“Ne Yapmalıcılar” Nerede Durmalı?
Yazının başlığına baktıktan sonra “hâlâ mı Ne Yapmalı?” tepkisi verecekler çıkabilir.
Tepki iki türlü olabilir. Bir kere, taşıdığı içerik ile Ne Yapmalı‘nın artık aşıldığını ya da iflas ettiğini düşünenler herhalde vardır. Bazıları da, Rus Sosyal-Demokrat işçi hareketinin başlangıç dönemlerine denk düşen bu çalışmanın, özellikle son 30 yıl içinde yoğun deneyimler yaşayan Türkiye sosyalist hareketi için bugün ne anlam taşıdığını merak edeceklerdir.
Her iki tepkiye tek bir yanıt vermek mümkün. Kapsamlı teorik arka planıyla Ne Yapmalı, politik mücadelenin daha gelişkin uğraklarına, hatta sosyalist iktidarın ön evrelerine ilişkin çok önemli ipuçları da taşır. Başka deyişle, ilk politik örgütlenmelerden sosyalist kuruluşun ön evrelerine kadar uzanan herhangi bir sürecin herhangi bir noktasında, kendi konumlarını belirleme durumundaki sosyalistlerin Ne Yapmalı‘yı temel referans çerçevelerinden biri olarak görmeleri doğaldır.
Yazıda, Ne Yapmalı‘nın doğrudan doğruya kendisinden değil, bu çalışmanın kavranılışına ilişkin genel bir yaklaşımın Türkiye sosyalist hareketinin bugününe nasıl uyarlanabileceğinden söz edeceğim. Açıkça söylenecek olursa, bu özel olarak Gelenek‘in konumuna ilişkin bir önerinin ötesinde, çeşitli kesimlere yapılmış bir çağrıdır aynı zamanda. Ne Yapmalı‘yı hâlâ benimseyenlere, vazgeçilmez bir cephanelik olarak görenlere yönelik bir çağrı. Böylelerine, bu yazı ile sınırlı olarak “Ne Yapmalıcılar” demek mümkün.
“Ne Yapmalıcılar” gibi bir sıfat, Gelenek‘in yıllanmış kavramı geleneksel solun yeni almaşığı olarak düşünülmüş olmasın? Hayır. Dediğim gibi “Ne Yapmalıcılar” yalnızca bu yazı dolayısıyla başvurulan ve belki de bir daha hiç yinelenmeyecek bir sıfat. Geleneksel sol kavramına gelince; bu kavrama bugün de sahip çıkma yanlısıyım. Ama, son 4-5 yılda yaşananların gerekli kıldığı bazı düzeltmelerle birlikte…
Geleneksel sol kavramı genel olarak üç yönüyle ele alınıp benimsendi; ya da tersine tepki gördü. Bu üç yönden birincisi, kavramın en genel tanımıyla ilgiliydi. İkinci yön, geleneksel sol kategorisine Türkiye’de somut olarak kimlerin girdiği sorusunu ve bu sorunun yanıtlarını çağrıştırıyordu. Üçüncü yön ise, dışarıda kalan iki kategorinin, yani “yeni sol” ile “devrimci demokrasi”nin geleneksel sol konumdan yapılmış tanımları dolayısıyla ortaya çıktı.
Ve aradan 4 yıl geçti. Geleneksel sol kavramının en büyük şanssızlığı, iyi tanımlanmış genel bir kategori olarak kullanılabilecekken sanki TİP/TSİP/TKP topluluğunun özel adı sanılması, kavramın bu toplulukla adeta içsel olarak örtüştüğü yolunda yorumlara uğraması oldu. Böylece kavramın gerçek özü giderek geri planda kaldı; sözü edilen partileri aşan bir içerik taşıdığı da ya unutuldu ya da unutturuldu. Bu bizim eksiğimizdir.
Eksiğimiz dışında, yanıldığımız bir nokta da oldu. Yıllar önce Gelenek TİP/TSİP/TKP içindeki olası bir devrimcilik/reformculuk çatışmasının bu topluluğu tam ortadan çatlatıcı sonuçlar verebileceğini düşündü. O zamanlar tahmin edemediği Gorbaçov ile birlikte SSCB ve Doğu Avrupa’da yaşananların bu kesimde estireceği inanılmaz boyutlardaki kişiliksizleşme fırtınası oldu. Açıkçası, özellikle son birkaç yıl içinde yaşananlar bu öbek içindeki radikal/sol tepkileri de büyük ölçüde silahsızlandırdı ve bu yöndeki tepkilerin etki alanını daralttı 1 . Kendi içinde devrimcilik/reformculuk çelişkisi yaşadığı pek söylenemeyecek bir TKP(B), bir İktidar Yolu bile bu gelişmeler sonrasında yeni sola yelken açabildiğine göre, reformizmin TİP/TSİP/TKP’den beklenene göre daha fazla parça koparmış oluşu da doğal sayılmalıdır.
Geleneksel sol konumun belirgin dayanaklarından birini oluşturan ünlü “dünya devrimci sürecinin üç bileşeni” formülü de artık içeriğini yitirmiş bulunuyor. Bütün bunlara rağmen, geleneksel sol kavramının bugün de geçerli bir öz barındırdığını ve bu özde ısrar edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zamanında, geleneksel sol kavramının açıklanmasında reel sosyalizm’e yapılan özel vurguyu bugün de sahiplenme yanlısıyım. Önce, bu vurgunun ne olduğunu hatırlamakta yarar var:
“Marksist teori ile sosyalist mücadele arasındaki ilişkiyi, reel sosyalizmi, başlangıcından bugüne dek kapitalist sistemde açılmış önemli bir gedik olarak benimseyerek kuran her çizgi, geleneksel sol alanına girer. Dahası, geleneksel sol kendini, açılan gediğin, bir deneyim olarak salt pratik önemiyle de sınırlamaz. Olguya teorik düzeyde bakarken, açıklamayı rastlantılarda değil yasalarda arar. Nihayet, bu teorik bakışın ötesinde, kendi uğraşında, reel sosyalizmin sağladığına inandığı somut kazanımları kullanır, bunların üzerine basar. Geleneksel sol için reel sosyalizm artık bir ‘kendinde şey’ değildir; her tür teorik-pratik etkinliğin önsel verisi, temel taşlarından birisidir.” 2
İşte, tam da bu görüşte ısrar edilmesi gerektiğini düşünüyorum. SSCB ve Küba dahil, bütün sosyalist ülkelerde kapitalist restorasyon gerçekleşse, yeryüzünde şöyle ya da böyle sosyalist denebilecek tek bir ülke kalmasa bile, reel sosyalizm deneyimi geleneksel solun en önemli kazanımı ve belirleyicisi olmaya gene devam edecektir. Çünkü:
Reel sosyalizmin tıkanıklığı (hatta istenirse iflası) ne kadar açık bir güncel veri ise, politik devrimlerin, kendi arkalarından ancak ve ancak reel sosyalizmin şu ya da bu versiyonunu getirecek biçimde gerçekleşebildikleri (ve gerçekleşebilecekleri) de o kadar açık bir tarihsel gerçektir. Başka deyişle, eğer dünyanın herhangi bir yerinde bir sosyalist kuruluş deneyimi daha gündeme gelirse, bu, öncelikle bir politik devrimin sonucu olacaktır ve böyle olduğu için de ardından başlatılan süreç, “kaka” reel sosyalizm deneyimlerinden çıkarılan derslere rağmen önünde sonunda da gene bir reel sosyalizm deneyimi olacaktır! Görünür gelecekte dünya, politik devrim denen olgunun uzantılarından arınmış, ilk evrede doğrudan komünist ütopyaya göre biçimlenmiş adımların tek başına belirleyici olduğu hiçbir sosyalizm deneyimine tanıklık etmeyecektir.
Bu ısrar ve vurgu, özel olarak, eski ve taze bütün bölümleriyle Yeni Sola karşıdır. Yukarıdaki mevzi savunulmalıdır. Çünkü, sosyalistlerin, itilmek istendikleri ütopya alanını kabulde bu kadar istekli olmaları, teslimiyetten başka bir anlama gelmeyecektir. Ben kendi adıma “kirli” olduğu söylenen bir reel sosyalizmi sahiplenmeyi, büsbütün ütopyacı sayılmaya tercih ederim…
Yeni Sol dedik. İktidardan hep uzak kalmış Yeni Sol, son iki yılın gelişmeleriyle artık çok fazla iktidar konuşur oldu. Yeni Solun konumu, politik mücadele ve politik devrim süreçlerini özellikle ve kurnazca hasıraltı etmeye yönelen, kendi söylemini “iktidar ve kuruluş dönemi sapmaları”nın eleştirisi ile sınırlayan bir beyhudeliği bu kez yalnız değil de daha büyük bir seyirci kitlesi önünde, yeni katılımlarla birlikte oynuyor. Kıstırılması gereken alan da burasıdır. Tüm dünyada eşzamanlı bir geçiş dışında, Yeni Sol’un yapabileceği tek şey, reel sosyalizm deneyinin orasını burasını eleştirmek, ama eleştirilen sürece, tasavvur düzeyinde bile olsa bütüncül bir almaşık çıkaramadan aynı fasit daire içinde kalmaktır. Düşündüklerini yapmak için önce örgüt olması gerekecektir; ama örgüt olunca da “reel” olmaktan “reel”e benzemekten korkacaktır. Böyle sürüp gidecektir. Özetle, TİP, TSİP ve TBKP’li son katılımlarla birlikte Türkiye’nin Yeni Sol’u ya “bu iş olacaksa bütün dünyada birden olur” görüşüne sığınacak, ya da gevezelik ettiğini bile bile gevezelik etmek durumunda kalacaktır.
Buradan bir sonuç çıkarmak mümkün. Bugünün dünyasında ve Türkiye’sinde “Ne Yapmalıcılar”ın geleneksel sol kategorisi ile anlatılana denk düşen bir çerçeveye sahip çıkmaları, bu çerçeve ile kendilerini Yeni Sol’dan net biçimde ayırmaları gerekiyor. Bu ayırımın ek boyutları üzerinde yeniden duracağım. Ama bu noktada bir özet yapmak gerekirse şu söylenebilir: Geleceğin sınıfsız toplumuna giden süreçte politik devrimi ayrık ve zorunlu bir evre olarak gören, gerek politik devrim öncesinde gerekse hemen sonrasında sınıf mücadelesinin zorunluluklarını bu açıdan değerlendiren, nihayet reel sosyalizm deneyimlerine bir “sapma” olarak değil, yol açıcı zorunluluklar olarak bakan her marksist geleneksel sol’un alanına girer.
SINIR ÇİZGİLERİ NASIL ÇİZİLMELİ
“Ne Yapmalıcılar”ın durması gereken yer, bence iki değil tek sınır çizgisiyle ayrılmış bir alan olmalıdır. “Ne Yapmalıcılar”ın, kendi konumlarını, sağda “reformizm”e solda ise “devrimci” Yeni Sol türevlerine karşı çizilmiş sınırlarla belirlenmeleri hem teorik hem de pratik açılardan hatalı olacaktır. Bugünün Türkiye’si için konuşulursa, “Ne Yapmalıcılar”ın sağında Birlik Partisi girişimcileri ya da TBKP’nin, solunda ise Devrimci Sosyalist Blok niyetlilerinin bulunduğu düşüncesi bir yanılsamadır.
En başta, teorik olarak böyledir. Çünkü SBP girişimcileri ile DSB niyetlilerinin farkına varmadan, farkına varsalar bile (örneğin izleyebildiğim kadarıyla Veysi Sarısözen’in “bu yakınlaşma”nın farkında olduğuna eminim) telaffuzundan çekinerek buluştukları pek çok ortak nokta vardır. Şu anda yasal parti vurgusunda somutlaşan farklılık bir yana bırakılırsa, genel olarak sosyalist kuruluş, özel olarak Sovyet deneyimi, Stalin dönemi, demokrasi, katılımcılık, çoğulculuk vb. konularda her iki kesim arasında önemli ortaklıklar olduğu bence açıktır. Eklenecek tek nokta şu: SBP girişimcileri “medeni cesaret” nedeniyle, farkında oldukları bu noktada DSB niyetlilerinin peşinde biraz daha çok dolaşmaktadırlar.
Peki, birinin “uzlaşma”dan, ötekinin “toplumun devrimci dönüşümü”nden yana olması ciddi bir farklılaşma sayılmaz mı? Aslında sayılabilirdi, ama olmayacağa benziyor. Çünkü, “toplumun devrimci dönüşümünden yana olduklarını” söyleyenlerin, ki gerçekten böyle olduklarından hiç kuşku duymuyorum, bu sözü sık sık tekrarlamanın ötesinde, böyle bir dönüşüm için ön zorunluluk olan politik devrim perspektifini düşünmeye ve buna ilişkin güncel örgütlenme görevlerini yüklenmeye pek de niyetli olmadıkları anlaşılıyor. Bu durumda SBP partili, DSB de partisiz olarak “yarının sınıfsız toplumuna özgü ölçütleri örgütlenme, demokrasi, taban inisiyatifi, katılım vb. alanlarda bugünden hayata geçirme” türünden, artık ızdırap vermeye başlayan lafları hep birlikte yineleyeceklerdir. İki kesimin fiziksel anlamda buluşabileceğini doğrusu hiç düşünmüyorum. Bu, hiçbir zaman olmayacaktır. Ama olanaksızlığın, sanıldığı gibi birinin “reformist”, ötekinin de “devrimci” olmasından kaynaklandığını doğrusu pek düşünmüyorum. Biri hep parti ile iş yapmaya alışmıştır, öyle yapacaktır. Öteki de tam tersidir: Hep partisiz iş yapmaya alışmıştır, gene öyle sürdürecektir. Biri parti olduğu öteki de olmadığı için, aralarındaki radikalizm farkı dışarıya beş kat artarak yansıyacaktır. Parti olma ve olmama durumlarından kaynaklanan bu farklılıklar zamanla teori ve pratiğe ilişkin gerçek ayrımlar biçiminde algılanacak, uçurum daha da büyüyecektir…
“Ne Yapmalıcılar”ın bu zahiri süreçleri olduğundan daha çok ciddiye almaları gerekmiyor. Almamaları gerektiğini kısa sürede göreceklerdir. Çünkü birinin partinin, ötekinin de “hareket”in içinden verecekleri ideolojik mücadele, ortak bir hedefe, “Ne Yapmalıcılar”a yönelecektir. Hatta zaman zaman ortak bir terminolojide buluştukları da olacaktır: “Tek parti diktatörlüğü isteyenler” “stalinistler” “leninizmin dogmatik yorumuna takılıp kalanlar” vb. vb. gibi…
“Ayırım çizgileri” ile devam ediyorum. Sol içi ideolojik mücadelede gereksiz yere ek cephe açmak sanıldığından da tehlikelidir. Gereksiz yere ek cephe belirleyip buralarda savaş açmak, cephe açanı, ancak başkalarından hareketle ve onların olumsuzlanmasıyla tanımlanabilir hale sokar, yani onu giderek bir “teferruat” konumuna iter. Pratik olarak ise, hareket alanını büyük ölçüde daraltır. Bugün “Ne Yapmalıcılar”ın yapmaları gereken, önce kendi konumlarını, sonra da bu konumlarıyla karşılarına aldıkları sol içi asıl cepheyi tanımlamalarıdır. Diğerlerinin kendi çeşitlilikleri içinde nerede ne yaptıkları, “Ne Yapmalıcılar”a hangi ölçülerde uzak düştüklerinin tesbiti ise, en azından bu aşamada, “Ne Yapmalıcılar”ın işi değildir, olmamalıdır.
Gereksiz yere ek cephe açmanın getireceği bir başka risk ise teorisizm’dir. Kendini çok sayıda dış nesnenin olumsuzlanmasıyla tanımlama eğilimi, ayırım noktalarının giderek daha soyut düzeylerde ayrıntılandırılmasına, hatta apolitik ayırım noktaları icadına götürebilir. Bu, “Ne Yapmalıcılar”ın özellikle uzak durmaları gereken bir tehlikedir. Çünkü bu takdirde yapılan iş, bilinçli tercihle belirlenmiş bir alanda derinleşme değil, başkalarına göre “dayatıldığı sanılan” noktalarda “abes”e yönelme olacaktır.
Bütün bunlardan söz etmem garip kaçabilir. Ama bir korkum var. Korkum, yalnızca Türkiye değil tüm dünya soluna damga vuran genel bir tehlikeden kaynaklanıyor. Bu da, sol teorizasyonun, her yeni evreye, bir önceki evreye özgü teorizasyonla aşırı yüklü biçimde başlamasıdır. Başka deyişle, “değişen koşullar”, “yeni olgular”, “güncel gerçeklikler” vb. konularda girişilen onca edebiyata rağmen, güncel teorizasyon gerçek anlamda bunlardan çok, eski teorizasyona yönelik tepkilerle gelişecektir. Bu yüzden global sol teorizasyon (ve onun Türkiye dahil yerel düzlemlere yansıyışı) tarihte hep bir uçtan ötekine savrulmuştur. Yaklaşık çeyrek yüzyıllık tarihinde Komintern’in yaşadığı savrulmalar da aynı olgunun ürünüdür. Bugün olup biten en açık biçimde ifade edilecek olursa: “Yeni politik kültür”, çağımızın yeni gerçeklerinin ele alınışından çok SBKP’nin 80’e kadar geçerli olan çizgisine yönelik tepkiyle ilgilidir. Yeni Sol’un daha yakınlarda yaşadığı halüsinasyon şöleni de (“leninizmin 1918’den bu yana ilk kez yükseliş içine girmesi”, “kitlelerin daha iyi bir sosyalizm için ayaklanması” vb.) aynı şekilde, gene aynı teorizasyona yönelik tepkinin naif bir ürünüdür.
Bunların “Ne Yapmalıcılar”la ilgisi sorulabilir. İki türlü ilgisi var. Birincisi: “Ne Yapmalıcılar” da, daha önceki teorizasyona duydukları tepki ile ve bu teorizasyonun temellerinin tümüyle inkarından yola çıkarak, hem “yeni politik kültür”ün hem de yeni solun dışında kalması arzulanan bir global teorizasyon deneyebilirler. Bu, sonuçsuz bir çaba olacaktır ve hiç denenmemesi gerekiyor. İtirazım elbette teorizasyona değil, inkar olasılığına ve özellikle de globallik zorlamalarına yönelik. İnkarcı teorizasyon Yeni Sol’a, global teorizasyon ise “yeni politik kültür”e götürebilecek kapılardır. Bunun için hiç denenmemeleri gerekiyor.
İkinci bağlantı ise farklı bir tepkisellikle ilgili. Güncel teorizasyon denemelerine duyulan tepki, bu kez geçmişin gözü kapalı sahiplenilmesini getiren, özetle “inadım inat” diyen bir yönelim de doğurabilir. Bu da yanlıştır ve hiç bulaşılmaması gerekiyor.
Peki, bütün bunlar yanlışsa “Ne Yapmalıcılar” ne yapmalı? Nerede durmalı?
KATASTROFİZM PARTİ VE ÖNCÜLÜK
Özellikle 1917’den bu yana pek çok Lenin yorumu yapıldı. Lenin’i bir cümle ile ama yalnızca bir cümle ile, özetlemem istense herhalde şunu söylerdim:
Leninizm politik devrim perspektifinin toplumsal devrim perspektifi önünde güncel bütün değişkenleri belirleyen birincil unsur sayıldığı; bunun da ötesinde, sınıf mücadelesine göre biçimlenen politikleşmenin, iktidarı izleyen ilk dönemlere de taşınan bir marksizm yorumudur.
Böyle bir özetin pek çok kişi tarafından eksik ve yanlış sayılması mümkün. Ama doğrusu bir yerden sonra bu tür itirazları fazla ciddiye almak gerekmiyor. Oldukça basit bir örnekle yetineceğim. 1917 Ekimi’nden önce, 1917 Nisanı’nda Lenin “Devrimimizde Proletaryanın Görevleri Üzerine”de, örneğin devlet konusunda son derece radikaldir 3 . Çünkü Lenin kitlesel bir kalkışma düşünmektedir ve bu düşünce doğrultusunda özellikle belirginleştirilmiş bir anti-otoriter eğilim sergiler. Bu eğilimi, örneğin 1921 yılının 10.Parti Kongresi’nde “İşçi Muhalefeti” karşısında merkezi otoriteden yana ödünsüz tavrı ile karşılaştırmak mümkündür. Burada Lenin çok açık biçimde kitleler karşısında Parti‘yi genel anlamda üreticiler karşısında proletaryayı, sendikalist ve anarşist eğilimler karşısında da otorite’yi öne çıkarır 4 .
Demek istediğim şu: 1917 Nisanı’ndaki Lenin’den hareketle onu yarı-anarşist bir liberterliğe ve anti-otoriterizme alet etmek de, 1921’deki konumundan kalkıp kendisine bürokratik-despotik özellikler atfetmek de yanlıştır. Günümüzde, sosyalistlerin karşılıklı saf tutup Lenin ile ilgili bir halat çekme yarışına girmeleri ise, bana, yanlışın ötesinde budalalık gibi görünüyor.
Yukarıdaki örnek gibi başka pek çoğu verilebilir. En basitini seçtim. Gerçekten de basittir. 1917 Nisanı’ndaki Lenin, burjuvazinin iktidarını yıkmaya ve burjuva devlet mekanizmasını parçalamaya yönelik bir politik devrim arifesindeki önderdir. Buna karşılık 1921 yılının Lenin’i, sosyalist iktidar ertesinde sınıf mücadelelerinin hala sürdüğü (hatta NEP’in gündeme gelmesiyle daha da kızışacağı) bir ortamda proletarya iktidarının selameti adına konuşmaktadır. Dolayısıyla, görünürdeki ikilik, temelde son derece yalın bir birliğe götürür bizi.
Bugüne dek NEP dönemini büsbütün gereksiz sayan kişiye rastlamadım. Ama, zorunluluğu kabul edilen bu dönemde örneğin devletin neden “sönümlenmediğini” soran, parti diktatörlüğünü eleştiren, Bolşevik Parti içinde hizipçiliğe son verilmesini bir türlü “anlayamayan” çok kişi gördüm. İkisi birleştirildiğinde şaşırmamak mümkün değil: Eğer insanlar büsbütün çıldırmamışlarsa, sınıf mücadelesinin daha da kızışmasının pek muhtemel olduğu bir dönemde, proletaryanın, elindeki iktidar güçlerini zayıflatıp deforme etmesi nasıl savunulabilir? Şu denecektir: Öyle bir devrim olmalı ki, merkeziyetçilik, baskı, sınıf iktidarının şiddeti vb. olmadan devrimin kazanımlarına halk doğrudan ve bizzat sahip çıksın! Böyle bir itiraz karşısında en çok şu söylenebilir: Eğer oluyorsa, buyrun böyle bir devrimi siz yapın…
Bütün bunlardan çıkan sonuç da oldukça basit: Özünde Marksizmin devlet, demokrasi ve bürokrasi konusundaki bütün tanımları, politik devrim öncesinde ve sonrasında sınıf mücadelesinin gereksinimleri ve koşulları tarafından belirlenen, bu halleriyle de kendi doğrudan değerleri itibarıyla ele alınamayacak kategorilerdir. Lenin de, en çok pratikte olmak üzere, bunun hakkını veren bir marksisttir.
Sırada şu var: Leninist yapıda bir öncü örgütlenme gerekli mi değil mi, günümüz koşullarında aşıldı mı aşılmadı mı?
Burada son derece açık olmak gerekiyor. Ortada iki kamp vardır. Birincisi, hedef olarak toplumun devrimci dönüşümünü, devletin, bürokrasinin ortadan kalkmasını alır; elindeki araç da kitle hareketidir. İkinci kamp ise, hedefini öncelikle bir politik devrim olarak belirlemiştir; elindeki araçlar da, kitle hareketinden daha belirgin biçimde, sınıf mücadelesi ve öncü örgüttür.
Böyle bir yalınlaştırma düzeyinde, pek çok noktanın birbirine karıştığı söylenebilir. Birinci kampta yer alanlar politik devrimi red mi ediyorlar? Sınıf mücadelesini, öncü örgütü boşluyorlar mı? Ya da, ikinci kamptakiler, toplumun devrimci dönüşümünü hiç mi gözetmiyorlar? Kitle hareketini önemsemiyorlar mı?
Birinci kamptakilerin, örneğin politik devrimi açıkça reddettiklerini duymadım. Ama bundan söz ettiklerini de duymadım. Bu kampta, toplumsal devrimin, onu önceleyen politik devrimin ayrık kimliğini iyice silikleştirdiği bir tür katastrofizm‘in gizli olduğunu söylemek mümkündür. Katastrofızmi büsbütün reddetmek söz konusu değil. Çünkü her devrimci durumda ve sözcüğün gerçek anlamıyla kitlesel olan her devrimde katastrofik bir yan vardır. Toplumdaki insanların hepsinin, işlerin nereye gitmesi gerektiğini bildikleri bir yerde esasen devrime gerek yoktur. Devrimin politik kimliğinin, temeldeki sınıf mücadelesinin ve bunun bilinçli temsilcisi olan öncü örgütün rollerinin vurgulanması da, kitlesel nitelikli her devrim için kaçınılmaz olan bu katastrofik özelliğin belirli hedefler doğrultusunda az çok şekillendirilmesi ve yönlendirilmesi zorunluluğuna dayanır.
İkinci kampa gelince. Bu kamp, toplumun devrimci dönüşümünü gözetmeme şöyle dursun, tam tamına onun için, onun bir güvencesi olarak politik iktidarın ele geçirilmesini vurgular. Kitle hareketini önemsememe şöyle dursun, tam tamına sınıf mücadelesinin karmaşık, yoğun ve eksen kaydına bir kitlesellikle sarmalanabileceğini düşündüğü için, bu mücadeledeki bilinç unsurunu (sınıf öncüleri ve öncü örgüt) öne çıkarır.
Burada, tartışmaya canlılık katma adına bir parantez açmak, ortaya bir soru atmak istiyorum: Sosyalist devrim “olur” mu “yapılır” mı? “Olma” ve “yapma/yapılma” paylarının birbirleriyle, burjuva devrimlerden sosyalist devrimlere, 18. yüzyıldan günümüze, ülkeden ülkeye farklı biçim ve dozlarda kaynaştıklarını söylemek en doğrusudur. Gene de şu kadarı açık olsa gerek. Birincisi: Sosyalist devrimlerde “olma” payına göre “yapma” payı her zaman mutlaka daha ağırlıklıdır. İkincisi: Günümüz dünyasında, kitle iletişiminin, emperyalizmin, tekelci manipülasyon olanaklarının bugünkü durumunda “olmuş” gibi görünen şeylerden çoğunun aslında bal gibi “yapılmış” olmaları; ya da gerçekten de “olmuş” olanların en güçlü ve örgütlü odaklarca doğrudan “yapılmış” gibi kendi kazanç hanelerine yazılmaları mümkündür. Üçüncüsü: Bundan böyle sosyalistler “olmakta olan” bir devrimi “yapmakta”, eskisine göre daha büyük güçlüklerle daha bilinçli ve örgütlü düşmanlarla karşılaşacaklardır. Ve nihayet dördüncüsü: Yeniden üretilip geliştirilmiş ve günümüze uyarlanmış unsurlarıyla Leninizmin öncülük, öncü örgütlenme ve ideolojik/politik arılık ilkeleri, bugün 20.yüzyıl başı Rusyası’nın koşullarına göre daha da geçerlidir.
İşte, bazı insanların leninizmi günümüzde de sahiplenmeleri, basit bir inadın ya da aymaz bir ortodoksluğun değil, bu tür değerlendirmelerin ürünüdür. Leninizmin günümüzde geçerliliğini savunanların karşısına “yani Kışlık Saray almakla bu iş biter mi diyorsun?” gibi aptalca sorularla çıkanlar vardır ve daha da olacaktır. Böyleleriyle tartışmanın bir yararı yoktur.
Bu konuda sözü daha fazla uzatmadan, oldukça yetkin bulduğum iki pasajı aktarmak istiyorum. İlki:
“Lenin’de tüm ülkeyi saran ve bütün sınıfları etkileyen bir bunalım, kitlelerin eskisi gibi yaşamak istememesi ve egemen sınıfın eskisi gibi yönetememesi biçiminde formüle edilen devrimci durumun, kitleler söz konusu olduğunda en önemli sonuçlarından birisi politizasyondur. Bilinçlenme sürecinin ilk aşamalarında olan kesimler için politizasyonun anlamı, kendi dertlerini kolay ifade edebilecek araçların arayışına girmek olur. Tepkiler belli bir düşmana yoğunlaştırılır ve çare de çok gündelik veya ayrıntılı bir sorundan yola çıkılarak bulunabilir. Bu basitleştirmeler içerisinde tarihsel tercihlerin yeri sanıldığından küçüktür. Böylesi tercihlerin yerine gerçeğin sınırlı bir kesimine duyulan ilgi ve yakınlıktan söz etmek daha doğru olacaktır.” 5
Bu değerlendirmenin sahibi Hekimoğlu, yazısının ikinci bölümünde şöyle devam ediyor:
“20.yüzyıl Marksizminde en ciddi yanılsamalardan birisi, devrimci öncünün kritik noktada çektiği kitlelerin sınıf çıkarlarının mutlu gelecek harcından oluşacak tutkal ile kalıcı bir kimliğe kavuşacakları yolundaki boş inançtır. Öncünün çekim gücündeki temel öge gerçeğin bilgisi olmadığı için, gerçeğin bilgisi geniş kesimlere yönelik bir çekim gücü oluşturamayacağı için, devrimin kitlesi iktidar öncesinden sonrasına geniş bir zaman diliminde, her yol ağzında yeniden harmanlanan, dağılan ve birleşen bir nitelikte olacaktır. ” 6
Bütün bunlardan çıkan sonuç açık olsa gerek. Gerçekten devrimci bir durumun barındırdığı ya da barındırabileceği özellikler konusunda iki kamp arasında önemli bir fark olmayabilir. Önemli fark şurada başlıyor: Birinci kampın, içerdiği devrimci özün dışında, bu karmaşanın yönelim olarak da sosyalist olabileceğine inandığı anlaşılıyor. Bu nedenle de bilinçli bir manipülatöre gerek duymadığı görülüyor. Böyle bir gereğin farkına varsaydı, öncülük sözcüğünün geçtiği her yerde akla ikâmeciliğin gelmesi ya da öncü örgütlenmenin hep beklenen “kitle hareketliliği”nin ertesine atılması türü eğilimler de herhalde ortaya çıkmazdı.
Çok açık konuşmakta yarar var. Türkiye’de, leninist yaklaşımların artık aşıldığına, eskidiğine, fos çıktığına, inanıp bunu açık açık söyleyen marksistler vardır. Böyleleri ile konuşulur, tartışılır. Ayrıca küfür etmenin gereği ve anlamı yoktur. Çünkü en azından başkalarından daha cesur, açık sözlüdürler. Üstelik, hem konu hem de alınan konumlar çok açık ortaya serildiği için, böyleleri ile girişilecek tartışmaların Lenin antipatisini binbir türlü kitle, taban vb. edebiyatı altına saklayan samimiyetsiz “devrimciler”le yapılacak polemiklerden daha verimli olma ihtimali de vardır.
BİRLİK ÇOK MU GEREKLİ?
Bundan sonra ne yapılabilir?
“Ne Yapmalıcılar”, SBP girişimleri ve DSB niyetleri dışında başka hangi kanalları zorlayabilirler?
Bunlar oldukça önemli, pratiği zorlamadan yanıtı kolay bulunamayacak sorulardır. Ancak, bugüne dek yaşanan deneylerden, özellikle de çeşitli birlik süreçlerinden hareketle bazı saptamalarda bulunmak mümkündür.
Önce, şu ünlü “birlik” sorunu. Kanımca birlik sorunu Türkiye sosyalist hareketinin gündeminden düşmemelidir, düşürülmemelidir. Gündemden fiilen düşen, artık herkes nezdinde de düşmesi gereken bir şey vardır elbette: Büyük birlik projeleri. Son dört yılın deneyleriyle, büyük birlik projelerinin artık gündemden düşmesi gerekiyor. Bu kanalı bir daha zorlamak, zaman kaybı olacaktır.
Yalnız bu noktada, Türkiye solundaki bazı kesimlerin genel yaklaşımından farklı düştüğünü sandığım düşünceler ortaya atmak istiyorum. En basit konuluşuyla şöyle: 1986’dan 1990’a çeşitli birlik projelerinin, olmayacak dualara çekilen aminlerden ibaret kaldığı görüşünü hiç paylaşmıyorum. Bu nedenle de, geçmişteki şu ya da bu projeden “bir iş çıkmayacağını” en başından gördüklerini söyleyen, bu nedenle de kendi uzaklıklarını haklı gösteren kişi ya da gruplarla “politika” konusunda bazı ayrılıklarımızın olabileceğini düşünüyorum.
İçinde bulunulan ortamın gerçek haritasını görmede, düşünülmesi başka türlü pek mümkün olmayan yeni mevzilerin ve yolların bulunmasında, “benzemezlerin ortak diyalektiği” önemli bir yer tutar. Elbette, benzemezlerin ortak diyalektiğini, yararları zamanla sınırlı bir zenginlik olarak görüyorum. Yoksa, sosyalist örgütlenme ve mücadelede böyle bir diyalektiğin hep geçerli olduğunu iddia ediyor değilim.
Bu tür bir iddia, yenilenmecilikte aşırı gidenlere yakışır.
Sonra, yaşananlara kontrollü bir determinizm içinde bakmanın yararları vardır. Fiilen yaşanmış olan, mutlaka bir nesnelliği anlatır, ona denk düşer. Çünkü, solun çok çeşitli kesimlerini kendi iradesi ile bir araya getiren, tartıştıran, sonra da ayrıştıran tekil bir özne ya da ilahi bir güç yoktur. Dolayısıyla, ortada “yanlışlığının” kanıtlanması mümkün bir tercih de yoktur. Ortada, yalnızca belirli bir nesnellik vardır. Nesnelliğin “yanlış olduğunu” kanıtlamaya çalışmak ise abestir.
Örneklere geçelim. Sözgelimi 1986 yılında Aybar’dan Perinçek’e, Yalçın Küçük’ten Murat Belge’ye dek ilginç isimlerin katıldığı birlik tartışmalarından “somut bir birlik” çıkmayacağını kestirmek için herhalde müneccim olmak gerekmiyordu. Ama böyle bir tartışmanın Türkiye solunun o günlerdeki konumu açısından tam tamına bir nesnelliğe denk düştüğünü, aynı tartışmanın çok yönlü yararlar sağladığını da kimse inkâr edemez. Katılımcı bireylerin kendi adlarına sağladıkları yararın takdiri bana düşmez. Ama dinleyiciler ve izleyiciler, Türkiye solunun temsili bir konumunu ve bu konumun yansıttığı genel dinamikleri kavramada bu süreçten yararlanmışlardır. Sonuçta, bu tartışmaların ertesinde, hiç kimse başa dönmemiştir.
18’ler Çağrısı ile başlayıp BTDK ile devam eden, sonra da DSB için öyle böyle değil “kalıcı” güç ve eylem birliği kararı ile noktalanan süreç ise daha da önemli idi. Nuh’un Gemisi’nden bu yana bunca ayrı canlıyı biraraya getirebilen, elbette bir nesnellikte ve sosyalistler böyle bir nesnelliğin içine girmek durumundaydılar. Örneğin ben kendi adıma, Türkiye solunun çeşitli kesimlerinin gerçek anlamda nerede yer aldıklarını, hep birlikte ne yapılabileceğini ve ne yapılamayacağını, bundan sonra da kimlerle nereye gidilebileceğini bir sürü aylık dergiden çok bu süreçten öğrendim. “Benzemezlerin ortak diyalektiği” en zengin yanını bir bakıma bu süreçte sergiledi. Grupların, çizgilerin ve kişilerin gönüllerinde yatan asıl aslanları tanımak, temel politika ilkeleri konusunda fikir sahibi olmak, dahası Türkiye solunun orta ve genç kuşaklarının duyarlılıklarını bu vesileyle ölçebilmek, Türkiye’de sol adına iş yapmak isteyenler için önemli kazanımlardır. Belki de şu cümle, hepsinin özeti olacak: Benzemezlerin ortak diyalektiği, bundan sonra, bu kez benzerler için gündeme gelebilecek bir başka ortak diyalektiğin daha sağlıklı, oturmuş ve en önemlisi de bağışık temeller üzerinde gelişmesini sağlayacak bir veri oluşturabilir.
Buradan devam edecek olursak, bundan sonra gündemde benzerlerin ortak diyalektiği olmalıdır.
Böyle bir sürecin başlatılabilmesi için ortada ciddi engeller bulunmuyor. Ancak sürecin sağlıklı biçimde gelişebilmesi açısından büyük önem taşıdığına inandığım iki noktayı vurgulamak yararlı olacaktır:
1- “Benzerler”i çok dar görmek, başka deyişle yeni sürecin öznelerini, bugünkü durum ne olursa olsun yalnızca ve nihai olarak “geleneksel solun radikal kesimleri”nden ibaret sayıp onlarla sınırlamak yanlış olacaktır. En açığı, “Ne Yapmalı?”nın sağlıklı ve Türkiye açısından somutlanabilir bir yorumunda az çok buluşabilen insanların hangi siyasal kökene sahip olduklarının bundan böyle hiçbir önemi olmamalıdır. “Devrimci demokrat” kökene sahip ya da kendini halâ bu tür çizgilerden birine bağlı gören ama deneyimli, olgun ve iş yapmak isteyen kadroların başkaları ile buluşabilmeleri önemli bir olanaktır ve bu olanağın hakkı verilmelidir.
2- Az önce de değinildiği gibi, Türkiye’de “benzemezlerin ortak diyalektiği”nden alınabilecek randımanın sınırlarına ulaşılmıştır. Bunun doğal sonucu da, çok büyük birlik projeleri döneminin artık kapanmış oluşudur. Büyük başlayıp küçülen projelerin yerini, daha mütevazi (küçük değil) başlayıp büyüyen projeler almalıdır.
Belki, bu iki duyarlılık noktasından da önce üzerinde durulması gereken bir nokta daha vardı: Şöyle ya da böyle, hedefi birlik olan projeler mutlaka gerekli mi?
Bu sorunun yanıtı, bence tereddütsüz bir “evet” olmalıdır. Sulugöz bir bölünmüşlük edebiyatı yapmayı, Türkiye solunun ne çektiyse bölünmüşlüğünden çektiğini söylemeyi hiç düşünmüyorum. Tam tersine, sınırları oturmuş, başka deyişle reel temellere dayalı ayrışmaları hem gerekli hem de kaçınılmaz buluyorum. Önemli ve gerekli olan, ayrışmaların, artık aşılmış kökenlere, nüanslara, yanlış anlamalara, yersiz güven eksikliklerine dayanan boyutlarını ortadan kaldırmaktır.
Daha önce, bu koşullardaki bir birliğin sağlayacağı yararlar üzerinde biraz dolaylı olarak durulmuştu. Kısaca hatırlatılabilir: Belirli bir çizginin kendisine en yakın olanlar da dahil başka herkes ile arasına kesin sınırlar koyarak sürdüreceği bir siyaset, sözkonusu çizginin de mesafe almasını engelleyici yapay bir derinleşme, giderek teorisist bir konum yaratacaktır. Sosyalist odaklar herhalde özel kulüpler değillerdir ve herbiri pratikte belirli bir mesafe almak zorundadır. İşte, derinleşmenin ve eğer gerekiyorsa da ayrıklaşmanın nihai ölçütü, pratik olmalıdır. Pratikte optimal mesafe ancak belirli bir birlik ya da birliktelik içinde alınabiliyorsa, bundan hiç uzak durmamak gerekir.
Sosyalizmin, ama ileri bir sosyalizm anlayışının en zor yanı, gelişkin ve ayrıntılı bir teorizasyonun, hareket içindeki çeşitli militanların ve kadroların (kitleler henüz değil) geneli tarafından kavranılabilecek bir pratiğe, somut hedefe işaret eder duruma getirilmesi işidir. Kim olursa olsun, bunu başarabildiği anda yakınında başkalarını da bulacaktır. İşte, birliğin gerçek temeli de budur.
TEK SÜREÇ İKİ ÖRGÜT
Yavaş yavaş, genel anlamda örgütlenme konusuna yaklaşıyoruz.
Gelenek‘in örgütlenme konusunda ileri sürdüğü görüşler arasında yeterince anlaşılamayan, hatta bazı durumlarda da yanlış anlaşılan bir nokta, savunulan yasal devrimci parti ile öncü örgüt arasındaki ilişki üzerinedir.
Örneğin Toplumsal Kurtuluş yazarlarından Fadıl Ölmez, Görüş dergisinin soruşturmasına yanıt olarak üzerinde durduğum yasal parti anlayışını “tam bir siyasi salata partisi” olarak niteleyip küçümsemişti 7 . Yurtdışındaki Ergun Aydınoğlu ise, Gelenek‘in sözcükleri oldukça dikkatli biçimde kullanarak yaptığı bir değerlendirmeden de kalkarak “geçici parti” diye bir kavram çıkartmış ve bence haksız biçimde “Gelenek‘in geçici parti istediği” şeklindeki bir yorumda bunu kullanmıştı 8 .
Burada yalnızca iki örnekle yetindim. Yazılanları ve söylenenleri topladığımızda, Gelenek‘in parti anlayışı ile ilgili olarak aynı gerekçeden kaynaklanan iki ayrı tip eleştiri görülüyordu. İlginç olan nokta, birbirlerinden çok ayrı yerlerde duran iki eleştiri tipinden ikisinin de, bugün tartışılan partiyi işçi sınıfının (yasal olan ya da olmayan) politik örgütü olarak kabul etmesiydi. Bu durumda, eleştirilerden biri Gelenek‘in böyle bir örgütte Troçkistleri, Yeni Solcuları vb. da görmesine karşı çıkarken; diğer eleştiri, “asıl oğlan” bu parti olmalıyken Gelenek‘in neden bir de bundan ayrı “leninist örgüt” tutturduğunu anlayamıyordu.
Söylenenleri bir kez daha anımsamakta yarar var. Gelenek bugün savunduğu yasal devrimci partiyi partileşme sürecinde gerçekten bir “uğrak” olarak değerlendirmiştir. Gerçekten de, böyle bir partiden, “devrim yapacak nihai bileşimin ideal ölçütlerinin beklenmemesi gerektiğini” savunmuştur. Bugün de savunmaktadır.
Herşeye rağmen, ne bu partinin bir “uğrak” olarak görülmesi, ne aynı partinin “devrim yapacak nihai bileşim” yerine konulmaması ve ne de kendisine tanınan heterojenlik, örneğin bir “geçici” sıfatının çağrıştırabileceği türde, bu partinin misyonunu küçümseme, ona baştan ömür biçme vb. anlamlara kesinlikle gelmez. Bir yazıda bu noktayı yeterince açtığımı sanıyordum:
“Başlangıçta ya da ilk evrede, ülke koşullarına göre biçimlenen somut görevlerin kendi doğal öncülerini yarattığı, eğittiği ve belirlediği söylenebilir. Buna karşılık sonuçta ya da ikinci evrede, bizzat öncülerin kendileri, toplumdaki süreçlere bu kez kendi özgün hedef ve perspektiflerini taşıyabiliyorlar. İkinci evrede öncü, daha belirleyici bir konuma yerleşiyor. Özetle, ilk evrede daha çok alıyor. İkinci evrede ise daha çok veriyor…”
“Dediğim gibi, kategorik olmamak gerekiyor. Örneğin ilk evredeki öncülerin nesnel süreçlere kendilerinden hiçbir şey veremeyecekleri, ikinci evredekilerin de aynı süreçlerden büsbütün ‘bağımsızlaştıkları’ söylenmiyor burada. Yalnızca ağırlıklı belirlenim olgusundan söz ediliyor. ‘Mayaları leninizmle yoğrulmuş’ insanlar Türkiye solunda bugün de olabilir pekala. Ama bunlar, şu an için daha çok ‘içrek’ olabilen bir kararlılığı, perspektifi ve ‘devrim anlayışı’nı temsil etmenin ötesinde dış uzanımları açısından son derece yetersiz bir konumdadırlar. Bu durumda, Leninist ‘öncü’ler için de geçerli olan ağırlıklı belirlenim, sol hareketin sorunlarını makro düzeyde zorlayabilen süreçlerin içinde yeralma gerekliliğidir. Bu gerekliliğe, aynı süreçlere farklı konumlardan katılanlarla birarada bulunabilmek de dahildir…
“Yukarıdaki saptamayı örgüt konusuna uygularsak, çıkan sonuç sanırım açıktır. İlk evrenin ağırlıklı belirlenimi, örgütsel karşılığını yeni tip bir partide, ikinci evreninki ise leninist yapıda bulacaktır. Süreç boyutuna sahip böyle bir modelde ne Leninist yaklaşımları ilk evreden, ne de yeni tip partiyi ikinci evreden büsbütün dışlayacak hiçbir gerekçe kalmayacaktır.” 9
Bu anlatılan, özellikle de son cümle, bir “asıl oğlan”ın, bir de onun göz önündeki destekçisinin yeraldığı bir modelin söz konusu olmadığını herhalde ortaya koymaktadır. Leninistlerin, kutsal bakireler gibi kendilerini geleceğin leninist partisine saklayıp başka oluşumlara bulaşmamalarının savunulmadığı da açıktır. Bu konuda zaman zaman açık ya da örtülü biçimde yapılan “samimiyetsizlik” ya da “cepte kart tutma” türü eleştirilere açık yanıt vermek gerekir. Gelenek, bugün savunduğu yasal devrimci partinin ardında bir “asıl oğlan”ın zaten bulunduğunu ya da “oluşmakta olduğunu” ya da yasal partiden sonra “hemen o işin başlayacağını” hiçbir zaman söylemedi, bugün de söylemiyor. Çünkü, böyle düşünmüyor. Ama Gelenek şunu düşündü, söyledi ve söylüyor: 1) Leninist öncü örgütün, yeni tip (yasal ya da nasıl olacaksa “yasal olmayan”) demokratik, heterojen bir parti ile örtüşmesi mümkün değildir; 2) Bu nedenle Türkiye sosyalist hareketinin gündeminde bir leninist öncü sorunu mutlaka yer alacaktır; 3) Bugün, böyle bir örgütün en çok nüvelerinin, aday kadrolarının vb. varlığından söz edilebilir; 4) Bu nüvelerin ve aday kadroların, ne kadar marjinal de kalsalar, kendi içlerinde belirli örgütlülüğü bugünden temsil ediyor olmaları doğaldır, meşrudur ve uzun vadeli perspektifleriyle uyumludur; 5) Bu meşruiyete rağmen aday kadro öbeklerinin, gerek kendi sınıf bağlarının ve deneyimlerinin yetersizliği, gerekse de Türkiye’deki siyasal ortam nedeniyle “ben asıl oğlanım” şeklinde ortaya çıkmaları mümkün değildir; 6) O halde, bu kadroların da bir parti sürecinden geçmeleri, orada sınanmaları, başka öbekleri tanıyıp onlarla harmanlanmaları, sınıfa ulaşmaları ve hepsinden önemlisi marjinal konumlardan açılamayan kapıları bir de yasallığın ve birleşikliğin gücüyle zorlamaları gerekmektedir.
Bütün bu savların ardında yatan ve çok önemli olduğuna inandığım birkaç noktayı da açıp bitirmek istiyorum.
YASAL PARTİ NEYE BENZEMEMELİ?
Önce “Ne Yapmalıcılar” için söylenecekler var.
Bu kesim bir yanda gerçek anlamda leninist öncü örgüt ile öte yanda özellikle Avrupa Komünizmi’nin getirdiği yozlaşma öncesi Batı Avrupa işçi sınıfı partileri arasındaki karıştırma ve bulanıklıkları aşmak zorundadır. Sözgelimi yasal devrimci partiye tam tamına leninist normları getirmek, böyle bir partiyi kaldıramayacağı ve kaldırması da gerekmeyen ölçüde sola, eğer bu parti “Leninist öncü” ise, bu kez de Leninizme gitmeyecek ölçüde sağa çekecektir. Tam tamına leninist normlar, yasal devrimci partiye fazla gelir; yasal devrimci partinin sahip olması gereken esneklik, çeşitlilik ve genişlik de leninist öncü modeline fazla gelir.
Daha açık söyleyebilirim. “Leninist öncü” hedefi örneğin 1930’lar ile 1960’lar arasındaki Avrupa Komünist partileri ile somutlanırsa, bu, önemli bir “mükerrer” yanılgı olacaktır. Avrupa’daki komünist partilerin Leninistlikleri, yalnızca bugün için değil, yatıp kalkıp Leninizm dedikleri zamanlar için de tartışmalıdır.
Bu durumda Türkiye’deki “Ne Yapmalıcılar”ın yasal devrimci parti söz konusu olduğunda katıksız bazı leninist normlardan fedakârlık etmeleri, bu normları süreç içinde oluşacak leninist öncü için saklamaları gerekir. Türkiye’de 1970’li yılların TİP’ini, TSİP’ini, TKP’sini bir daha yaşatmanın ne olanağı ne de gereği vardır.
İşin yöntemsel temellerine inildiğinde ise, aynı kesimin, temeldeki ruh, çözümleme ve ilkeler dışında kalan alanlarda daha az geçmiş yüklü, daha çok da deneyimci bir yaklaşım içinde olmaları gerekir. Daha az geçmiş yüklü olmak derken şunu kastediyorum: Eğer Leninizmin özü kavranmışsa, böyle bir özün, örneğin özel olarak ve adım adım “revizyonizm öncesi” FKP, İKP ve İsKP’ye benzemek için kullanılması bence son derece saçma olacaktır. Birincisi, Türkiye Batı Avrupa olmadığı ve hiç olamayacağı, ikincisi böyle bir yol önünde sonunda o mehhus revizyonizme çıkacağı için. 10 Bütün bunlar yerine “Ne Yapmalıcılar” bu Leninist özü, tarihteki bir başka işçi sınıfı partisini model almadan doğrudan Türkiye’deki sınıf mücadelelerine uyan, bu arada hiç de kitabi olmayabilen başka mecralara sokmalı, buralarda sınamalıdırlar. Deneyimcilik gereğinden, bunun için sözediyorum.
İkinci olarak, ’60’lı ve ’70’li yıllarda devrimci demokrat hareketlilikler içinde yer almış, soluğu kesilmemiş, ama bugün atıl durumdaki devrimciler için söylenecekler var. Doğrusu Türkiye’de bir yasal devrimci partinin en çok bu kesimler için yararlı olacağına inanıyorum.
Neden?
Türkiye’de devrimci demokrat hareketlilik, kendi özgül karakteri nedeniyle, belirli bir yaşa ulaşmış ve deneyim sahibi insanları devrimci özlerine rağmen kenarda bırakan, yoluna yeni dönemin genç unsurları ile devam eden bir devre (cycle)dir. Kenarda kalanlar arasında yorgun olmayanlar çoktur. Ama ne yapsınlar? Kimi ustaların deyişiyle ya “biz kitle hareketiyiz, o olursa biz de oluruz” diye oturup beklemeleri ya da “dün lastik yakıyorduk, bugün ne yapsak acaba” diye derin derin düşünmeleri gerekiyor.
Şaka bir yana, bu insanların hareket geleneğinin klasik devinim şeması içinde istihdamı artık mümkün değildir. Ve bu şemaya uymuyor diye bu devrimcilerin kenarda bırakılmaları büyük suçtur. Böyle bir durumun, devrimci demokrat hareketlerin bugünkü kadrolarını ya da devrimci demokrat kökenli yeni solcuları rahatsız ettiğini hiç sanmıyorum.Umurlarında bile değildir. Oysa, Türkiye’de, bir yasal devrimci parti projesinin bu tür devrimcilere de sıcak gelmesi mümkündür. Yasal devrimci parti projesinin klasik parti geleneğinden gelenlere özgü bir merak olmadığı, bu kesimlere mutlaka anlatılmalıdır.
Burada bitiriyorum. Ve bir anlamda, gerçekten de bitiriyorum. Çünkü, parti ve birlik konularında yazılabileceklerin hepsini bugün için artık yazmış, “tüketmiş” bulunuyorum. Bundan sonra da yazılabilir. Ama, bu alanda bazı somut gelişmelerin, dinamiklerin yaşanması koşuluyla. Ancak, bundan sonra.
Bu noktaya gelininceye kadar özel olarak “birlik” ve “yasal parti” konularına dönmeyi düşünmüyorum.
Dipnotlar
- Bu noktada bir itirazla karşılaşabileceğimi düşünüyorum. Denecektir ki senin geleneksel sol dediğin ta geçmişten bu yana sağ bir çizgidir ve daha o zamandan revizyonisttir vb vb. Geleneksel sol çizginin Türkiye’de son derece belirgin bir legalist ve sağ öz barındırdığını biliyorum. Ne var ki geleneksel solun legalizmini ve sağ konumunu eleştirenlerin bizzat kendi konumları geleneksel solun bu özelliklerinin en çıplak biçimde sergilenebilmesini önlemiştir. Bu bir yana geleneksel sol konumun sanıldığından özgün ve gerçekten devrimci dinamikler de barındırdığını ısrarla söylüyorum. Ve geleneksel sol kökenli olmayan ve üstelik de çok iddialı bazılarının devrimcilik adına bugüne kadar üretebildiklerine baktıkça şunu görüyorum: Çözümleme ve teori alanında yeni sol geleneksel soldan en az iki kat daha taklitçi olmuştur.
- Çulhaoğlu Metin; “Geleneksel Solun Anatomisine Doğru”, Gelenek 4, Şubat 1987, s.19
- Lenin; Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine, Çev: C.Düzgün Işık,, Yayıncılık, Ankara, 1980 s.7-12
- a.g.e.; s.264-268
- Hekimoğlu Cemal; “Sosyalist Demokrasi Tartışmaları I”, Gelenek 28, Ocak 1990 s.35
- Hekimoğlu C; “Sosyalist Demokrasi Tartışmaları II”, Gelenek 30, Temmuz 1990 s.70
- Ölmez Fadıl; “Netleşme Ayrışma ve Birkaç Not”, Toplumsal Kurtuluş 26, s.54
- Aydınoğlu Ergun; “Rekompozisyon Sürecinde Bir Türk Solu”, Sosyalist Birlik sayı:11, s.15-16
- Çulhaoğlu Metin; “Sol Parti:Yoğurdu Nasıl Üflemeli”, Gelenek 26, Ağustos 1989 s.50-51
- Burada ilginç bir ikilemden söz etmek mümkün. Bu ikilemi aklıma Miliband getirdi. Miliband Batı Avrupa’da “devrimci önderlik ile kapitalizmin ve burjuva demokrasisinin koşulları arasında hiçbir uyum bulunmadığını” söylüyor. (Mili-band.Ralph; Kapitalist Devlet çev:Osman Akınhay Belge Yayınları İstanbul 1989 s.145-148) Miliband’a hak vermek mümkün. Zaten ikilem de Miliband’ın bu haklılığından yani sonuçta bir haksızlığa dönüşebilecek olan haklılığından kaynaklanıyor. Miliband Batı Avrupa için bile “ayaklanmacı” bir devrim modelinin gündeme gelebileceğini büsbütün inkâr etmiyor. Çünkü çaplıdır ve böyle konularda peşin hüküm verilmeyeceğini bilecek kadar da bilimden nasibini almıştır. Ama şu soru ortada duruyor: Eğer Avrupa’da ileride ayaklanmacı bir perspektif kendini dayatırsa bunun hakkını kim verecektir Miliband’ın bu soruya verecek yanıtı yoktur. Kimsenin olabileceğini de sanmıyorum.