Ortadoğu; Umut Kapısı…

90’lı yılların ve aynı anlama gelmek üzere 1900’lü yılların sonuna gelinirken Türkiye’nin dünya kapitalizmi içindeki yeri epeyce belirginleşti; Avrupa kapitalizminin kıyısı… Üstelik Amerika’nın da itelemesiyle. Oysa, çok daha büyük umutların ve beklentilerin ortalığı sardığı bir dönemin sıcaklığı hala geçmiş değil…

Gene de Ortadoğu, Türki Cumhuriyetler, Müslüman dünya, Balkanlar gibi konularda abartılı gerici kampanyalarla içeride yaratılan beklentilerin varlığı, Türkiye burjuvazisinin iddiasını kaybettiği bu konularda bundan sonra da kimi gösteriler yapmasını, bu yaratılmış kamuoyunun önüne kimi başarılar koymasını şart koşuyor. Bir şeyler bulacaklardır, kimse merak etmesin…

D-8, bu türden bir girişim olarak en güncel olanı… Türkiye’de dış politikanın kimin tarafından yürütüldüğünün bile tartışmalı olduğu zamanda, bu girişim gösteri olmaktan öte ne anlam taşımaktadır? Ancak bu tür gösterilere bundan sonra da ihtiyaç duyulacaktır. Sadece Refah tarafından da değil; Refah gerçekten de, dış politika söz konusu olduğunda her hükümet programında yazılı olan işleri yapmaktadır.

Avrupa’nın kıyısındaki Türkiye’nin Ortadoğu’dan uzakta durabilmesi ise mümkün değil; Türkiye kaçsa bile Ortadoğu üzerine gelecektir.

Ortadoğu gibi çok sayıda siyasi aktörün hareket ettiği karmaşık bir coğrafyanın ve tarihin kapsamlı bir sunumu, bir dergi yazısı formatında mümkün olmadığı gibi bu yazının da böyle bir iddiası ve amacı yok. Ancak kaçınılmaz olarak, güncel olarak iş gören belli siyasal/tarihsel oluşumların izini sürmek için, zaman ve mekan içinde dolaşmak zorunda kalacağız.

Ortadoğu, Türkiye kapitalizminin gelişme sıçrama arayışları için bazen artan bazen de azalan bir umut kapısının adı oldu. Bu kapıdan bir yere hala çıkılamamış olması dolayısı ile söz konusu umut oldukça zayıflamıştır, ama tümüyle yokolduğu da söylenemez. Bu umudun niteliği de kabaca şöyle özetlenebilir; “tarihi bağlarımız sayesinde Batı ile müslüman kardeşlerimiz arasındaki mal ve sermaye hareketlerinde köprü işlevi görerek aradan sıyrılabiliriz.”

Zamanın gösterdiği şey, elbette bu tarihsel bağların olmadığı değildir. Ancak bu bağlar ne emperyalist ülkeleri Türkiye’nin bu aracılığına mahkum kılacak niteliktedir, ne de Ortadoğu’nun petrol zengini ülkelerine “şu Türkiye’nin elinden tutalım” dedirtecek türdendir. O tarihin bugüne devrettiği yakınlıklar ve benzerlikler kadar, farklılıklar ve düşmanlıklar da var… Türkiye, Ortadoğu ülkelerine Yunanistan’dan daha mı fazla mal satmaktadır? Ya da, bu ülkelerden Türkiye’ye mi yoksa İspanya’ya daha fazla sermaye girişi olmaktadır?

Yine de, elde olanlar sıfırdan büyüktür. Türkiye, Ortadoğu ülkelerine mal satmaktadır. Ortadoğu ülkelerinden Türkiye’ye bir sermaye girişi olmaktadır. Türkiye, Irak petrol boru hattımn ileride canlanacağını ummakta, Ortadoğu ülkelerine su satmak üzere boru hattı planları pazarlamaktadır. Hala Ortadoğu’da iş yapan Türk şirketleri ve bu ülkelerde çalışan Türk işçileri vardır. Ancak, bunlar coğrafi yakınlığın doğurduğu olağan fonksiyonlardır; oysa, Türkiye kapitalizminin umduğu şey genel bir yeniden yapılanma içinde merkezi bir rol edinmekti.

Türk dış politikasını beğenen neden bu kadar azdır?

“Bildiğin gibi, Türkler, Birleşmiş Milletler’de sürekli ve tutarlı olarak hep bizi ve diğer Batılı güçleri desteklemişlerdir ve Filistin, Anglo-Sakson uyuşmazlığı, Süveyş kanalı sorunu Tunus vb. gibi konular buna örnektir. Bu destek, elbette Arap devletlerinde Türklere karşı belirgin olumsuz tepkiler yaratmış olmalıdır. Türkler, Ortadoğu’daki Fransız temsilcilerin ve bazı durumlarda İngiliz temsilcilerin de (Paris ve Londra’daki hükümetlerden ayrı olarak) Arap ülkelerinde Türkler aleyhinde çabalar gösterdiği böylelikle kendi etki alanlarını korumaya çalıştıkları kanısındadırlar” 1 . [McGHEE, George]

Bu satırlar, Türkiye’de Büyükelçilik yapmış bir Amerikalı diplomat tarafından 1950li yıllarda Ortadoğu’da görev yapan Amerikalı diplomatlara yazılmıştır. Komünist tehdide karşı mücadelenin bölgedeki öznelerinin arandığı bir güvenlik kuşağının oluşturulmaya çalışıldığı, Türkiye’nin bu kapsamda ne türden bir işlev üstlenebileceğinin sorgulandığı sıralarda…Türkiye’nin emperyalist politikalarla uyumunun kendisi bile, emperyalist politikanın açılımları açısından bir sorun olabilmektedir; emperyalizm etkinliğini sevimliliğine borçlu değil, ama onun adına iş göreceklerde bir sevimlilik şartı aranmaktadır.

Düzen cephesinde Hariciye’nin becerisini tartışanların önemlice kısmı yaramaz çocukların daha fazla sevileceği ve aynı anlama gelmek üzere daha işe yarar olacakları demeye getirmektedirler. Belki de öyledir, ne dersiniz?

Türkiye burjuva devleti, anti-komünist mücadeledeki görevini varlık nedeni yapacak kadar önemsedi. İşin doğrusu, Türkiye, birliklerini ülke dışına çıkarmadan bölgeye hızla müdahale edebilecek durumda olan tek NATO üyesi olarak önemli bir konuma sahip görünüyordu. Ancak Ortadoğu’da bu görevin başka isteklileri ve taşeronları da hep oldu. Şah’ın İran’ı, sonra Mısır… Suudlar, anti-emperyalist bir çizgi mi izliyorlardı? Bu durum Türkiye’nin pozisyonunu bölge jandarmalığı bağlamında abartmayı gereksiz kılmaktadır.

İran Şahı, marksist-leninist ve Arap milliyetçisi öğelerin içinde bulunduğu Dofar gerillalarına karşı verdiği sıcak ve Sovyet tehdidine karşı verdiği soğuk mücadelenin içinde terlerken Newsweek muhabirinin insan hakları ihlallerine karşı duyarlılığına şu tepkiyi veriyordu:

“Soruyorum size, eğer kendini koruyabildiği gibi, bölgenin hatta gerektiğinde Hint Okyanusu’nun güvenliğini sağlayan İran olmasaydı ne yapardınız? Bölgenin herhangi bir yerine bir milyon Amerikan askerini yığıp yeni Vietnamları göze alabilir miydiniz? Ayrıca, İran’daki insan hakları ihlali sorunu, bölgede Sovyet etkinliği ve komünizme karşı açılan savaşın yanında küçük bir sorundur” 2 . [GRESH Alain – VİDAL Dominique]

Yukardaki alıntı, jandarmalık misyonunun kendisinin de abartılmaması gerektiğim göstermesi açısından da değerlidir. Vietnam yenilgisi, Amerika’nın uluslararası harekatlara girişme konusunda bir süre tutuk davranmasına yol açtı, ancak Körfez Savaşının da gösterdiği gibi Ortadoğu bölgesindeki en büyük güç bölgesel olmayan bir güçtür. Amerika, peşine taktığı çok sayıda ortağı ile birlikte tam da Şah’ın göze alınamayacağını söylediği şeyi yapmıştır.

Bölgesel jandarmalık ihaleleri döneminin bitmesi, Amerika’nın Vietnam şokunu atlatmış olmasının yanında ihaleyi üstlenenlerin de başlı başına bir tehlike potansiyeli olmasından kaynaklanmaktadır. Silah satışı karlı bir iştir, ancak Ortadoğu’daki silahlanma, kimi bölge ülkelerine emperyalist politikalarla karşı karşıya gelebilecek bir güç sağlayacak boyutlardadır. Oysa, bölgede, emperyalist politikalara meydan okuyacak bir bölgesel güç olmamalıdır!

Bu durum aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra da emperyalizmin bölgede değneksiz gezememesinin nedenidir de… Birbirlerine karşı silahlanan bölge ülkelerinin bazıları ciddi ve denetimsiz bir askeri güce sahip olmuştur. Bu durum, düzensizliğin sınırlarını zorlayan bölgesel güç aranışlarına da imkan vermektedir.

Şah, jandarmalık misyonunun altında kaldı ve rahmetli Batı’nın göze alabildiği şeyleri göremedi. İran’a karşı Irak’ı silahlandırarak uzun bir savaşın içine iten emperyalizm de daha sonra olacakları öngöremedi. Irak kendisine temin edilen savaş kabiliyetini Kuveyt’i işgal için kullandığında, problem yine aynı şeydi; Irak büyük bir bölgesel güç elde ediyordu.

Yani Türkiye burjuvazisinin önem saplantısının jandarmalık ayağı da kırıktır! Özal’ın Körfez krizi esnasındaki ataklığının, durumun pekala da farkında olan birinin, pas geçilmeme gayreti olarak değerlendirilmesi mümkündür.

Anti-komünist güvenlik kuşağı meselesi sadece askeri bir problem de değildi. Ortadoğu’da anti-komünist mücadelenin yeşil bir tona çalınma stratejisi herhalde merkeze Türkiye’yi yönetenleri oturtmuyordu. Ancak Türkiye burjuvazisi komünizme karşı bu tarz mücadeleyi de ciddiye almıştır.

Bugün Ortadoğu’da ve bu arada Türkiye’de islami fundamentalizm tehdidi diye bir şey varsa, çorbanın içinde “komünizme karşı mücadele”de kaydedilen başarıların da ciddi payı vardır.

Sovyet varlığı Türkiye burjuvazisi için meseleyi oldukça sadeleştiriyordu. Paradoksal bir şekilde, Türkiye’nin emperyalizme belli dayatmalarda bulunmasına imkan sağlayan şey de Sovyetlerin varlığı idi. Ama bu durum bölgedeki hemen herkes için böyleydi. Genel bir güç dengesi içinde herkes boşluklara oynadı.

Sovyet faktörü aradan çekildikten sonra mı?

“…Şu anda Arapların Birleşmiş Milletler’de gücü yok. Biliyorsunuz Sovyetler Birliği çöktükten sonra Birleşmiş Milletler denilen örgüt Amerika’nın emir kulu şeklinde istediği kararı alıyor, istediği ülkeyi vuruyor, istediğine yardım ediyor, istediğini getiriyor, Bosna’ya müdahale ediyor, etmiyor, ne isterse yapıyor. Bunlar böyle bir örgüt haline dönüşmüş durumda. Antrenman olsun diye bir hukuk var ama, devletler hukuku ayıp olmasın diye var. 1990’dan sonra ne Birleşmiş Milletler kalmıştır, ne de insancıl hukuk. Zayıf olduğumuz için uyar görüneceğiz, mecburuz. Orta boy bir devlet olarak hukuka uymak zorundasınız, zayıfın koruyucusudur hukuk , ama öte taraftan diğer çevrilen dolaplara göre davranmak zorundasınız. “Bugün İsrail’e iyi davrandığınız zaman Avrupa kaynakları size açılacaktır. Avrupa, Amerika kaynakları size açılacaktır. Laik bir devlet sistematiğine bir koruma boyutu katılacaktır. Hatta İsrail ile barış , PKK sorununu azaltan bir boyut içine sokacaktır. Çünkü o da işin içinde… Bütün bu boyutları düşünerek devlet bol su iyi gıda aktaracaktır İsrail’e -Araplara selam olsun…” 3 . [KÖNİ Hasan]

Evet, Araplara selam olsun! Ortadoğu kumarında Türkiye burjuvazisinin eli bellidir; Hariciye’nin becerisi üzerine konuşmanın bir yerden sonra anlamı da kalmıyor; küçük kağıtlarla büyük kazançlar elde etmek parlak bir fikir ama Ortadoğu söz konusu olduğunda masadaki diğer oyuncuların da kumardan anlamadıklarım söylemek güçtür.

Türkiye’nin komşuları ile geçimsizliği sadece yönetiminin paranoyası ile ilgili değil… Bu paranoyanın olmadığını söylemek istemiyorum ama bölgede bir istikrar problemi hep vardır ve açıkçası kendini sürekli tehdit altında hisseden tek devlet Türkiye’nin burjuva devleti değildir. Ortadoğu söz konusu olduğunda hangi ülkenin hangi diğer ülkeyle arası iyidir?

“Emperyalizmin Ortadoğu politikası, mutlak bir düzen aranışma değil sınırları çizilmiş bir düzensizliğin korunmasına dönüktür. Petrol fiyatlarının kontrol edilebilmesi ve silah satışlarının sürdürülebilmesi için, bölge halkları arasındaki düşmanlıkların ve çatışmaların süreklileştirilmesi gerekir” 4 . [ARMAĞAN Dünya]

Hasan Köni’nin çizdiği tabloda Yalnızca Araplara değil, Kürtlere de selam verilmektedir. Bu selamın ne anlama geldiğini yazının sonunda ele alacağız, ama önce Ortadoğu’da iş gören kimi dinamiklere bir göz atalım.

Petrolün bugünü…

Ortadoğu; Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları arasında bir geçiş bölgesi olarak, petrol öncesi zamanlarda da ilgi çekici bir yerdi ve 19. yüzyılda Avrupa devletlerinin ana sömürge bölgelerinden biri haline gelmişti. Emperyalizmin bölgeye yönelik yüzyılımızda da devam eden ilgisinin merkezi konusu ise tartışmasız petrol oldu.

Bölgedeki büyük petrol üreticileri küçük petrol tüketicileridir; bu petrolün alıcısı durumunda olan büyük tüketiciler için temel sorun bu petrolün ucuza elde edilmesidir. Daha az önemli olmayan diğer sorun da petrolün sadece alıcısı, kullanıcısı olarak değil, çıkartma, işleme, sevkiyat… kalemlerinden elde edilen gelirden pay almak noktasında düğümlenmektedir.

Bölgedeki petrolün ilk “üreticileri”, yabancılardı. Bu yabancıların toprağın sahiplerine verdikleri komik paylardan, Ortadoğu’nun petrol üreten ülkelerinin petrol üzerinde onu dünya politikasında etkili bir silah olarak kullanabildikleri 70’lere kadar geçen süre içinde bölge bir çok ulus-devletin kuruluşuna, bir dizi bağımsızlık mücadelesine ve savaşa sahne oldu.

Ancak bugün Ortadoğu petrolünün bu tarz bir kapışma konusu haline getirilmesi o kadar kolay değildir. Bir çok nedenle… Birincisi, petrol alıcısı ülkeler, artık ciddi petrol stokları bulundurmaktadır. İkincisi, Ortadoğu hala dünyanın en önemli petrol yataklarına sahip olmakla birlikte dünya petrol üretimi içindeki göreli payı azalmıştır. Hazar petrolünün dünya pazarına açılması bu durumu pekiştirmiştir. Üçüncüsü, petrol piyasalarının değişen yapısı siyasi pazarlıkları güçleştirmektedir. Dördüncüsü, bizzat petrol üreticisi ülkelerle ilgilidir; bu ülkeler arasındaki iç eşitsizlikler ve rekabet, özellikle kalkınma sorunu daha yakıcı olan ülkelerin petrol fiyatları ya da üretim kotaları üzerindeki sınırlamalara uyulmaması sonucunu doğurmaktadır. Beşincisi, bu ülkelerin petrol gelirlerini nasıl kullandıkları ile ilgilidir. Bu gelirin bir bölümü iyi kötü içeride tüketilmektedir elbette ancak önemli bir kısmı emperyalist merkezlerde yatırım için kullanıl-maktadır. Bu durum, bir siyasal çatışma açısından düşünüldüğünde, petrol üreticisi ülkelerin ellerinin serbest olmaması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla petrol başlığı altında Ortadoğu’nun 70’lerden bu yana epeyce terbiye edildiği söylenebilir.

Dünya kapitalizminin kullanımına açılan Hazar petrolleri, bölgeye yakınlığı nedeniyle, işin içine yine tarihsel-kültürel bağların girdiği “genişletilmiş tek bir enerji bölgesi” olarak Ortadoğu ile birlikte tek bir bütün olarak ele alınabilir ancak bu durumun Ortadoğu’daki petrol üreten ülkelerin ellerini zayıflatan bir faktör olduğu açıktır.

Türkiye yakınındaki bu petrol zenginliğinden nasibini alamamış bir ülkedir. Bu zenginlikle borular yoluyla bağlantı kurmayı denemektedir, ancak şu ana kadar kayda değer tek sonucu olan Irak boru hattı çalışmamakta, ilerde çalışabileceği de şüpheli görünmektedir.

Arap milliyetçiliği

Ancak, Ortadoğu’da petrol, büyük devlet çatışmalarının temel nedeni ise, bu çatışmayı şiddetlendiren unsur da çatışan Arap ve İsrail milliyetçiliğidir. Arap milliyetçiliğinin patlayıcı bir güç olduğu bölgede İsrail’in var olma mücadelesi, 1945 yılından beri dört savaşın çıkmasına yol açmış ve ABD ile Sovyetler Birliğini savaşın eşiğine getirmiştir 5 .

Filistin/İsrail sorunu, hem Arap/İslam Birliği sorununu sürekli ayakta tuttuğu ve bu nedenle parçalanmış Arap/İslam dünyasının iç dengelerini sürekli sarstığı, hem de radikal aranışların güdüleyicisi/sınama tahtası olarak kritik bir öneme sahip olmuştur.

Sovyetler, bölgede etkin olmalarını sağlayacak yol arkadaşlarını Arap milliyetçiliği bağlamında edindiler. Nasır’ın Mısır’ı, Baas Suriye’si ve Irak’ı, Kaddafi Libya’sı… Filistin hareketinin bütünü ve unsurları üzerindeki etkiler… Fazlası da vardı elbette; Güney Yemen ve Ortadoğu’daki komünist partiler; TUDEH bir ara İran’da büyük bir güçtü. Ama bu fazlası Sovyet etkinliğinin ana gündemini oluşturmadı.

Bu yol arkadaşları, genel olarak anti-komünistti, ancak sosyalizmle kalkınmacılık bağlamında bir ideolojik bağları vardı. Sovyetlerin varlığı onlar açısından siyasal bir hareket alanı sağlıyordu, ama bu yönetimlerin Sovyetlere karşı da bir hareket alanları olduğu açıktır; Sovyet dostu Nasır’ın ülkesinde Komünist Parti yer altında idi.

Öte yandan bu tarz bir Arap milliyetçiliği tüm Arap dünyasını birleştirmiş ve yönlendirmiş değildir. Arap dünyası her şeye rağmen emperyalizmin elinde kaldı. Sovyetlerin sahneden çekilmesinden önce de, bu milliyetçilerin Sovyetlerin desteğinin İsrail’e karşı mücadelelerinde kendilerine ne sağladığını sormuş olmaları gerekir; silah, siyasi destek, emperyalizmin sınırlandırılması, tüm bunlara evet, ama İsrail yerli yerinde, ve gitgide büyüyerek durmaktadır. Öte yandan, Amerika en azından İsrail üzerinde baskı kurma, onu sınırlandırma şansına sahiptir. Apaçık değil mi?

Ancak, Ortadoğu’nun istikrarsız yapısı, Arap milliyetçiliği sorununu oldukça karmaşık hale sokmaktadır. Arap ülkelerinin tümü petrol zengini değildir; petrol zengini ülkelerdeki halkın da topyekun petrol zengini olmadığı açıktır. Ülkeler arası eşitsizliğin ve Arap ülkeleri arasında dolaşan Arap işgücünün (Kuveyt’te Filistinliler, Suudi Arabistan’da Yemenliler vs…) varlığı Arap milliyetçiliğim “sokaktaki adamın doymamış beklentileri” olarak da önemli bir mesele haline getirmektedir.

Saddam’ın Kuveyt’i işgali, Arap yönetimlerin çoğu için bir tehdit idi, ama “yoksul Arap” için birikmiş yenilgileri ve eşitsizlikleri ve yenilgilerinin sonunu müjdeleyen bir umut demek oldu; Arap Birliği, Arap dünyasının yeniden yapılanması… Filistinlilerin Irak’ı desteklemeden edememelerinin nedeni nedir?

Saddam, bu sempatiyi hak edip etmemesinden bağımsız olarak, yutulamayacak kadar büyük bir lokma haline gelme riski taşıdığı için problem oluşturuyordu; kendisine yönelik sempatinin de, düşmanlığın da nedeni tam da buydu.

Biraz tarih…

Yirminci yüzyılın başlarında bölgenin hakimi İngiltere, Ortadoğu hakimiyeti için esas olarak Fransa ile çekişmekte iken, iki önemli rakibi daha vardı; Rusya ve Almanya… Kuzey Afrika’daki varlığı dolayısıyla İtalya da işin içine girmektedir.

Bu kapışmada, konumuz açısından ilginç olan şudur; Almanya, devreye geç giren emperyalist ülke olarak, stratejisini önemli ölçüde Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığını sürdürmesine olanak veren, hatta gerekli kılan bir zemine yaslandırmıştı: Berlin’den Bağdat’a, oradan da Kuveyt’e uzanan demiryolu (ya da demiryolu suyolu) bağlantısı. Böylece kapıdan girmekte geç kaldığı bölgeye pencereden girme imkanı bulabilecekti. Bu aranış doğunun hasta adamı Osmanlı İmparatorluğu’nun hayatta kalma projelerinin belki de en gerçekçisinin temelini oluşturuyordu; bu hattın bir bütün olarak güvenliği nasıl sağlanabilirdi? İkincisi, Osmanlı İmparatorluğu, bütün güçsüzlüğüne karşı bir meşruiyete sahipti (İslamın birliğini temsil eden Halife İstanbul’da idi) ve bu meşruiyet siyasi olarak faydalı bir şey olabiliyordu.

Ne var ki, bu durum Osmanlı İmparatorluğu’nun ömrünü Birinci Paylaşım Savaşma kadar uzatabildi ve düğüm bu savaşla, yerini başka düğümlere bırakmak üzere çözüldü. Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Paylaşım Savaşına Almanya’nın yanında sokan şey ise bir oldu-bittiden daha fazla bir şeydi.

Doğu sorunu, ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl dağılacağı sorunu, yalnızca bu dağılmanın zamanlaması ve biçimini tayin konusunda gerçekten de olağanüstü bir gayret göstermiş olan emperyalist güçlerin (Batılıların) zihinlerini yormakla kalmadı; meselenin doğulu ilgilileri de vardı; milliyetçi akımlar.

Osmanlı İmparatorluğu, bu sorunu doğal olarak milliyetçiliği karşısına alarak göğüslemeye çalıştı.

“Kısıtlı ve kontrollü bir Pan-İslamizm resmi Osmanlı politikası oldu. Bu içerde sultanın çeşitli ihanetlere karşı Müslüman tebasına yaptığı sadakat çağrılarında yardımcı oldu. İkincisi resmi olarak desteklenen Pan-İslamizm, biçiminden daha radikal bir Pan-İslamizm biçimiydi. Bu da kimi önemli etkileri olan bir dizi lider tarafından sağlanıyordu. Ancak Pan-İslamizm bu dönemde zamanın radikal seçkinlerinin politik programlarının başlıca unsurlarından biri değildi ve onların Avrupa’dan aldıkları liberal ideolojilerin ve yeni bir fikrin -bir ülke ve millet fikrinin- gölgesinde kalıyordu” 6 [LEWIS Bernard]

Arap milliyetçiliği, Ortadoğu’da bugünkü ulus devletlerin çoğunun var olmadığı bir zamanda ortaya çıktı. Bu ilk kuşak milliyetçilerin hedefi, büyük ve tek bir Arap devleti kurmak (ya da kurulması) idi. Bu hedef ile İngilizlerin politikası arasında belli bir uygunluk da var görünüyordu.

“Londra, inananların komutanı ve Osmanlı Sultan’nın açacağı cihada Arapların ne cevap vereceği konusunda endişeliydi. Uzun bir yazışma sonucu, Henry McMahon -Kahire’de görevli İngiliz Yüksek Komiseri- 24 Ekim 1915’te Şerif Haşimi Hüseyin’e -Peygamberin soyundan gelen, Mekke ve Medine’nin koruyucusu, Hicaz derebeyi ve en önemlisi Arap milliyetçilerinin en güvendiği kişi- Arapların bağımsızlığını tanımayı ve desteklemeyi” taahhüt ediyordu. Aynı şekilde İngiliz-Hıristiyan yönetimi Sir Percy-Cox’un kişiliğinde İbn-i Suud’un rakibi Necit Valisine 26 Aralık 1915’te aynı sözleri veriyordu. Bunun neticesi İngiliz desteğinde Arap krallığına güvenen Bedeviler İstanbul’a karşı ilk ayaklanmayı başlattılar” 7 . [GRESH Alain – VIDAL Dominique]

Buradaki önemli problem, İngilizlerin iki rakip girişime aynı anda destek vermesi değildir. Çok ata birden oynamanın yerli bir icat olduğunu kimse düşünmesin! Asıl mesele, Arap milliyetçilerinin büyük beklentilerine karşın ne İngilizlerin, ne de Fransızların projeİerinin içinde Büyük Arap Krallığının en ufak bir yer bile almamış olmasıdır.

Ortaya çıkan şey, küçük “manda” Arap devletleri olmuştur. Arap milliyetçiliği için elbette büyük bir hayal kırıklığı…

“Verdiği sözler ve yaptığı girişimlerle Arap başkaldırısında büyük rolü olan Thomas Edward Lawrence -diğer adıyla Arabistanlı Lawrence- ‘kazanmak ve yalan sözler vermek, kaybetmekten daha iyidir’ demişti” 8 . [GRESH Alain – VIDAL Dominique]

Fakat bu “yapılmış” devletler, siyasi bağımsızlık mücadeleleri içinde zamanla “kararlı” ulus-devlet milliyetçilikleri oluşturabilmişlerdir. Öyle ki, bugün artık “büyük” Arap milliyetçiliği bu “küçük” Arap milliyetçilikleri karşısında, İsrail bağlamında ve daha çok liderlik mücadeleleri formunda varlığını sürdürmektedir.

Hicaz Şerifi Haşimi Hüseyin’i Arabistan’a, iki oğlundan birini Irak’a, diğerini de Ürdün’e kral olarak yerleştiren güç, Filistin’de bir Yahudi devleti kuruluşu için gerekli adımları atacak kadar fantezi ve daha önemlisi imkan sahibi idi. Haşimi üçlemesinin yalnızca Ürdün’deki ayağı iktidarını koruyabilmiştir, ama hem Arabistan (Suudi Arabistan) ,hem Irak hem de Ürdün varlığını korumaktadır. İsrail ise, Batının bölgedeki müttefiki olmaktan çok, bölgedeki Batı olarak, İkinci Paylaşım Savaşından sonraki kuruluşunun ardından Arap milliyetçiliği üzerinde hem birleştirici hem de çözücü bir etkiye sahip olmuştur.

Birleştirici, çünkü Araplar İsrail’in varlığına itiraz konusunda birleşmişlerdir ve İsrail’e karşı birlikte savaşmışlardır. Çözücü olmuştur, çünkü bu süreç, Arap dünyasının parçalanmışlığım açığa çıkartarak bir bütün olarak bir dizi yenilgi ile sonuçlanmıştır.

Ancak parçalı olan yalnızca Arap dünyası değildir; İslam dünyası da bir dizi birleştirme gayretinin ardından milli parçalanmayla bağlantılı bir şekilde geleneksel bölünmüşlüğünü yenilemiş ve parçalı bir haldedir.

İslamiyet, islamcılık…

Batılılarla Ortadoğu’nun müslüman halklarının tanışıklığı elbette oldukça eskidir ve Ortadoğuluların belli bir üstünlük duygusunu yaşadıkları bir dönemden de geçilmiştir. Ancak bu ilişki son yüzyıllarda bilinen nedenlerle Ortadoğulular’ın aleyhine bir biçim almıştır. İşgalci yabancılar ve yabancı fikirlerin işgali… İşgal edenlerin üstünlüğünün ve aynı anlama gelmek üzere işgale uğrayanların geri kalmışlığının ayırdına varma…

“…Ancak çok geçmeden yabancı fikirler ve dahası, yabancı devletlerin müdahalesi çok güçlü bir tepki uyandırdı.

“Bu tepki ilk başlarda dini bir kisveye hüründü. 18. yüzyılda iki önemli yeni hareket, ayrı ayrı yollarla, İslamın Batının giderek artan gücüne karşı tepkisini ortaya koymuştu. Başlangıçta bunların her ikisi de İslamiyetin iç çöküşü, dinin saflığından uzaklaşma olarak görülen sürece karşı protestolardı; her ikisi de kaçınılmaz olarak yabancıların ülkeye girmeleri ile ilgiliydi.

“Bu hareketlerden birincisi olan Nakşibendi dervişleri tarikatı Sofi kökenliydi. Hindistan’dan Ortadoğu’ya giren Nakşibendilik önce Arap ülkelerine, sonra Osmanlı İmparatorluğu’na ve en sonunda Kafkasya topraklarına yayıldı.

“Mısır’da Hintli bir Nakşibendi bilim adamı Arapça öğrenmenin yayılmasına ve bir Mısır rönesansının başlamasına ön ayak olduysa da, Fransız istilasıyla bu girişim terk edildi. Arabistan’da bir başka Nakşibendi, eski arapların büyüklükleri ve onların özgün İslamiyetinin sonradan yapılanlar-la çarpıtılan saflığını yaymaya başladı. Bu fikir Orta Arabistan’da zamanın ikinci büyük hareketi olan Vuhubilerin ortaya çıkmasında rol oynamış olabilir. Ancak Vahabiler, dinin bozulması ve çürümesinin bir parçası olarak gördükleri Sofi mistikliğine de karşıydılar. Kavramda safiyetçi, uygulamada militan olan Vahabiler, Arap yarımadasının büyük bölümünü fethettiler ve 18. yüzyıl sonrasında Mezopotamya sınırlarında Osmanlı İmparatorluğu’na meydan okumaya başladılar. Güçleri 1818’de kırıldıysa da Vahabilik ayakta kaldı. Arabistan’da bir kaç kere canlandı ve diğer müslüman ülkelerde dolaylı yoldan etkili oldu. Vahabi doktrini Ortadoğu’da fazla bir taraftar bulamadıysa da, temsil ettiği dini canlanma pek çok ülkedeki Müslümanı etkiledi ve onlara Avrupalı istilacılara karşı yapılacak mücadelede yeni bir militan ruh aşıladı” 9 . [LEWIS Bernard]

Bu uzun alıntı Nakşibendiliğin ya da daha sonra Suudi Arabistan krallığında vücut bulan Vahabiliğin kökeninden daha başka problemlere de değinme fırsat vermektedir.

Birinci mesele, “Batı” karşısında bir kendinin farkına varma ve ayırdetme biçimi olarak, “biz neyiz kimiz?” sorusuna verilen cevabın zemini olarak İslamın, milliyetçilikle olan ilişkisine dairdir. Bu ilişki İslamcılık-milliyetçilik ilişkisi olarak ortaya konduğunda ortaya kavramsal bir uzlaşmazlık çıktığı açıktır. Ancak müslüman olma bilinci, “bir tür milliyetçilik olarak” kimi durumlarda milliyetçilikle birlikte iş görebilmiştir.

Öyle ki, kimi durumlarda miliyetçilik ve İslamcılığın etkisini ayrıştırmak oldukça güç olmaktadır. Arap milliyetçiliğinin en popüler lideri Nasır’ın, oldukça İslami bir söylemi vardı. Ve bu güçlük sadece Arap milliyetçiliği için söz konusu olan bir güçlük de değildir. İstiklal Marşı’nın söz yazarı Mehmet Akif bir İslamcı olarak milliyetçilikten ne kadar bağışıktı, ya da örneğin Namık Kemal İslamcı mıdır, milliyetçi midir? Kürt isyanlarındaki İslami yön onları milliyetçi değil de gerici bir hareket mi yapmaktadır, yoksa İslam, milliyetçilik için bir tür yola çıkış noktası mı olmuştur?

Bu güçlük kavramsal/teorik düzlemde kolay çözülebilen bir sorundur; milliyetçilik ve İslamcılık aynı şeyler olmadıkları gibi kendi mantıksal sınırlarına taşındığında uzlaşabilir şeyler de değildirler. Ama birincisi, İslam ve İslamcılık aynı şey değildir, ikincisi de tarihsel-siyasal akımlardan söz ediyoruz; bu akımları oluşturan, harekete geçiren şeyler arasında mantık tartışmaları çok az yer tutmaktadır, tutarlı olmayan bileşimlerin “iş görmesi” pekala mümkündür.

İkincisi,  İslam’da yenilenme tartışmalarının güncelliği içinde gözden kaçabileceğini düşündüğüm bir husus; cemaatin değişen dış dünyaya uyum sağlaması, bir iç dönüşüm anlamına gelmektedir evet ama bunun daha yüksek bir adaptasyon düzeyi olması itibarı ile daha yüksek bir muhafazakarlık demek olabileceği dolayısıyla aydınlanma, ilerleme çağrışımlı kavramlarla açıklanmasının mümkün olmadığıdır. Yeni olan daha tutucu olabilir, çünkü eskinin, yeni koşullarda ayakta kalma becerisini göstermiş bir türevidir.

Arap milliyetçiliği ve İslam

Arap milliyetçiliğinin oluştuğu ideolojik zemin ve karşılaştığı sorunlar tanıdıktır. İlk elden muhatabı-düşmanın doğal olarak Osmanlılar/ Türklerdi. Bu konudaki çıkışlar, İslam dünyası içindeki Araplar aleyhine /Türkler lehine olan eşitsizliğin giderilmesi şeklindeki “İslam ve Osmanlı içi” taleple, Türkleri gelişkin Arap/İslam uygarlığının barbar yokedicileri olarak gören ve Arap rönesansı ile İslamın/Doğunun kurtuluşunu birleştiren bir çizgi arasında salındı. Bu “İslam dünyası içinde Türklere karşı Araplar” teması, Arap milliyetçiliğini daha yola çıkarken İslamcılıkla kader ortağı yapmaktadır.

Ancak, Arap milliyetçiliğinin siyasi düşmanı Osmanlı olmakla birlikte, elbette asıl muhatabı Batıdır. Hem bu tarz bir algılama batıdan edinildiği, hem de karşılaştırma nesnesi Batı olduğu için. Arapların Osmanlıya başkaldırmak için bugünkü anlamıyla milliyetçiliğe ihtiyaçları olduğu tartışmalıdır; İngilizlerin Mekke Şerifi Hüseyin’e duydukları ilgi, Şerifin hem İstanbul’daki Halife’nin meşruiyetini sorgulamak, hem de kendi adına Halifelik iddiasında bulunmak için meşru sebeplere sahip olmasından da kaynaklanıyordu. Ancak durum tam da bu değildir, çünkü Arap milliyetçiliği ile İslam/İslamcılık arasında ciddi bir tamamlayıcılık ilişkisi de olmuştur ve hala da vardır. Ayrıca, Ortadoğu’daki müslümanların Osmanlı idaresinden kurtulduktan sonra da emperyalizmle dolaysız olarak temas ettiklerini hatırlatmak bile gereksiz.

İkincisi, her iki eğilim de kendi birleştirici ve yenilenmeci tasarımlarının karşısında, geleneklerle bölünmüş ve bütünleştirilmesi zor toplumlar bulmuşlardır. Daha doğrusu bu tasarımlarını bu bölünmüş dünyaya karşı tepki olarak geliştirmişlerdir. Her iki ideolojik/siyasal oluşum da kendi varlığım dayandırdığı geçmiş ve geleneğin yaşayan halini karşılarına almak durumunda kalmışlar bu anlamda ikisi de benzer “modernist” unsurlar içerirler.

Ortada bir milliyet duygusunun olmadığı yerde milliyetçiliğin bir yenilik olduğu açıktır. Ancak bir yenilik olarak, milliyetçiliğin geleneksel toplumla arasındaki gerilim göreli olarak kolay çözülebilir bir ideolojik sorundur. Çünkü, milliyetçiliğin geçmişle kurduğu bağlantının gerçekçi olması şart olmadığı gibi, kendisini temellendirdiği geçmiş tasarımının mitolojik özellikler taşıması, bu mitolojinin genelliği, soyutluğu, karşı karşıya kaldığı toplumda yaşayan geleneklerle çatışırken kestirip atmasını mümkün kılmaktadır.

Ancak, yaşayan gelenekten tümüyle kopmak da mümkün değildir. Arap milliyetçiliğinin Hıristiyan ideologları bile Arap kimliğinin oluşmasında İslamın özel bir rol oynadığını teslim etmişlerdir. İslam, Arap kimliğinin belirleyici, oluşturucu bir parçası ise, milliyetçilik İslam karşısında nasıl bir tavır alacaktır?, Bu aslına bakılırsa yalnız Araplara özgü bir sorun değildir. İranlıların da, Türklerin de böyle bir problemi vardır. Türk milliyetçilerinin İslam karşısındaki konumları oluşum döneminden bu yana sıkıntılı ve tartışmalı olmuştur. Biraz daha ileri giderek Yunan Yahudi… milliyetçiliklerinin de dinle ilişkisinin benzer unsurlar içerdiği söylenebilir.

İslam: Gelenek ve reformasyon

Öte yandan İslami hareketler de, Batıyla yaşanan konfrontasyon, kalkınma, modernizm gibi başlıklar altında bakıldığında, milliyetçi hareketleri andırmaktadırlar. İslam, Nakşilik ve Vahabilik dışında da pek çok etkili-etkisiz yenilenme operasyonu ile karşılaştı. Müslüman dünya, bu dünyayı birleştirmek, düştüğü yerden kaldırmak isteyen biri için çok fazla bölünmüştü(r) ve bu bölünmüşlüğün ortadan kaldırılması için İslamın da, öze dönme ve/veya döneme ayak uydurma yoluyla yenilenmesi gerektiği düşüncesi çok sayıda müslüman düşünürü belirlemiştir.

Dinsel ideolojilerin ve bu arada İslami ideolojilerin oluşumunda ilk bakışta düşünülebileceğinden çok daha fazla sınıfsal/siyasal girdi bulunuyor. Kaçınılmaz olarak…

İslamın toplumsal yaşamın her alanını, bu arada siyasal iktidar alanım da kuşatan bir ideolojik bütünlük taşıdığı yanlış değildir. Kemalizmin dini bireysel vicdan sorunu olarak bireyle Allah arasına sıkıştırması böyle bakıldığında gerçekçi bulunmayabilir. Ama dikkatli düşünüldüğünde, kemalizmin bu problemin üzerinden atlamadığını, okul kitaplarındaki terimlerle “dini devlet işlerinden ayırmadığını”, dini “devlet işi” olarak elde tuttuğunu fark etmek güç değildir. Ortada basbayağı bir İslam anlayışı ,İslamın özel bir yorumu vardır ve bu devlet dışında “sivil toplum” işi bir oluşum değildir. Kemalizm, başka açılardan evet, ama bu açıdan sıra dışı değildir.

Ortadoğu’daki hemen her ciddi siyasi girişimin arka planında etkili ya da etkisiz bir İslami uyarlama girişimi olmuştur. Arap milliyetçiliğinin, emperyalizmle kapışması içinde sosyalizmle kurduğu ilişki sırasında bile, sosyalizan bir İslami yorum orkestranın bir parçası olarak yerini almıştı. İslamın devlet alanını kapsayan bir bütünselliği, evet, vardır. Ancak bu bütünselliğin tamamlayıcı bir parçası, devletin de İslami kuşatmasıdır.

Bu durumun İslamın ve müslüman toplumların yapısı ve tarihinden kaynaklanan nedenleri de var. Birincisi, şeriat kelimesi ile ifade edilen siyasal bütünlük aslında başlangıç noktası olarak devleti değil de cemaati almaktadır; cemaatin nasıl yapılanacağına ilişkin ayrıntılı bir “mevzuat” şeriatın asıl anlamını oluşturmakta, devlet cemaatin düzenleyicisi olarak işin içine dolaylı olarak girmektedir. Buradaki devlet, bugünün devletinin ağırlığına ve fonksiyonlarına sahip değildir, dolayısıyla şer’i devlet konusunda islami bir doktrin her durumda sonraki uygulama ve geleneklere dayanacaktır ve/veya bir yenilik, bir ek olacaktır.

Uygulama söz konusu olduğunda, cemaatin bekasını sağlayan devlet her zaman belli bir serbestliğe sahip olmuştur. İslam’da ruhban sınıfı yoktur (Şiilikte vardır ve bu nedenle ayrı tutulmalıdırlar) sözünü sık sık duymamızın nedeni büyük ölçüde kemalist yorumun bireysel vicdanla Allah’ın arasım boşaltma gayretidir ama, bir gerçekliğe de denk düşmektedir; Kilisenin Hıristiyanlığın sürekliliğini sağlama konusunda sahip olduğu fonksiyonların önemli bir bölümünü şeriata karşı bir eli hep boşta kalabilen devlet üstlenmiştir.

Bu durumda, bugün siyasal İslam, İslami radikalizm, fundamentalizm denilen şeylerin bizzat kendileri bile İslami gelenek söz konusu olduğunda “yeni” şeylerdir ve İslamın bugünün dünyasında iş görmek üzere geçirdiği iç dönüşümlerin güncel biçimleri arasında görülmeleri gerekir. İslamda yenilenme dendiğinde çelişik unsurlar işin içine girmektedir; İslama uygun yaşama aranışının bir yanı geleneksel cemaati canlandırma ise öbür yanı cemaati bugünün dünyasında yaşayabilir hale getirmektir. Bugünün dünyasını da cemaatin yaşayabileceği biçime dönüştürme fikri ise işin radikal yanı… Bunun İslam tarihinde hiç varolmamış öğeler içermek zorunda olduğuna ilginç bir örnek, Erbakan’ın İslam Dinarı’dır.

Tekrarlamak durumundayım; yeni olan daha gerici olabilir, ya da “reforme olmuş” din daha tutucu olabilir. Protestanlık kapitalizm karşısında Katolikliğe göre daha yüksek bir adaptasyonu gerçekleştirdi, ancak bunun daha yüksek bir tutuculuk üretmediği nasıl söylenebilir ?Hele Katolik kilisesinin evrim kuramını kabul edilebilir bulduğu günümüz dünyasında! Dolayısıyla, İslamın yenilenme girişimleri adaptasyon girişimleri olarak görülmeli; orada durulmalıdır. İkincisi, İslam’da sınıflar olmayabilir, ama müslümanlar arasında sınıf farklılıkları vardır. İlahiyat açısından tutarlı olsun ya da olmasın, bu sınıf farklılıkları İslamın farklı yorumlanışlarına da kapı aralamaktadır. Örnekleri yok değildir, ama bugün karşı karşıya kalınan durum bunun tam tersidir. Ancak, sosyalizmin güçlü olduğu bir dünyada olabilecek bir şey için bizim yapabileceğimiz tek şey, bu gücü bildiğimiz yoldan elde etmektir.

İslami tehdit!?

Bugün gelinen noktadan bakıldığında, Arap dünyasında hem milliyetçiliğin hem de İslamcılığın büyük hayalleri küçük karşılıklar bulmuş ve doymamış durumdadır. Büyük Arap milliyetçiliği küçük Arap milliyetçiliklerinin üstesinden gelememiş, İslami rönesans umutları geleneksel müslüman topluluğun mikrokozmoslarında (ve ilginç bir şekilde milliyetçilikle bulaşık bir halde) çözülmüş görünmektedir. Bugünkü İslami hareketlerin gelişimi, İslam içinde bir canlanma olmaktan çok, geleneksel farklılaşmaların üzerine oturmaktadır. Ortada bir radikalizm vardır ancak bu radikalizmin hakim rengi bütün olup bitenlere rağmen muhafazakarlıktır.

İslam radikalizmi denince bugün ilk akla gelen İran oluyor. Ama İran’ın İslam dünyası üzerindeki etkisi, İslami hareketler üzerindeki belirleyiciliği ne kadardır? Mutlaka bir uyarıcı ve ilham verici etkisi oldu ve elbette İran’ın etkisinde kimi hareketler var… Ama İran’ın İslam dünyasının liderliğini ele geçirmesi, dünyadaki müslümanların çoğunluğunun İran tarzı bir müslümanlığı bir sapma, hatta dinsizlik olarak kabul ettikleri veri iken ne kadar mümkündür Daha da önemlisi, İran İslami hareketle üzerinde fiilen etkili olabilecek maddi güce sahip midir?

Serinkanlı bir akıl yürütme İslami gericiliğin arkasındaki kaynağın başında müslüman dünyanın muhafazakar güçlerinin olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Bu bir sır değildir, üstelik yeni bir şey de değildir.

Müslüman Kardeşler örgütü, 1920’lerin sonunda Mısır’da kurulduğunda, Suudi hayranlığı, milliyetçiliğin reddi ve İslama uygun yaşama aranışı ile birlikte kurucu unsurlardan biri idi. Burada hayran olunan güç (Suudiler/Vahabilik), bir tür öze dönme yoluyla İslami yeniden canlandırmayı vaad ediyordu. Bu ilginin karşılıksız olmadığı kesindir. Bugün “Faizsiz İslam Bankacılığı” pratiklerinin arkasındaki sermaye kimin sermayesidir?

Suudilerin de Arap dünyasının liderliğine oynama anlamında milliyetçi sorunsal içinde yer aldığı söylenebilir, ancak Arap milliyetçiliğinin radikal eğilimlerine karşı istikrarlı bir şekilde muhafazakar/İslami bir çizgiden sapmamıştır. Aslına bakılırsa bugün, yeşil kuşağın kimi unsurları denetim dışına çıksa da, İslam radikalizminin hakim tonunu hala bu muhafazakarlık belirlemektedir.

Ortadoğu’nun Türkiye üzerindeki etkisi

Buraya kadarı, bugün Türkiye’deki burjuva devletin karşı karşıya kaldığı problemleri, sıkışıklıkları tarif etmek için gerekli idi. Türkiye burjuvazisi, Ortadoğu’nun İslam ve milliyetçilik arasında sıkışmış yapılanması karşısında, “modernizm”in temsilcisi olarak bir örnek teşkil ettiği avuntusuyla oyalanadur-sun Ortadoğu, Türkiye’ye kendi gündemini dayatma konusunda daha başarılı oldu; İslamcılık…

Türkiye’deki İslamcı dalganın önünde sonunda Türkiye’deki bir İslami dalga olduğu doğru bunun tartışılması bile yersiz olur. Ama bu dalganın Ortadoğu bağlantısı da önemsiz olmaktan uzaktır. Halihazırda Türkiye’nin Ortadoğu’da bir inisiyatif sahibi olmasını engelleyen faktörlerden biri budur.

Ancak, bunu Genel Kurmay’ın tehdit değerlendirmesinde, İslami gericiliğin PKK ile bağlantılı bir şekilde birinci sıraya yükselmesi ile bağlantılandırmak ve bu değerlendirme ile Ortadoğu’nun Arap/Müslüman ülkeleri ile arayı açmak anlamına gelen İsrail-Türkiye işbirliği arasında doğrusal bir bağlantı kurmakta o kadar acele edilmemelidir.

Türkiye’de laiklik/şeriatçılık gerginliği pek de yapay bir gerilim olmamakla birlikte, şeriat yanlısı kitlelerin harekete geçtiği bir iç savaş konjonktüründe de değiliz. Düzenin restorasyonu sürecinde önderliği ele geçiren Genel Kurmay’ın Refah karşıtlığının bile, bir harcama niyetinden çok, daha önemsiz ve etkisiz bir alan sıkıştırma niyetinden öteye gittiğini söylemek o kadar kolay değil… “Balans ayarı” bu açıdan uygun bir benzetmedir. Düzenin restorasyonun bu keskin laikliğinin,” müslümanları” rahatlatacak karşı tedbirlerle dengelenmesi şaşırtıcı olmamalıdır.

Kısaca, İslami tehdit ve “laik sistematiğe bir destek aranışı”, İsrail’le bu denli yakınlaşmak için .yeterli gerekçeler değillerdir.

Kürt sorunu, bu noktada daha merkezi bir rol oynamaktadır. Türkiye’deki burjuva devletin sıkıştığı yerde, emperyalizme bir dayatmada bulunmak mecburiyetinde ve niyetinde olduğu tek konu Kürt sorununun “çözüm” biçimi haline gelmiştir.

Asıl Kürtlere selam!

Türkiye burjuvazisi açısından ortada her şeyden önce ciddi bir güvenlik sorunu var; boruların güvenliği tehlikedeyse, Türkiye dışında kim borunun ucundan tutup döşemeye istekli olur?

Türkiye’nin elini kolunu bağlayan temel sorun kabaca şöyle özetlenebilir; Türkiye Cumhuriyeti, uzunca bir süredir isyan bastırmakla meşgul bir devlettir.

Bu isyanı bastırmakla uğraşanlar açısından durum aşağı yukarı şöyledir: İş çok uzamıştır, her taraftan “bir an önce çözün” sinyalleri gelmektedir, ortada çok sayıda çözüm senaryosu dolaşmaktadır, dolayısıyla “ehveni şer” bir senaryoyu diğer aktörlere dayatmak gerekmektedir, kabul edilebilir bir senaryonun hayata geçmesi için eldeki kozları artırmak gerekmektedir, bunun için de Kuzey Irak’taki Kürt bölgesinin “düzenlenmesi” de şarttır.

Türkiye’nin dış politikası, “bir son operasyon” beklentisi içinde, Kürt sorununa doğrudan müdahil ülkelerin elini zayıflatacak emperyalizmin maksimum desteğini sağlayacak bir konumlanış içindedir. Bunun bir son operasyon olamayacağı açıktır, ama Türkiye burjuvazisi meselenin askeri terimlerin ötesine geçmesini temenni etmekte, bunun için de optimum noktanın maksimum askeri üstünlük durumu olduğunu düşünmektedir.

Kürt sorunu ülkeler arası bir sorundur; hem Kürt nüfusun ülkeler arasında dağılmış olması itibarı ile, hem de ulusal bir hareketin muhatabının devletler olması nedeniyle… Kürt hareketlerinin devletler arası çatışma ve gerilimler içinde bir konuma sahip olması anlaşılmaz bir şey değildir. Bütün sorun, ilgili devletlerin karşılıklı konumlanışlarının ortaya kaypak bir zemin çıkarması, Kürt kareketlerine bir hareket serbestliği sağlayan gerilimin aynı anda Kürt hareketlerini şu ya da bu düzeyde belirleme riski taşımasındandır. Bir devlet, devletlerl arasında var olur, ulusal bir harekette kendisini devletler arasında potansiyel bir devlet tasarlar.

Barzani’nin temsil ettiği hareketin türk silahlı kuvvetlerini bölgeye gerçekten çağırıp çağırmadığı tali bir sorundur,çağırmamış olsa da türkiyenin temsil ettiği konumlanışın içinde iş görmesi pekala mümkündür. Kürt sorunu için aranan çözüm, Flistin için bulunan çözüme benziyor görünmektedir; az şey verip çoktan vazgeçirme… Bunun Filistin’de neyi çözdüğü gözler önünde, Kürdistan’da ise bu bile zor.

Daha fazlasını yazmak için henüz erken… Ancak, meselenin emperyalizmin elini rahatlatacak tarzda bir çözümünün önündeki en büyük engelin, Kürt hareketine kan veren yoksul köylü-emekçi dinamiği olduğu bilinmelidir. Kürt hareketinin Türkiye’nin devrimci-sosyalist dinamikleiyle olan bağlantısına rağmen toplumsal tabandaki geri geleneklere teslim olmamasını mümkün hale getiren bu dinamiğin beklentilerinin “çözüm”‘e kavuşturulması okadar kolay olmayacaktır.

Dipnotlar

  1. McCHEE George, ABD-TÜRKİYE-NATO-ORTADOĞU, Bilgi Yayınları, Aralık 1992, s. 329.
  2. GRESH Alain, VIDAL Dominique, Ortadoğu “Mezopotamya’dan Körfez Savaşı’na”, Alan Yayıncılık, Kasım 1991, İstanbul, s. 69.
  3. KÖNİ Hasan, Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, TESAV Yayınları, 1994, s. 90-91.
  4. ARMAĞAN Dünya, İktidar Kimin Elinde, Gelenek 54, s. 76.
  5. SANDER Oral, Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Yayınları, 5.Baskı, 1996, s. 265-266.
  6. LEWIS Bernard, Ortadoğu, Sabah Kitapları, Çeviren: Mahmut Harmancı, İstanbul, 1996, s. 245.
  7. GRESH Alain, VIDAL Dominique, agy., s. 33.
  8. GRESH Alain, VIDAL Dominique, agy., s. 33.
  9. LEWIS Bernard, agy., s. 242.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×