Polemik: Bir Kez Daha Özgürlük Dünyası

Türkiye solundaki tartışma ortamının verimli, merak uyandıran, geliştiren bir ortam olduğunu söyleyebileceğimizi sanmıyorum. Takip edebildiğimiz kadarıyla görece zorlayıcı ve arayışçı kesimler de yaratıcılıklarını daha ziyade “tarihsel” gündem maddeleriyle tüketmek durumunda kalıyor. Bu saptamayı tartışma ve arayışları küçümsemek için yazmıyorum. Eski gündem maddelerinin pek çoğunun hakkıyla tüketilemediği ve hâlâ oralarda olduğumuz düşünülebilir belki; ancak bunu kabullenmeyi de içime sindiremiyorum.

Tartışmaların toplumsal karşılığının bulunması, yaratıcılık barındırması ve yüzünün gerçekten geleceğe dönük olması gibi iyi polemiklerde uyulması gereken kıstaslardan bağımsız olarak, solun tüm kesimlerinin yakın geçmişte yoğunlaştığı bir konu başlığı Yurtsever Cephe olmuştur. Tekrara düşmek pahasına söylersek, neredeyse bütün sol dergiler bir biçimde Yurtsever Cephe hakkında yayın yaptı. Buradan Özgürlük Dünyası yazarı Kadir Yalçın’ın anladığı gibi kendimize bir pay çıkartmıyoruz. Yalnızca solun belli bir öznesinin açılımının başkalarında söz söyleme ihtiyacı duyurmasını önemsiyoruz. Tartışmak iyidir…

Gelenek’in 89. sayısında yer verilen çalışmamızda iki tartışmacının, İşçi Partisi ile Emek Partisi’nin Yurtsever Cephe eleştirilerini ele almış, değerlendirme hatalarına ve bu hataların ideolojik-teorik nedenlerine ilişkin düşüncelerimizi paylaşmıştık.1

O sıra İP’in Aralık ayındaki kongresinde bağlanacak olan yeni tüzüğü henüz hazırlık aşamasındaydı. Çalışma bitti ve İP sol içi bir muhatap olmadığını bir kez daha alenen ilan etmiş oldu. Geride kalanlardan biri de İP’in sol bir jargonla yürütmeyi denediği Yurtsever Cephe polemiğidir. Dolayısıyla bu tartışma bitmiştir. İP Kongresi değerlendirmelerimizi doğrulamış, haklılığımızı ortaya koymuş oldu.

Özgürlük Dünyası’nın 176. sayısında ise çok uzun bir yazıyla cevap verildi.2 Doğrusu yanıt yazıp yazmamayı biraz düşündüğümüzü itiraf etmeliyiz. Burada birinci neden amacımızın kişisel bir polemiği sürdürmek olmamasıdır. İkincisi, Özgürlük Dünyası yazarı maalesef saygı sınırları içerisinde tartışmayı becerememektedir. Kendisine dönük tüm çağrılarımıza cevap yetiştirmeye uğraştığı yeni çalışmasında, sadece hakaretleri nedeniyle özür dilemesini istediğimiz bölümü görmezden gelmiş, hatta kişisel hakaretlere devam etmiştir. Elbette olabilir; bir polemik yazarı zaman zaman maksadı aşan ifadeler kullanabilir. Tartışmayı devam ettirmek üzere masa başına yeniden oturulduğunda ise, önceki sefer yazılmış, nedeni ne olursa olsun maksadı aşan ifadelere ilişkin bir düzeltme samimiyet göstergesi olacaktır. Bunun yerine, üstüne yeni hakaretler bindirmek artık düpedüz saygısızlıktır.

Eğer kişisel olarak üzerimize alınsak ya da muhatabımız sadece yazarın kendisi olsa bu yazı yazılmazdı. Ancak çalışmanın bir “sosyalist teori ve politika dergisi”nde yayımlanması ve bu derginin öznesinin EMEP olması nedeniyle muhataplık kabul edilir olmuştur. EMEP’li arkadaşlar derginin önemli bir bölümünü kapsayan bir çalışmayı bastıklarına göre yazara ve harcadığı emeğe değer veriyorlar; bunu yok saymak yakışık almazdı.

Ancak mümkünse, bu son olsun istiyoruz… Bu tartışmanın yeni verilerle zenginleştirilerek verimli bir biçimde sürdürülmesinin pek olanaklı olmadığını seziyoruz.

Son olarak iki not daha ekleyerek makaleyi değerlendirmeye geçelim. Ele aldığımız yazı bir dergi makalesi için fazla uzundur ve içerdiği bütün tez ve iddialara cevap vermek bu nedenle bile bu yazının sınırlarını aşar. Ayrıca daha önce defalarca yapılmış gereksiz ve yararsız tartışmalarla kağıt ve zaman israfına neden olmamak gerekir. Umarız yine “istediklerine cevap veriyor, istediklerine vermiyor” eleştirisine maruz kalmadan önemli noktaları yakalama ve derdimizi ifade etme başarısını gösterebiliriz.

İkincisi, yazar cevabını yazarken sürekli olarak kafasında aynı hüküm var: “Meriç Algün ve arkadaşlarının anlayışı kıt.” Olabilir tabii, kimi meseleleri bazı insanlar daha çabuk kavrar, kimilerini başkaları; ve bu anlayış kapasiteleri ile ilgilidir. Ancak yine de bir yazar, üstelik siyasi iddialar taşıyorsa derdini karşısındakine anlatma ihtiyacı içinde olmalıdır.

Mesela biz geçen seferden çıkardığımız dersle, bu sefer daha kolay anlaşılabilir olmak için yazarın sistematiği içerisinde ve onun alt başlıklarını aynen tekrarlayarak yazmayı deneyeceğiz; bakalım faydası olacak mı?

İP’le yakınlıklar kimin?

Özgürlük Dünyası’ndaki arkadaşlarımızın İP ile yan yana anılmaktan büyük öfke duyduklarını görüyoruz. Gerçi girişte işaret ettik ama “anlaşılır olmak” için tekrar yazalım: Gelenek 89’da İP ile EMEP’in aynı makalede yan yana ele alınmalarındaki temel neden, Yurtsever Cephe’yi eleştirirken solun diğer pek çok öznesinden farklı, ama birbirlerine oldukça yakın olmalarıdır. Bunun dışında bu yakınlığın nedenlerine ilişkin düşüncelerimizi bir iki cümle ile ifade etmiştik.

Ancak madem bu konu tartışmaya açılmış bulunuyor, bu konudaki fikirlerimizi daha geniş olarak yazma hakkımız da doğmuş oldu. Önce geçen yazımızda yer alan ve arkadaşlarımızı fazlaca öfkelendiren satırları hatırlayalım;

“Emek Partisi ile İşçi Partisi pratik konumlanışları itibariyle kıyaslanmayacak noktalarda bulunmalarına rağmen, benzer kaynaklardan beslendikleri için olsa gerek, pek çok zaman birbirlerine paralel pozisyonlar aldıklarını söylemek haksızlık olmayacaktır.”3

Kadir Yalçın’ın makalesinin giriş bölümünde sayfalarca (yedi sayfadan fazla) yanıt verdiği bölüm asıl olarak bu satırlardan ibarettir. Burada ilgili ilgisiz çok şey söylenmektedir, ancak en önemli kısım hemen başlardadır.

“Yazar benzerlikten söz ettiğinde herhalde ‘Maoculuk’u kastediyor olmalıdır. Evet bir dönem Aydınlıkçılar Maocudurlar. Ama hiçbir dönem devrimci olmamışlardır. (…) Bizim geçmişimize gelince 77 1 Mayıs’ında açık ve köklü bir eleştirisi başlatılan birkaç yıllık ‘Maoculuk’ değil ama, bir Mao’dan etkilenme dönemi vardır.”4

Teşekkür ediyoruz! Bizim de iddiamız bundan ibaret! Yazar burada “benzer kaynaklar” ifademizin haklılığı dışında bir şeye işaret etmiş olmamaktadır.

Sağ Maoculuk, sol Maoculuk ya da “Maoizm” ile “Mao Zedung Düşüncesi”… Bunlar Maocuların kendi iç ayrımlarıdır ve ilgimiz olmayan bir tartışmaya girmediğimiz için eleştirilmek açıkça haksızlıktır.

Bakın, biz kalkıp başka kaynaklardan bugüne gelen sosyalistleri bizim kaynağımızın iç meseleleriyle yoruyor muyuz? Örneğin Fidel Castro’nun kimilerince “modern revizyonizm” diye adlandırılan geleneksel solda konumlandığını, ancak Castro ile, ülkesi Alman emperyalizmi tarafından ilhak edildikten sonra hapishanede yazarak kavgasını sürdüren ve Şili’de sürgünde ölen Honecker’in hayli farklı yaklaşım ve pratiklerinin olduğunu, karşı-devrimciler tarafından eşiyle birlikte katledilen Romanya Devlet Başkanı Çavuşesku’nun da bütün farklılıklarıyla geleneksel sol kaynakta yer aldığını, Stalin ile Andropov’un farklarını ve bizim tüm bunlardan hangilerine daha yakın, hangilerine daha eleştirel durduğumuzu kalkıp geleneksel solcu olmayanlarla tartışmaya çalışıyor muyuz?

Dolayısıyla bizim için benzerliğin ikrarı yeterlidir.

Kadir Yalçın da durumun farkındadır ve bu itiraftan “şişinme payı” çıkarmamamız gerektiği konusunda bizi uyarmaktadır. Birdenbire Yalçın bize “tencere dibim kara, seninki benden kara” demektedir. Anlaşılır gibi değil. Maoculuğun karasını kabul edenin kim olduğu bu tartışmada bellidir. Gelenek ise, kendi geleneğini sahiplenmeye devam etmekte, benzeri bir özeleştiri vermeyi hiç düşünmemektedir.

Maalesef kabul edemeyeceğiz! Sovyetler Birliği’nde “reel” karşılığını bulan sosyalist kuruluş sürecini bütünüyle mirasımız sayıyor ve Sovyetler Birliği’ne karşı emperyalist ideologlar önderliğinde sürdürülen saldırıların, isterse “devrimci”, hatta “komünist” ön ekleriyle yapılmış olsun, işçi sınıfının uluslararası mücadelesine zarar verdiğini düşünüyoruz. Bu “aşırı ortodoks” Marksizm olarak nitelendiriliyorsa, öyle olsun. Söz konusu olan Sovyetler Birliği olduğunda tavrımız hâlâ aynı; hatalarımız olabilir, bunlar da bizimdir, utanacak bir durumda da değiliz; hatalarımız daha iyi ve daha gelişkin ama yine “reel” bir sosyalizmi kurma sürecimizde başvuru kaynaklarımız arasında yer alacaktır. Üstelik içinden geçtiğimiz günler (Sovyetler Birliği’nin olmadığı bir dünya) Sovyet deneyiminin ne derece önemli olduğuna dair somut örnekler vermektedir. Buna rağmen Sovyetler Birliği düşmanlığına devam etmek anlaşılmazdır. Bu tutumun tam karşılığı, “hiçbir göz görmek istemeyen bir gözden daha kör olamaz” dışında bir şey değildir.5

Yeri gelmişken “aşırı ortodoks” tanımı içerisine yerleştirilen “her şeyi sosyalizmle başlatıp sosyalizmle bitirme hastalığımız”a dair düşüncelerimizi de birkaç kelime ile ifade edelim. Bu tartışma ile bizim geçen yazımızda kullandığımız ve yazarımızı fazlasıyla öfkelendiren “Emek Partisi sol içerisinde genel kabul gören tanımıyla ekonomist, uvriyerist, sol siyasal bir örgütlenmedir” saptaması ile ilgili tartışma birlikte yürütülmek durumdadır.

Öncelikle yazarın bu hatırlatmamıza bu derece öfkelenmiş olmasına gerçekten çok şaşırdığımızı yazmalıyız; sanki ilk defa duymuş gibi aşırı bir heyecan ve öfkeyle cevaplamaya çalışmış. Bunun sol içerisinde genel kabul gören bir şey olduğunu ispatsız olarak ileri sürdüğümüzü iddia etmiş. Söylediklerimizin doğru olmadığı ileri sürülebilir, yanlış anlaşıldıklarını iddia edebilirler; ama “ispatsızlık” komik olmaktadır. Bizim dediğimiz Türkiye solunda EMEP’e belli bir biçimde bakıldığıdır. İspatı kolaydır. Yazar, içinde EMEP ile ilgili değerlendirme olan herhangi bir sol dergiyi arkadaşlarından istetsin.6

İspat etmeye ne zaman gerek duyulacağı konusunda ise önce kendi kaleminden çıkanlara baksın. “Yazar ve arkadaşları, üç işçi ile bir araya gelmemiştir, işçilerin dertlerinden, ihtiyaç ve arayışlarından habersizdir.7 Haydi Kadir Yalçın, gel şimdi bunu ispat et… Geçelim…

Aslında tartışma bu derece karmaşık da değildir. Yazarımız her ne kadar önemsemese de bu başlıktaki pozisyon alışlar her iki hareketin doğumundan izler taşımaktadır. Özgürlük Dünyası sayfalarında da kabul edildiğine göre artık rahatça yazabiliriz, EMEP Maoculuktan “etkilenerek” doğmuş bir siyasi harekettir. Özellikle hareketin “inşa” döneminde bu etkilenme güçlüdür ve doğuşta kazanılan birtakım özellikler siyasette, özel bir çaba ile sistemli bir biçimde mücadele edilmediği sürece kalıcı izler bırakır. “Maoculuk”un Türkçeye tercümelerinden birisi de “köylücülük”tür. Bu birinci veri. Özgürlük Dünyası yazarı yine kızıp köpürmesin; biz kendisine kolejli, şımarık, bön gibi gayrı siyasi nitelemelerde bulunmuyoruz. “Köylü” türünden elitist aşağılamalarla da işimiz yok. Biz bir ideolojik, kültürel, siyasal yaklaşım olarak köylücülük’ten söz ediyoruz.

İki; özellikle soldan, devrimci düşünceden vazgeçenler incelendiğinde onlarda sola düşmanlığın hiç sola bulaşmamışlara kıyasla çok daha kuvvetli olduğunu görürüz. Bunun sanırım Yalçın Küçük tarafından yapılan formülasyonu, “dönenler döndükleri noktada daha ortodoks dururlar” biçimindeydi. Gördüğüm bütün örneklerde ispatlandığı için tartışmasız doğru kabul ediyorum. Kesinlikle EMEP’i karşı-devrimcilerle bir tutmak gibi bir niyetle yazmıyorum, üstelik EMEP’in “dönüşü” ileri doğrudur ama köylücülükten işçiciliğe sürüklenen EMEP vardığı noktada iyice uca savrulmuş ve kuyrukçu olmuştur. Buna “buldumculuk” da diyebiliriz. Özellikle işçi sınıfı hareketinin bir gelişim içinde olmadığı dönemlerde bu EMEP’in iyice sağcılaşması ile devam etmiş ve bugün yaşadıkları kimlik bunalımının en önemli nedeni olmuştur.

Bugün TKP’de somutlanan Gelenek hareketi ise aynı dönemde öncülük ve önderlik vurgularının ağır bastığı bir doğumun ertesinde kendi örgütsel inşasını sürdürerek, sınıf hareketinin bütün dalgalanmalarına rağmen sınıf ile kurduğu ilişkide belli bir sürekliliği ve öncü örgütlenmeyi yakalamış, şu anda da sınıfın diri unsurları ile siyasal bağları kuvvetli bir ilişkiyi geliştirerek sürdürmektedir.

EMEP’li arkadaşlarımız doğal olarak kendi durdukları yerden bunu anlayamamakta ve açıklayamamaktadır, öfkelerinin bir nedeni budur. Gerçekten de yüzeysel bir bakışla işçilerin huyuna giden, bunun için “işçinin sağcısı solcusu olmaz” diyebilecek kadar yolunu şaşıran bir uvriyerizmin sınıf içinde gerilemesi, buna karşılık “her şeyi sosyalizme bağlayan” bir akımın mesafe kat etmesi içinden çıkılacak bir durum değildir.

Bunun temel nedeni ülkemizde sendikal alanda simgelenen hareketlenmenin oldukça önemli bir kesiminin işbirlikçi ve sınıf uzlaşmacı kesimlerin egemenliğinde olmasıdır. EMEP “buldumcu” heyecanıyla kendini sendika bürokrasisine bağladığı için, onların düşüşü ile beraber ciddi bir gerileme yaşamış, şimdilerde kendini var etmenin yolunu başka bir güçlü harekete, “Kürt Ulusal Hareketi”ne bağlanmakta bulmuştur. Ancak korkarız ki, burada da EMEP’in kaderi aynı olacaktır. Zira emperyalizme karşı konumlanışta ikircikli davranan herhangi bir hareketin, sol adına gelişmenin ilerlemenin adresi olması mümkün değildir.

Anti-emperyalizmi ilke ilan eden EMEP’in ittifaklarında bu ilkeyi aramaması bir çelişkidir ve bunun içinden bize hakaret ederek çıkılamaz.

Bu noktada İP ile “paralellik” bahsine dair bir iki çift laf daha etmemiz gerekmektedir. Öncelikle paralellik, kelime anlamı itibariyle çakışma değildir. Örneğimizden devam edersek EMEP her dönem kendi dışında birtakım güçler, tabir doğruysa elinden tutacak ve onu taşıyacak birtakım güçler aramıştır. Geçmişte sendikalar, bugünse Kürt hareketi.

İP açısından ise örnek bir dönem için Kürt hareketi iken, ertesi gün ordu, bugün ulusal burjuvazi olabilmektedir. Bu yazarımızın ispat istediği paralelliğe denk düşer mi bilemem, ama bize göre bu tam olarak “benzer kaynaktan beslenmiş olma”nın getirdiği bir paralelliktir.

Burada ünlü “benzer kaynak”, hükmünü bir metodoloji olarak icra etmektedir. Maocu yaklaşımın çelişkileri son derece kaba biçimde tasnif etme alışkanlığı, sınıflar mücadelesinin sürekli farklı kompartımanlarda yapılan bir yolculuk olarak algılanması biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bir gün baş çelişki bir türlüdür, ve sendika bürokratlarıyla birlikte olmak mümkün ve gereklidir. Ertesi yıl baş çelişki değişir ve bu kez ezilen ulus milliyetçiliğinin kompartımanında yer ayırtılır… Metodolojinin göze çarpan bir diğer özelliği de, bu ittifaklar pratiğinin özneyi pragmatikleştirmesi kişiliksizleştirmesidir.

Paralellik demiştik, ama çakışma örnekleri vermek de mümkündür. Maalesef Türkiye solunda program okunmaz. Oysa bir partiyi veya örgütü en net olarak ifade etmesi gereken belge programdır. Bu konuda örnek bir çalışma, Gelenek dergisinin 54. sayısında yayımlanmıştır. Yazarımıza ulaşmamış olduğunu düşündüğümüz yazının konusu yine EMEP ve İP idi ve programatik bir karşılaştırmaya dayanmaktaydı. Sanırım, Kadir Yalçın, eğer heyecanında ve öfkesinde bir azalma olmaz ise mutlaka adı geçen çalışmayı bulup okuyacaktır. Ancak bu konuda daha az merak duyacak okurlarımız için iki partinin programlarından yapılan alıntıları aktaralım.

“İP: Türkiye emperyalist-kapitalist dünya sisteminin ezilen kutbunda yer alıyor ve bağrında Ortaçağ kalıntılarını barındırıyor. Bugünkü aşamada, üretici güçlerin özgürce gelişmesini engelleyen, emekçilerin refah ve mutluluğunun karşısına dikilen güçler; emperyalizm, işbirlikçi burjuvazi ve feodal kalıntılarıdır.

EMEP: Türkiye bağımlı ve uzunca bir süredir kapitalizmin hakim olduğu, ama feodal kalıntıların da varlığını sürdürdüğü bir ülkedir. Emperyalizm, egemenliğini işbirlikçi burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin iktidarı aracılığı ile onlara dayanarak sürdürmektedir.

İP: İşçi Partisinin yakın hedefi, ülkemizin Meşrutiyetlerle başlayıp milli kurtuluş savaşı ve Cumhuriyet Devrimi’yle büyük bir atılım yapan, yüzyıllık demokratik devrimini işçi sınıfı önderliğinde kesin bir başarıya ulaştırarak demokratik halk iktidarını gerçekleştirmek ve durmaksızın sosyalizmin kuruluşuna geçmektir.

EMEP: Emek Partisi, yakın hedef olarak, emperyalizmin, kapitalizmin ve yarı feodal kalıntıların tasfiyesini öngörür. Bunu için demokratik halk iktidarını amaçlar.”8

Sözü edilen çalışmada daha pek çok örnek bulmak mümkün, ilgilisi mutlaka bakmalıdır. Özellikle İşçi Partisi’nin son program değişikliği ile beraber aslını ilan etmesi, yazıda ileri sürülen tezleri ve bizim iddialarımızı geçersizleştirmemektedir. Zira İP bütün tarihi boyunca çeşitli nedenlerle benzer kaynaktan beslendiği bütün akımlar içerisinde mantıksal sınırlarına en hızlı ilerleyen harekettir.

“Cevap”taki iddia İP’in de bozuk saat gibi günde iki kere doğruyu gösterdiğidir. Ancak programlar üzerinden tartıştığımızda elimizdeki bozuk saatlerin sayısının daha fazla olduğu görülmektedir. İlgilisine tavsiyemiz EMEP, İP, ÖDP, SDP, TKP ve diğer parti programlarının, bu partilerin eski programlarıyla beraber okunmasıdır. Bakalım en yakın programlar kiminkiler olacak?

Bu bölümü uzatmadan kapatmak için, arkadaşlarımızın sosyalizmin somutluğunun bilincine varmış olmasından büyük bir memnuniyet, işçi sınıfının devrimci 1 Mayıs kutlama hakkının ve iradesinin taşıyıcısı olmaktan ise onur duyduğumuzu, işçi sınıfının kendisini sadece ve sadece devrimci öznesi aracılığıyla siyaset sahnesinde var edebileceğine olan inancımızı sürdürdüğümüzü ve tartışmak isteyen herkesle bu başlıkları her platformda tartışabileceğimizi ekleyelim.

Bütün buralara aşırı ortodoksluktan, her şeyi sosyalizmle başlayıp bitirmekten, sosyalizmin soyut mu somut mu kavrandığından geldik. Uzatmayacağız. Yalçın’ın dediği gibi meselemiz sosyalizmin “bilinçsiz işçi için soyut” olmasıdır. Peki “işçi yığınlarının aydınlanması ve belirli bir siyasal mevziye (ve en ötesinde sosyalizm mücadelesine katılmaları)…” hedefleniyorsa, bu hedef ile “işçinin sağcısı solcusu olmaz”9 veciz ifadesi arasında nasıl bir bağlantı vardır? Bu sözün yol göstericiliğinde işçilerin sosyalizm doğrultusunda bilinçleneceklerini iddia etmek, ancak sosyalizmi tam anlamıyla “soyut” algılayanların harcıdır.

Sosyalizmi siyasal mücadelede, örgütlenme çalışmalarında, gündelik faaliyette bir türlü somutlayamayanların, subay kökenli bir TKP üyesinin miting konuşmasındaki anti-emperyalist vurguyla sosyalizm hedefi arasındaki bağı algılamaları da mümkün olamamaktadır. Kadir Yalçın’ın Murat Papuç’un bir konuşmasına attığı laflar aslında anlaşılmaktadır: Yalçın önce TKP’lilere “her cümleyi sosyalizmle başlatıp sosyalizmle bitirme” özelliği atfetmekte, sonra birimizin bunu yapmamış olmasını eleştirmeye çalışmaktadır. Kadir Yalçın’ın değindiği eylem kitlelere doğrudan sosyalizm eğitimi vermeyi değil, İskenderun’a dönük ABD planlarını deşifre etmeyi ve anti-emperyalist mücadelenin gereklerini tarif etmeyi hedefliyordu. Yurtsever Cephe’nin İskenderun’da anlamlı bir miting organize etmesinin bir başka anti-emperyalist parti tarafından neden karalanmak istendiği ise anlaşılır şey değildir.

Kurgu, el çabukluğu ve yok sayma

Yazar ikinci ara başlığında eleştirilerini istediğimiz gibi anladığımız, kurguladığımız ve kimi eleştirilerine cevap veremediğimiz için yok saydığımız iddiasında. Alındığı iki temel nokta var. İlki yine İP ile benzerlik konusu. Belli ki çok dokunmuş! İkinci nokta işçi sınıfına güvensizlik ile uvriyerizm eleştirilerimiz. Her ikisi de kurgu imiş.

Öncelikle, madem bunlar kurgu, neden sayfalarca aksini ispatlama çabası içerisine giriyorsunuz, diye sormadan edemiyoruz. Örneğin biz “TKP ya da Yurtsever Cephe için uydurduğunuz İP ile paralellik bizi zerre kadar düşündürmemekte; işte programlar, işte pratikler” diyerek, cevap verme gereği bile duymadan geçebilmekteyiz. Siz neden bunu yapamamaktasınız?

Her iki meseleye dair görüşlerimizi bir üst bölümde açıkça yazdık; ancak uvriyerizm başlığını bir miktar daha açmakta ve el çabukluğuna örnek vermekte yarar var.

Öncelikle karar vermemizi istedikleri bir tartışma var. Soru şu: “Karar verin, uvriyerist miyiz işçi sınıfına güvensiz miyiz?”

Onların kurgusunda uvriyerizm ile işçi sınıfına güvensizlik arasında çok önemli ayrımlar olabilir. Biz, diyalektiği Mao’dan öğrenmediğimizden olsa gerek, uvriyerizm ile sınıfa güvensizliğin buluşabileceğini düşünüyoruz. Her iki anlayış da işçi sınıfının bağımsız devrimci öznesinin inkarı üzerinden şekillenmektedir. EMEP’in uvriyerist bir politik hat belirlemesi ile işçi sınıfından kopmasında ve işçi sınıfına güvensizlik duymasında tutarsızlık değil mantıksal süreklilik vardır.

Şimdi “kurgu”dan “el çabukluğu”na doğru bir örnekle geçelim.

“Bugünkü çerçeveleriyle sendikaların güçsüz kalmalarının işçi sınıfının hayrına olduğu notunu düşerek konudan uzaklaşmayalım. Sendikal yapılar, aralarındaki kimi ayrımlara karşın asli olarak birbirlerini tamamlamakta ve milliyetçilikle liberalizmin harmanlandığı işbirlikçi bir çizgiyi emekçilere dayatmaya çalışmaktadır. Bu girişimlerin zayıf düşmesi bizi neden tasalandırsın?.. Yeter ki; yurtseverlik işçi sınıfını fabrikalarda, işyerlerinde örgütlü kılsın ve hesaplaşmayı bu örgütlülükle gerçekleştirsin.”

Her kelimesinin altına imza atacağım bu satırlar Kemal Okuyan tarafından Komünist’in 7 Ağustos 2006 tarihli sayısında yazılmış ve Kadir Yalçın tarafından da “kurgu el çabukluğu” başlıklı bölümde alıntılanmış. Kalınlaştırmalar da bizzat Yalçın’a ait…

Yazar herhalde sadece kalınlaştırdığı pasajların okunmasını yeterli görüyor.

Okuru alıntılarla boğmak istemiyorum, ancak Kadir Yalçın yukarıdaki alıntıdan yola çıkarak10 bizim “yeni solcu” olduğumuzu iddia ediyor. Sonra bunlara cevap vermediğimiz için kızıyor… Bunun nesine cevap verilebilirse….

EMEP’li dostların görüşleri şöyle midir?

“Biz sendikaların bugünkü çerçeveleriyle güçlenmesini istiyoruz.”

“Sendikal yapıların milliyetçilikle liberalizmin harmanlandığı işbirlikçi bir çizgiyi emekçilere dayatma girişimlerinin güçlenmesini istiyoruz. Bu girişimlerin zayıf düşmesinden tasalanıyoruz.”

Bu örnekten sonra gereksiz sayılabilir ama yazarın bu ara başlıkta sayısız saldırısı var.

Devrim’de zorlama var mıdır yok mudur ile başlayan tartışmadaki duruşu gülünçtür.

Daha önceki yazısında utanmazca ve düşüncesiz bir biçimde komünist sözcüğünün partimizin adına “iliştirildiğini” söyleyen yazara, biz de ülkemiz tarihinde bir zamanlar adında devrimci ve komünist ibareleri taşıyan bir partinin “var” olduğunu hatırlatmış ve bugün komünist ismini inat, ısrar ve onurla taşıyan bir partiden söz ederken saygılı olması gerektiğini hatırlatmıştık. Ama bunu da geçelim, sağcısı solcusu olmayan bir işçi sınıfına inananların, başkalarının komünist sıfatıyla ilgilenmeye hakları yoktur!

Sonra sıra illegalite derslerine geliyor. Tamam, diyelim ki okuduk… Okuduk ama şu “birkaç kez silahlı zorlamada bulunmuş bir hareket” derken neden bahsettiğini anlayamadık; onu da kıtlığımıza versin.

Bir de öz örgüt meselesi var: “Sendika(lar) işçi örgütüdür işçilerin öz örgütüdür…”11 Merak eden olabilir; alıntının devamında az yukarıda yazarın Okuyan’ın bazı sözcüklerini kalınlaştırarak yaptığı demagoji var. Sendikaların güçsüzleşmesi iyidir, diyormuşuz falan…

Sendikaların güçsüzleşmesi iyidir dediğimiz ne kadar doğruysa sendikaların işçilerin öz örgütü olduğu da ancak o kadar doğrudur. Kadir Yalçın sendikal örgütlenmenin tarihi, farklı tipleri, sınıf-parti ilişkileri, Leninist öncülük teorisi gibi konularda biraz bilgisini arttırmalı, kalemi ondan sonra eline almalıdır. Sendika işçilerin öz örgütüdür demek teorik olarak cehalettir. Bugün ise sadece Türkiye’de değil dünyada da, sendika ağalarını nasıl aklayabiliriz diye oturup kafa yorsanız, bundan iyi formül bulamayacağınız açıktır.

Farklı ülke ve devrim tipleri

EMEP ile devrime bakışımız farklı.

Her tartışmada bir kez daha ispatlanan önemli bir ayrıma sahibiz. Bu normal ve tartışılabilir; ancak tartışırken samimi ve dürüst davranmak durumundayız. Mesela cımbızlama alıntılar yaparak arkadaşları köşeye sıkıştırdığımız iddiası kesinlikle içinde bulundukları sıkışma durumundan kurtulmanın bir arayışıdır. Örneğin devrim tartışması sırasında bakın ne yapmışız.

“Alıntılanan paragrafın başında ‘Türkiye somutu bir tarafa bırakılarak teorik olarak konuşulduğunda’ diye yazılıdır ancak cımbızlanıp atlanmıştır.”12

Bu iddia ile ortaya atılan tez daha büyük bir saçmalıktır. Zira Sosyalist Devrim Teorisi evrensel bir geçerliliğe sahiptir. Ekim Devrimi’ninden sonra bunu tartışmak abesle iştigaldir. Kimi özel durumlarda ve özgün ülkelerde işçi sınıfının sosyalist iktidar yürüyüşü alternatif güzergahlar kullanmak durumunda kalabilir. Dolayısıyla yazarın “Türkiye somutunu bir kenara bırakması” durumunda başı daha büyük bir belaya girmektedir. Birtakım nedenlerle Türkiye vb. ülkelerde devrim şöyle bir yol izlemelidir görüşü, Marksistlerce tartışılabilirdi. Mesela işçi sınıfının gücü belli bir somutlukta var mıdır yok mudur, ittifak gerekli midir, mümkün müdür, değil midir, tartışılabilir. Ancak “evrensel bir teorik doğru” olarak demokratik devrimi savunmak kadar geri bir konumlanış olamaz.

Eğer ortada bir cımbızlama varsa bu sizi sıkıştırmak için değil, “yok, bu kadar da geri olamazlar, anlam kayması var herhalde” diye düşünmemizden olabilir. İlla ısrarcıysanız, tamam sizin bu kadar geri tezler savunabileceğinizi düşünememiştik, özür dileriz diyebiliriz.

Bu bölüme dair eklenmesi gereken bir diğer not, farklı ülkelerde farklı devrim modellerinin söz konusu olabileceğidir. Ancak önemli olan bunlardan hangilerinin evrensel değer taşıyacak teorik formülasyonlar geliştirmeye olanak sağlayacağı, hangilerinin özgün koşulların yarattığı olanakların işçi sınıfının devrimci öncüsü aracılığıyla gerçekleştirdiği doğru hamlelerle onu iktidara taşıdığının saptanmasıdır. Bu açıdan bakıldığında Ekim Devrimi, daha sonra gerçekleşen ve devrimci iktidarla sonuçlanan bir dizi ayaklanmayla zenginleşmesine karşın hâlâ temel referans kaynağıdır.

Bu arada devrimin karakterinin temel kriterinin sosyalist dönüşümlerin hızı olarak sunulması ise bir başka tuhaflıktır. Devrimin karakterini, sınıf kompozisyonu, önderlik yapısı gibi bir dizi öğeden biri olarak sosyalist dönüşümlerin uygulanma hızı da elbette belirler. Ancak belirli bir sektörde kamulaştırmanın devrimin kaçıncı ayında veya yılında yapıldığı, kendi başına belirleyici bir ölçüt olamaz. Ekim Devriminin sosyalist karakteri kabul görmekte, ve yıllar sonra -bir gecikme bile değil, toplumsal mülkiyet açısından pratikte gerileme olarak- gündeme gelen NEP, bu karakteri değiştirmenin ölçütü sayılmamaktadır.

Yazarımızın bu ara başlık altında ileri sürdüğü bir diğer iddia, yine Kemal Okuyan’a atıfla aktardığı “sosyalist iktidar mücadelesi verilmeksizin emperyalizme karşı mücadele edilemez” saptamasına ilişkin eleştirileri karşısında suskun kaldığımızdır. Ya daha önceki makalemiz okunmamıştır ya da okunanları anlamamak konusunda özel bir hassasiyet geliştirilmektedir. Gelenek 89’da yayınlanan yazıda tam bir sayfa (s. 101) bu konu tartışılmış ve yanıt verilmiştir. Yanıtı beğenmeyebilirsiniz, ama atlamadan, atlatmadan söz edemezsiniz. Burada tekrarlara gerek yok, yazar bizim açıklayamayacağımızı düşündüğü Latin Amerika’da yaşanan devrimci sürece ilişkin olarak Gelenek 92’yi okumalıdır. Lübnan ve Hizbullah meselelerine dair bizim söyleyecek çok sözümüz var ama Evrensel’in röportaj rezaletinden sonra hiç olmazsa bir süreliğine susmanız gerektiğini düşünüyoruz!13

Demokratik devrim-sosyalist devrim tartışmasında, geçen yazımızda aktardığımız gibi, “sorun kafalardadır”. İşçi sınıfının gelişmesi, kentleşme, burjuvazinin toplu gericileşmesi, büyük sermayenin diğer mülk sahibi kesimleri kendisine bağımlı hale getirmesi… Bütün bunlar demokratik devrimin evrenselliğine sarılanlar için fazla bir şey ifade etmemektedir. Ancak EMEP’liler bilmelidir ki, 1960’larda, 70’lerde dünya devrim pratiklerinin önemli bir bölümünü oluşturan demokratik, anti-emperyalist karakterli mücadeleler döneminde yaşamıyoruz. 2000’lerde, eski Üçüncü Dünya hatıralarından beslenen bir demokratik devrimciliğin işi çok zordur. Şu röportaj konusu da bir laf sokuşturma sanılmamalıdır. EMEP’liler Deniz Gezmiş’ten söz eden bir Hizbullah lideri duyunca balıklama atlamaktan kendilerini alamamışlardır. Bu kafayla bu tuzaktan kaçınmak imkansızdır.

Anlayış kıtlığı ve anti-emperyalizm

Israrla iddia ediyoruz ki, bu ülkede Marx, Engels, Lenin ve Stalin okunmasına en çok neden olan yazılar, TKP üzerine eleştiri yazılarıdır!

Sanırsınız ki, ustalar bütün eserlerini ileride TKP diye bir parti çıkacak, şimdiden onu eleştirelim diye yazmışlar. Umuyoruz ki bu okumalar zamanla iz bıraksın ve eleştirmenlerimize kendi düşünce sistematiklerini geliştirmelerinde faydalı olsun. Özgürlük Dünyası’nda yayımlanan makalenin “Farklı ülke ve devrim tipleri” ara başlığından itibaren arka arkaya Lenin, Stalin ve Komintern alıntılarıyla devam eden sayfalarla karşılaşıyorsunuz. Beklenen, muhatabın hesabının görülmesi olmalı. Oysa dikkatle okunduğunda, ortada tam anlamıyla oradan buradan aktarmalarla süslenmiş bir laf salatasının bulunduğu anlaşılıyor.

Mesela Lenin okumaları açıkça eksiktir. Anti-emperyalist mücadele üzerine tartışırken Lenin’in Emperyalizm kitabı bir kenara bırakılmakta, emperyalizm ne olduğu belirsiz, mücadele edilmesi gereken bir hayalet olarak ortaya çıkarılmaktadır. Lenin’in emperyalizm çözümlemesini uzun uzun tartışmayalım, meraklısı bu çalışmayı bulmalı ve okumalıdır. Ancak Lenin’in kitabının tam adını, “kapitalizmin en yüksek aşaması, emperyalizm”i neden hatırlamayız? Galiba Özgürlük Dünyası yazarı, emperyalizmden sadece ve sadece ABD’nin silahlı gücünü anlıyor da ondan.

Sormak gerekir, bugün ABD’nin dünya üzerinde estirdiği teröre, işgallere tepki duyan, ama sadece buna tepki duyan ve öfke biriktiren kitleler anti-emperyalist midir? Yoksa başat emperyalist güç olan ABD ile sınırlı bir tepkinin sahibi geniş kitleler, işçi sınıfı ve onun öncüsünün yürüteceği mücadele olmaksızın, kendiliğinden bir bilinç sıçraması yaşayarak anti-emperyalist mücadelenin aktörü olabilecekler de, biz mi göremiyoruz?

Sorulara devam edelim; diyelim ki sizin iddia ettiğiniz gibi “sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerde sorunlar yalnızca emek-sermaye çelişkisi dikkate alınarak anlaşılıp çözülemez.” 14 Peki tersi doğru mu? “Gelişkin kapitalist” ülkelerde sorunlar yalnızca emek-sermaye çelişkisi üzerinden anlaşılabilir veya çözülebilir mi?

Ya da dünyada sadece emek-sermaye çelişkisi üzerinden gerçekleşmiş bir saf sosyalist devrim var mıdır? Mesela Büyük Ekim Sosyalist Devrimi “Ekmek, Barış, Özgürlük” sloganları ile hangi çelişkiye nasıl müdahil oldu? Rusya gelişkin bir kapitalist ülke miydi, yoksa orada gerçekleşen sosyalist bir devrim değil miydi? Küba’da yahut Doğu Avrupa’da yaşadığımız sosyalist kuruluş süreçleri sadece emek-sermaye çelişkisi üzerinde mi gerçekleşti?

Ama sanıyoruz, anti-emperyalist görevlere sosyalist görevlere göre öncelik vermek gerekir deyip de, anti-emperyalizmi reddeden güncel ittifaklara giren örnek bulmak mümkün olmayacaktır!

Burjuvazinin gericileşmesi ve köylülük

İtiraf etmeliyiz ki, bütün yazı boyunca bize en “ilginç” gelen ara başlık burasıdır. Temel kalkış noktası bizim geçen makalemizdeki “1848 sonrasında işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasıyla beraber burjuvazinin toptan gericileştiği” tezimiz. Gerçekten literatürümüzün oldukça farklı olduğu anlaşılıyor.

Yukarıdaki cümleye yöneltilen ilk itiraz işçi sınıfının 1848 öncesi varlığını inkar ettiğimiz. Bu komik iddia sınıf tanımındaki farklılıktan çıkıyor. İşçi sınıfı fabrikada, atölyede, üretim başında kimsenin küçümseyemeyeceği kadar güçlü ve önemlidir. Ancak işçilerin bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkması için, memleket ve dünya meselelerine dair siyasal tavır alması, talepler geliştirmesi gerekir. Bunun dışında işçi sınıfına kendinde bir önem atfetmek en basit haliyle idealizmdir.

Bundan daha önemli olan burjuvazinin toptan gericileşmediğini ispata girişen yazarımızın şu satırlarıdır:

“Emperyalizm döneminde de burjuvazinin gericileştiği toptancılığı doğru değildir; bu bir burjuva tabaka olarak köylülük gericileşmediği gibi, devrimci potansiyel taşımaya devam etmekte ve burjuva demokratik hareketin önemli bir dayanağını oluşturmaktadır.”15

Alıntıyı uzatmayalım, tahmin edileceği gibi bundan sonrası “TKP’nin troçkizmi” diye devam ediyor.

Yukarıdaki cümleyi oluşturan bütün parçaların yanlış olduğunu söyleyerek başlamalıyız. Yazarımızın köylülüğe dair umutları, köylülüğün bir burjuva tabaka olmasından ileri geliyormuş. Şaşkınlıkla da olsa öğrendiğimiz bu bilgi için teşekkür ederiz. İlginç bilgi köylülerle değil, yazarın köylüleri kavrayışıyla ilgilidir.

Düzgün bir yanıt vermemiz gerekirse, birincisi burjuvazi tartışmasız gerici bir sınıftır.

İki; köylülüğü burjuva tabaka olarak önemsemek bizim açımızdan anlaşılması mümkün olmayan bir durumdur.

Üç; köylülük ancak iç sınıfsal ayrışması sayesinde devrimci olanaklar açısından anlamlı hale gelebilecektir.

Dört; köylülük içinde işçi sınıfının bir parçasını oluşturan tarım işçilerini ve topraksız köylüleri, küçük mülk sahibi çiftçileri, büyük kapitalist çiftlik sahiplerini, mülkiyetinin kaynağı feodalizme dayanan kesimleri barındırır. Kadir Yalçın’ın köylüsü hangisidir? Kadir Yalçın hepsinden birden söz etmektedir!

Sorun köylülükle de sınırlı değil. Asıl niyet arkadan geliyor:

“Yani; koşula bağlı ve geçici olarak anti-emperyalist demokratik cephe; işçi sınıfı, köylülük ve şehir küçük burjuvazisinin yanı sıra milli burjuvazi de, bugün ‘tekel-dışı’ olarak tanımlanabilecek burjuvaziyi de içinde birleştirebilir.”16

Bunu bu kadar açık yazmak elbette kolay değil. Elbette kıvranırsınız ve kimi yerleri devrimciliğinize halel getirmeyecek şekilde koyulaştırarak yazacaksınız. Elbette bundan önce sayfalarca alıntılar yaparak “vallahi bak burada da yazıyor” diye kendinizi rahatlatmaya çalışacaksınız… Ama rahat olun, böyle açıkça ifade edildiği zaman herkes kimin ne dediğini ve neyin kavgasını verdiğini daha kolay anlıyor. Böyle açık yazalım ki, herkes safını buna göre belirlesin.

Aslında safları biz daha önce tarif etmiş ama beğendirememiştik. Hatırlayalım yeniden:

“Özetle tekrarlarsak; biz emperyalizme karşı verilecek mücadelenin işçi sınıfı eksenli ve sosyalizm perspektifli bir mücadele olduğunu ve bunun çağımızın bir gerçeği olduğunu iddia ederken, onlar burjuva karakterli olduğunu ve çeşitli burjuva kesimlerle beraber yürütülmesi gerektiğini ve bunda beis görmediklerini iddia ediyorlar.”17

İşçi sınıfının tutumu ne olmalı?

Bizim de kullandığımız bu son alt başlık, aslında bir EMEP’liye yakışmıyor! İşçi sınıfı zaten ne yapacağını bilmiyor muydu?

Arkadaşın işçi sınıfının tutumunun “ne olması gerektiği”ni tartışması bile büyük ilerleme sayılabilir. Ve gerçekten de bu bölüm yazının bütününden ileridir. Tabii bir yere kadar. Ama yine de görüyoruz ki, merkeze işçi sınıfını alıp düşünmeye başladığınızda işçi sınıfının sosyalizmden başka bir kurtuluşu olmadığı fikrine ulaşmanız çok zor olmuyor.

Kuşkusuz burada da eleştirilecek bölümler var, ancak yazı gereğinden fazla uzadı, noktalamak gerek. Eğer gerekirse ve daha verimli kılınma ihtimali doğarsa tartışmaya devam ederiz.

Son olarak yazarla paylaştığımız birbirimize tavsiyelerle sonlandırma “geleneğine” devam edelim.

Ben, tavsiyeleri dikkate alıyorum, ustaları daha dikkatle ve daha bütünlüklü okumaya çalışıyorum. Umarım, siz de bütünlüklü okuma konusunda ısrarcı olursunuz. Bu konuda ısrarcı olursanız, ayaklarınızı ülke toprağına basmaya gayret ederseniz, işçi sınıfının (sadece sendikal bürokrasiye dönüşen kesimleriyle değil ama) mücadeleci kesimleri ile bağlar yakaladığınızda işçi sınıfının bu ülkenin emperyalizme bağımlılığına son verecek tek devrimci sınıf olduğu gerçeğini görecek ve daha da ilerleyeceksiniz, bundan kuşkumuz yok. Ancak bu aşamaya gelmek için bir miktar daha Gelenek okumasına, bir miktar daha Yurtsever Cephe izlemesine ihtiyacınız var, biraz daha yakından, biraz daha dikkatle…

Bir de, sosyalist iktidar mücadelesi vermeyen, yalnızca bağımsızlık ve demokrasi talepleriyle emperyalizme karşı mücadele eden güçlerin varlığından herhangi bir şikayetimizin olmayacağının bilinmesini isteriz. Yalnızca, bunu Marksizm adına yapanlar olursa, neden daha fazlasını, gerçek toplumsal kurtuluşu hedeflemediklerini sorabilir, bu zaafı üzücü bulduğumuzu gizlemeyebiliriz…

Dipnotlar

  1. H. Meriç Algün; “İP ve EMEP’in Yeni Ortak Noktaları: Yurtsever Cephe’yi Eleştirmek”, Gelenek 89, s. 85-104.
  2. Kadir Yalçın; “Geleneksel Solculukla Anti-Emperyalizm Üzerine Bir Tartışma”, Özgürlük Dünyası 176, s. 26-53.
  3. Algün, a.g.y., s. 99.
  4. Yalçın, a.g.y. s. 27. Alıntıda (…) ile geçtiğimiz pasajda Aydınlıkçıların “sağ Maocu” oldukları anlatılmaktadır.
  5. Gelenek külliyatında konuyla ilgili oldukça fazla sayıda makale vardır. Bu konuda okumaya meraklı olacaklar için -mesela Kadir Yalçın’ın yazılarını sıklıkla takip ettiği anlaşılan- Kemal Okuyan’ın Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-Tezler isimli kitabını önermek isterim.
  6. Yazıyı son düzeltmeler için okurken ilginç bir biçimde “istetsin” diye yazdığımı fark ettim, sanırım bunun nedeni bu yazıyı yazan kişinin ya hiç sokağa çıkmadığını ya da Türkiye’de yaşamadığını düşünmüş olmam. Bu hissiyatımda hatalıysam özür dilerim, ama düzeltme yerine bu dipnotu eklemekle yetiniyorum.
  7. Yalçın, a.g.y., s. 34-35.
  8. Cevat Sevinç; “İP ve EP: İki Parti İki Program” Gelenek 54, Mayıs 1997, s. 161-168.
  9. Yazar sol ve sağ tanımlarını neden kullanmadıklarını geçerken açıklıyor (s. 35). Buna göre başkalarıyla, örneğin İttihatçılarla, İP’le, CHP’yle karıştırılmamak için… Sol ve solcu yerine “proletarya sosyalizmi, Marksist vb. kavramlarını kullanmayı tercih” edince sorun hallolmuyor. Biz bile “her lafı sosyalizmle bağlayanlar” olarak bilinçsiz işçilerle bu kavramları kullanarak konuşmamayı biliyorsak, EMEP’lilerin işçilere proletarya sosyalizminden söz etmediklerinden emin olabiliriz…
  10. Yazar bir miktar alıngandır; ekleyelim ki kızmasın… Bu alıntıya ek olarak, “örgüt-hareket, bilinç-kendiliğindenlik diyalektiği yüz yıl öncesinin kalıplarına sıkıştırılamaz”, “kuralımız zorlamak” gibi çeşitli yayınlarımızda yer alan bir iki cümleyi daha delil olarak kullanıyor…
  11. Yalçın, a.g.y., s. 34.
  12. Kadir Yalçın, a.g.y., s. 36.
  13. Şeyh Bedrettin Film Kolektifi denen birilerinin Hizbullah lideri Nasrallah’la düzmece söyleşileri geçen Ağustos’ta Evrensel gazetesinde yayınlandı. Söyleşinin bir sahtekarlık olduğu iddialarına karşı gazetenin bir yetkilisi, Kamil Tekinsürek önce şunları yazdı: “Gazetemizde yayımlanan Nasrallah röportajı büyük yankı uyandırdı. Röportaj pek çok sol parti ve örgüt tarafından ilgi ile karşılandı. Genel olarak komünist ve sol partiler, Nasrallah’ın röportajdaki sözlerini olumlu buldular.” (Evrensel, 22 Ağustos 2006)… Sonra özür dilediler.
  14. K. Yalçın, a.g.y., s. 41 (altını çizen K.Y.).
  15. a.g.y., s. 45.
  16. a.g.y., s. 48.
  17. Algün, a.g.y., s. 101
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×