Pratiğin ve Eylemin Bilincine Doğru

Marksist teoride bir bunalımdan söz ediliyor. Kimileri bu durumu işçi hareketinin buhranına, üretici güçlerin gelişimiyle sınıf çelişkilerinin gelişmesi ardındaki bağın kopmasına bağlıyor. Kimileri ise aynı buhranı, Marksist teorinin doğum yerinde, Batıda, teorisyenlerin toplumsal perspektif yaratamama durumuyla karşı karşıya kalmalarına ve işçi sınıfı pratiği ile sosyalist teori arasında gittikçe artan kopuklukla (teori -pratik kopukluğu) açıklamaya çalışıyor. Bunalım, toplumsal gelişimin ortaya çıkardığı birçok önemli soruna Marksist teorinin çözüm getiremediği, toplumsal pratiğin Marksist kavramlarla yeterince açıklanamaz bir duruma geldiği, yine teorinin, en başından beri var olan ve zamanla çeşitli biçimlerde kurumlaştırılan bazı uygulamalarla kendini yenileme dinamiğini gittikçe yitirdiği biçiminde formüle ediliyor.

Bir ifade edebilme yeteneği eksikliğinin – ya da kavrayabilme eksikliğinin – nedenleri olarak yine çeşitli yorumlar yapılıyor. Marksizmin kronik karşıtları “bir bağlantılar zinciri” olarak gördükleri Marksizmin bu bağlantılarının, “geçmişte olduğu gibi gelecekte de kanıtlanma şansı olmadığı”nı1 söylüyorlar. Bu yakada, kendilerini Marksist sayanlar içinde de durum pek farklı değil. Yaşanan dönem, dahası- gelecek için ‘kötümserlik teorileri” üretmeyenlere neredeyse aydın gözüyle bakılamaz olduğu, entellektüel düzeyin kötümserlik oranıyla ölçülür hale geldiği görülüyor. “Ne kadar farklı, ne kadar kural-dışı olurlarsa olsunlar, birleştikleri temel bir özellik var; ortak ve gizli bir kötümserlik. Bu geleneğin (Batı Marksist geleneği kastediliyor, HK) özündeki bütün büyük farklılıklar ve gelişmeler ortaya koyduğu sonuçların ya da vargıların koyu umutsuzluğuyla tarihi maddeciliğin klasik mirasından ayrılır.”2

Tüm bunlar, Marksizmin bunalımdan çok, kimi Marksistlerin bunalımına işaret ediyor. Burada, kesinlikle, kavramın kişiselleştirildiği sanılmamalı. Ancak Marksist teorinin, özellikle batıda yaşanılan sürecin – ne kadar durağan olursa olsun – zenginliğinden yeterince yararlanıldığı söylenemez. Teorinin önünde duran engellerin büyüklüğü, gerçekte onun atılımının büyüklüğüne neden olabilecekken, aynı engellerin, sonu gelmez tarif çabalarıyla gittikçe Kafdağı gibi algılanmaya başlandığı görülüyor. Bu nedenle “Batı Marksizmi”ni, anlamanın dışında kıyasıya eleştirmek gerekiyor. Engellerin önünde yığılıp kalan “Batı Marksistleri”nin oluşturduğu yükseltiden de faydalanarak bu engelleri aşmak yeni kuşaklara – belki daha umut vaat eden yerlerde- kalıyor. Clausewits “teori insan unsurunu hesaba katmalı ve cesarete, yiğitliğe, hatta cürete yer vermelidir” diyor.3 Clausewits’in anlatımında eksik olan, inanç. “Marksizmi bunaltanlarda” ise bunların hiçbiri görünmüyor.

Sözü edilen kavrama yetersizliğinin büyük ölçüde, öznellik-nesnellik bilinç -kendiliğindenlik özne -yapı altyapı -üstyapı vb. kavramları kapsar biçimde parça-bütün ilişkilerinde odaklandığı söylenebilir.

Bir nesnenin özü, başka nesnelerle ilişkisi sayesinde yoktan var-olmaz; zaten vardır. Aynı özün kendini somutlaması ancak başka (zıt) ve dış nesneler aracılığı ile gerçekleşir. Bu gerçekleşme birçok bakımdan önemlidir. İlki nesnelerin ancak başka nesnelerle ilişkisinde anlam kazanacağını ifade eder. İkincisi bu ilişkinin varlığı aynı zamanda nesneyi oluşturan parçaların – daha alt kategoride – kendi aralarındaki ilişkiler bütünlüğünün daha farklı bir karakter kazanmasını – yani değişimi – gösterir. Burada hiçbir öznelliğin değişmediği gerçeklik, ilişkiye girmedir, ilişkinin var olma zorunluluğudur. Çünkü nesneler ilişkiye girdikleri için değiştikleri gibi, aynı zamanda değişme zorunlulukları nedeniyle değişikliğe girerler. Bu primer özellik diyalektik metodun temellerinden biridir. Eğer bu ifadede kompleks ve değişken bir nesnenin ifadesini bulamıyorsak olguya statik yapısalcı bir gözle yaklaşıyoruz demektir.

Bütünlük tek tek parçaların toplamından daha fazla şeyi anlatır. Tanımı gereği bütünlük belirli bir sınırlandırmayı, sınır çizmeyi gerektirir. Tek tek parçaların bu sınırın dışındakilerle ilişkisi bütünlüğün sınırındaki biçimlendirmeye tabidir. Sonuç olarak bu ilişkileri tek tek parçalar değil bütünlüğün kendisi kurar. Bu bütünlük içinde egemen konumda olan parça, ilişkiden en çok etkilenen ve en çok değişikliğe uğrayandır. Bu anlamda en gelişkin, en kalıcı ve en az değişeni değil tam tersine en çok değişeni, çelişkileri en fazla barındıranı ve bütünlüğün “zayıf halkasını” oluşturandır. Zayıf olan halkanın, gerçekte, halkanın eski bütünlüğüne yönelik bir zayıflık ve dolayısıyla yeni olanın tutunacağı, gelişeceği, yani eskinin gelişim yönünde en çok çelişkiyi, en gelişmiş ve keskinleşmiş halleriyle barındırması anlamında tüm halkalar içinde en önemlisi olduğu söylenebilir. Dolayısıyla halkanın en zayıfını görmek aynı zamanda zincirin – bütünlüğün – özünü görmek oluyor. Sonuç olarak bu halka sıradan olandan farklıdır ve diğer bütün halkalar için kendilerinden daha fazla gerçek bilgi verir. Bu bilgi ile bütünlüğün kendisinin incelenmesinden önce ve hatta bütünlüğün bir nesne olarak kendini gerçeklemesinden önce onun özünün kavranması mümkün olur.

Parça – Bütün Diyalektiği

Parçalar arasında, bütünün genel çelişkilerini daha kapsayıcı ve dolayısıyla bu çelişkilerin çözümünü daha fazla barındırır biçimde ve bütünün özünü yansıtması bakımından, bir gelişkinlik farkı olduğunu söyledik. Bu fark tarihsel olarak değişikliğe uğrayabilir. Üstyapısal bütünlüğün içinde, kapitalist toplum bazında, böyle bir öneme ve özelliğe sahip alan siyasi mücadele alanıdır, siyasettir. Buradan şu sonuç ortaya çıkar: Siyaset bir üstyapısal ilişki olarak diğer üstyapı kurumları arasında bir biçimlendiriciliğe ve “egemenliğe” sahip olandır. Bu “egemenlik” onun diğer parçalara nazaran farklı bir gelişim düzeyi olduğunu gösterir. Bu gelişim düzeyi ona bütünlüğün içinde bir ayrıcalık ve özgünlük kazandırır. Bu özgünlük öncelik olarak ifade edilebilir. Çünkü diğer bütünlüklerle olan ilişkilerde diğer parçalara nazaran daha fazla etkilenen çelişkileri barındıran dolayısıyla bu ilişkilerden doğan sonuçları daha fazla şekillendiren odur. Bu ilişkiler ki, tüm diğer parçaların varlıklarını gerçekledikleri durumlar olup en fazla onun şekillendirmesiyle sonuçta yine onun diğerleri üzerine “egemenliğine” yol açar.

Buradaki egemenliğin ana özelliği (niteliksel) değişimin dinamiklerini kendi içinde en fazla taşıyor olmasıdır. Bir diğer kategoride, altyapı- üstyapı ilişkilerinde de ilişkilerin doğası benzer özelliklerce oluşturulur. Ekonomik ilişkiler yeniden üretim süreci içinde var olan çelişkilere yenilerini katarak ve onları keskinleştirerek niteliksel değişimin beslendiği kanalları sürekli açık tutar. Oysa toplumsal üstyapının, gerçekte tam tersi bir işlevi vardır. Gerek ideoloji gerek ahlak gerekse tüm diğer üstyapısal kurumlar var olan çelişkileri törpülemeye bunları olması gerekenlermiş gibi göstermeye çalışırlar. Dolayısıyla toplumsal üstyapının yeniden üretimi bu statik doğası nedeniyle altyapıdan niteliksel olarak ayrılır. Bu ayrılık ya da fark belirlenme konusunda altyapının önselliğinin nedenini oluşturur.

Her iki düzeyde de var olan bu önselliğin sonuçlarını bu sonuçlardan belki de en önemlisi olan siyasi egemenliği incelemek yazının konusu içinde değil. Ancak siyasetin ve eylemli mücadelenin gerekliliğini bu yönüyle incelemek gerekiyor.

Eylem verili anın, altyapının ve ilişkilerinin tam ve kapsayıcı bilgisine sahip olmayı gerekli kılmaz. Tam tersine bu bilgileri değişen şartlarda içselleştirebilmenin yolu, süreç içinde eylemli olabilmekten geçer. Bir alt düzeyde birey özelinde şöyle örneklendirilebilir: Bir sınıfın gerçek bilinci ile o sınıf içinde bir bireyin bilinci arasında fark olabilir. Burada bizim için önemli olan farklılaşmış bireyin o sınıfın o sınıf olmasını sağlayan yani sınıf olarak tanımlanmasına sebep olan “rutin”lerin dışında birtakım faaliyetler sürdürüyor olmasının gerekliliğidir.

Bu farklılaşma süreci, başlangıç noktasını “rutin” olandan alabilir. Ancak sürecin devamı ve gelişkinliği; “rutin” dışı faaliyetlerin varlığına ve gelişkinliğine bağlıdır. Farklılaşmanın her zaman olumlu yönde olması elbette beklenemez. “Rutin” olanın dışına çıkamayan sosyalistlerin ufuklarının zamanla nasıl daraldığını gerçek sınıf bilinçlerinin hapishanesine nasıl kapandıklarını örnekleriyle bolca görüyoruz.

Kapitalizmin gelişimiyle birlikte bazı aydınların kendi sınıf bilinçlerini aşarak farklı bir misyona soyundukları da görülüyor. Buradan şu sonuç çıkıyor: Süreçler nesnellik taşır davranışlar ve eğilimler değil. Sürecin dışına düşenler nesnelliği biçimlendiremiyorlar.

Aramak… Bu fiil iki ayrı öznenin nesnel sürecini anlatıyor. Maddi yaşam işçi sınıfına teori arama içgüdüsü aydınlara da maddi yaşamı değiştirecek motoru arama yönelimi sağlıyor. Ancak bu nesnel süreç alıcı olmanın sübjektivizmi nedeniyle ortaya farklı sonuçlar çıkarıyor. Farklılıklar içinde en doğru olanı bulmak aynı zamanda sürecin mantığını yakalamayı gerektiriyor. 0 halde sürecin mantığı nedir diye sorup şu yanıt verilebilir: öznelliğin zorlanması. Süreçler öznelliği zorluyor. Aydınların ve sınıfın en iradi olayı bu nedenle nesnelliğin en büyük zaferi oluyor. “İman gücü, insanın eylemiyle toplumu ve dünyayı değiştirebilme olanaklarına sahip oluşunu vurgulayan bütün büyük Marksist yapıtlar 1848, 1871, 1905 ve 1917 (Rusya’da) sıralarındaki büyük devrimci dönemlerde oluşmuştur.” 4

Kitleler bilinçlerini eylemleriyle gerçeklik haline getirirler. İşçi sınıfı bilincinin toplumun geniş kesimlerinin çıkarlarını da kapsar biçimde kendini gerçeklemesi bir sınıf olarak burjuvaziyle vereceği iktidar mücadelesi ile olur. Bu anlamda sınıf eylemi sınıf bilincine öncelik eder. Sınıf bilinci bu eylemin hedefini ve yönünü çizer. Sınıflar arası hegemonya ilişkileri ‘zor’a ve “kabul!’ anlamında “onay”a dayanır. Eylemin gerilemesi pratik sınıf mücadelesinin durağanlaşması sınıfın kendi bilincini gerçekleme yollarını daraltır. Ona ters düşer. Dolayısıyla kendi sınıf bilincinden uzaklaştırır. Bu durum ise “onay”ın kaynağıdır (Bu “onay”dan inanmayı değil kabul etmeyi anlıyoruz). Burada mücadele edilmesi gereken onay gerçekte ideolojik değil tersine pratik bir temel üzerinde yükselir. Bir bakıma yanlış anlaşılmayı da göze alarak şöyle formüle edebiliriz: Kitleler ya da işçi sınıfı- eylemsiz kaldıkları için onaylarlar onayladıkları için eylemsiz kalmazlar.

Bu nedenle bilinçli çekirdeğin mücadelesinin ana ekseni sınıfı kendi sınıf bilinci doğrultusunda hareketlendirebilmektedir. Yoksa işin sadece “zor” ile yürütülemeyeceği gerçeğini söyleyip zoru alt-etmek için onu tahkim eden “onay”ı önceden saf dışı bırakma çabaları üstyapı kurumlarının dönüştürülerek burjuvazinin hegemonyasının kaldırılacağı türü yaklaşımlarla özdeşlik gösterir. Bu aşamacı mantığın radikal bir öğreti olan Marksizme yabancı olması doğaldır. Marksizm radikaldir. Maddi hayatın insanı belirlediğini söyledikten sonra buradan aslolanın maddi hayatın insanileştirilmesi olduğunu çıkaran bir öğretinin radikal olmaması düşünülebilir mi? Marksizm radikaldir. En zayıf yere en öldürücü darbeyi vurmayı gösterir. Düşmanın açlıktan zayıflayarak ölmesini beklemez.

İdeoloji ve Belirlenme

Herhangi bir dönemde (yanlış bilinç anlamında) aydınların ideolojik söylemlerinin kaynağını oluşturan ve bunları ifade ediş tarzlarından pratiğe yansıtma biçimlenme kadar biçimlendiren nedir? Bu ideolojik yaklaşımların bilinçli bir çarpıtmanın ürünü olduğu söylenebilir mi? Genel olarak bu mümkün değil. O halde kolaylıkla söylenebilen ve ilk anda akla gelen bir diğer durum o dönem koşullarının belirlenimi altında bir ürün olarak bu ideolojilerin ortaya çıktıklarıdır. İlk anda akla gelen ve görünenin her zaman birtakım tehlikeler taşıdığı bilinir işte bu basit görünen gerçekle bir adım daha atılırsa nesnel koşulların tüm aydınları bilinçlendirebileceği ve “yanlış bilinç” anlamında ideolojiyi ortadan kaldırabileceği de söylenebilir. Ancak görüyoruz ki kaynağını toplumsal ilişkiler bütününden alan nesnellik ve bunun değişimi yalnız başına hiç de böyle bir sonuç vermiyor. İdeolojik yaklaşımlar çeşitli biçimlerde varlıklarını sürdürüyor.

Nesnel koşullar ile aydınlar arasındaki ilişkinin bir önemli yanı burada özellikle ortaya çıkıyor. Aydının “alıcı” konumundaki sübjektifliği yanlış bilincin kaynağını oluşturabileceği gibi pekala “doğru bilinç”in çıkış noktası da olabilir. Belirleyen -belirlenen ilişkisi içinde sonucun belirleyenin -bir diğer deyişle verili koşulların- özelliklerinden ziyade belirlenenin -yani bu koşulları gerçekleyenin- doğasına bağlı olduğu görülüyor. Belirlenme ilişkisi çerçevesinde oluşan bu farklı sonuçlar bir yanda bu sonuçlara ulaşanlar içinde en gelişkininin -burada Marksist aydın- yeni teorik malzemesi olurken, diğer yanda o’nun işlevine açıklayıcılık getiriyor. Bilinç aktarımı yani aracılık..

Sürecin tümüne kapsayıcı ve bütüncül yaklaşabilen Marksist aydının politik işlevi nesnel ortam içinde onun bir pratik ifadesi olarak var olan potansiyel dönüştürücü güce -işçi sınıfına- kendi bilincinde olmasının aracılığı biçiminde beliriyor.

Nesnellik kendi içinden çıkan ve kendi pratik ifadesi olan bir o kendiliğinden hareketin sınıf bilincine sahip olma süreciyle birlikte temelinden sarsılırken, diğer yandan bu gelişim yeni bir nesnelliğin beslendiği ana kaynağı oluşturur.

Teori ve Pratik Birliğine Doğru

İnsan bilinci “ölüler dünyası”na, yaşayanların ve yaşayacakların o anki dünyasında varolan sorunlarına çözüm bulabilmek için girer Geçmişte yaşananların gelecekte de aynı kalıp ve çerçeveler içinde yeniden yaşanamayacağı ya da tarihin belirli bir anda dondurulup incelenemeyeceği anlamında teori-pratik birliğinin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini varsaymak doğrudur. Gerçekçidir.

Buna karşın Marksist öğretinin hedef de teori ve pratik birliğini bir daha ayrılmayacak biçimde sağlamak değildir. Böyle olsaydı insan bilincinin yaşanan anı her zaman doğru olarak soyutlayıp bir mükemmelliğe ulaştırabileceğini bugünün güncelin teorik olarak yaşanabileceğini öngörmek gerekirdi. Böyle düşünmüyoruz. Ancak Marksizm’i kendi ütopik teorilerine uydurma çalışmalarından yorulmuş kimi Batılı aydınların ifade ettikleri biçimde bu birliğin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini varsaymak da Marksizm’i devrimci özünden ayırmak oluyor.

Marksist teori dünyayı değiştirme şiarı ile yola çıktı. Bunu teorinin maddi bir güç haline gelebileceğini göstererek temellendirdi. Bir soyutlamalar bütünü olarak teori nasıl maddi bir güç haline gelecek? 1917 bunu gösterdi. Bunun da ötesinde aynı deneyim bu sürecin yani teorinin maddi bir güç haline dönüşmesi sünecinin teorik ve pratik araçlarla öngörülebilir denetlenebilir bir süreç haline gelebileceğini dahası getirilmesi gerektiğini savundu.

Bu miras ışığında teorinin soyut dünyasından pratiğin maddi somut dünyasına gelen kanalları ortaya çıkarabilmek ve bu iki dünya arasında gerçek ilişkiyi kurabilmek mümkün oldu. Yine bu miras iledir ki teorinin kendisini gerçekleyecek onu maddi güce dönüştürecek toplumsal sınıf hareketiyle bağ kurabilmesi sınıf hareketi ve teorinin karşılıklı olarak alıcı konuma getirilebilmesi mümkün oldu.

“Geçmişe ait bilinen şeylerin geleceğe ait bilinebilecek şeylerden fazla olması; işte bu devrimci devrimin güncelliğinde bir anlam ifade etmez hale gelir. Çünkü yaşanan her şey toplumun (nesnel) yasalı ve (öznel) güçleri bir tek noktada odaklanır. Sorunlar ve çözümler bir yerde kristalleşir; toplumsal devrimde. İşte burada teori-pratik birliği en soyut kategorilerden en somut fiillere kadar ortaya çıkar. Devrimci Parti ile ortaya çıkar hareketlenen sınıfın o karşı konulmaz gücü ile ortaya çıkar, Nisan Tezleri ile ortaya çıkar…

İşte bu anlamda toplumsal ilişkiler bütünü içinde teori ve pratik ayrıklığı belirli bir tarihsel anda en aza indirilebilir veya tümüyle ortadan kalkabilir. Bu an toplumsal devrimin kendisidir. Sınıf bilinci ile hareketlenen kitleler teoriyi gerçek bir maddi güce dönüştürürler. İşte bu dönüşüm, teorinin, devrimin güncelliğinde, geçmişin bilgisinin üstün donanımından aldığı güçle somut pratiği biçimlendirip, onunla aynı şey haline gelmesine yol açar. Teori-pratik birliği sağlanır.

Teori Pratik Birliği ve Devrimler

Teori ve pratik birliğinin sağlanması konusunda sosyalist devrimlerle burjuva demokratik devrimleri arasında gerçek olma anlamında fark vardır. Yani sağlanan teori-pratik birliği burjuva demokratik devrimlerinde izafi sosyalist devrimlerde ise gerçektir. Bu fark da sosyalist devrimi tüm diğer toplumsal devrimlerden ayıran bir temel özelliğinden kaynaklanır. Bu özellik tarihsel olarak sosyalist devrimin sınıfların ortadan kaldırılması yolunu bilinçli bir şekilde açma amacıyla gündeme gelmesidir. Bunun maddi koşullarının yaratılmasını hedeflemesidir. Oysa burjuva devrimcisi insanların eşit ve özgür olduklarını söylerken bunun kağıt üzerinde kalmaya mahkum olduğunu göremez. Herkese sağlandığı sanılan fırsat eşitliğinin tüm haksızlıkları ortadan kaldıracağına inanır.

Burjuva demokratik devrimi için gerekli olan bilincin sınırları bu şekilde çizilir. Bilinç toplumun değiştirilmesinin bilinci değildir. Değişen toplumun gelişen bilincine bir tarihsel sınıfın çıkarlarını ifade eder biçimde egemenlik kurdurtma bilincidir. Bu nedenle burjuva söylemi içinde teori-pratik birliği zamanla tedricen ve sosyalist devrime göre bir başka alt düzeyde sağlanır. Bu süreçte “hızını alamayanlar’ sürecin nesnelliğinin bir başka düzeye uzanan kollarında olması gerekenden fazla yol almaya çalışanlar törpülenir. Tarih onlara “yazık oldu” der. Gelecek kuşaklara bir miras bir devrimci soluk bırakırlar. Burjuva demokratik devrimleri bu nedenle bir finali bir bitişi anlatır.

Sosyalist devrim ise bir başlangıçtır. Teori pratik birliği sosyalistler için her şeyden önce soyut olarak sağlanmak durumundadır. Bu ise pratiği aşan sınıf bilincini gerektirir. Tarihi anlamayı yönünü öngörmeyi gerektirir. Zorunlu kılar. Ancak teori ve pratik birliğinin sağlanması yetkin bir teorik açılım ve perspektifin yanı sıra, gelişkin bir sınıf hareketinin de varlığını gerektirir. Teori ve bilinç sınıf mücadelesinin aldığı biçimlere sıkı sıkıya bağlıdır. Dahası iktidarın zorlanması pratiğini de öngerektirir. Bu sürecin sonunda da hızını alamayanlar çıkar. Bunlar devrim dışına düşerler. Ancak tarih onlara “karşı-devrimci” sıfatını layık görür. Devrimci bir miras bırakmazlar. Bu ise sosyalist devrimle sağlanan teori-pratik birliğini daha genelde ise parça bütün ilişkileri etrafında düşünülebilecek olguların hayatın geliştirdiği biçimiyle insan aklınca en yetkin biçimde kavranabilir durumda olduğunu gösterir.

Toplumsal gelişim teori ve pratik arasında kurulan bağları yeniden zorlamaya başlar. Bu nedenledir ki Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm devrimci bir öğretidir; yeni oluşan toplumsal durumun tutucu taşlaşmış bir ifadesi olmaktan yaşamın her zaman karşımıza mücadele edilmesi gereken çelişkiler çıkarması gerektiğinin bilinciyle ayrılır. O’nu çağlar boyu genç tutacak devrimci özü yaşanılan gerçeğe ulaşılabilir olma bilincini ortaya çıkarmasındadır.

Oysa burjuva ideolojisi tam tamına bu nedenle tutucudur. Burjuvazinin teorik söylemi gerçek dünyanın kendisi tarafından değişmez biçimde açıklandığını ve onunla -kendi söylemleriyle- bu gerçekliğin her an kurulmakta olduğunu anlatır. Burjuva düşüncesi için teori pratik birliği sorunu yoktur çözümlenmiştir. İşçi sınıfının devrimci öğretisi ise değişen gerçekliklerin her zaman yorumlanmaya ihtiyacı olduğunu değiştirme eyleminin bu. Nedenle “somut durumun somut tahlili” ile gerçekleşebileceğini savunur. Bu sorun yani yeniden yorumlama ve değiştirme eylemi teori ve pratik birliğinin sürekliliği ile bunun ancak belirli tarihsel koşullarda geçici olarak kurulabileceğini göstermesi Marksizmin bilimsel ve devrimci karakterinin göstergesidir. Yoksa hiçbir zaman kurulamayacak teori-pratik birliği teorik söylemin gerçekliği hiçbir zaman yakalayamayacağı dünyanın insan beyni tarafından kavranılamaz olduğu sonucuna varır. İdealist bir yaklaşımdan kaynaklanan teori ve pratik arasında var olan eşitsizliğin inkarı aynı zamanda Marksizmin bir ‘bağlantılar zinciri” olarak gören ve onun bu nedenle bilimsel bir özü olamayacağını göstermeye çalışan burjuva teorilerine haklılık kazandırma çabaları olarak yorumlanabilir ancak.

Ütopik olmak ulaşılamayacak gerçekliklerin yani hayallerin peşinden koşmaktır. Sezgi; düşünce yaratıcılık ve deneyimin bir biçimde buluşması ve bunlar arasında kalan boşluğun doldurulmasıdır. Sezginin işlenmiş haline sağduyu diyebiliriz. Pratik olarak içinde olasılık barındıran her şey sezgiye sağduyuya muhtaçtır. Bir kurallar ve sistemler oyunu olan satranç nasıl sezgi ve say duyu yokluğunda yenilgiye yol açıyorsa politika da birtakım kural ve prensiplerin yanı sıra sezgiye sağduyuya ihtiyaç duyuyor.

Sağduyu hayal ile beslenir. Gerçeklikten kopmadan hayal edebilmekle. Hayal kurabilmekse, umutlu olmayı öngerektiriyor. İnsanlar umutsuz hayal edemiyorlar. Marksizm ütopizmden burada ayrılıyor. Marksizmi sonsuza dek ayrılmayacak teori -pratik birliğinin teorisi haline getirmek isteyenler bu nedenle ütopik kalıyorlar. Bunun iki türlü sonucu olduğunu görüyoruz. İlki teorinin zorlanması. Eski deyimiyle devrimci lafazanlık. Yeni adıyla Batı Marksizmi. İkincisi pratiğin zorlanması. Eski örneği anarşizm. Yeni örnekleriyle Kültür Devrimi Pol-Pot rejimi vb. Teorinin ve pratiğin aralarında birliğin sağlanması uğruna zorlanmasının sonuçlarını incelemek yazının konusu içinde değil. Ancak bu yazıyı ilgilendirdiği kadarıyla Marksizmin pratik zorlama ile yaratıcılık ve gelişkinlikten teorik zorlama ile de devrimci pratik ve eylemden tümüyle koparılmaya çalışıldığını söylemek mümkün. Bu nedenle Batı Marksizminin “birliği” teorik olarak kurma çabaları ortaya “kötümserlik teorilerinden” başka bir şey çıkartmadı. Suç bu birliğin kurulmasına bir türlü elvermeyen Marksizme kaldı diğer tarafta ise hayatın gerçekleri suçlu ilan edildi.

Teori ve pratik birliği teorisinin süreç içindeki gelişiminin kavranması net bir perspektif ile iktidara yürüme sürecinin birlikteliğini ifade eder. Bu birliğin sağlanması rastlantıya ve kendiliğinden bir gelişmeye bırakılamaz diyoruz. Türkiye’den bir ses buna itiraz ediyor. “Bırakalım Türkiye de tarihini yaşasın” 5 diyor. Ne dersiniz; biz de mi bırakalım?

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×