Postmodernist bir Marksistin Aydınlanma ve Avrupa Düşmanlığı

Postmodernist bir marksizm olabilir mi?

Teorik kaygıları bir yana bırakıp somuta baktığımızda, marksist olma iddiasını da taşıyan bazılarının (gerçekte) postmodernist tezleri savunduğunu görebiliriz.

Doğanın boşluktan ne kadar hoşlandığı ya da hoşlanmadığı, fizik biliminin ve felsefenin eski bir tartışma konusu. Buna karşın, düşünce tarihinin boşluktan hiç hoşlanmadığı, insan aklına gelebilecek her tür tezin birileri tarafından savunulduğu kesin. Örneğin, tanrının var olduğunu ve evrene/insanlara sürekli olarak müdahale ettiğini söyleyenler de var, evreni bir kez yarattıktan sonra hiç karışmadığını söyleyenler de… Doğanın tanrı olduğu görüşünü savunanlar da var, tanrının var olmadığını savunanlar da…. Benzer şekilde, bazılarının adını koyarak, bazılarının gizleyerek, bazılarının da farkında bile olmadan postmodernist bir marksizm inşa etmeye kalkışmaları, istatistiksel bir kaçınılmazlık.

Yine de, insan aklına dönük saldırıların kendilerini marksist kabul edenleri de etkilediğini görmek, can sıkıcı. Hele postmodernist tezleri ne yaptıklarının bilincinde bile olmadan ama büyük bir iddialılıkla savunanların yazdıklarını okumak, daha da can sıkıcı.

“Aydınlanma Tarikatı” (AT) adlı kitabın1 yazarı Orhan Gökdemir, işte böyle biri…

Büyük keşif: Her şey doğudan geldi!

Gökdemir üç beş kitap okumuş ve büyük bir keşif yapmış:

“Aydınlanma çağını Doğudan ve ardından gelen dönemi Avrupa ırkçılığından ayıramayacağımızı öğrendim. Giderek bu bitip tükenmez felsefi laf cambazlıklarının arkasında gizlenmiş dinsel-mistik çekirdeği görebildim. Aydınlanmadan sonra, giderek artan bir şekilde Hıristiyan köklerine ve Ari ırk mitolojisine göndermeler yapan devasa bir ideolojik yığın ile karşı karşıya olduğumuz belliydi ve bu yığın ‘ötekiler’ için de sorgusuz kabul edilir bir konuma gelmişti. Gördüklerimi paylaşmak istedim.”2

Olabilir tabii… Bir insan bir şeyleri yeni öğrenebilir, büyük bir heyecana kapılabilir ve bu heyecanını paylaşmak da isteyebilir…

Ama Gökdemir, yeni öğrendiklerini paylaşan birinin göstermesi gereken alçakgönüllülükten yoksun:

“Zordur; bu çalışma sözü edilen ideolojik yığına soldan ve marksist bir bakış iddiasındadır ancak marksizm ile hiçbir zaman sağlıklı bir ilişki kuramamış olan Türkiye solunun bu soruları tartışmaya henüz hazır olmadığını da pratik olarak biliyorum.”3

Aslında, Gökdemir’ e göre asıl sorun marksizmin kendisinde. Çünkü marksizm de Avrupa merkezciliğin (“ya da daha iyisi Avrupa ırkçılığı” nın) etkisi altında kalmış…

Aydınlanma Tarikatı’ nda savunulan görüşleri daha ayrıntılı bir şekilde ele almadan önce, Avrupa merkezcilik meselesi hakkında bir iki şey söylemekte yarar var.

Marx’ ta eleştirilmesi gereken bir Avrupa merkezciliğin bulunduğu söylenebilir. Yaşamının son yıllarına doğru Rusya’ daki devrimci hareketlerle ilgilenmiş olmasına karşın, Marx, sosyalist devrimin Avrupa dışında bir yerlerde patlak verebileceğini hiç düşünmemiştir.

Bunun son derece anlaşılır (ve “Avrupa ırkçılığı” vb. ile hiçbir ilgisi bulunmayan) nedenleri var. Her şeyden önce Marx, dünya devriminin yakın olduğunu düşünüyordu. Yaşadığı dönemde, Avrupa’ nın dışındaki hiçbir coğrafyada, sosyalist devrimlerin taşıyıcılığını yapacak ölçüde olgunlaşmış bir işçi sınıfı bulunmuyordu. Diğer yandan, kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin Avrupa dışında ne tür devrimci dinamikler yaratabileceği konusunda da yeterince veri birikmemişti. Avrupa merkezciliğin marksizm içindeki reformist eğilimlerin (özellikle reformist Avrupa solunun) ayırt edici bir özelliği halini alması, asıl olarak 20. yüzyıla ait bir gelişmedir.

Ama Avrupa dışında sosyalist devrimlerin gerçekleşmesi, Avrupa’ nın önemini azaltmamıştır. Ne tarihsel açıdan, ne de güncel açıdan…

Tarihsel açıdan Avrupa önemlidir, çünkü kapitalizm Avrupa’ da ortaya çıkmış ve tüm dünyaya bu kıtadan yayılmıştır.

Kapitalizmin kendisinden önceki toplum biçimlerinden en önemli farklarından biri, bir dünya tarihi yaratmış olmasıdır. Kapitalizm öncesi dönemin dünyasında da, farklı coğrafyalar ve toplumlar arasında (özellikle savaşlar ve işgaller yoluyla) belirli etkileşimlerin yaşandığı açık. Ama o dönemde, farklı toplum biçimleri, büyük oranda kendi içsel dinamiklerine dayanarak yeniden üretiliyordu. Kapitalizm ise, ilk kez bir toplum biçiminin dünya ölçeğinde egemen olmasını sağlamıştır.

Bu da insanlık açısından bir ilerlemedir, çünkü insanlığın kurtuluşunun yolunu açmıştır.

Yalnızca, insanlığın önüne çözmesi gereken tek bir temel sorun (kapitalist sömürü) konduğu için değil. Kapitalizm, aynı zamanda, gelişimine katkıda bulunduğu insanlığı kendisinin ortadan kaldırılmasını da sağlayacak olan araçlarla donatmıştır.

“Aydınlanma” kavramının ve asıl önemlisi aydınlanma hareketinin Avrupa’ da ortaya çıkması bir tesadüf değildir.

Batıl inançlarla mücadele, dinsel kurum ve ilişkilerin toplumsal yaşamdaki ağırlıklarını sınırlandırma, bilimsel düşüncenin yaygınlaşmasına çalışma, insan aklına ve insanlığın ilerleme potansiyeline duyulan inanç… Burjuva aydınlanması bunlardan ibaret değildir ve bunların hiçbiri mantıksal sonuçlarına götürülmüş değildir. Ama 18. yüzyılda İngiltere ve Fransa’ da izleyen yüzyıllarda farklı coğrafyalarda ortaya çıkan burjuva aydınlanma hareketleri, tüm eksik (ve “çarpık”) yanlarına rağmen insanlığın ilerlemesine katkıda bulunmuştur.

Bu noktada kritik bir ayrıma gitmek gerekiyor. Burjuvazinin aydınlanma çağı, kendi düşünürlerini de yaratmıştır (ya da şekillendirmiştir). Ne var ki, aydınlanma düşüncesi (ve düşünürleri) ile aydınlanma hareketleri arasında tam bir örtüşmeden söz edilemez. Aydınlanma hareketlerine düşünürler değil, eskimiş olan toplum düzenini yıkma mücadelesi yürüten burjuva siyasetçiler önderlik etmiştir. Onların arkasında da, çıkarları yeni bir toplum düzeninin kurulmasını gerektiren burjuvazi vardır…

Aydınlanmacı düşünürlerin tarihte önemli bir yere konmasını sağlayan, siyasal aydınlanma hareketlerinin başarısıdır. Dahası, aydınlanma düşüncesini netleştiren de, burjuvazinin siyasal mücadelesi olmuştur. Yoksa aydınlanmanın düşünsel tarihi, eskimiş olan toplum düzenini ayakta tutmanın yollarını arama faaliyetleriyle doludur. Aydınlanma tarihçelerinde anılan düşünürlerin (ve “bilim insanları” nın) çoğu kiliseden çıkmıştır. Bunlar da son derece doğal: Ortaçağ Avrupası’ nda en önemli eğitim merkezi kilisedir ve din, hukuk, ahlak, felsefe ve bilim henüz pek fazla ayrışmamıştır.

Bugün, kapitalizmin doğuş dönemine bakıp bir “devrim” den söz etmemizi sağlayan şey, bu devrime öncülük eden tarihsel kişiliklerin saf anlamıyla “devrimci” kimliklere sahip olmaları değildir.

Evet, Orhan Gökdemir’ in yeni keşfettiği gibi, aydınlanma düşüncesinin doğumuna önemli katkılarda bulunan ilk “bilim insanları”, yola dinsel/mistik inanışlarla çıkmışlardı.

Çünkü aksi mümkün değildi!

Örneğin, Kopernik’ i, Dünya’ nın Güneş’ in etrafında döndüğü tezini savunmaya sevk eden, “bilimsel” araştırmalarının sonuçlarından çok, buna zaten inanıyor olmasıydı. De Revolutionibus Orbium Coelestium (Gök Cisimlerinin Dolanımları Üzerine) adlı sonradan çok ünlenen çalışmasında, tezini şöyle savunmuş:

“Hareketsiz olmakla birlikte, her şeyin ortasında duran Güneş’ tir. Çünkü, bu en güzel tapınakta, kim bu lambayı her şeyi aynı anda aydınlatabileceği bir yerden alıp başka ve daha iyi bir yere koyacaktı? Güneş’ in bazıları tarafından evrenin feneri, başkalarınca evrenin aklı ve daha başkalarınca onun hükümdarı olarak adlandırılması yersiz değildir. Üç Kere Büyük [Hermes] ona görülebilen Tanrı, Sofokles’ in Elektra’ sı ise her şeyi gören demiştir.”4

Kopernik, çağdaş fizik biliminin kavram ve kategorileriyle düşünmez. Düşünemez, çünkü henüz bu kavram ve kategoriler oluşma aşamasındadır.

O dönem için, Dünya’ nın Güneş’ in etrafında döndüğü tezini kanıtlamak, Güneş’ in Dünya’ nın etrafında döndüğü tezini kanıtlamaktan çok daha zordur. Sadece ikincisinin sağduyuya daha uygun olması nedeniyle değil, aynı zamanda bugün “Newton fiziği” başlığı altında topladığımız hareket yasalarının çoğunun henüz formüle edilmemiş olması nedeniyle…

Kopernik, Hermesçiydi. Yani, bir zamanlar eski Mısır kökenli olduğu düşünülen ve dinsel inançların yanı sıra büyücülük ve mistisizm de içeren bir akıma bağlıydı. Hermesçilik (ya da hermetizm), Rönesans döneminde kilise içinde önemli bir güç haline gelmişti. 1473 ile 1543 tarihleri arasında yaşamış olan Kopernik de bir piskopostu.

İnsanların inançları ve düşünceleri nedeniyle yakılabildiği bir çağda, eğer neredeyse tek bir eğitim ve düşünce üretim merkezi varsa (kilise), bu merkez içinde, kendilerini şu ya da bu ölçüde gizleme ihtiyacını duyan farklı akımların şekillenmesi doğal ve kaçınılmazdır. “Kökü eskilere dayanma” özelliğinin saygınlık kazandırdığı bir dönemde, bu akımların kendilerine tarihsel bir gelenek arayıp bulmaları da…

Ortaçağ Avrupa’ sının kilisesi, içinde tanrıtanımazlık da dahil olmak üzere her tür düşünceyi barındırıyordu.

“Devrimci” olan, birilerinin Güneş merkezli bir evren modeli kurmaları değil, Dünya’ yı evrenin merkezinden kaldırıp önemsiz bir köşesine atan ve bunu yaparken de yerleşik dinsel kurum ve inanışları sarsan bir sürecin yaşanmış olmasıdır.

Postmodernistler, tarihe bakarken “devrim” den söz edilen her yerde “süreklilik” bulmaya ve gerçekte hiçbir bir kopuşun yaşanmadığını kanıtlamaya çalışıyorlar. “Tarihsel ilerleme” fikrini gözden düşürebilmek için…

Orhan Gökdemir de aynısını yapıyor:

“Çıkış noktası mistiktir ve bu yüzden bilim, mistisizmin kendini en iyi ifade ettiği gökbilimle sıkı bir ilişki içinde doğmuştu. Başlangıçta daha çok, sonra daha az ama mutlaka var olan bir ilişkiydi bu; astroloji ve okültizm5 Einstein, Hawking gibi çağdaş bilimcilerce doruklarında gezinmeye devam ediyordu.”6

Bu nedenle de, burjuva aydınlanmacıları, “aydınlanma tarikatı” olarak anıyor.

“Avrupa ırkçılığı” meselesi ise şu: “Asıl kaynak” Mısır’ mış ama sonradan Avrupalılar “Doğulu” bir kökenden kurtulmak için “beyaz ırklı” Yunanları yüceltmeyi tercih etmişler…

Bu tezin doğruluğu yanlışlığı bir yana, “asıl kaynak” hiç olmasaydı ne olurdu?

Milattan önceki yüzyıllarda Mısır’ da Güneş’ e tapanlar bulunmasaydı, Avrupa, aydınlanma dönemini yaşayamayacak mıydı?

Bu bir yana, Rönesans dönemi Avrupa’ sında hermetizmi keşfedenler, hermetik metinlerin “öz” üne sadık mı kalmışlardır, yoksa bunları “işlerine geldiği gibi” mi yorumlamışlardır?

Tabii ki ikincisi… Ama postmodernizm, tarihselciliğe düşman olmanın ötesinde, bu bakış açısını unutturmak gibi bir meziyete sahiptir…

Atomların varlığı ,fizikçiler arasında ancak 20. yüzyılda yaygın bir kabul görmeye başladı. Bazıları, “atom” fikrinin uzun yüzyıllar önce Demokrit tarafından savunulduğunu hatırlatabilir… Başka bazıları da, Demokrit’ in bu fikri Çinlilerden aşırdığını iddia edebilir, hatta bu iddialarını kanıtlayabilirler…

Böylesi bir kanıt, düşünce tarihi açısından ilginç olabilir. Ama fizik bilimi açısından bakıldığında, zerre kadar değeri yoktur…

Her şey bir “Yahudi komplosu” muydu?

Bir dönem boyunca ürettiği ve benim de çok yararlandığım çalışmalarıyla adını sol hareketimizin tarihine kazımış olan Yalçın Küçük’ ün “okumadığı” hiçbir şeyi okumama kararını almamdan bu yana, çok fazla şey kaybettiğimi sanmıyorum. Özellikle de, okumasam bile duymaktan kurtulmanın yolunu bulamadığım şu “sabetayizm” ve “onomastik” (isimbilim) meseleleriyle ilgilenmeye başladığından bu yana…

Ortada bir komplonun bulunduğu ise kesin!

Öyle birtakım hain adamların karanlık köşelerde planladıkları bir komplo değil bu. Kapitalizmin insanlığa yönelik tarihsel bir komplosu.

Bütün önemli gelişmelerin ardında gizli (ya da yarı gizli) ve her şeye egemen olan büyük bir gücün (ya da güçlerin) bulunduğu inancı, pek çok farklı biçim alabilir ve alıyor. Kimileri cinlerin, perilerin, şeytanın ya da uzaylıların dünyamızı kontrol altında tuttuğuna inanıyor, kimileri ABD’ nin (ya da CIA’ nın) aldığımız nefesi bile kontrol ettiğine. Kimileri rakamlarda, harflerde ya da başka yerlerde gizli şifreler arıyor, kimileri de, dünyamızı ve ülkemizi Yahudilerin ya da mason örgütlerinin ve bu arada sabetaycıların yönettiğini kanıtlamaya çalışıyor…

Sonuç değişmiyor: Bu türden inançlar, inananları böcekleştiriyor.

Her şey bir büyük komplodan ibaretse, bu komployu bozmanın da bir anlamı kalmaz, çünkü ortada “gerçeklik” diye bir şey yok demektir. Daha doğrusu, büyük komplo dışında bir gerçeklik varsa bile, bu gerçekliğin ne olduğunu ve dolayısıyla da bugünküne göre daha iyi olup olmadığını bilemeyiz.

Tam da dünya kapitalizminin bunalımının derinleştiği bir dönemde, inananları böcekleştiren inançlar, bilimsel düşünceyi tahtından indirmekle ve her tür düşünce ve inanış biçimine meşruluk kazandırmakla övünen postmodernizmin de katkılarıyla, dünyanın her tarafında güç kazanıyor.

Bu bir tesadüf olabilir mi?

Kapitalizmin insanlığı ilerletemediği, aksine ilerlemenin önündeki engele dönüştüğü bir dönemde ilerleme düşüncesinin bu denli sorgulanması ne kadar tesadüfse, aynı düzenin akıl dışı yanlarının bu denli belirginlik kazandığı bir dönemde insan aklını hedef alan saldırıların bu denli yaygınlaşması da o ölçüde tesadüfidir.

Marksist olduklarını iddia eden kişilerin Yahudi komplolarıyla akıllarını bozmaları ise, Marx’ ın da Yahudi kökenli olduğu hatırlanırsa, bir trajedi değil, komedidir… Meseleyi bizim için acıklı hale getiren, bu komedinin “Sırlar Dünyası”, “6. His”, “Gizli Dünyalar” gibi televizyon programlarının yanındaki yerini almasıdır.

Ya işin içine bir de bilgisizlik girdiğinde?

Fizik bilimini hiç bilmemek, mazur görülemeyecek bir kusur değildir. Ama fiziği hiç bilmeyen birinin “irrasyonel fizik nasıl imal edildi” diye sorma ve sonra da bu soruyu yanıtlama cesaretini sergilemesi, olumsuz anlam içermeyen bir sözcük kullanmak gerekirse “ilginç” tir.

Orhan Gökdemir, Einstein’ ı tahtından indirmeye karar vermiş! Ne de olsa o da bir Yahudi…

Bunu yaparken hangi kaynağa başvuruyor?

İşin “bilimsel” yanı için, “Özel ve Genel Görelilik Kuramı” adlı kitabının Türkçe çevirisinin önsözüne! Bundan daha sağlam bir kaynak olabilir mi?

Şöyle yazıyor Gökdemir:

“[Einstein’ ın] Başarısını perçinleyen ‘Özel ve Genel Görelilik Kuramı’ ilgilenenler için artık Türkçe’ de var7 ama konumuz için çevirmenin bu çalışmaya yazdığı önsözün kitaptan daha önemli olduğunu belirtelim.”8

Peki, kimmiş bu Einstein’ ın kitabından daha önemli şeyler söyleyen çevirmen?

Aziz Yardımlı!

Yani bir felsefe metinleri çevirmeni…

Söylenen ne?

Einstein’ ın bütün fikirleri başkalarından çaldığı…

Kimlerden? Poincare, Lorentz, Maxwell, Larmor, vb. Aslında Einstein’ ın “bulduğu” iddia edilen her şey, geçmişte başka fizikçiler tarafından bulunmuş…

Einstein’ ın sözü edilen kitabının 11. bölümü, “Lorentz Dönüşümleri” başlığını taşır. Yine aynı kitapta, Lorentz Dönüşümleri ile ilgili bir eke yer verilmiştir. Einstein ile yakın bir dostluk ilişkisi bulunan Hendrik A. Lorentz, onun kendi düşüncelerini çaldığını iddia etmek bir yana, 1919 yılında, genel görelilik kuramını doğrulayan ilk gözlem sonuçlarının alındığını öğrendiğinde, bu haberi telgrafla Einstein’ a bildiren kişidir.9

Lorentz, 1928 yılına kadar yaşamıştı. Diğer taraftan, 1912 yılına kadar yaşayan Poincare’ nin Einstein’ ı hırsızlıkla suçladığı yönünde bir bilgiye sahip değilim.

Ama bunun bir önemi yok. 1905′ te özel görelilik kuramına, 1916′ da da genel görelilik kuramına ilişkin makaleleri yayımlanan Einstein da, pek doğal olarak tüm diğer fizikçiler gibi, kendisinden önceki fizikçilere ve matematikçilere çok fazla şey borçludur.

Aksi mümkün olabilir mi?

Özel görelilik kuramının geliştirilmesine kimin ne kadar pay sahibi olduğu, fizikçiler arasında da tartışma konusu olabiliyor. Klasik fiziğin hareket yasalarının formüle edilmesinde Kepler’ in, Galile’ nin, Newton’ un ve başkalarının katkı düzeylerinin tartışılması örneğinde olduğu gibi…

Ama genel görelilik kuramı söz konusu olduğunda, bugüne kadar, Einstein’ ın “hırsızlık” yaptığını düşündürebilecek herhangi bir (ciddiye alınabilir) tartışma yaşanmadı.

Oysa genel görelilik kuramı, özel görelilik kuramına oranla çok daha devrimci sonuçlara sahiptir!

Aziz Yardımlı’ dan okuduklarıyla Einstein’ ı mahkum eden Gökdemir, “Yahudi Tarihi” adlı bir kitaptan da, bu suçu işlemesinin ve asıl önemlisi, hırsız olmasına rağmen bu kadar ünlenebilmesinin nedenlerini öğreniyor: Tabii ki, Yahudi olduğu için!

Bu kadar da değil:

“Hawking türü popüler bilim yazarları ile Einstein türü bilimcilerin ‘Big bang’ kurguları E=mc² formülleri yaradılışı basit formüllerle tarif ettikleri için önemsenmektedir ve insanlık coğrafyasının bir kısmında bu kodlar ‘gizli bilim-Tanrısal bilgi’nin keşfi anlamına gelmektedir. Burada fizikteki başarısızlığın kabaladaki10 başarı tarafından örtüldüğünden şüphelenmemiz için yeterince kanıt var. İtici güç öyleyse Yahudi mistisizmine bağlı olmalarıdır.”

Bir paragrafa bu kadar çok yanlış sığdırmak maharet ister!

Birincisi, Hawking, “popüler bilim yazarı” değil, popüler bilim kitapları da yazmış olan bir fizikçidir…

İkincisi, “big bang” (evrenin başlangıcındaki büyük patlama) kuramı, ne Hawking’ e ne de Einstein’ a aittir.11 Dahası, evrenin tarihine ilişkin farklı modellerin ortaya çıkmasından önce “statik evren” düşüncesini paylaşan Einstein, genel görelilik kuramından yola çıkarak 1922 yılında evrenin statik olamayacağını gösteren ve böylelikle “big bang” kuramının ortaya çıkmasına da katkıda bulunan Sovyet fizikçi Alexander Friedmann’ ın hesaplarına inanmamış ve bir yanlışlık yaptığını düşünmüştür!12

Üçüncüsü, enerji ile kütle arasındaki dönüşümün formülü olan E=mc², kuvvet, kütle ve ivme arasındaki ilişkiyi tarif eden F=ma formülü ne kadar gizemli ise ancak o kadar gizemlidir.

Dördüncüsü, E=mc² formülü, özel görelilik kuramına aittir. Yukarıda belirtildiği gibi, Einstein’ ın fizik bilimine en önemli ve özgün katkısı, genel görelilik kuramını geliştirmiş olmasıdır.

Gökdemir’ in okuduğu “Yahudi Tarihi” adlı kitaba göre, görelilik teorisi, “izafiyetle relativizm ve özellikle ahlaki relativizm birbirine karıştırıldığından”, zihinlerde yeni ve büyük bir karışıklık yaratmış! Bu söyleneni olduğu gibi aktaran Gökdemir, 20. yüzyılda, Freud (o da Yahudi tabii!) ile Einstein’ ın, entelektüel ahlakı bozmak için bulunup desteklendiklerini ekliyor.

Ama bunlar “Yahudi Tarihi” nden alınmış olsalar bile, hiç olmazsa, doğru olup olmadıkları tartışılabilecek olan tezler, çünkü bölümün temel konusuyla, yani fizik bilimiyle ilgili değiller!

Bu tartışmanın hemen ardından, yine fizikle ilgili bir başka tartışmaya geçiliyor…

Tartışma, değersiz…

Değersizliği göstermek için tek bir örnek yeterli olacaktır: Einstein’ ın, kuantum kuramının özellikle “rastlantısallık” ile ilgili yorumlarından rahatsız olduğu ve daha genel bir kuram arayışına girdiği (en azından ilgilileri tarafından) biliniyor. Einstein’ ın mikro dünya ile makro dünyanın aynı yasalara tabi olduğunu düşünme “suç” unu işlediğini bir yerlerden okumuş olan Gökdemir, meseleye bir çırpıda açıklık getiriyor:

“(…) Kuantum Kuramı ‘mikro kozmos’ ile ilgilendiğine göre, ilke olarak alanın rastlantılara, belirsizliklere açık olduğunu daha başından kabul etmemiz gerekiyor. Şundan: sosyoloji ile psikoloji arasında da bu tarz bir yöntemsel ayrılık olduğu biliniyor. Bu nedenle genel eğilimlerle ilgilenen sosyoloji ile tek tek bireylerle ilgilenen psikolojiyi birbirine karıştırmamak gerekiyor.”13

İşte bu kadar basit!

Kuantum kuramının doğuşuna ve gelişimine önemli katkılarda bulunmuş olmalarına rağmen, bu kuramın olasılıkçı yorumlarını benimsememiş olan Planck, Einstein ve Schrödinger gibi fizikçiler meğerse ne kadar salakmış. Ve bu tartışma bugün de tamamlanmış sayılmadığına göre, herhalde genel olarak fizikçilerde bir salaklık var!

Birkaç sayfa sonra, tam da kuantum fiziğinin olasılıkçı yorumunu savunan, yani Einstein’ ın karşısındaki cephede yer alan Niels Bohr, tam da bunu yaptığı için, irrasyonalizmle suçlanıyor! Gökdemir, bu sefer de, kuantum mekaniğinin büyü olduğunu ve en çok mistikleri heyecanlandırdığını iddia ediyor.

Sonuçta bütün fizikçiler (ve aynı konularda çalışma yapan Sovyet fizikçileriyle birlikte 20. yüzyıl fiziğinin tümü) tek bir çuvala dolduruluyor:

“Bütün bunlar, Einstein’ ın teorileri, kuantum kuramı, kesinsizlikler veya belirsizlikler hepsi ilerleme inancını yitirmiş bir düzenin düşünme biçimleridir; fizik değil felsefedir.”14

Tüm bunlarla “aydınlanma” tartışmaları arasında bir ilişki var mı?

Hem de çok güçlü bir ilişki var!

Newton’ u da “büyücü” olmakla suçlayan Gökdemir15 , böylelikle, açıkça söylemese bile, “bilimsel ilerleme” diye bir şeyin varlığını reddetmekle kalmıyor, ortada bilim diye bir şeyin bulunmadığını savunma noktasına geliyor.

Tabii ki, kapitalizmi (ve Yahudiliği) eleştirmek adına…

Ama kapitalizmin böylesi bir eleştirisi, yılgınlık üretmekten başka hiçbir sonuç üretmez.

Tüm bu yazılanların ardından “çözüm sosyalizmde” diye eklemek, Ferdi Tayfur dinleyip şarkı aralarında devrim ve sosyalizm sloganları atmaya benzer.

Eğer kapitalizm her tür bilimsel ilerlemeyi yüz yılı (hatta birkaç yüz yılı) aşkın süredir durdurma başarısını gösterebildiyse, insan aklı mutlak olarak teslim alınmış demektir. Bu durumda da, geleceğe umutla bakmak için hiçbir neden kalmaz.

Oysa gerçek bu değil.

Tek bir örnekle yetineceğim: Evet, hem kafamıza çok çakıldığı için hem de başka bazı haklı nedenlerle, marksistler olarak, “bilişim devrimi” nden söz etmeyi pek fazla sevmiyoruz.

Ama bilgisayar ve iletişim teknolojilerindeki (20. yüzyılın bilimsel kazanımlarına dayanan) gelişmeler, sosyalizmi kurma sürecine girdiğimizde, bize ve insanlığa çok büyük olanaklar sağlayacak.

Aydınlanma, bir büyük anlatı mı?

Postmodernistler gibi Orhan Gökdemir de, “aslında aydınlanma denen şeyin kendisi, belirli bir dinsel inanışın yerine bir başkasının konmasından ibaretti ve üstelik ‘yeni’ olduğu iddia edilenler, ‘eski’ olduğu iddia edilenlerden çok daha eskilere dayanıyordu” demeye getiriyor…

Bu iddiasını savunurken de, çok sağlam bir dayanak noktası buluyor: Burjuvazinin, iktidarı alır almaz, gericileşmeye başlaması…

Dayanak noktası sağlam, çünkü gerçekten de, burjuvazi iktidarı aldığı her yerde, başlangıçtaki ideallerine de ihanet ederek gericileşme sürecine girmiştir.

Burjuva egemenliği de, kendisinden önceki sınıfsal egemenlik biçimlerinde olduğu gibi, küçük bir azınlığın büyük bir çoğunluk üzerindeki, sömürüye dayanan egemenliğidir. Bu nedenle, henüz iktidarda olmadığı ülkelerde toplumun diğer ezilen kesimlerini eşitlik, özgürlük ve kardeşlik vaatleriyle peşine takabilen burjuvazi, iktidara geldiğinde, bu vaatlerin çok tehlikeli olduğunu fark eder. Toplumsal ölçekte gerçek eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin sağlanması, kapitalist toplum söz konusu olduğunda, ya imkansız birer hedeftir ya da yıkım demektir.

Ama bu söylenenler, burjuva aydınlanmacılığının imkansızlığına değil, sınırlarına işaret eder.

Özellikle kapitalist gelişmenin ilk aşamalarında, burjuvazi, siyasal açıdan ne türden gerici ittifaklar kurarsa kursun, bir taraftan da toplumsal yapıyı dönüştürmeye çalışmıştır. Örneğin, yaygın (ve içeriği büyük oranda laikleştirilmiş) eğitim, sermayenin ihtiyaç duyduğu niteliklere sahip olan bir emek gücünün yaratılması için vazgeçilmezdir.

Fabrika işçisinin bilmesi ve öğrenmesi gereken şeylerle köylünün bilmesi ve öğrenmesi gerekenler arasında önemli farklar vardır. Okuryazarlık, kapitalist olmayan tarım işletmeleri için bir ihtiyaç değildir. 19. yüzyıla kadar, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde bile, okuma yazma bilenlerin nüfusa oranı çok düşüktü. Teknolojinin çok yavaş geliştiği bir dönemde, zanaatçılar bile kulaktan dolma bilgilerle yetinebilir. Buna karşın kapitalizm, teknolojik gelişmeyi hızlandırırken, emekçilerden sürekli yeni şeyler öğrenmelerini ister ve bu arada çok daha fazla bilim insanına, mühendise, doktora ve öğretmene ihtiyaç duyar.

Kadınlar hakkındaki önyargıların en azından bir bölümünün silinmesi ve kadınların toplum yaşamına daha aktif bir şekilde katılmaları da, “burjuva aydınlanması” nın bir parçasıdır. Çünkü sermaye, fabrikalarda, bürolarda, okullarda ve hastanelerde kadınların emek gücünden de yararlanmak ister.

Evet, burjuvazi, dinsel kurumlarla mücadelesini çok erken bırakmış ve bu kurumları kendi egemenlik mekanizmasının parçaları haline getirmiştir.

Ama Türkiye’ nin görece geç gelen burjuva devrimi bile, ciddiye alınması gereken bir aydınlanma dönemi yaşamıştır.

Halifeliğin kaldırılması, bazı dinsel örgütlerin yasaklanması ve bazılarının da baskı altına alınması, anayasanın İslam dinine atıfta bulunan ifadelerden arındırılması, sarığın yasaklanması, eğitim birliğinin sağlanması, eğitimin içeriğinin laikleştirilmesi, ilköğretimin kızlar da dahil olmak üzere tüm çocuklar için zorunlu hale getirilmesi, kadın-erkek eşitliğini gözeten yasal düzenlemelerin yapılması ve kadınlara sınırsız seçme ve seçilme haklarının Fransa gibi ülkelerden önce (ama bu arada Sovyetler Birliği’ nden çok sonra!) verilmesi…

Türkiye, burjuva aydınlanmacılığını yaşarken, yanı başında çok daha ileri bir aydınlanma hamlesi örgütleniyordu. Sovyetler Birliği’ ndeki sosyalist aydınlanmaya öncülük edenler, toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya ve asıl önemlisi toplumu harekete geçirmeye çalışıyordu.

Buna karşın, Türkiye’ deki burjuva iktidar, Ekim Devrimi’ nden, kitlelerin harekete geçirilmesinin ne kadar tehlikeli olduğunu öğrenmişti. 1920′ li ve 1930′ lu yılların burjuva aydınlanmacılığı asıl olarak büyük kentleri hedef almış, köylülük büyük oranda sürecin dışında bırakılmıştır. 1940′ lı yıllarda da, aydınlanmacılık defteri kapatılmıştır.

Dolayısıyla Türkiye’ deki aydınlanma sürecinin, tüm diğer burjuva aydınlanma süreçleri gibi “eksikli” olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Ama bu, aydınlanmacılığın hiçbir iz bırakmadan silinip gittiği anlamına gelmez.

Bugün okumuş insanlar arasında, bürokraside, yargı kurumlarında, orduda, üniversitelerde ve başka yerlerde dinci gericiliğin güç kazanmasından kaygı duyan ve birileri seslendiğinde tepki veren insanların sayısı yabana atılamaz.

Bu insanlar hakkında ne düşüneceğiz?

“Bunların aydınlanma dediği şey, mistik ve ırkçı bir Avrupa tarikatının yaptıklarının kötü bir taklidinden ibaretti” diyebilir miyiz örneğin?

Mesele, tek tek bireylere nasıl bakacağımız, onlar hakkında (ve onlara) ne söyleyeceğimiz meselesi değil. Türkiye’ nin sosyalist devrim sürecinde, dönüştürerek de olsa dayanak alabileceğimiz bir aydınlanmacılık dinamiği, bu topraklarda var mı yok mu?

Olmadığı iddiası, bize hiçbir şey katmaz.

Bize düşen, burjuvazinin aydınlanmacılığa neredeyse tümüyle sırt çevirdiği bir dönemde, her türden gericiliğin ve batıl inancın güç kazanmasına (ve bu toprakların sosyalizm için çoraklaşmasına) seyirci kalmak değil, bizim el atmamamız durumunda çürümeye mahkum olan aydınlanmacı dinamikleri sosyalist aydınlanma mücadelesine kazanmaktır.

“Batı”, bitti mi?

Orhan Gökdemir, “Avrupa ideolojisi” ile hesaplaşır ve bu arada Marx’ ı da Avrupa ırkçısı olarak mahkum ederken şunu söylüyor:

“Batı, Doğunun çocuğudur; bunu inkar etmek için ancak akıldışı bir açıklamaya, Batının kendi kendinin babası olduğu iddiasına sığınmak gerekir. Bütün o rasyonellik iddialarının yanı başında Ari ırk teorilerinin rahatça at koşturması işte bu irrasyonel temel nedeniyledir.”16

Peki, Doğu kimin çocuğu?

Bu bir yana, Gökdemir’ e göre, Batı, ya da kitabının konusu itibarıyla Avrupa, bitmiş… Önümüzdeki dönemde Avrupa ile Doğu arasında bir “kültür savaşı” yaşanacak ve dünyamızın kaderini de bu savaş biçimlendirecekmiş:

“Akdeniz, Doğu ile Batı arasında hem doğal hem de kültürel bir sınırdır; geçmişte olduğu gibi gelecekte de ‘uygarlıklar savaşı’nın bu sınırda yapılacağı kuşkusuzdur. Kuşku götürmeyen başka bir şey de bunun bir kültürler savaşı olacağıdır. Sınır ya Batıya doğru çekilecek ya da Doğuya doğru genişleyecektir.”17

Türkiye de, pek tabiidir ki, bu savaşın tam göbeğinde yer alacakmış… Ve hatta dünyanın kaderini biz tayin edecekmişiz…18

Bu yazıyı bu noktaya kadar okuma sabrını göstermiş olanlar, Gökdemir’ in, kitabının bir başka yerinde “sınıf yok, kültür var” başlığını atıp CIA tezgahlarından söz etmesini, şaşırtıcı ya da ilginç bulmayacaklardır…

Dolayısıyla asıl mesele üzerinde duralım.

Doğu’ yu bütünleştirebilecek, bizim de dayanak alabileceğimiz ortak değerler ya da dinamikler hangileridir?

Eski Mısır’ ın mistik inançları mı?

Yoksa Batı, yani doğru adıyla emperyalizm tarafından sömürülüyor olmak mı?

İster sağcılar tarafından üretilsinler isterse solcular tarafından, “Büyük Doğu” projelerinin19 en önemli sorunu, Doğu’ yu birleştirebilecek olan tek dinamiğin, “Doğulu” kimliğinin aşılmasını gerektiriyor olması.

Türkiye, Suriye, İran, Irak, Mısır, Hindistan, Çin ve diğer “Doğu” ülkelerinin halklarını birleştirebilecek olan “Batı düşmanlığı” değil emperyalizm ve kapitalizm karşıtlığıdır. “Batı kültürü” ne düşmanlık adına üretilebilecek olan tek bir şey vardır: Doğu gericiliği. Ve gericilik birleştirmez, böler…

Emperyalist Avrupa’ nın kültürü ile sömürgeleştirilmiş Doğu’ nun (tek bir bütün olarak varlığı söz konusu olmayan) kültüründen birini diğerine tercih etmek marksistlerin işi değildir.

Bir başka açıdan yaklaşılırsa, Doğu’ nun ortak ve farklı bir kadere sahip olduğu ya da olabileceği iddiası, düpedüz emperyalistlerin uydurmasıdır.

“Batı ile Doğu’ nun kültür savaşı” na ilişkin ABD kökenli ve CIA destekli senaryoların ciddiye alınır bir tarafı bulunmuyor. Ama ciddiye almak gerekseydi, komünistlerin tutumu, bu savaşın taraflarından biri haline gelmek değil, her iki cephenin proleterlerini sosyalizm mücadelesine çağırmak olurdu.

Her şeyden önemlisi, “Batı” ya da “Avrupa” düşmanlığı, Türkiye’ nin de içinde bulunduğu bölgenin ve dolayısıyla dünyanın kaderini gerçekten değiştirebilecek olan bir devrimci buluşmanın önünü kesecektir.

Yunanistan’ ı, Balkan halklarını, Orta ve Doğu Avrupa’ nın eski sosyalist ülkelerinin halklarını nereye koyacağız? Aslen “Doğulu” olduklarını mı iddia edeceğiz?

Türkiye’ den baktığımızda görmemiz gereken şey şu: Avrupa Birliği’ nin genişleme süreci, devrimci dinamikleri tetikleyecek.

Bu sürecin çok fazla sancı üreteceği ve Avrupalı emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkilerin işlerini iyice zorlaştıracağı yeterince belirginlik kazanmıştır. Türkiye’ nin, verilip verilmeyeceği bile en erken on yıl sonra belli olacak olan üyeliğine ilişkin müzakerelerin başlatılması kararının bile Avrupa’ da ciddi tartışmalara yol açması, devlet başkanlığı ya da başbakanlık yapmakta olan ya da yapmış Avrupa liderlerinin telaş içinde referandumdan, özel statüden vb. söz etmeleri sıkıntının büyüklüğünü gösteriyor.

Avrupa’ nın bugünkü bütünleşme sürecinin tek bir itici gücü olabilir: Birliğin emperyalist karakterinin giderek öne çıkması.

Bunun için, başka şeylerin yanında, gerçek ve güçlü bir yürütme gücüne ihtiyaç var.

Oysa, Irak Savaşı’ nın bir kez daha gösterdiği üzere, AB, ciddi dış politika başlıklarında kolaylıkla ortadan ikiye bölünebiliyor.

Türkiye’ yi kapsamaya dönük bir strateji geliştirmek konusunda bile bu denli zorlanan bir Avrupa Birliği, önümüzdeki dönemde, özellikle yeni kapsadığı ülkelerde yarattığı büyük beklentilerin ağırlığı altında ezilmeye adaydır.

Söz konusu ülkelerde, sosyalizm döneminin ideolojik ve kültürel birikimi henüz mutlak olarak tasfiye edilebilmiş değildir. Dolayısıyla Orta ve Doğu Avrupa ile Balkanlar’ daki sınıf dinamiklerinin buluşturulması, “kültürel” açıdan da son derece devrimci bir projedir.

Avrupa’ dan vazgeçebilir miyiz?

Neden vazgeçelim?

Avrupa’dan vazgeçmek, Avrupa üzerindeki tarihsel haklarımızdan da vazgeçmek anlamına gelir.

Avrupalı emperyalistlerin denetimi altındaki muazzam maddi birikim, tüm dünya halklarının sırtından elde edildi. Avrupalı emperyalistlerin “fikri mülkiyet hakkı” dedikleri hırsızlık mekanizmasıyla tekellerine aldıkları bilgi birikimi, insanlığın bütününe ait. Avrupa’ nın kültür mirasında, sömürgeleştirdikleri ülkelerden kaçırıp götürdükleri tarihsel eserleri hiç anmasak bile, yine tüm insanlığın katkısı var.

Bunları geri almaktan söz etmiyorum tabii ki. Sosyalizm, insanlığın birikimini birilerinden alıp başkalarına vermek değil, bu birikimi paylaşarak çoğaltmaktır.

Komünistler olarak, Avrupa’ dan vazgeçme hatasını bir kez yaptık. Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’ nın batısını unutmaya karar verdiği anda, dünya devrimi perspektifi büyük bir yara almıştı.

ABD ile Avrupa arasında ciddi bir fark var.

Emperyalizmin dünya ölçeğindeki ideolojik ve kültürel hegemonyası, ABD damgasını taşıyor. Diğer yandan, emperyalist saldırganlık, ABD’ nin içe dönük olarak da kullandığı en güçlü kozu durumunda.

Avrupa emperyalizmi, bu açıdan bakıldığında, kendi halklarına karşı, daha zayıf bir konumda.

Dezavantajlarını avantaja çevirmeye çalıştıkları açık: AB’ nin kendi dışındaki ülkelerin halkları için bir umut kaynağı haline gelebilmesinde, “sosyal” hakları yeterince hızlı bir şekilde tasfiye edememelerinin de payı bulunuyor.

Avrupa Birliği, Avrupa emperyalizminin tüm tarihsel yüklerinden kurtulma ve kendi halkları üzerindeki egemenliğini mutlaklaştırma projesidir.

Bu projenin devrimci dinamikleri tetikleyerek iflas etmesi, Avrupa’ nın bütünü üzerinde sarsıcı etkilerde bulunacaktır.

Türkiyeli komünistlerin önünde, Avrupa Birliği ile nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan “Doğu” arasında bir tercih yapma zorunluluğu değil, Avrupa halklarının Avrupa Birliği’ ne karşı ortak mücadelesinin örülmesine ve gelişimine katkıda bulunma görevi duruyor. Tabii ki, kendi ülkemizden başlayarak…

Dipnotlar

  1. Orhan Gökdemir, Aydınlanma Tarikatı, Chiviyazıları Yay., İstanbul, 2003.
  2. a.g.y., s.14.
  3. a.g.y., s.14.
  4. Colin A. Ronan, Bilim Tarihi, çev: E. İhsanoğlu, F. Günergun, TÜBİTAK Yay., Ankara, Ocak 2003, s.365.
  5. Okültizm: Gizlicilik, bilgiye gizli yöntemlerle ulaşmaya çalışan mistik akımlara verilen isim.
  6. Orhan G., a.g.y., s.46.
  7. Gerçekte, Einstein’ ın bu çalışması Türkçe’ ye çok uzun yıllar önce, “İzafiyet Teorisi” adıyla kazandırılmıştı… Bu kitabın ilk Türkçe çevirisi ne zaman yapıldı, bilmiyorum ama 1976 yılında Deniz Kitaplar Yayınevi tarafından “Nihat Fındıklı” çevirisiyle basılmış.
  8. Orhan G., a.g.y., s.118-119.
  9. Heinz R. Pagels, Kozmik Kod, çev: Nezihe Bahar, Sarmal Yay., İstanbul, İkinci Baskı, Ekim 2003, s.43.
  10. Kabbalacılık: Tevrat’ ı sayılarla yorumlamaya çalışma; sayı gizemciliği.
  11. Gökdemir, kitabının bir başka yerinde, “big bang” kuramının Hawking’ e ait olduğunu ileri sürüyor. s.98.
  12. a.g.y., s.49.
  13. Orhan G., a.g.y., s.124.
  14. a.g.y., s.131.
  15. Aslında, şu “büyücülük” meselesi üzerinde de durmak gerekiyor… Din, büyücülük ve bilim, birlikte doğmuşlardır. Din adamları, bilgiyi bir egemenlik aracı olarak kullanırken, büyücülüğe de başvurmuşlardır. Büyücü din damının muhtelif bitkileri harmanlayarak ürettiği iksir, bazı hastalıklara gerçekten de deva oluyorsa, ona saygınlık kazandırır. Baharın ne zaman geleceğini ya da Ay’ ın ne zaman tutulacağını haber veren kahin din adamı da, bu konularda daha başarılı olabilmek için, gök cisimlerinin hareketlerini iyi gözlemlemek ve kaydetmek zorundadır. Bilimin dinden (ve büyüden) bağımsızlaşması, insanlık tarihi açısından bakıldığında, son derece yeni bir olgudur ve ilgi çekici olan, kökenlerinden çok, bunları aşabilmiş olmasıdır.
  16. Orhan G., a.g.y., s.68.
  17. a.g.y., s.65.
  18. “Dünya tarihinin bu topraklarda başladığını hiç akıldan çıkarmadan, Doğu’ nun ve Batı’ nın kaderini değiştimeye aday olmayan bir tarz-ı siyasetin artık bu topraklarda yaşama şansı yoktur ve bunu becerebilecek yetenek ve birikimin tek temsilcisi olan Komünist hareket şimdi yeniden dünyanın kendisi olmaya adaydır.”, s.90.
  19. Doğu’ ya ilişkin bulanık hayallerin “proje” sıfatını hak edip etmedikleri ayrı bir konu…
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×