Orta Katmanların Korkularıyla Hesaplaşmak
TÜBİTAK’ın (Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu) Popüler Bilim Kitapları dizisinden, AKP’nin bu kuruma yeni yöneticiler atamasından bu yana, çok az yeni kitap çıktı. Tükenen kitapların yeni baskılarını yapmak konusunda da acele edilmiyor. Bilim ve Teknik dergisinin Ocak 2007 sayısındaki listeye göre baskısı tükenmiş olan kitaplar arasında şunlar da var: Hayatın Kökleri, Gen Bencildir, Evrenin Kısa Tarihi, Modern İnsanın Kökeni, Galileo’nun Buyruğu (ciltsiz baskı), Kör Saatçi (ciltsiz baskı), Tüfek Mikrop ve Çelik Evrim ve Tuhaf Bu DNA’lılar. Evrimle ilgili kitapların yeni baskılarının yapılması konusunda daha bir isteksiz olunduğu anlaşılıyor…
Yine Ocak 2007 itibarıyla, “Genel Dizi”den çıkmış son kitap, birinci baskısı Haziran 2006’da yapılmış olan Milyarlarca ve Milyarlarca’ydı.1 Carl Sagan’ın ölmeden hemen önce hazırladığı ve tamamlayamamış olduğu bu kitap, “Milenyum Eşiğinde Yaşam ve Ölüm Üzerine Düşünceler” alt başlığını taşıyordu.
Kitabın arka kapak yazısının son cümlesi şöyle: “(…) Sagan’a göre gelecek yüzyıllarda karşılaşacağımız sorunları ancak bilimi ve duyguyu birleştirerek çözebiliriz.”
Editörler, belki de içlerine sindiremediklerinden yazarın gerçek mesajını çarpıtma ihtiyacını duymuş. Sagan, bu kitabında bilimle “duygu”yu değil “din”i birleştirmeyi öneriyor. Herhalde kitabın basılabilmesinin bir nedeni de bu…
Milyarlarca ve Milyarlarca’nın üç ana bölümünden en uzunu, dünyamızı felaketlere sürükleyebileceği iddia edilen sorunlara ayrılmış. Söz konusu bölümün sonunda da çözüm önerisi yer alıyor: Din ile bilimin ittifakı.
Sagan, bu ittifakı savunduğu yazısında, 1990 yılının Ocak ayında, yani Sovyetler Birliği’nin resmen dağıtılmasından yaklaşık iki yıl önce, Moskova’da düzenlenmiş olan bir toplantının ayrıntılarını aktarıyor. Sosyalizmin yıkıcıları Mihail Garbaçov ile Edvard Şevardnadze, “Din ve Parlamento Liderleri Küresel Forumu”na bizzat ev sahipliği yapmıştı.
Bazı bilim insanları tarafından imzalanarak söz konusu toplantıda “dini liderlere” sunulan “Dünya’yı Korumak ve Yüceltmek, Bilim ve Din için Ortak Yükümlülük” başlıklı bildiride yer alan paragraflardan biri şuymuş:
“Çevreye karşı girişilen (…) saldırıların sorumlusu tek bir siyasi grup ya da tek bir kuşak değil. Özleri bakımından bu saldırılar uluslar aşırı, kuşaklar aşırı ve ideolojiler aşırı. Dolayısıyla akla gelebilecek bütün çözümler de öyle. Bu tuzaklardan kurtulmak için, gezegenimizin tüm halklarını ve gelecek tüm kuşakları kucaklayacak bir yaklaşım gerekli.” 2
Sözü edilen çevre sorunları “ozon tabakasının incelmesi” sonucu ortaya çıkan “küresel ısınma” ile “küresel bir nükleer savaş olasılığı”…
“Küresel ısınma” tezi ile nükleer silahların oluşturduğu tehdit, sosyalizmin çözülüş sürecinde çok önemli bir işlev üstlenmişti. Sosyalizmin yıkıcıları, kapitalizmden ve emperyalizmden çok daha tehlikeli ve emperyalist ülkelerle işbirliğini meşrulaştıracak bir “ortak düşman”a gereksinim duyuyordu.
Carl Sagan, daha 1988 yılında, ABD’de ve Sovyetler Birliği’nde çok okunan iki dergide (Parade ile Ogonyok) eşzamanlı olarak basılacak bir makale yazmaya davet edilmiş.”Ortak Düşman” başlığını taşıyan bu yazıda dönemin ABD başkanı Ronald Reagan’ın “eğer uzaylılar gezegenimizi işgal etmek üzere olsalardı, o zaman ülkelerimiz ortak düşmana karşı birleşebilirdi”3 sözünden hareket eden Sagan, bir yerine iki ortak düşman tarif etmiş: “Küresel ısınma” ile nükleer silahlar…4
Aradan geçen süre içinde, “küresel ısınma” korkusu olmasa bile, nükleer silah korkusu hayli azaldı. Bunun tek nedeni, nükleer silahlarda belirli bir indirime gidilmiş olması mı? Bugün de ABD’nin elinde, dünyayı bir harabeye çevirmeye yetecek sayı ve güçte nükleer başlık bulunuyor (yaklaşık 6 bini kullanılmaya hazır olan yaklaşık 10 bin adet). Ne var ki artık, nükleer silahlardan çok nükleer enerji santrallerinden ve genel olarak radyasyondan korkuyoruz. Nükleer silahlarsa, yalnızca “teröristlerin” ya da “terörist devletlerin” eline geçmeleri riski oranında korku uyandırıyor. Oysa nükleer silahlar bugüne kadar yalnızca ABD tarafından kullanıldı!
ABD’nin elindeki nükleer silahlar, insanlık için, nükleer santrallerden çok daha büyük bir tehdit oluşturuyor. Reel sosyalizmin çözülüşü, “küresel savaş” olasılığını azaltmak bir yana artırdı. Asıl önemlisi, pek çok cephede savaş yürüten ve bu konuda pek de başarılı olmayan ABD emperyalizminin, yenilgileri kabullenmek yerine nükleer silahlara başvurması son derece ciddi bir olasılık. Ayrıca diğer “kitle imha silahları” da “teröristlerden” çok ABD tarafından kullanılıyor.
Çağımızın büyük korkuları son derece sistemli bir şekilde üretiliyor ve işleniyor.
Örneğin, dünyada her yıl 1 milyon 200 bin insanın ölümüne yol açan otomobillerden korkmuyoruz. Ama zamanında ABD Başkan Yardımcılığı yapmış ve başkanlığa adaylığını koymuş olan Al Gore’un öncülük ettiği bir proje kapsamında hazırlanan “Uygunsuz Gerçek” (An Inconvenient Truth) adlı filmde 25 yıl içinde “küresel ısınma” nedeniyle yılda 300 bin insanın ölmeye başlayacağı iddia edilince korkuyoruz! Sera gazı etkisi yaratarak Dünya’nın ısınmasına yol açtığı düşünülen (ve bunun dışında zararı bulunmayan her nefes verişimizde atmosfere saldığımız, bitkilerin besin kaynağı olan) karbondioksitten korkuyoruz, ama otomobillerin saldığı zehirli gazlar bizi çok daha az endişelendiriyor. Ekonomik ömrünü doldurmuş otomobil lastiklerinin, akülerin ve diğer otomobil parçalarının yarattığı çevre sorunlarını iyiden iyiye küçümseyebiliyoruz.
“Küresel ısınma” nedeniyle kaç yıl içinde kaç kişinin ölebileceği (ve bunun ne tür yollarla gerçekleşebileceği) bir yana, şu anda, her yıl, bulaşıcı hastalıklar ve parazit hastalıkları nedeniyle 10 milyon 904 bin kişi ölüyor! Verem yüzünden ölenlerin sayısı 1 milyon 566 bin, açlıktan ölenlerin sayısı ise 485 bin. Yalnızca kızamık nedeniyle ölen çocukların sayısı 611 bin. Bunlar, Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) verileri.5 Diğer taraftan, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) verilerine göre, her yıl 2 milyon insan iş kazaları ve iş hastalıkları nedeniyle ölüyor. Yine ILO’ya göre, 5-14 yaşlarındaki 250 milyon çocuk işçiden 120 milyonu tam gün çalıştırılıyor.6
Tüm bu ölümler, bilinmenin ötesinde çareleri de bulunan ya da kolaylıkla bulunabilecek sorunlardan kaynaklanıyor!
Ama bu sorunların çözülmesi için toplumsal kaynakların insanlığın çıkarları doğrultusunda kullanılmasını sağlamak, bir başka deyişle bugünkü sistemle mücadele etmek, onu değiştirmeye çalışmak gerekiyor.
Zor tabii…
Bunların yerine, “ideolojiler üstü” olmanın yanında, çözümüne herkesin bireysel katkıda bulunabileceği sorunlar tarif edilse, böylece insanları korkutmanın yanında onlara vicdanlarını rahatlatma olanağı sağlansa, çok daha güzel olmaz mı
İşte “küresel ısınma” tezi, tam da bu amaca hizmet ediyor.
1990 yılında bazı bilim insanlarının din adamlarına sunduğu bildiride şöyle ifade ediliyordu: “Çevre bunalımı sadece kamu politikasında değil, aynı zamanda bireysel davranışlarda da köklü değişiklik gerektirmektedir. Tarih gösteriyor ki dinsel eğitim, örnek oluşturma ve önderlik, kişisel davranışları ve kararları güçlü bir şekilde etkileyebilir.”7
2007 yılında ise bir banka, “Gezegenimizi küresel ısınma ile tehdit altında bıraktık. Acilen önlem almazsak, çocuklarımızı ve hatta bizi belirsiz bir gelecek bekliyor” diyerek tanıtıyor, “çevreci” olduğunu iddia ettiği kredi kartını…
“Biz” yapmışız; o yüzden de “bizim” çözmemiz gerekiyormuş… Anlaşılan o ki bunu “yapmamız” da mümkünmüş…
“Küresel ısınma”ya nasıl bakmalı?
Bu yazının ana konusu “küresel ısınma” tezi değil. Ama hakkında yaratılan korkuyu, daha doğrusu korku üretme mekanizmalarını daha iyi anlayabilmek için bu tezleri de bir miktar tartışmak zorunlu…
Burada, “küresel ısınma”nın bir gerçek olup olmadığını da tartışmayacağız… Bu bile tartışmalı aslında. 1970’li yılların popüler tezi “küresel soğuma”ydı. Dolayısıyla, bir ya da iki on yıl sonra “küresel ısınma” tezinin bir kenara bırakılması ihtimali de bulunuyor. Kuşkusuz, aradan geçen süre içinde teknolojik ilerleme sayesinde daha hassas ve kapsamlı ölçümlerin yapıldığı, bu nedenle güncel tezin daha sağlam dayanaklara sahip olduğu ileri sürülebilir. Ama bugün bile “küresel ısınma” tezine kuşkuyla yaklaşan pek çok bilim insanı var ve önümüzdeki yıllarda daha gelişkin teknolojiler ve daha yeni gözlemler sayesinde daha farklı bulgulara da varılabilir.
Yine de “küresel ısınma”yı bir gerçek olarak kabul edebiliriz…
Burada başka bir soru çıkıyor karşımıza: Bu ısınma sürecine insanlığın katkısı var mı ve varsa ne düzeyde?
“Herkesin” bildiği üzere insanlığın ürettiği “sera gazları” yüzünden ısınıyor havalar…
Kanıt mı?
İşte:
(Global Temreratures: Küresel Sıcaklıklar; Annual Average: Yıllık Ortalama; Five Year Average: Beş Yıllık Ortalama; Temperature Anomaly: Sıcaklık Anormalliği) http://www.globalwarmingart.com/images/f/f4/Instrumental_Temperature_Record.png
Kolaylıkla görülebileceği üzere, 1860 yılından bu yana, kimi dalgalanmalar yaşanmış olsa bile, sıcaklıklarda “ciddi” bir artış var.
Kömür ve petrol gibi fosil yakıtlar bu dönemde giderek daha yoğun bir şekilde kullanılmış ve başta karbondioksit olmak üzere yanma ürünü gazlar atmosfere yayılmış olduğuna göre, temel nedenin insanlığın sınai faaliyetleri olduğu açık değil mi?
Değil!
Bir de şu grafiğe bakın:
İnsanlığın tarihinde görece önemli bir yeri olan Roma İmparatorluğu’nun en güçlü olduğu dönem, bugünküne oranla çok daha sıcakmış!
Dünya’nın tüm iklim tarihi bir yana (şu anda bu tarihin buzul çağlarından birinde bulunuyoruz!), son 12 bin yıllık döneme ilişkin sıcaklık tahminlerinden hareketle çizilen bir grafik şu şekilde:
En azından bu grafiğe göre, uygarlık tarihinin en “sıcak” döneminde olmadığımız gibi kısa, yani birkaç yüzyıllık bir süre içinde bu tür bir dönemi yaşama ihtimalimiz de çok yüksek görünmüyor.
Diğer taraftan insanlık, bugünkünden daha sıcak dönemleri yaşamak için “sera gazlarına” (ya da bugünkünden çok daha soğuk dönemleri yaşamak için bu gazları azaltmaya) o kadar da çok ihtiyaç duymamış.
İklim değişiklikleri hakkındaki bilgilerimiz bugün için çok yetersiz. Yukarıdaki grafiklerin ne kadar doğru olduğu da tartışılabilir. Kesin olanlar şunlar: Henüz geçmişteki iklim değişikliklerinin nedenleri konusunda bile genel bir mutabakata varılmış değil. Gelecekteki iklim değişiklikleri konusunda ise en “olumlu” deyimle yalnızca kimi tahminler yürütülüyor… “Sera gazlarının” etkisi (daha doğru bu etkinin boyutu ve yönü) konusunda söylenenler henüz yalnızca birer varsayım…
“Belirli gazların atmosferdeki yoğunluğu artıyorsa, bunun iklim üzerinde de bir etkisi vardır” denebilir elbette.
Ve bu önerme hiç kuşku yok ki doğru olmak zorundadır! Atmosferdeki gazların bileşimi, hiç kuşku yok ki iklim üzerinde de etkide bulunuyordur…
Ama ne kadar? Ve bu etki olumlu mudur yoksa olumsuz mu? İşte bu konularda yalnızca “hipotezler”, yani kanıtlanmamış kimi varsayımlar var.
Tüm bunları, iklim değişikliklerini çok fazla ciddiye almak gerekmediğini savunmak için yazmıyorum. Tam tersine, bu konuyu önemsemek, olası felaketlere karşı önlem almak gerekiyor. Ama örneğin Katrina Kasırgası’nın New Orleans’ta yarattığı felaketi önlemek için “küresel ısınma” konusunda duyarlı olmak gerekmiyordu. Kasırga bölgesinde kasırga çıkmasından daha doğal ne olabilir? Küba en az birkaç yılda bir büyük kasırgalarla baş ediyor.
“Küresel ısınma” ile ilgili (bilimsellikten büsbütün uzak olmayan) felaket senaryolarının korku üretebilmesi, yüz yıllık bir döneme yayılacak gelişmelerin üç günde yaşanacak gibi tartışılmasından kaynaklanıyor. Örneğin, buzulların erimesi nedeniyle 100 milyon insanın göç etmek zorunda kalabileceği iddia ediliyor. Bu sayı, ilk bakışta tedirginlik uyandırabilir tabii ki. Ama sözü edilen, bugünkü dünya nüfusunun yüzde 1.5’i. Üstelik, bu da her 1000 kişiden 15’inin bir iki hafta içinde göç etmek zorunda kalacağı anlamına gelmiyor. En “hızlı” senaryolarda bile, birkaç on yıllık döneme yayılacak süreçlerden söz ediliyor. Birleşmiş Milletler verilerine göre 1975 ile 2005 yılları arasında uluslararası göçmenlerin sayısında 104 milyonluk bir artış yaşanmış (http://esa.un.org/migration/). Aynı dönemde kendi ülkeleri içinde göç edenlerin (köyden kente taşınanların ve şehir değiştirenlerin) sayısının kaç milyar olduğunu tahmin etmek bile zordur…
Dünya’nın iklimi her koşulda değişecek, daha doğrusu dalgalanmalar gösterecek. Soğuk yıllar da sıcak yıllar da bir yerlerde felaketlere yol açacak. Yüzyıllardır, daha doğrusu binyıllardır olduğu gibi! Benzer şekilde, daha soğuk ya da daha soğuk onyıllar, hatta yüzyıllar yaşanacak.
Doğa olaylarının toplumsal felaketlere yol açmasını önlemek ya da en azından etkilerini hafifletmek mümkün. Ama “çevreci” kredi kartları kullanmanın ya da bireysel enerji tasarrufunun, çok büyük olasılıkla, bu konuda zerre kadar katkısı bulunmayacak!
Bu söylenenlerden, çevreyi koruma çabasının anlamsız olduğu sonucu çıkmıyor.
Ama buna, “küresel ısınmayla mücadele” için değil, zehir solumaktan kurtulmak, sağlıklı koşullarda çalışmak ve yaşamak için ihtiyaç duyuyoruz! Dahası, “küresel ısınmayla mücadele gereği” de ileri sürülerek önümüze konan seçeneklerden pek çoğu, daha fazla çevre sorunu yaratıyor. Örneğin, Türkiye’nin linyit rezervleri kullanılarak akışkan yataklı kazanlarla elektrik üretilmesi ve konutların bu şekilde üretilen elektrik kullanılarak merkezi sistemlerle ısıtılması, yalnızca iktisadi açıdan değil, çevrenin korunması açısından da bugünkü biçimiyle doğalgaz kullanımından çok daha doğrudur. Ulaşımın en “çevre dostu” otomobillerle yapılması bile, toplu taşımacılıkla karşılaştırıldığında çevreye büyük bir zarar verilmesi anlamına gelir. Güneş enerjisini depolamak için kullanılan piller, ömürlerini doldurduklarında, en zararlı atıklar arasındaki yerlerini alır.
Diğer yandan, her tür teknolojik ilerlemenin çevreye zarar vereceği düşüncesi, kapitalizm koşulları altında “anlaşılır” yanlar barındırmakla birlikte yanlıştır. Kapitalizmin bu denli kirlettiği bir dünyada, çevre tahribatlarını gidermek için bile teknolojiye ihtiyacımız var.
Korku üretme mekanizması
Peki nasıl oluyor? Birileri bir yerlerde toplanıp, “insanlığı şu şekilde korkutalım”, “küresel ısınmadan korkmaları iyidir ama çalışırken soludukları zehirli gazları ya da toplumsal eşitsizlikleri o kadar da dert etmesinler” türü kararlar mı alıyor?
Aslına bakılırsa, işin içinde bu da var!
Garbaçov ve ekibi, yaşlı Dünya’mızın sorunları arasından “küresel ısınma”yı seçerken, son derece bilinçli bir şekilde hareket etmişti. Bu yılki Davos Zirvesi’nin ana gündem maddelerinden birinin “küresel ısınma” olması da işin içinde bir “komplo” boyutunun bulunması gerektiğini düşündürüyor. Emperyalist ve kapitalist ülkelerin devlet ve hükümet başkanları ile en büyük şirketlerin yöneticilerini bir araya getiren Dünya Ekonomik Forumu’ndan “küresel ısınma çok ciddi bir sorun, onunla mücadele etmek gerekir” mesajının çıkması, en azından sermaye sahiplerinin bu başlıktaki tartışmalardan rahatsızlık duymadıklarını gösteriyor.
Bu tür komploların tutabilmesi için, komplocuların varlığından daha fazlası gerekir.
Örneğin, küresel ısınma tezini büyük bir inançla savunabilecek insanlara ihtiyaç vardır. Ama bu da kolay: Araştırma fonu elde etmek ve medyanın ilgisini çekmek isteyen iklim bilimcilerin tek yapması gereken, küresel ısınmayla ilgili “yeni bulgu”larını tartışmaya açmak. En azından bugün için, başka şekilde ilgi çekmeleri de pek kolay değil…
Daha önemli ihtiyaç, “küresel ısınma” korkusunu paraya çevirme olanağının bulunması. Bu da fazlasıyla var. Petrol tekellerinin bile “çevreci” bir imaj çizmeye çalıştığı bugün “küresel ısınma” korkusu, dünyanın kirlenmesine en fazla katkıda bulunan otomotiv şirketlerine bile yeni pazarlar açıyor.
En önemli ihtiyaçsa, “küresel ısınma”dan korkmaya hazır toplum kesimlerinin varlığı. Herkesi her şeyle korkutamazsınız. Kış mevsimini bir felaket olarak yaşayan yoksullar, “havalar keşke biraz daha hızlı ve biraz daha fazla ısınsa” diyecektir. Buna karşın, belirli bir yılda kar yağışının gecikmesi nedeniyle kayak tatillerini ertelemek zorunda kalanlar, “küresel ısınma”nın ciddi bir sorun oluşturduğunu düşünmeye daha yatkın olacaktır. Ertesi yıl kar yağışının “zamanında” ya da “erken” başlaması ise onlar için özel bir haber değeri taşımayacak ve kolaylıkla unutulacaktır (bu arada sıcaklar gibi soğuklar da “küresel ısınma”yla açıklanabiliyor zaten!).
İşte bu noktada, burjuva ideolojisinin en önemli dayanak noktasına geliyoruz: Orta katmanlar… Küçük burjuvalar, orta kademe şirket yöneticileri, belirli bir düzeyin ötesinde gelire sahip ama zengin olmayan mühendisler, hekimler, avukatlar, öğretim üyeleri vs.
Yoksullar, paraları neye yetiyorsa onu yer. Gelir düzeyleri görece yüksek olanlarsa “organik ürün” satın alarak, daha sağlıklı beslendiklerine ve doğanın dengesinin korunmasına katkıda bulunduklarına inanma olanağına sahiptir. Bu ürünlerin satıldığı yerlere otomobilleriyle gidip dönerek doğaya ne kadar zarar verdiklerini ise çoğu kez hiç düşünmezler!
Orta katmanlar, korkularında son derece seçmecidir. Bastırmak istedikleri korkuları vardır. Her şeyden önce de proleterleşme korkusu…
Dolayısıyla mesele, yalnızca bir “eğitim” meselesi değil. Bugün en “eğitimli” insanlar, bir yandan çalıştıkları yabancı şirkette kazanılan paraların yurtdışına transfer edildiğine tanıklık ederken, diğer yandan “Türkiye ekonomisinin ayakta durması için yabancı sermaye girişi şart” diye düşünebiliyor.8
Bu düzende aksayan çok fazla şeyin bulunduğunu ve başkalarının sırtına binerek yükselmiş olduklarını yeterince hissediyorlar. “Vicdan rahatlatma” ihtiyacını başkalarına oranla daha fazla hissetmelerinde bunların da payı var. Tüm toplum ve hatta tüm insanlık adına bir şeyler düşündüklerine ve yaptıklarına inanmak istemelerinde de… “Biz insanlar bu güzel Dünya’yı mahvediyoruz” ifadesindeki “biz” kimliğini bu denli kolay benimsemelerinde de…
Ama aynı “biz” kimliği, bir yandan da mevcut düzenin olduğu gibi korunmasına yönelik çok güçlü bir tutuculuğu içinde barındırıyor. Proleterleşme korkusu, orta katmanların bilincine “istikrarsızlık” korkusu biçiminde yükseliyor. Her tür ekonomik dalgalanmadan korkuyorlar, çünkü kendilerini ilk boğulacaklar arasında görüyorlar. Her tür ciddi siyasi gerilimden korkuyorlar, çünkü bu gerilimlerin ekonomik dalgalanmaları tetikleyebileceğini biliyorlar.
Orta katmanların ekonomik kriz dinamikleriyle siyasi kriz dinamikleri arasındaki bağlantıyı tersinden kurması ve her tür komplo teorisine fazlasıyla alıcı olması, basit (yani sadece “gerçekleri anlatarak” düzeltilebilecek) bir yanlış düşünüş tarzının ürünü değil. Kendilerini de belirli bir refah düzeyine yükselten ekonomik büyüme dönemlerinin geçici bir nitelik taşıdığını ve çok daha büyük ekonomik krizlere zemin hazırladığını bilseler bile, daha iyisinin olabileceğine inanmadıkları ölçüde krizlerin ertelenmesi onlar için her şeyden önemli hale geliyor. Meselelere bu şekilde yaklaşıldığında her zaman haklılar! Cumhurbaşkanı anayasa kitapçığını tam da falanca gün fırlatmasaydı, gerçekten de ekonomik kriz o hafta değil bir sonraki hafta hatta belki bir sonraki ay patlak verebilirdi! Bu da bir maaş daha almalarını, birikimlerinin bir bölümünü daha dövize çevirmelerini sağlayabilirdi…
Yine aynı nedenle, ekonomiyi yıkıma sürüklemekle birlikte burjuvazinin önünü açan tüm “önlem”ler, yani özelleştirmeler, yabancı sermaye girişlerinin önündeki engellerin kaldırılması, eğitimin ve sağlığın paralı hale getirilmesi sosyal güvenlik kurumlarının tasfiye edilmesi, tarım sektörünün çökertilmesi gibi “reform”lar orta katmanlar tarafından ya destekleniyor ya da kabulleniliyor.
Kapitalizm, dünyanın her yanında orta katmanların korkuları sayesinde ve bu korkuları besleyerek ayakta duruyor.
“Terör” de asıl olarak orta katmanları hedef alıyor.
İstatistiksel açıdan bakıldığında ve diğer tehditlerle karşılaştırıldığında, sıradan insanlara yönelik terör eylemlerinin insanlığa zararı ihmal edilebilir düzeyde. Ama 11 Eylül saldırıları özellikle emperyalist ülke halklarının bilincine çok sağlam bir şekilde kazındı. 11 Eylül’e ilişkin komplo teorileri de aynı amaca hizmet etti ve etmeye devam ediyor…
Orta katmanlar, görünürde en fazla “infiale” kapıldıkları anlarda bile, “huzur, güven ve istikrar” arayışıyla hareket ediyor. Bunların pamuk ipliğine bağlı olduklarını hissetmeleri, korkularını artırmaktan başka bir işe yaramıyor.
Aynı nedenle, Hrant Dink cinayeti benzeri provokasyonlar da ters tepmeyebiliyor, tam tersine amaçlarına ulaşabiliyor…
Dink cinayeti ve orta katmanlardaki bölünmüşlük
Hrant Dink’in öldürülmesi sonrasında yaşananlar, Türkiye’nin orta katmanlarındaki ideolojik bölünmeleri yeniden açığa çıkardı ve yeniden üretti. Ama baskın çıkan yine tutuculuk oldu…
Dink’in cenaze törenine katılanlar, olanca içtenlikleriyle “böyle şeyler bir daha yaşanmasın” demiş oldu. Bir açıdan bakıldığında, gerçekten çok iyi bir şey yaptılar. Ermeni olduğu için öldürülen bir yazara sahip çıkarak, Türkiye’nin o kadar da karanlık bir ülke olmadığını gösterdiler.
Ama aynı cenaze töreni, liberal solcuların katkılarıyla (asıl niyetleri bu olmasa bile) toplumdaki bölünmüşlüğü güçlendirdi. Cenaze töreninin düzenleyicileri, düzenin ve emperyalizmin temsilcileriyle (bakanlarla, milletvekilleriyle ve hatta ABD büyükelçisiyle) herhangi bir sorun yaşamazken, daha doğrusu yaşamamak için, tepkileri kontrol altına almaya yönelik bir yaklaşım geliştirdi. Ortada somut bir mücadele hedefi yokken “inadına isyan” diye haykıranlar, tam da bir şeylere isyan etme vakti geldiğinde, “susma sustukça sıra sana gelecek” sloganını da unutarak sessizliği tercih etti. Asıl sorun, bir “eylem biçimi” olarak sessizliğin seçilmesi değil somut hedef göstermekten ve gerçek bir mücadele çağrısı yapmaktan uzak durulması dahası, bunun engellenmesiydi.
Türkiye’de bir siyasal cinayet işlenerek ABD’nin eli güçlendiriliyor, bu basit tahlili en apolitik vatandaş bile yapabiliyor ama liberal solcular emperyalizmle mücadele başlığını öne çıkarmayı akıllarına bile getirmiyor. Bunun yerine “kimlik siyaseti” yapılıyor…
Oysa kimlik siyaseti, tam da emperyalizmin ülkedeki toplumsal gerilimleri güçlendirmek için kullandığı bir silah durumunda!
Avrupa Birliği dendiğinde akıllarına demokrasiden başka bir şey gelmeyenler, AB üyesi ülkelerin “Ermeni kartı”nı kullanmalarındaki ikiyüzlülüğün karşısına Hrant Dink gibi çıkamadıkları gibi, Türkiye’deki Ermeni düşmanlığının güçlenmesine katkıda bulundular. Üstelik tam da “aman bir tatsızlık çıkmasın bir gerilim yaşanmasın” diye diye!
Ermeni sorunu açısından bakıldığında, bugünün Türkiye’si, Varlık Vergisi döneminin Türkiye’sinden çok farklı. Türkiye burjuvazisi, Ermeni sermaye sahiplerinin mülklerini yağmalayarak zenginleşme türünden bir beklentiye sahip değil. Çünkü güçlü bir Ermeni sermaye sahipleri topluluğu bulunmuyor artık. Aynı nedenle, Türkiye’deki Ermeni düşmanlığının toplumsal zemini de geçmişe oranla çok daha zayıf. 6-7 Eylül Olayları’nın yinelenmesi olasılığı da yok. Nitekim, 12 Eylül sonrası dönemde Ermeni düşmanlığının yeniden canlandırılması, bir başka emperyalist tezgahla Asala adlı örgütün eylemleri sayesinde mümkün olmuştu.
Bugün de Türkiye’nin bir Ermeni sorunu var, çünkü hem emperyalist ülkeler hem de Türkiye’deki faşist örgütlenmeler buna ihtiyaç duyuyor! Soykırım tartışmaları ve kimlik siyaseti, sorunun çözümüne hizmet etmek bir yana, gerilimleri güçlendirmeye yarıyor.
Bu tabloda Türkiye’de yaşayan az sayıdaki Ermeni yurttaşla dayanışma içinde bulunma gereği başka bir şeydir, Ermeni düşmanlığıyla mücadele etmek bambaşka bir şey…
Ermeni düşmanlığı, emperyalizme yönelik tepkilerin çarpıtılmış bir biçimi daha açığı ABD düşmanlığının panzehiridir.
MHP yönetiminin ABD’ye karşı düzenlenen eylemlere katılan parti üyelerini ihraç etmesinin hiçbir tepki uyandırmamasında, yeniden yükseltilen Ermeni düşmanlığının ABD düşmanlığını ezmesi de yok mu
Tersinden bakıldığında, Türkiye’deki Ermeni düşmanlığını geriletmenin yolu, ABD’yle mücadeleyi yükseltmektir. Türkler, Ermeniler, Kürtler ve diğer halklar, ancak ortak bir mücadelenin içinde oldukları ölçüde, onları birbirlerine düşürmeye çalışanların provokasyon girişimlerini boşa çıkarabilir.
“İyi de Ermeni düşmanlığı yapan ırkçı-faşist katillerin hiç mi suçu yok?” diye sormaktan daha anlamsız bir şey olamaz. Toplumsal dokuya sinmiş milliyetçiliğin gerçek/ciddi bir sorun oluşturduğunu vurgulamanın da kendi başına büyük bir anlamı bulunmuyor. Evet, Türkiye’de bir toplumsal bölünmüşlük var ve her türden milliyetçilik de buradan besleniyor. Ve tam da bu nedenle, bölünmüşlükleri gidermeye yönelik bir çaba içinde olmak gerekiyor.
Örneğin, bir birey olarak Orhan Pamuk’un 1 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü söyleme hakkı elbette vardır. Bu nedenle tehdit edilmesi kabul edilemez. Aynı nedenle mahkum edilmesi de… Ama Orhan Pamuk, 1 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü söyleyerek Türkiye halklarının kardeşleşmesine, halklar arasındaki düşmanlıkların ortadan kaldırılmasına ve milliyetçiliğin geriletilmesine yardımcı olmadı. Tam tersine bunları daha da zorlaştırdı.
Hrant Dink’in cenaze töreni için de benzer bir değerlendirme yapılabilir.
Orta katmanların milliyetçi, dinci ve liberal ideolojilerin etkisi altındaki farklı kesimlerini ortaklaştıran, toplumu bütünleştirecek bir mücadele içine girmekten korkmaları. Milliyetçi ideolojinin etkisi altındaki kesimler de bir yandan Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin Türkiye’nin başına bir sürü çorap öldüğünü düşünürken, diğer yandan, özellikle ABD’ye boyun eğmekten başka bir çarenin bulunmadığını kolaylıkla kabullenebiliyor.
Proleterleşme korkularını “istikrarsızlık” korkusu olarak algılayan orta katmanlar, ABD’ye kafa tutmaya kalkışacak bir Türkiye’nin bölüneceğini, dünyadan soyutlanarak içe kapanacağı, ekonomik açıdan ayakta duramayacağını, demokrasiden büsbütün uzaklaşacağını, vb. düşünüyor. ABD’ye boyun eğmenin sonucu, ülkenin adım adım bölünmeye doğru gitmesi, tüm komşularıyla düşmanca ilişkiler içine girerek dünyadan soyutlanması, bir ekonomik krizden diğerine sürüklenmesi olsa bile… Ve böylesi bir ülkede demokrasi olabilirmiş gibi!
Korkularla hesaplaşmanın yolu
TKP’nin 8. Kongre belgelerinde, meslek odalarıyla ilgili önemli bir saptama yer alıyor:
“Emekçi sınıfların çıkarları açısından bakıldığında bugün meslek odalarının anlamı ve doldurdukları boşluk radikal biçimde sorgulanmalıdır. Mühendislerin, teknik elemanların, hekimlerin, avukatların proleterleşme sürecinde büyük mesafeler alınmışken, bütün bu kesimleri işçi sınıfından uzakta konumlandırmaya yarayan yapılanmaların ‘emek örgütü’ olarak öne çıkarılması şaşırtıcıdır. Birçok ülkede sağın elindeki bu örgütlerde solun ağırlık sahibi olması, sözünü ettiğimiz olumsuzluğu ortadan kaldırmamaktadır. Tam tersine, sanki bunlar kurumsallıklarıyla doğal olarak işçi sınıfının mücadele araçlarıymışçasına bu örgütlerin içinde yürütülmesi gereken mücadele geriye çekilmekte, çoğu kez kongre kulislerine indirgenmektedir. İşçi sınıfının meslek örgütlerine sıkıştırılmak istenen eğitilmiş işçilere gereksinimi vardır. Ama ne olmaktadır? Bu örgütlerde sürdürülen anlamlı çalışmalar kimi başlıklarda alınan sınıf tavrı işçi sınıfının birliğinden çalınan enerji hesaba katıldığında, büyük ölçüde değersizleşmektedir. Artık öncelik işçi sınıfının birliğidir.”
Bir adım daha atarak şu söylenebilir: Bugün, solcuların yönettikleri de dahil olmak üzere meslek odalarının temel işlevi, üyelerinin “ayrıcalıklı olma” hislerinin zayıflamasına engel olmak. Odaların birer “emek örgütü” olarak öne çıkarılması da bununla bağlantılı. Meslek odaları, gerçekten de sendikaların yapmadığını yaparak, üyelerinin ekonomik çıkarlarını korumaya çalışıyor. Ama bu durum onları solculaştırmak yerine solcuların da sağcılık yapmasına neden oluyor. Mühendis odalarının ticarileştirilmesi örneğinde olduğu gibi…
Bugünün parasıyla 600-800 liralık bir aylık ücretle işe giren, yıllar sonra 1000-1500 liradan daha fazlasını alamayan ve işsizlik tehdidini sürekli hisseden mühendislerin kendilerini “ayrıcalıklı” hissetmeleri aslında hiç kolay değil. Buna karşın, düşük ücretli mühendislerin çoğunun kendilerini işçilerle bir saymadıkları, burjuva ideolojisinin etkisine çok daha açık oldukları, bu açıdan bakıldığında orta katmanlara dahil oldukları da açık.
Zaten temel sorun, ayrıcalıkların niceliği değil.
İşsizliğin alıp başını gittiği bugün, asgari ücretle çalışan bir işçi de kendisini ayrıcalıklı hissedebiliyor ve ekonomik kriz korkusu yaşayabiliyor. Orta katmanların korkuları emekçilerin daha yoksul kesimlerine doğru yayılıyor.
Orta katmanlar proleterleşirken, işçiler de orta katman ayrıcalıklarının bazılarıyla tanışarak, zincirlerini kaybetme korkusunu paylaşmaya başlıyor. Kredi kartları ve tüketici kredileri işçilerin de başına bela ediliyor. Yoksul emekçiler belki “küresel ısınma”dan o kadar korkmuyor ama borçlarını ödeyememe ve haciz korkusu toplumun çok daha geniş bir kesimini teslim alıyor.
Bu korkular, boyun eğmeciliği güçlendirerek çürütücü bir etki yaratıyor.
Ya biriken tepkiler?
İşte liberal, milliyetçi ve dinci siyasi özneler bu noktada devreye giriyor. Biriken tepkileri belirli hedeflere yönlendirmek için değil, bunların en uygun noktalarda, bir başka deyişle düzen açısından en zararsız şekillerde boşaltılmasını sağlamak üzere… Bu arada, bir kesimin tepki patlaması, diğer kesimler için bir korku kaynağı haline getiriliyor…
Hiç korkmayan tek bir taraf var: ABD!
Türkiye ne kadar karışırsa, ABD’nin Türkiye üzerindeki etkisi o kadar artıyor.
Üstelik bunu herkes biliyor, görüyor…
Uzun yıllardır televizyonlarda ve gazetelerde, yani halkın gözü önünde yürütülen “strateji” tartışmalarının merkezinde, ABD’ye bağımlılığın kaçınılmazlığını kabul ettirme çabası var. Bu denli çok komplo teorisinin üretilmesinin ardında da…
Bir yandan sorulduğunda neredeyse herkes ABD’den nefret ediyor, diğer yandan sermaye partilerinin tümü ABD’ye her zamankinden daha bağımlı hale gelmiş durumda.
Bu tablo çok uzun süre olduğu gibi korunamaz.
Bir geçiş döneminde bulunuyoruz. Bugünkü biçimiyle “istikrar”ın “sürdürülebilir” olmadığı kesin.
Aslına bakılırsa, bunu da herkes görüyor. Görülmeyen tek şey, gerçek bir çıkış yolu…
Sol, bu tabloya bir çıkış yolu tarif ederek müdahale edebilir mi?
Bir yandan evet, bir yandan hayır…
Eğer çıkış yolundan kastedilen, solun basit olarak kendi toplumsal projesini, yani sosyalizmi propaganda etmesi olacaksa, bu tür bir çabanın hiçbir başarı şansı olmayacaktır.
Hakkını aramayan, adaletsizliklere gözünü kapatan, mücadele etmeyen, gerçek tepkilerini açığa vurmaktan korkan, boyun eğen bir halk sosyalizmin hayata geçirilebileceğine zaten inanamaz.
Emekçilerin ve orta katmanların bugünkü ideolojik yönelimleriyle hesaplaşmayan, bu topraklara gerçek bir mücadelenin damgasını vurmayan bir sol, çıkış yolu da tarif edemez.
Peki, bugünkü ideolojik yönelimlerle hesaplaşmayı mümkün kılacak tutamak noktalarına sahip miyiz?
TKP, yine 8. kongresinde şu saptamaları da yapmıştı:
“(…) emekçi sınıflar ve küçük burjuvazi içerisinde sosyalist bir perspektife hiç sahip olmayan ama emperyalist bağımlılıktan samimi olarak kurtulmak isteyen küçümsenmeyecek bir kesim vardır. Son yıllardaki gelişmelerden dolayı genişleyen bu kesim aynı anda hem milliyetçi hem dinci hem de liberal ideolojilerin etkisi altındadır. Bu kesimde yer alan milyonlarca kişinin söz konusu ideolojilerin etkisinden kurtarılmaları ve tutarlı bir anti-emperyalist mücadelenin unsurları haline getirilmeleri onların ille de sosyalizm perspektifine ikna edilmelerini gerektirmez. Sosyalizm mücadelesi ile bağımsızlık mücadelesini birleştirecek olan, bunu programatik ve stratejik düzeylerde gerçekleştirebilmiş bir işçi sınıfı partisinin etkinliği ve bu partinin anti-emperyalist mücadele cephesini emek-sermaye çelişkisinin uzağında değil bu çelişki temelinde kurma iradesidir.”
Bir başka açıdan yaklaşılırsa, Türkiye’de bir “anti-emperyalist mücadele cephesi”, ancak “emek-sermaye çelişkisi temelinde” kurulabilir. Çünkü yine kongre belgelerinde vurgulandığı üzere, anti-emperyalizmin taşıyıcılığını yapmaya niyetli, emperyalizme ve özellikle ABD’ye karşı mücadele etmeyi göze alabilecek hiçbir düzen içi özne bulunmuyor ve bu tür bir öznenin ortaya çıkması da mümkün görünmüyor.
Ama ABD’ye karşı mücadele edebilmek için de yine, orta katmanlardan işçi sınıfının bütününe yayılan korkularla hesaplaşmak gerekiyor.
“ABD’den korkmuyoruz” çıkışı, bu nedenle çok önemli.
ABD’den korkmamak, bu ülkenin bağımsızlaştırılabileceğine, kendi başına ayakta durabileceğine (daha doğrusu ayağa kalkabileceğine), toplumsal bütünlüğünün sağlanabileceğine inanmak demektir. ABD’den korkmamak, bu ülkedeki toplumsal dinamiklere ve en başta emekçilerin gücüne güvenebilmeyi gerektirir. ABD’den duyulan korkuyla hesaplaşmak, Türkiye toplumunu çürüten korkularla hesaplaşmanın anahtarıdır.
Kuşkusuz, bu sözün arkasında emekçilerin örgütlü iradesini şekillendirmek koşuluyla…
Dipnotlar
- Carl Sagan, Milyarlarca ve Milyarlarca, çev: Füsun Baytok, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara, Haziran 2006.
- a.g.y., s. 168.
- a.g.y., s. 175.
- Garbaçov’un ekibi, sosyalist ideolojiyi zayıf düşürmek için ABD’li yazarlardan yardım almakla kalmamış… Yazıyı sansürleyerek yayımlamışlar! Sagan, bu konudaki nihai sorumluluğun Garbaçov’a danışmanlık yapan Georgi Arbatov’a ait olduğunu düşünüyor. Sosyalizmin yıkıcıları, Sagan’ın sansürlenen tezleriyle hesaplaşma olanağını ortadan kaldırarak bu tezlerin hiç de hak etmedikleri bir önem kazanmalarını sağlamış. Sansürlenen “tez”lerden biri şu: “… Çözüm bulmak zaten yeterince zordur. 18. yüzyıl ya da 19. yüzyıl siyasi doktrinleriyle tam uyum sağlayan çözümler bulmaksa çok daha zor olacaktır.” (s. 188) Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin tepesine yerleşmiş olan ekip, çağımızın sorunlarının Marksist yaklaşımla çözülemeyeceği tezinin tartışılmasını yasaklıyor! Bunun, Marksizmi savunmak adına yapılmadığı açık. Bir yandan “her şey özgürce tartışılsın” derken, diğer yandan Sovyet Marksistlerinin burjuva tezlere yanıt üretmesini engellemeye çalışmışlar. Sansürlenen bir başka “tez”: “… Ancak bu iddianın zayıflığı, eğer Sovyetler Birliği başka ülkeleri yutma alışkanlığında olmasaydı daha iyi anlaşılırdı.” (s. 188) Sagan, söz konusu tezin, kendisini korumak ve Sovyet okurları nezdindeki inandırıcılığını zayıflatmamak için sansürlendiğini anlayamamış! “Sovyetler Birliği’nin başka ülkeleri yutma alışkanlığı”na sahip olduğu gibi aptalca bir iddiaya, ancak emperyalist propaganda mekanizmalarının aptallaştırdığı insanlar inanabilir…
- The World Health Report 2004, WHO, Annex 2http://www.who.int/whr/2004/annex/topic/en/annex_2_en.pdf
- Safety in Numbers, International Labour Organization (ILO), Geneva, 2003,http://www.who.int/whr/2004/annex/topic/en/annex_2_en.pdf
- Carl Sagan, a.g.y., s. 169.
- Genel olarak “eğitimli” insanlar bir yana, mühendisler bile, teknolojik ilerlemeyi ve sanayileşmeyi başlı başına birer sorun olarak görebiliyor, daha fazla ya da hızlı kalkınmanın dünya ölçeğinde felaketlere yol açabileceğini düşünebiliyor. Türkiye, benzer konumdaki pek çok kapitalist ülke gibi, zaten teknoloji üretemiyor ve sanayisini geliştiremiyor. Bunun yerine, pek çok ürün ithal ediliyor ve dış ticaret açıkları yeni krizlerin haberciliğini yapıyor. Bu sayede çevreye daha az zarar verilmiş de olmuyor. Türkiye’nin üret(e)meyip satın aldıkları, başka ülkelerde üretiliyor. Üstelik, teknolojiyi geliştirip aynı ürünleri çevreye daha az zarar vererek (ya da hiç zarar vermeden) üretme olasılığı da ortadan kalkıyor!