Okuma Notları: Lanetli Yoksullar, Lanet Okuyan Yapıtlar

Malumunuz; ezilenler, sömürülenler, mağdurlar, yoksullar, mazlumlar, marjinal sektörlerde çalışanlar, kent yoksulları… diye uzayıp giden “yoksulluğa dair bir kategoriler zenginliği” söz konusu. Hayatın, edebiyatın ve kuramın çeşitli alan ve uğraklarında karşımıza çıkıyorlar sürekli; daha da fecisi yaşıyoruz sıklıkla bu “ulamların gerçekliği”ni.

Sonuçta kendileri işçi sınıfı düşüncesini ve mücadelesini geliştirmeye çalışanlar için bir taraftan sınıf analizlerinin “yardımcı kavramları” ya da çeşnisi, diğer taraftan siyasal seslenişlerin vazgeçilmezleri olarak görülebilir. Daha genel bakıldığında, kimi dönemsel ihtiyaçların sıkıştırmasıyla çözümlemeyi ve tasviri birlikte gözeten iktisat-sosyoloji alanından siyasete uzanan bir taramanın (daha doğrusu mevcut gerçekliği bir de bu taramanın sonuçlarıyla irdelemenin) belli faydaları vardır.

Tabii, “kasılma” noktaları da vardır: Halk kesim ya da katmanlarını, yüzdelerle ya da A, B, C gibi harflerle ifade edenlerden “toplumsal emek” gibi kavramların birleştirici zeminini zorlayanlara kadar uzayıp giden bir tartışma…

Çok kurcalarsak, “sınıf karşıtlıklarını, onun güncel yansımalarını ve tarihselliğini; ‘efendi- köle diyalektiği’yle mi yoksa ‘zengin-yoksul çelişkisi’yle mi açıklayacağız” türünden manasız sorulara sıkışacağımızın ayırdına vararak “işimize bakmamız lazım” aslında.

Bu defaki işimiz; yoksulluğun hal, tavır ve görünümlerini, edebiyatın griliğinde ve kuramın aydınlığında izleyerek, birkaç önemli yapıta değindiğimiz kısa bir ufuk turu atmak sadece. Hadi öyleyse:

Edebiyatın griliği

Yoksullara ve yoksulluğa bakışta, edebiyat alanından ne beklenebilir ki? Bugünün ve yakın geçmişin yoksulluk hal ve görünümlerini kurcalayan sanatsal denemeler, onun gerçekliğine dair düşüncelerimizde, sorgulamamızda yeni bir farkındalık yaratabilmiş, hayal gücümüzü kışkırtabilmiş midir? Sayfalarca tasvirle, şaşırtıcı kurgularla, sıradan ama çarpıcı öykülerle vb. uyarılan bilinç; yoksulluğu yenecek iradeyi/mücadeleyi mi düşlemekte, yoksa boş veren bunalımlı, yalnız, yabancı vb. kaçışları için “edebi oyalanma alanı”nda idare mi etmektedir?

“Büyük sorular” sormaya başladık, duralım. Küçük yanıtlara yaklaşabilmek için ise, şimdilik iki kitap üzerinde duralım. Biri yüzyılın başında, diğeri yüzyılın sonunda kahramanlarına dünyanın dört bir yanını dolaştırarak yoksulluğun lanetini ortaya koyan iki farklı roman olsun bunlar. Biri Fransa’dan çıkmış ve “kült” olmuş, diğeri Avustralya’dan çıkmış ve buna aday. Her ikisi de fazlasıyla edepsiz ve cüretkar.

Fransız olandan, Louis Ferdinand Celine’in “Gecenin Sonuna Yolculuk” romanından başlayalım. Bardamu adlı (anti-)kahramanın yoksulluk ve yoksunluk dünyasındaki karanlık yolculuğunu ele alan roman, dünyanın farklı uğrak noktalarında soluklanarak anlatılan soluksuz hikayeciklerden oluşuyor. Özetle Paris’in merkezinden yola çıkıp “sebepsiz yere” Birinci Dünya Savaşı’nın cephelerine uğrayan, yurtsevmez bir (anti-)kahraman, izin gününde, bütün dünyayı bir atış poligonuna çeviren delirme anının ardından, yaralı bedeni ve bilincini hastanelerde toplamaya çalıştıktan sonra, Afrika’nın karanlığına doğru uzanıp savaştan beter yıkımlar yaşıyor; sonrasında düşler ülkesi Amerika’da zengin olma hayalleriyle önce New York batakhanelerinde, sonra Detroit fabrikalarında sürünmeye başlıyor ve ardından da Paris’in banliyölerine dönüp doktorluk yaparak “yırtma”ya çalışıyor; ancak buradaki başarısızlığının da ardından St. Etienne’de bir mahzene tıkılıp, yolculuğun başladığı noktadaki bir akıl hastanesinde her şeyi sonlandırıyor.

Zorlu bir yolculuk değil mi? Üstelik yanı başınızda hep alkolikler, fahişeler, hırsızlık yapan rahipler, kemiğin iliğini ve iliğin yağını sömürenler, kaynanasını öldürmeye çalışan gelinler, beş kuruşa anasını satan pezevenkler ve onlarca benzeri olunca daha da zorlaşıyor. En başta “yoksulluğun gerçekliğine dair sorgulamalar” demiştik ya, haksızlık yapmamalı, aklınızda şu türden sorular da kalıyor: Savaşın lanetinden kurtulmak için sömürgelere kaçan Fransızların Afrika’da yakalandıkları hastalıklar mı, yoksa işsizlik lanetinden kurtulmak için Detroit’e kaçan Amerikalıların Ford fabrikalarında yakalandıkları hastalıklar mı daha tehlikelidir?

İnsanı “sürüncemede bırakılmış bir kokuşmuşluk” olarak gören bir yazarın acılı ve keskin diliyle çıkılan bu yolculuğun ara duraklarında; bedenlerin durmaksızın parçalandığı muharebelere, sineklerin sarhoş sarhoş dolaştığı viranelere, ruhların parçalandığı tımarhanelere, kürtaj yapılan kadınların aşırı kanamadan öldüğü hasta evlerine, şaraplarla birlikte ölülerin de gömüldüğü mahzenlere, her şeyin açıktan satıldığı meyhane ve varyete salonlarına, ter gözünüze hücum edince kolunuzu kaptırdığınız fordist üretim bantlarına ve şehrin tüm lanetli ve ücra köşelerine uğrayabiliyorsunuz haliyle. Buralarda da elbette gerilim, belirsizlik, açlık, risk, suç, şiddet, kan, kavga, pis kokular, acılar, ağrılar, sancılar, yitik ve bitik insanlar vb. eksik olmuyor hiçbir zaman.

Bir taraftan hepimiz içindeyiz, ama diğer taraftan hiç de kolay değil bu dünyanın acımasızlığını (anlaya)bilmek. O yüzden kalıpları zorlayan, “verili dili” parçalayan, yeni sözcükler uyduran, argoya yaslanan, rüyalara ve bilinçdışına kaçan, ağzından küfrü düşürmeyen vb. “anti-burjuva bir dil yaratmak” kaygısı var Celine’de. (Kişisel yolculuğunda bu arayışı faşizmle flört sonucu verse de, ilginç bir yazar kişiliği elbette.) Yazıldığı dönemde koskoca Fransız edebiyatı geleneğini sallamasına rağmen, yazarını aforoz edilmekten kurtaramayan sıradışı bir dil arayışı.

“Dönem romanı” yazmak (üstelik kendi dönemini kaleme alırken ileriki dönemlerin okurlarına da hitap edebilmek) Celine’in bir başka çıkış (ve de varış) noktası. Yirminci yüzyıl başını, iki büyük savaş arasını, “yüzyılın gece yarısı” olarak görüp; ihanet, kalleşlik, kepazelik, rezillik ve sefillik yollarında yürüyor yazar: Kara gözlüklü birinin düzenin kapkara kirlerini teşhir etmeye çalıştığı bir gece yolculuğu boyunca kararsızca… Sevgisiz, birbirini kazıklayıp duran gece yaratıklarına dair gözlemlerini (ne demekse) “imgelemine katık yaparak!”

Ve uzun ve yorucu bir sonun ardından, esaslı bir sonsözle bitiyor roman, (hem de) çevirmeninin ağzından. Yiğit Bener’in Celine üslubuyla kaleme aldığı uzunca sonsözü Türkçe baskıya ayrı bir “zenginlik” katıyor açıkçası. (Ve sıkı bir “internet dedektiflik bürosu araştırması”yla; diğer iki yazar Benerimizden birinin oğlu, diğerinin yeğeni olduğunu öğrendiğimiz Yiğit Bener’in 80’li yıllarda sürgünle başlayan, ardından Dördüncü Enternasyonal diyarlarına sapan Fransızca çevirmenliğine yoğunlaştıktan ve Eksik Taşlar gibi yenilgici romanlar kaleme aldıktan sonra, bugün R. T. Erdoğan’ın resmi Fransızca çevirmeni olarak sonlanan “kariyer yolculuğu”nu da öğreniyoruz. Artık geceye mi gidiyoruz, gecenin de mi sonuna bilmiyoruz…)

Aşığımızın dediği gibi, “yürüyoruz, gündüz gece” ve varıyoruz bir başka “gri roman”a; Avustralya’ya, A. L. McCann’e ve “Subtopia”ya. Adından başlayarak, yani “sub” (hem alt manasında hem de “suburb”den hareketle varoş ya da banliyöye uzanma derdinde) ve “topia”yla (hem yer manasında hem de ütopyaya uzanıyor açıkça), giriyoruz oyuncu bir dünyaya.

Yazının ilk paragrafında sıraladığımız “yoksulluk kategorilerine”; evsizleri, başıboş gezenleri, mültecileri, serserileri, uyuşturucu müptelalarını, ipsizleri, berduşları, yersiz yurtsuzları ve benzer “kategorileri” katarak yine şehirlerin ücra ve yoksulluk biriktiren köşelerine, dünyanın tıkanma bölgelerine, banyoların giderlerine, çöplüklerin dehlizlerine vb. ulaşıyoruz.

İdeal bir arka kapak özetiyle ifade edecek olursak; “Sıralayarak anlatmaya meraklı kalemle değil, adeta paslı bir çiviyle çiziktiren, yeraltından çıkma, kafası dumanlı, is renginde çetrefilli bir yazar A. L. McCann.”

Üç ayrı metropolün banliyölerinde Melbourne, Berlin ve New York gettolarında lağım fareleri gibi yaşayıp tükenen asi ruhlu insanlar var Suptopia’da. Sürekli bir arayış ve inadına çıkmaz içerisindeler; bu umutsuz kovalamacaları peşlerini bir türlü bırakmayan kahraman imgeleriyle yaşanınca daha da zorluyor onları. Evet kafamızda hep hayali kahramanlarımız var, ama gerçekte onlar bir baltanın sapına ya da çalışma yaşamı ve tüketim toplumuna katılamayan birer mağdurlar. Dışlanmışlığın acılarını ve gerçekliğini, biraz da bedelini yaşayıp duruyorlar.

Genel doku ve hissiyata dair “tipik” olanı özetleyecek olursak: “Burası çatlak fayanslarda, soyulan boyalarda ve örümcek ağlarında solmuş bir azametin, sinsi bir yıpranmışlığın dünyası.” (Subtopia s. 91.)

Ama bu dünyadan hareketle, günlük gözlemler yapabilsek bile, tarihselci çıkarımlarda bulunmak mümkün değil genelde, zira; “Etrafını çevreleyen bir sürü küçük sarsıntıya rağmen banliyö yaşamı, ilişkilerde ve elinin değdiği her türlü hayatta hikayeler yaratma ustası tarih akışının tam zıddıdır. Banliyö tarihin durmuş halidir.”

Şehrin varoşlarında, süslü laflarla “durdurulan” tarih, aslında hep akıp durmaktadır. Amerikan yaşam tarzının saldırılarında. Tüketim ve kanseri buluşturuveren bu “tarz”, görünüşte her tür terörü kınayıp dursa da, “konsumterror”ü canlandırmaktadır aslında: “Amerikan toplumu tüketim, endişe ve hastalık döngülerinde işleyen bir toplumdu… insanlar aşırı işlenmiş, yağa doymuş yiyecekleri tüketiyor, obez hale geliyor ve ardından da bağırsak kanseri gibi öldürücü bir hastalıktan o kadar çok endişe etmeye başlıyordu ki, strese bağlı bir ton rahatsızlıktan birinin pençesine düşüveriyorlardı. Derken bir ilaç şirketi tümörleri yok eden, kolesterolü veya tansiyonu düşüren Lymphofat veya Lardigen türü bir ilaçla çıkageliyordu. Ama bir süre sonra şirketin hisseleri tavan yapınca ilaçların ölümcül yan etkileri de ortaya çıkıveriyordu: Böbrek iflası, kalp krizi, damar hastalıkları… ve böyle devam ediyordu. Sonuçta hayat ve tüketim öyle iç içe geçmişti ki biri durmadan ötekinin sonu gelmiyordu. Bu da kendini politik bir doktrine bağlıyordu: Bizi yaşatan ve güvenliğimizi sağlayan tüketim kültürüdür. Bu kültür bizi kendi bedenlerimizin felaketlerinden korurken, aynı anda bize kırılganlığımızı da hatırlatıyordu. Konsumterror.” (Subtopia, s.136.)

Bu kuşağın yazdıkları (beat kuşağıyla birleştiği yeraltı edebiyatına uzandığı noktalarda) bunalımlı “takılan” ve ümitsizlik pompalanan kolej/üniversite gençliğinin arayışlarıyla da ilgilidir. Elbette bu “yarı aydın” arayışı yoksulluğa, onun en azgın görünüm ve hallerine de işaret etmektedir, ama “toplumsal bilinç” ne kadar uyan(dırıl)abiliyor; işte bu büyük bir soru işaretidir.

Evet, bu bölümün başında, “bilincin uyarılması”ndan da söz etmiştik. Edebiyatla eleştirinin bu kesişim kümesinde uyarılan bilinç (hem de en koyu tarafından) muhalif tonlar barındırabilmektedir. Ama tam anlamıyla bir çözüm, çare, hedef, perspektif vb. derseniz o yoktur işte. Elbette bu elimizde tuttuğumuz siyasal ya da kuramsal bir metin değildir. Ama reçeteyse de reçetedir: Aşırı cinsellik ve uyuşturucu birer sığınak ya da avuntu, belki de muhalefet tarzı olarak hep “orada” bir yerlerdedir.

Yoksulluğun görünümleri için örneğin Dickens’ın, Hugo’nun, Zola’nın klasiklerine ya da daha yakına gelip Gorki’de, Steinbeck’de tasvir edilenlere baktığımızda bir zamanlar anlatılanların çok daha “toplumsal” olduğunu görmekteyiz. Bugünümüzü kuşatan bireysellik ve şiddet ise kendisini en çok dilde hissettirmektedir.

Gerçekten de acımasız bir dildir bu; icabında bacak arasından fışkıran, her yanı kan, lağım ve cerahat kokan. Ama esasında (toplumsallığı belirsiz olsa da) yaşananların acımasızlığından kaynaklanan.

Edebiyattan beklenen incelik, kibarlık, duyarlılık vb. değil, hep sert gerçekler ve söyleyişler vardır bu “hard-literature” dünyasında. En berbatlarını sıralayacak (ve isterseniz araya bir de “parental advisory” koyacak) olursak; burnumuzu felç eden ağır hela kokusu, çocuğa işkence yapıp orgazm olan kaba kuvvet, halüsinasyonların mutluluk veren dünyasına kaçmamızı sağlayan zehirli mantar türleri, damarı ıskaladığı için kolu kangren eden şırınga, başarısız bir kürtaj operasyonu bok püsür… ya uzun uzun betimlemeler (Celine) ya da kısa ve kesin belirlemelerle (Cann) akıp gider sokaklardan, caddelerden, viranelerden. (Bu arada yine bir çeviri parantezi; her iki romanın da yazarlıktan gelen başarılı çevirmenleri Yiğit Bener ve Algan Sezgintüredi “sanki içten yaşamışçasına” sağlam çevirmiş bu zorlu metinleri.)

Son olarak, bu kadar “sert” olmasalar da, Türkiye’den de vardır kimi örnekleri. Türkçenin en bıçkın halleri ve varoşların şiddeti Ağır Roman’dan akıp giderken, gecekondu düşleri Berci Kristin Çöp Masalları’na hükmetmektedir; ama fiyakalı isimlerine rağmen burada anlatmaya/özetlemeye çalıştığımız metinler düşünüldüğünde hep bir “hafiflik” sezilmektedir. Neyse, bu alengirli meselelere, belki ileride değinilecektir…

Kuramın aydınlığı

Şimdi biraz da kuram taraflarına bakabiliriz. Gri bölgeden çıkıp “ufuk açıcı bir şeyler” arandığında da sonuca ulaşmak kolay olmamaktadır. Sosyoloji ağırlıklı metinlerin “kalitatif hanehalkı anketleri”ne dayanan araştırmacı karakterleri bir yere kadar anlamlı, ancak ufuk açıcılık diye bakıldığında, epey sınırlıdır.

Gözlemlerden, ampirik verilerden hareketle kurulan “yoksulluk dünyası”nda; bir uçta öfke ve nefret birikimi değerlendirilmekte, patlama noktalarına dikkat çekilmekte, ancak diğer uçta uyum mekanizmaları gözler önüne serilmekte ve “kimse rahatsız değil sanki” türünden sonuçlara gidilmektedir.

Daha kavramsal düzeyde, en başta sıraladığımız kategorilere dair ayrımlara dikkat çekilirken, meselenin içine bir de ideolojik salgı bulaşmakta ve bir tarafta, “herkesin köşe dönme ya da yırtma derdinde olması”, düzenin medya bacağı başta olmak üzere çeşitli “yatıştırıcılar” şırınga edilebilmesi ele alınırken; diğer tarafta, tüketim ideolojisi ve “vitrinde yaşama” ya da “… gibi yaşama” analizleri tabloyu tamamlamakta(ya da iyice dağıtmakta)dır.

Sonuçta, bu çizgi ya da döngünün dışına taşan “başka türlü bir şey” aradığımızda (ve isminin kışkırtıcılığına da kapıldığımızda) “Mağdurların Siyaseti” çıktı karşımıza. Ama daha ilk sayfalarından başlayarak “bula bula bunu mu bulmuşuz” dedirten türden ya da “keçiboynuzu gibi” derler ya hani, bu onun iyice kurumuşu diyeceğimiz kadar feci bir deneyim ya da pişmanlık da yanında.

Yeni solcu diye çok da haksızlık yapmayalım, ABD ve Hindistan’da eş dönemli akademisyenlik yapan siyaset bilimci Partha Chatterjee’nin ülkesi Hindistan’da yaşanan yoksulluğun farklı karmaşık ve en acılı hallerini gözler önüne serdiği bu yapıtı yer yer karmakarışık bir hale bürünen diline rağmen “eleştirel düşünce”yi harekete geçiren bir özelliğe sahip.

Hindistan’ın, araya kastları da katan, yazarın sözleriyle ifade edersek “kast ve cemaatin bağlı dizisellikleri”nden ayrılamayan “fazlasıyla özgün” dinamiklerini kavramak gerçekten de zor. Bıçağın kemiğe dayandığı, tüm yoksulları kesen “standart durumlar” dahi, bu ülkede daha farklı yaşanabiliyor. Üstelik farklı kimlikleri örneğin etnik, cinsel ve dinsel ezilmişlikleri mağduriyet denklemine katmaya gerek de yok; sırf sınıfsal kimliğin yoksul uçlarında dolaşıldığında da, “farklılığı”nı koruyor Hindistan.

Hindistan genelinden Chatterjee özeline geçersek; yazarın genel akıl yürütmesinde ulus devletlerin yükselişi tamamlandıktan ve bugün globalleşme ve imparatorlukla birlikte yeni döneme girilip aynı devletlerin çöküşüne tanık olunduktan sonra, “vatandaşlık” mefhumu ortadan kalkıyor ve yerini “nüfuslar”a bırakıyor. Bunlar kimdir diye soracak olursak, “modern yönetimsel teamüller ağı”nın içinde oldukları söyleniyor; ama vatandaş olarak değil nüfus grupları olarak varlıklarını sürdürdükleri için “dışarıda”, “mağdur” ya da “misafir” konumunda oldukları da söyleniyor. “Sivil toplumun bir parçası oldukları için değil umutsuzca siyasal toplumun kaynaklarını kullanmaya gayret ettikleri için hayatta kalıyorlar.” Demokrasi dediğimiz “şey” ise mağdurlar siyaseti oluyor. Bu da yetmezmiş gibi çok çeşitli noktalardan işin içine bir de “yönetişim” giriveriyor. Tam anlamıyla “kavram karmaşasından mağdur” olmaya gayet elverişli bir durum kısaca.

Bu karmaşa içerisinde, somut alan ya da meselelere bakıldığında anlamlı dersler çıkabiliyor. Örneğin öğretmen hareketinin, işçi sınıfı hareketleri ya da yoksulluk karşıtı mücadele içerisindeki yeri diye bakıldığında, Hindistan’daki muhalefet, köy öğretmenleri, okul ve sınıf öğretmenleriyle özgün deneyimlere imza atıyor. Ancak öğretmenler, Komünist Parti’nin ya da diğer sol örgütlerin lider kollarını oluşturdukları ya da bağımsız bir şekilde halkın aydınlanmacı ve dayanışmacı önderleri oldukları gibi; yerel anlaşmazlıkları çözmeye, okuma yazma bilmeyen köylüleri sermayenin çözümlerine ikna etmeye çalışan hükümetlerin de, bürokratlar ya da yerel siyasi liderlerden daha çok güvendikleri birer “araç”a dönüşebiliyor.

Aynı karmaşa içerisinde somutluktan çıkıp soyut alan ya da meselelere bakıldığında ise manasız kavramlarla uğraşılıyor. Özellikle “yönetişim”in kitaptaki yeri okumayı (ve okuma notlarını) gerçekten de bir eziyete çevirebilir. Toplam kalite ve modern yönetim alanlarından gelen, piyasayı yücelten, ilk olarak Dünya Bankası raporunda kullanılan bir kavramın literatüre bu kadar yerleşmesinin; “öteki” “sivil itaatsizlik” ve benzeri kavramlardan daha fazla zarar verici “mağduriyet yaratan” bir durum olduğu kanaatindeyim. Neyse bu bölgelere çok fazla sapmadan “Mağdurların Siyaseti”ni kısa yoldan bağlayacak olursak; kitabın Hindistan’daki mağdurları tartışan ilk bölümünün ardından “11 Eylül sonrası küreselliğini” tartışan ikinci bölümü ise klasik anti-küreselleşmeci tezlerin bir özeti niteliğinde. İlgilenenlere… (Yine ilgilenenlere son bir not; Hindistan toprağı yerine Latin Amerika deneyimi ve “özgün muhalefet biçimleri”ne baktıklarında, örneğin Brezilya ve Arjantin’deki ekmek kavgasını ve “halk fırınları”nı yaratan mahalle komitelerine yöneldiklerinde, Bolivya’daki koka işçilerinin bugün Morales liderliğini yaratması üzerine çalıştıklarında daha verimli ve Türkiye’deki mücadeleye ışık tutabilecek sonuçlara ulaşacakları kanısındayım).

Bu arada o kadar açmışken bir parantezi de “emeğin küreselleşmesi” meselesi için açalım; ister Latin Amerika, ister Uzak ve Yakın Doğu olsun, farklı bölge ve kıtalardaki ucuz işgücü birikimi, sermaye hareketlerinin yönünü çizer, tercihlerini şekillendirirken; “bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesi” de giderek daha fazla önem kazanıyor (Ah, bir de şu “yönetişim” sorunu çözülebilse!..).

En son Ekim ayında Kazakistan’da yaşanan olaylar örneğinde, Türkiye’den işçilerin (mafyatik vb. diğer bağlantılar bir yana) “maaş fazlaları” nedeniyle Kazak işçilerden yediği dayak ve “işçinin işçiye kırdırılması” sanırım yeterince çarpıcı. Batıda göçmen işçilere karşı gelişen ırkçı tutum bir kenara, Hindistan ve Çin’deki ucuz işgücünün benzer şekilde “sokağa çıkması” durumunda ne tür “kabuslar” yaşanabileceği de ortada. Çok uzatmadan ifade etmek gerekirse; “emek kavgası” dünyanın farklı coğrafyalarındaki potansiyel “işçi aristokratlarını” pataklayarak değil enternasyonal dayanışmayla yükselmeli; tıpkı “eski günlerdeki” gibi…

*  *  *

Konuya geri dönersek bu defaki okuma notlarımızda son dönemde okuduklarımızdan “içimize sinen” bir yapıt önerememiş olmanın sıkıntısını üzerimizden atmak için kütüphanemizi taramaya başlıyoruz ve okuyalı bir hayli zaman geçmiş olmasına rağmen Korkut Boratav’ın yapıtlarına yöneliyoruz.

Buraya kadar bahsettiğimiz yapıtların yamuk yumukluğu dışında (ya da yanında) derli toplu bir şeyler okumak isteyenler için öneriler düşündüğümüzde ya da kuramın (içinden iktisat geçen) eli yüzü düzgün ve bu topraklara değen bölmesine ulaştığımızda; Korkut Boratav’ın çalışmaları gerçekten de çok kıymetli. Özellikle “Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm” ve “İstanbul ve Anadolu’dan Sınıf Profilleri” adlı kitapları (hele bir de burada belirttiğimiz sırayla okunursa yani önce meselenin geneli ve kavramsal çerçevesi, sonrasında bir saha araştırmasıyla birlikte İstanbul’a ve Anadolu’ya yayılışı birlikte değerlendirilirse) yoksulluğun hal ve görünümlerine dair bütünlüklü bir yaklaşım geliştirebilmemize ciddi katkılar sunabilecek yapıtlar.

İşsiz, emekli, yüksek nitelikli, ücretli, beyaz yakalı, ücretli, niteliksiz hizmet işçisi, mavi yakalı işçi, esnaf, tarım işçisi, marjinal sektör çalışanı gibi ayrım ve kategorilerin (sınıftaki “bölünme tartışması”nı ayrı tutarak yazıyoruz) nerede durduklarını, nasıl dağıldıklarını, son dönemde nasıl bir hareketlilik gösterdiklerini, büyük şehirlerde ve taşrada nasıl bir dönüşüm yaşandığını, üretimden başlanarak ikincil bölüşüm ilişkilerine nasıl ulaşıldığını vb. hem verilerle hem de sağlam bir kuramsal çerçeveyle araştırmak için her iki yapıt da üzerinde titizlikle durarak okunmayı hak ediyor.

Benzer şekilde, Boratav’ın işçi sınıfı ve yoksul kesimlere dönük analiz ve gözlemlerinde geliştirdiği “savunma ve uyum mekanizmaları yaklaşımı” da, sınıf dinamiklerine yönelen iktisadi çerçevenin önemli ve sosyoloji ağırlıklı unsurlarından biri olarak değerlendirilebilir. Bu mekanizmalar “yoksulluk saldırısı”na karşı “telafi ve korunma denemeleri” olarak da anlaşılabilir. Kente göçün ardından köyle sürdürülen bağlantılara ve bu sayede “mutfak harcamalarının rahatlatılması”na, aile içinde geliştirilen “atölye çözümleri”ne, çocuk emeğinin marjinal sektöre akmasına, gecekondudan başlayarak ev edinme biçimlerine ve benzerlerine; bir yandan artık paylaşımı ve idare etmeye dönük diğer yandan da yeni artık biçimleri yaratmaya ve idareyi zorlamaya dönük “yoksulca çözüm girişimleri” diye bakılabilir.

Aralarından tek bir örneği konut alanından seçip şaşırtıcı bir bilgi paylaşalım: “Türkiye’de konut sahipliğinin pek çok Avrupa ülkesinden daha yaygın olduğu ortaya çıkıyor. (Konut sahipliği ve konut kooperatiflerinde üyelikle ilgili) Tablo 29, İstanbul’da hane reislerinin yaklaşık yüzde 60’ının kendi evlerinin sahibi olduğunu ortaya koyuyor. Bu oran emeklilerde yüzde 80’e ve işsizlerde bile yüzde 55’e ulaşmaktadır. Bu durumun kent toplumunun ücretli gruplara önemli bir güvence unsuru sağladığı vurgulanmalıdır. Ortalamanın üstünde konut mülkiyeti kent burjuvazisinde (küçük burjuvazi ve orta-büyük burjuvazi gruplarında) ortaya çıkıyor ve en düşük oran yüzde 43.5 ile beyaz yakalılarda saptanıyor.” (İstanbul ve Anadolu’dan Sınıf Profilleri, s. 50)

Benzer şekilde, işsizliğin metropollerdeki birikimine ve görünümlerine, kadın emeğinin ve evliliklerin bu tablodaki yerine, işçilerin tasarruf eğilimlerine ve diğerlerine de bakabilir ve daha çok sayıda örnek pasaja yer verebiliriz. Ancak tek ve son bir cümleyle özetlemek gerekirse; refah göstergeleri ve hayat tarzlarıyla birleşen bu iktisadi analizlerin (altını çizerek söyleyelim) üretim ve bölüşümden başlanarak geliştirilmesi ve sınıf eksenine yerleşmesi, yani sırf tüketim alışkanlıklarına, beyaz eşya kullanım oranlarına, ev sahipliğine vb. takılmaması (ama onları da çözümlemesine katması) Boratav’ın yaklaşımı ve yapıtlarını, benzerlerinden daha sağlam, daha bütünlüklü ve daha tutarlı kılmaktadır. (O yüzden de, yazı biterken “gönül rahatlığıyla kitap önerebilmenin” huzuru yaşanmaktadır).

*  *  *

Son bir paragrafla bağlayacak olursak; büyük kentlerle, bu kentlerde çelişkilerin en çok biriktiği bölgelerle, ücra köşelerle, varoşlarla vb. ilgili hani o “bana bundan yapma” denilen “yoksul edebiyatı”na, sanırız, gerçekten de ihtiyaç var. İlla lanet okumak ya da laneti ortaya koymak, hem tasvire hem de analize açılabilen bu alanda “yeni söylemler” geliştirmek, yeni ve yaratıcı ürünler vermek için değil. Edebiyatın griliği, kuramın aydınlığı demişken üstadımızdan araklayarak söylersek bir de hayatın yeşilliği var ya; ona da karışabilmek, onu da dönüştürebilmek için…

Kaynaklar ya da notlanan okumalar:

Gecenin Sonuna Yolculuk, Louis Ferdinand Celine, Çeviren: Yiğit Bener, Yapı Kredi Yayınları, Eylül 2004.

Subtopia, A. L. McCann, Çeviren: Algan Sezgintüredi, Versus Kitap, Mayıs 2006.

Mağdurların Siyaseti, Partha Chatterjee, Çeviren: Veysel Fırat Bozçalı, İletişim Yayınları, 2006.

1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm, Korkut Boratav, Gerçek Yayınevi, 1991.

İstanbul ve Anadolu’dan Sınıf Profilleri, Korkut Boratav, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Mart 1995

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×