurmaktır. Örneğin, 1893 krizi ile yükselen toplumsal huzursuzluğun Amerikan burjuvazisini savaşa ittiği söyleniyor, ama savaşlar ve kapitalizm arasındaki ilişki incelenmiyor; savaşların burjuvazinin krizlerini çözme yolu olduğu gerçeği es geçiliyor.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×