Sıkışma ve Açılım

Bu yazı yazılırken Abdullah Öcalan’ın ya da “asrın davası” Yargıtay aşamasına gelmişti. Hala masanın üzerine yeni şeyler çıkma olasılığı var. Ancak davanın sonucuyla değil ama Kürt hareketinin yaşadığı süreçle ilgilenen bu çalışma açısından pek bir yenilik beklemeye gerek olmayacak. Kürt çevrelerinin Öcalan’ ın izinden giderek “bir 21.yüzyıl manifestosu” ilan ettikleri 1 ilk savunma metni yeterince açık bir pozisyonu yansıtıyor. Bu metnin bir manifesto ya da bildirge olduğu doğrudur. Ancak önümüzdeki yüzyıla bu içerikle uzanacağımız ihtimalinden söz edilmesi bile sosyalistlerin kulağını acıtır! 2

Açıkçası bu metin, baştan söylemek istiyorum, çok derin bir sıkışma halini yansıtıyor. Sıkışan 20. yüzyılın son onyılında dünyamızda yaşanan büyük altüst oluşlar sonrasında genel olarak ulusal mücadelelerdir. Burada söylemek istediğim ise şu: Öcalan sıkışmış durumdadır. PKK sıkışmış durumdadır. Kürt hareketi sıkışmış durumdadır. Ne var ki, bu bunaltıcı tablo hiç de bizim coğrafyamıza özgü değildir:

“Dünya devrim sürecinin organik bir parçası olarak değerlendirilen ulusal kurtuluş mücadelelerinin yapısı da önemli bir değişim geçirmiştir. Yüzyılımızın başında temelde burjuva nitelikli demokratik hareketler biçiminde karşımıza çıkan ulusal kurtuluş süreçleri, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ nın ertesinde, iki antagonist kutuplu dünya sisteminin etkisi altında köklü ideolojik tercihler yapma durumunda kalmıştır. Bu tercihlerin ve kimi iradi çabaların ürünü olarak, kapitalist kalkınma modellerini dışlayan ve sosyal amaçlı bir tür devletçilik uygulayan toplumlardan sosyalist ekonominin temellerinden önemli bir bölümünü atabilen toplumlara kadar bir dizi sosyalist yönelimli ülke ortaya çıktı. Bu ülkeler ulusal kurtuluş süreçlerinin olabilecek en ileri karakollarını oluşturdular.

“Ne var ki, sözünü ettiğimiz süreçler, büyük ölçüde reel sosyalizmin koruyuculuğu altında gelişmişlerdi. Dolayısıyla, reel sosyalizmin çöküşü, bu ülkelerdeki çözülüşü de kolaylaştırdı…

“Bugün, ulusal hareketlerin salt kendi doğaları gereği birer ‘kurtuluş’ hareketi olduklarını peşinen ileri sürmek de güçtür. Sosyalizmin dünyanın siyasal coğrafyasında bağımsız ve etkili bir güç olmaktan çıkmasıyla birlikte, ABD ‘nin başını çektiği emperyalist güçler, günümüzdeki ulusal dinamikler üzerindeki en ağırlıklı dışsal belirleyen durumuna gelmişlerdir. Bu anlamda ‘bağımsızlıkçı’ ulusal hareketlerin herbiri, bu dışsal belirleyenin egemenliği altına girme tehdidiyle karşı karşıyadır…” 3 [STP] 

Kürt hareketinin içine girdiği dönemeci endişeyle, üzüntüyle izliyorum. Ama ne endişe ve üzüntü yetiyor, ne de izlemek… Ekleyeceklerim var. Birincisi, yukarıdaki alıntının tarihi 1992 sonlarıdır ve bir siyasi partinin programından aktarılmıştır. 1992 sonbaharında bunları söyleyebilen bir kollektif yapı, şaşırmaya karşı şerbetlenmiş demektir. 21. yüzyılın uzlaşma belgesi karşısında şaşırmadığımı vurgulamalıyım.

İkinci olarak; Kürt hareketi muhtemelen önümüzdeki evreye çok karmaşık ve kararsız bir tablo devredecektir. Sosyalistlerin işi, karşıt sınıfa ve akılsız dostlara karşı, bu tabloya yön verme yarışına atılmaktır. Ama önce anlamak gerekiyor. Sosyalizmin avantajı, anlamak söz konusu olduğunda çok büyük. Gerisi ise mücadelenin, sınıf mücadelesinin işi…

Başlarken SİP çevresinde kümelenmiş bir dizi yayında yapılan daha kısa değerlendirmeleri izlememiş okurlar için ilk referans niyetine bazı noktaları sıralayacağım. Bunları beğenmeyenler, daha baştan kendilerini sıkmayıp Gelenek’ in başka sayfalarına geçsinler diye değil, beğenmeyen ve tatmin olmayacağını baştan kestirenlerin de okumaya devam etmelerini dileyerek…

1. Kürt hareketinin bir dönemi bitmektedir. Bitmiştir, demiyorsam, devam etme olasılığı gördüğüm için değil kesinlikle… Henüz içindeyiz, henüz bitmedi; yalnızca bu anlamda.

2. Bitenin ne olduğu ve yerine neyin geçeceği bir tartışmanın ve mücadelenin konusudur. Ancak kendi payıma son 15-16 yılın kimi karakteristik özellikleri de dahil olmak üzere, geçmişten geleceğe olduğu gibi taşınacak ögeler aranmamasını diliyorum. Arayanların gerçekçilikten de sosyalizmden de uzaklaşmaya mahkum olduklarını görmek gerekiyor.

3. Öcalan’ ın, altına PKK Başkanlık Konseyi imzasının da konduğu savunması son derece geri bir belgedir. Bu belgeye güzellemeler düzülmesi inandırıcı olmayacaktır. Öte yandan bu belgenin “başka çare var mı” denerek aklanması mücadeleyle işi olmayanların tarzıdır.

4. Sosyalistler bir ulusal soruna, düzen dışı, devrimci bir dinamik haline getirme perspektifiyle yaklaşırlar. Bugün ortaya çıkan belge bir burjuva çözüme yüzünü, sosyalizme sırtını dönmüştür.

5. Bizim tartışmamız çok boyutlu ve bu anlamda zengin bir tartışma olmalıdır. Örneğin bir halkın yorgun düşmüş olması, uluslararası güç dengeleri, akan kanın durması, bir ulusal kimliğin hakları… Hepsi bu yazıda hakkı verilmesi olanaksız bir bütün oluşturacak. Çok sayıda boyutun ise bir üst-belirleyeni olmalı: Sosyalistler için bu üst-belirleyen sosyalist devrim stratejisinden başkası değildir. Açık söylersem, diğer boyutlar sosyalist devrimin rotası karşısında talidir.

6. Bazı boyutlar ise sosyalizme yabancıdır. Örneğin sol hareketimizin içerisinden “gerekirse emperyalistlerden de dayanışma alınır” tipi alık laflar çıkmıştır. Ya da savaş karşıtı patron aramak liberal solcuların vazgeçmedikleri bir boyuttur… Kimi şeyler ise, en başta devrimciliğe yabancıdır. Bizim tartışmamızın meşruiyet sınırları burjuva devletle paralellikleri bile dışta bırakmalıdır.

7. Kürtlerin savaştıklarında da barıştıklarında da sola yaranamadıkları, düşünülebilir. Aslında yalnızca savaşmak ya da yalnızca barışmak, solda her daim yankı bulur. Ama, şu savaşın ya da barışın kendisinden daha önemli olanın hangi hedeflere doğru, ne amaçla yapıldıkları değil midir?

8. Kürt hareketinin bir döneminin bitişine Türkiye burjuvazisi ve belli ki Asker Partisi önderliği imza atmaktadır. İnisiyatif karşı taraftadır.

9. Bitiş… Türk ve Kürt solunda kimse kalkıp miras kavgasına niyetlenmemeli, boşalan alana bakıp ellerini ovuşturmamalıdır. Yalnızca etik açıdan sakıncalı olmakla kalmıyor bu tutum. Ortaya çıkmak üzere olan boşluğu hafife alanlar muhtemelen doldurayım derken boğulacaklardır.

10. Çünkü Kürt hareketi 1980 ve ’90’ lı yıllarda dünyamızın en etkili, en kitlesel ve en sol silahlı mücadelesini örgütlemiştir. Beğenelim, beğenmeyelim bu böyle! Solun işi gerçekten çok ciddi ve çok zordur.

İhanet mi?

Bu ağır sözcüğü şu veya bu denge arayışı nedeniyle değil, ama en başta bilimsel olarak yanlış olduğu için kullanmayacağım. Neden düne kadar söylendiğinde Kürt halkına ve devrimci değerlere ihanet sayılmayan değerlendirmeler 31 Mayıs’ tan itibaren bu kategoriye girecekmiş! Türk ve Kürt solunda bazı yaklaşımların kızgınlıkla bu kavrama sarılmaları mümkündür ve hemen işaretleri alınmaya başlanmıştır. Ama istenildiği kadar kızılsın, Öcalan şu ifadelerde haklıdır:

“Devletin doksan başlarında dil yasağını kaldırması dil ve kültür alanına getirilen sınırlı özgürlük ve üst düzey yetkililerinin sorunu kabul edip çözüme yönelik çabaları en son benim Mart 93 ateşkes yaklaşımım aslında özgür birlikteliğe giderek vurgu yaptığımız dönemi açıkça ortaya koyuyordu. Bu yıllardan itibaren özgür birlik propagandası hakimdir.” 4 [ÖCALAN Abdullah] 

Şimdi ihanet suçlamalarını yöneltenler, neden o güne kadar kendisini marksist-leninist diye niteleyen bir partinin, bu iddiadan geri çekilmesi ve orak-çekiç simgesinden vazgeçmesini suskunlukla geçiştirmişlerdir? Neden Celal Talabani’ nin 1993 baharında PKK’ yi sosyal-demokrat olarak nitelemesi karşısında bu işin aslı sorgulanmamıştır? Neden Kürt hareketi sola karşı sonsuz bir pragmatizm, daha açığı faydacılıkla yaklaşırken ses edilmemiştir? Neden solun değerleri, gericilik karşıtlığı, anti-emperyalizm, sınıf (sınıfsallık ilkesi değilse bile!) duyuları terkedilirken kimse hain olmamıştır?

Soru listesi uzayıp gidebilir. Bu satırların yazarı 1993 baharının ateşkes ve “Yeni Dönem” günlerinde STP’ yi temsilen katıldığı bir panelde aşağı yukarı şunları dile getirmenin rahatlığı içindedir:

“STP Kürt ulusal sorununun kapitalizm çerçevesinde çözülmesine karşıdır! Çözülmez değil, federe devlet kurulur, federasyon kurulur, kültürel haklar verilir, şu olur bu olur… İcabında bağımsız devlet bile kurulur. Demokrasi bile elde edilir… Farketmez. Biz Kürt hareketine düzen dışı, dolayısıyla sosyalist iktidar mücadelesine kan verebilecek bir dinamik olarak bakarız. ‘Yeni Dönem’ denilen şey, PKK’ nin batılı ve Kürt gericilikle, bu arada Türk liberalleriyle uyum içine girmesi ise, bunun çerçevesi dünya kapitalizminin çerçevesi olacaktır.”5 [Güler Aydemir] 

Bu rahatlık sadece iki paragraf yukarıda sıralanan sorulara bizim verecek yanıtımız olmasını anlatır. Bunun önemi, akla gelebilecek bir boyutu halletmesinde…

Geriye dönelim. Kürt hareketi gerici Turgut Özal’a onun CIA bağlantılı elçilerine, dinci ideolojiye, liberalizme, Kemalizme, Ortadoğu’nun gerici devletlerine, emperyalist Avrupa’ya yönelik iyimser ya da olumlu sinyaller verdiğinde ihanet etmiyordu da, neden bunların önemli bir kısmını daha sistematik hale getirip yeniden belgelediğinde ihanet etmiş olsun? Kürt hareketinin her adımında bir keramet arayanlar, üstelik bunu sosyalistliklerine toz kondurmadan yapan ve büyük ve devrimci bir ulusal hareketin taktik geliştirmekte sonsuz bir serbestiye sahip olduğu yaklaşımıyla gerekçelendirenlerin şimdi ihanetten söz etmeye hiçbir hakları yoktur. PKK bayrağından düşen orak-çekiçe paralel olarak programlarından anti-emperyalizmi ve gericilik karşıtlığını çıkartıveren Kürt grup ve partilerinin de soldan dile getirebilecekleri doğrusu pek azdır…

Bu, konunun polemik boyutu. Ancak birinci plana yazılması gereken şu olmalı: Karşımızda 180 derecelik bir dönüş yok. Karşımızda ipuçları geçmişte bolca verilmiş bir eğilimin netlik kazanması var. Netlik elbette kimi aşırılıkları da belirginleştirmiştir. Örnek olarak Öcalan’ ın mahkeme performansında emperyalist ülkeler içinden bir tanesinin, en önemlisinin, Amerika Birleşik Devletleri’ nin adını telaffuz etmemiş olmasıdır. İngiltere’ nin komplolarından söz edilip ABD’ nin atlanması herhalde unutkanlığa verilemez. Bu eksikliğin savunmanın ilerleyen safhalarında kapatılması, verdiğim örneğin geçerliliğini kaybetmiyor. Olsa olsa Kürt hareketi adına “uzlaşmaya hazırız” mesajının yanına “ciddi çelişkilerimiz olmakla birlikte” diye okunacak bir kayıt konulmuş oldu.

Bir örnek daha:

“Vatana ihaneti ağzıma bile almam. Olsa olsa onun Misak-ı Milli’ nin gereklerini çağdaş ölçüler içerisinde yerine getirilmesi yani büyütülmesidir. Savunmamın bu anlamda en büyük ifadesi Misak-ı Milli’ nin başlangıç ilkeleri ile özellikle Kürt halkına neyi söylemişse, cumhuriyete nasıl kurucu bir halk olarak katılmışsa, onun gereklerinin yerine getirilmesi gereğidir. Misak-ı Milli’nin dışında kalan parçalardaki Kürt-Türkmen topluluklarına en azından yaşadıkları devlet içinde soykırıma uğramadan demokratik kimlikleriyle yaşamalarına Türkiye Cumhuriyeti’ nin yardımı hem ahlaki hem siyasi bir görevidir, diyorum.” 6 [Öcalan Abdullah] 

Ortadoğu’ da yayılmacı projeler peşinde koşabilecek bir Türkiye, işçi ve emekçiler için cehennem anlamına geleceği gibi, uluslararası politika alanında da ABD taşeronu olacaktır. Öcalan’ ın bu tür bir projeye koyabileceği katkının boyutları tartışmalı olmakla birlikte, bizim için sorun katkı koyma mesajının veriliyor olmasıdır. Sosyalistler buraya noktayı koymak durumundadırlar.

Ancak, bir kez daha yukarıya dönersek, örneklerimiz yalnızca netlik kazanan yönelimin yeni aşırı uçlar üretmesiyle ilgilidir. Yeni sınırların ortaya çıkması sürecin doğası gereğidir. Temelde olan biten ise, tekrar edelim, 180 derecelik bir dönüş sayılamaz.

Keşke öyle olsaydı… Keşke Kürt devrimciliği, esas olarak işleri yolunda giderken bir ihanete uğramış olsaydı. Bu durumda karşı karşıya gelinen sorun daha sade çözüm de daha açık olurdu. En azından başlangıç noktasında bir hain tasfiyesinin olacağı kesin olurdu. O kadar basit değil. Bu yazının başlarında 1992 Sosyalizm Programı’ ndan aktardığım pasajın bir çıkarımıyla devam edebilirim.

Reel sosyalizmin himayesi altındaki ulusal kurtuluş hareketlerinin önüne ilginç bir imkan çıkmış oluyordu geçmişte. Bu hareketler bir iç sınıfsal ayrışma momentini erteleyebiliyorlardı. Üstelik sol kanatlar bir iç dinamik olarak işçi sınıfı cephesinde karşılaştıkları az gelişmişliği, uluslararası sosyalist hareketin ekonomik, teknik, diplomatik, siyasi ve askeri girdileriyle zaaf olmaktan çıkartabiliyorlardı. Doğrudan yardımların söz konusu olmadığı örnekler bile sosyalizmin emperyalist saldırganlığa karşı oluşturduğu fren mekanizmasının nimetlerinden yararlanıyorlardı. Bu faktörün ortadan kalktığı dönemde ise sınıfsal ayrışma ve siyasal karar momentleri ertelenemez hale gelecekti. Kürt hareketi bu değişime karşı ciddi bir süre direnç göstermiştir. Bu uzun süre için kısmen Ortadoğu nesnelliğine borçlu olunmuş, ancak mutlaka hareketin iç dinamikleri temel alınmıştır. Reel sosyalizmin mevcut olmadığı dönem boyunca söz konusu açığın bölgenin işçi ve emekçi dinamiklerinden hareketle kapatılması ise gündeme bile girememiştir. Bu açıdan Türkiye işçi sınıfının hali malumdur ve geride 1987-91 arası kendiliğinden, ekonomik hareketliliğin yükselişinden öte bir siyasal değer bulunmamaktadır. Türkiye işçi sınıfına oranla katkısı daha düşük olmaya mahkum, dayanışmasının siyasal anlamı daha az komşu ülke emekçilerinde de aşağı yukarı yaprak kımıldamamıştır.

Ulusal hareketin sıkışmasının temeli tam da burasıdır. Sosyalizm ve işçi sınıfı tarafından kuşatılmayan ve koruma altına alınmayan bir ulusallık kilitlenmekten kendisini kurtaramaz. Bu defalarca kanıtlanmış bir siyaset yasasıdır ve bizim örneğimizde de yeniden kanıtlanmaması için herhangi bir neden bulunmuyordu.

Bugün Kürt hareketinin başına gelen de solun yokluğunda yaşanan büyümenin, Kürt toplumunun sosyo-ekonomik ve kültürel çerçevesi içerisinde, bir aşamada kilitlenmesidir. Yoksa ortada açık bir askeri ya da siyasi yenilgi görülmüyor. Durum bunlardan daha dramatik ve vahimdir. Kürt hareketinin bu açmaza düşmesi elbette eleştirilebilir bir şeydir; aynı anlama gelmek üzere kader değildir. Ancak Türkiye solunun, kendi ev ödevini tamamlayamamış bir öğrenci olarak söyleme hakkı olan “siyasi” sözü kısıtlıdır. Bu noktada zamanında yapılmış tekil haklı eleştiriler gözümüzün önünden geçebilir. Türkiye sosyalistlerinin Kürt hareketine dostça uyarıları hatırlanabilir. Bu kesintili mesainin ötesine taşan ve stratejik anlam taşıyan tek örnek Emek Barış Özgürlük Bloğu’ dur. Hani 1995 Aralık seçimleri arifesinde BSP-DBP-HADEP ve SİP arasında kurulan, BSP’ nin ancak bir parçasını katabildiği, sonrasında bu partinin mirasını üstlenen ÖDP tarafından açıkça sabote edilen Blok… Siyasi alan aşağı yukarı bu kadar. Teorik diyalog ve teorik üretim dendiğinde sınırlar daha geniş tutulmalıdır. Orada ev ödevinin eksiklerinin yaratacağı kısıtlar ve sıkıntılar daha az etkili olmalıdır.

Bir sıkışma ya da tıkanma haline gösterilebilecek iki tür tepki akla geliyor. Biri, “sonunda ölüm varsa, hiç olmazsa onurlu olsun” diyebilmektir. Kürt hareketinin en azından merkez hattının tercihi bu olmamıştır. Bundan sonra Kürt hareketinde sınırlı çevrelerde benimsenebilecek böylesi bir seçeneğin gerilla nostaljisine veya inadına indirgenmesi, siyasal program ve hedeflerden yoksun kalması ağırlıklı olasılıktır.

Diğer yol ise merkez çizginin hareketin tıkalı ama büyük, yaygın, karmaşık toplamı karşısında sorumluluğu üstlenmesi ve geri ya da ileri olmasından çok gerçekçiliği eksene konulmuş bir rota belirlemesidir. Kanımca Öcalan’ ın yaptığı budur. Toparlıyorum; Öcalan’ ın rotasına “21.yüzyıl manifestosu” demek geleceğimizi karartır ve hiçbir inandırıcılığı yoktur. Öcalan’ ın rotasına ihanet demek bilimsel olmadığı gibi sorumsuzca olacaktır. En azından aklı başında sosyalistlerin “ben olsaydım ne yapardım” diye düşünmeden atıp tutmamaları gerekir…

Elbette arada söylenen türden tercihler kader değildir. Kürt hareketi tarihsel ve yapısal çıkışsızlığı kendisini emekçileştirerek, solculaştırarak, -bunun paraleli ve besleyici koşulu olarak- Türkiye soluna, emekçilerine açılarak aşabilirdi. Bu yol görülemediği, söylendiğinde ciddiye alınmadığı için bir öznel hata yapılmış demektir. Daha sonrasında ise Kürt hareketi Türkiye egemen güçleriyle mesaj alışverişinde (bu bir mücadele alanı olarak diplomasidir) inisiyatifi kaybetmiştir. Kürt hareketine iletilen mesajlar “gardın düşürülmesini” temin etmiş ve ortaya bir “Gorbaçov sendromu” çıkmıştır. Emperyalizmle ve kapitalizm yanlısı iç dinamiklerle ilişkisinde taviz verip geri dengelerde durmaya çalışan siyaset/diplomasi tarzı sürekli geri adım atmaya dönüşmüştür. Gard indirildikçe Türkiye egemen güçleri, bir yandan suçu koruculara, kontr-gerillaya çetelere… atmışlar, öte yandan vurmaya devam etmişlerdir. Bir süre sonra oyunun bu karakterinin Kürt tarafınca algılanıp algılanmadığının da önemi kalmamıştır…

Bu gerileme tarzının yerine aktif ve sol bir emekçi dayanışması konulabilirdi; olmadı.

Bitmekte olan

Burada hakkında kehanette bulunmaktan kaçınılması gereken, Kürt hareketinin farklı boyut ve mücadele biçimlerinin herbirinin biteceği-süreceği meselesidir. Kürt bölgesinin fiziki ve siyasi coğrafyası, gerilla tipi mücadelelere uygun olduğunu defalarca kanıtladı. Onyıllar boyunca ve başka başka akımlar için… Hal böyleyken gerillanın “bittiğini” söylemek anlamsızdır. Ya da metropoldeki Kürt emekçileri yer yarılıp da içine girmeyeceklerine göre emekçi hareketinde, kent yoksulları bahsinde varlıklarını ve elbette mücadelelerini koruyacaklar. Avrupa’ daki büyük kitle de, o temel üzerine bina edilmiş diplomatik cephe de bitmeyecektir. Seçmen kitlesinin eriyip gideceği söylenemez… Ama tüm bu ögelerin bugüne kadar oluşturdukları belirli bir sistematik değişmektedir, değişecektir.

Örneğin legal parti alanının bir süreliğine önemini arttıracağı öngörülebilir. Avrupa “lojistik destek” pozisyonuna çekilmiştir. Düne kadar “sol söyleme en açık kesim” biçiminde tamamen doğru bir saptamanın nesnesi olan kentli Kürt emekçilerinin, şimdi önem kaybedecekleri, bir kısmının “memlekete” dönüş fikrine angaje olacağı, kayda değer bir bölümünün ise bu kez asimilasyona en açık Kürt toplumsallığını ifade edeceği düşünülmelidir.

Hareketin ideolojik haritası da değişecektir. Kürt hareketi aynı zemin üzerinde çelişik hatta karşıt ideolojik yönelimleri uzun süre birarada tutmuştur. Bu biraradalık yukarıda söylediğim “sınıfsal ayrışma momentini erteleme” konusuyla da doğrudan ilgilidir. Şimdi sınıfsal değilse de ideolojik bir çözülme, kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir. Kürt hareketinin zayıflaması, dinci gericiliğin, sosyal-demokrasinin büyümesini ifade eder. Zayıflama kaçınılmaz mı? Kürt hareketinin derin bir yapısal reorganizasyonu gerçekleştirmesi, bunu çarpıcı biçimlerle ve büyük bir süratle kitlelere taşıması haricinde, kaçınılmaz değilse de, çok muhtemel…

Kürt hareketinin son dönemki sınıf yapısı esas olarak yoksul köylülüktür. Yoksul kesimleri dahil olmak üzere köylülüğün karmaşık strateji sorunlarının içinden çıkması pek mümkün görünmüyor. Köylü hareketleri biçare midir? Elbette tam olarak böyle değil. Yeri gelmişken akla gelebilecek örnekler için bir parantez açayım. Çin Komünist Partisi köylülüğün içinden çıkma değil, “sonradan olma”dır. Çin komünistleri kendi topraklarında acil bir devrimin ancak köylü yığınlarının organik temsilcisi haline gelmekle açılacağını düşünmüşler ve bir önceki dönemin kentli proletaryaya sıkışan küçük marksist grup karakterini üzerilerinden atmışlardır. Küba’ da Castro-Guevara hareketi ise yine kır kökenli olmakla birlikte uluslararası sosyalizmin cazibesi sayesinde ve adanın ölçeğinin küçük olması, yani kır ve kent emekçilerinin birbirlerine uzak ideolojik ve kültürel formasyonlarının mevcut olmaması gibi etkenlere dayanarak işin içinden çıkabilmişlerdir. Kürt hareketi ise köylülüğün içinden gelmiştir. Marksist/komünist nitelemelerinden çok devrimci demokrattır. Kırların geleneksel geriliği de gözönüne alındığında bu hareketin stratejik açılımlar alanındaki ehliyeti, kimse alınmasın, kendi dışında bazı unsurlara bağlı olacaktır. Bu ilişki bir atmosferin emekçi dinamikleri ve sol ideoloji tarafından oluşturulması üzerinden kurulmalıdır. Oysa bizde sadece akıl verenler çıktı!

Açıkçası Kürt hareketine akıl veren çok oldu. Akil adamlar ciddiye alınır bir toplumsal gücü temsil etmekten uzaktılar. Bu durum Kürt hareketinde tek bir sonuç doğurdu. Zaten Barzani’ lerde doruk noktasına ulaşan faydacı/pragmatist mücadele tarzı bu topraklara hiç yabancı değildi. Kürt hareketi kendisine uzananların ideolojisini, sınıfsal arkaplanını, hedeflerini ciddiye almak yerine “benim ne işime yarar” sorusuna göre davranmıştır. Hele Türkiye solu sözkonusu olduğunda bu tutum bütünüyle yalındır. Burada bir sitem veya kırgınlık gereksizdir. Bu bir siyasi mücadele ve güçsüz bir sol hareketin daha fazla ciddiye alınması için karşı tarafın basbayağı sosyalist olması ya da derin bir entelektüel formasyona, geleneğe sahip olması gerekirdi.

Kürt hareketinin yoksul köylülük dönemi sona ermektedir ve acıyı, göçü, yoksulluğu en fazla yaşayanların bu kesim olduğu açıktır. Görkemli bir devrimci dinamizme kaynaklık eden bu toplumsallığın ricata geçtiği soğukkanlı biçimde saptanmalıdır. Öte yandan sosyalist hareketin “bitenlerin” yerini nelerin alacağı konusunu bir laboratuvardaymış gibi tartışması abestir. Sosyalist hareketin tercihi ve mücadelesi Kürt dinamiğinin kır ve kent proletaryasına eşzamanlı olarak oturmasını temin etmek olacaktır. Ancak kırdakilerin yorgun, kenttekilerin asimilasyona açık oldukları hesaba katılırsa yeni dönemin kitlesellik boyutunun geri çekileceği veri haline gelir.

Model sergisi

Yeni döneme yeni projelerle hazırlanılmasından doğal ne olabilir? Kürt ve Türk solu kendiliğinden bu göreve akmaktadır. Ancak Kürt hareketinin nesnel olarak ilerici addedilmesi, bu kaynaklı tüm tez ve yaklaşımların sol sayılması gibi bir garabet yaratabilir. Geçmişte çok yaratmıştır. Kürt hareketinin, adı Öcalan’ın avukatlığı görevi dolayısıyla hatırlanan ve yaygınlaşan bir figürünün, Okçuoğlu’ nun 1993′ te yazdıkları bu açıdan düşünülmelidir:

Kürtler Ortadoğu’ da despotizmin ve gericiliğin panzehiridirler”,

diye söze giren Ahmet Zeki Okçuoğlu devam ediyor ve panzehir işlevinin nasıl yerine getirileceğini, gericilikten ne anladığını açıklığa kavuşturuyor:

“…bölgede geleneksel despotik rejimlere karşı ‘YDD’ ni (Yeni Dünya Düzeni) savunan güçlerle Kürtler hızla (bütünleşiyor)… Barış, demokrasi ve insan hakları kavramları üzerinde şekillenen ‘YDD’ ile, kaba emperyalist çıkarlara dayalı, sözünü ettiğimiz bu temel değerlerden yoksun “eski dünya düzeni” arasındaki farklılık görmezlikten gelinemez.”7 [Okçuoğlu A. Zeki] 

Yeri gelmişken Öcalan’ ın bizzat avukatlığa atadığı basında yeralan Okçuoğlu’ nun Kürt camiası içinde düpedüz pro-Amerikan bir pozisyonu olduğunu not edelim. Yukarıdaki değerlendirmenin üzerine, daha sonraları, Kürt Federe Devleti denemesinin “Kuzey” için de örnek teşkil edebileceği tezi oturtulmuştur… Neredeyse Türkiye devlet bürokrasisinin “ya NATO bize de müdahale ederse” paranoyasına hak verdirtecek bir senaryodur bu. Neyse ki ABD’ nin daha önce Irak’ ta örgütlediği kendi peşmerge kuvvetlerinin ve Kosova’ daki UÇK’ nın bizdeki benzeri en fazla koruculuk sistemine benzeyecektir! Bu örneği kapatalım. Sol ile uzak yakın hiçbir alakası olmadığını vurgulayarak…

Solun yeni modeller geçidinde çabuk geçebileceğimiz bir diğeri 1980′ ler-90′ lar kavşağına öykünmeciliktir. O zamanların mücadele eden ve savaşan güçlerini hatırlayıp iç geçirenlerin, yukarıda açıklamaya çalıştığım “sıkışma”yı hiç anlamamış oldukları kesindir. Bugünkü durumu basit bir önderlik sorunu veya ihanet sayanlar eskinin tekrarını önlerine koyabilirler ve sonuçta deneyimli burjuva aygıtlarına, somurtan eski yabancı “dostlara” ve yorgun kitlelere çarpıp kalırlar. Bugün içine girilen koşullarda eskiye öykünmeci bir tarzı ana eksen alan ve bu anlamda bir meşru savunma pozisyonunda da olmayanların akılsız bir çizgiye oturacakları bellidir. Devrimciliğin akılsızlığa prim vermemesi gerekiyor. Ama bunun ötesinde devrimciliğin radikal mücadele araçlarıyla değil, devrimci hedef ve programla ölçülmesi gerekiyor. Örneğin eninde sonunda, ufku, gerilimi yükseltip Batı dünyasına Türkiye üzerinde basınç uygulama yolları ikram etmek ile sınırlı bir hareket hangi silahlara başvurursa başvursun devrimci sayılabilir mi!

Kanımca yakın dönemde olası bir silahlı mücadele -kendini savunma refleksleri değil- bayrağına “onurumuzla öleceğiz” yazmaz ise, ancak programına “Batının desteğini bekliyoruz” yazabilecektir.

Dolayısıyla Batıcı, pro-emperyalist yaklaşımların Kürt hareketinin yalnızca Batı Avrupa kolundan çıkması gibi bir kural yoktur. Doğal olarak Batı Avrupa’ daki hareketin “doğal önderleri” bir takım diplomatlardır ve bunların “kendiliğinden idelojileri” burjuva demokrasisine hayranlık içerir. Ancak hareketin bu kolunun etkisinden çok şey kaybettiği görülmektedir. Bu kol, geçtiğimiz 1998-99 kışında yenilgiye uğradı. Sonuç olarak batıcı projelerin Avrupa menşeli olanlarından değil, asıl başka alanlardan kaynaklanan versiyonlarından korkulmalıdır.

Bir diğer model ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras’ ın imzasıyla yayınlanan basın açıklamasında gizli. Bu açıklamanın içeriği ve ruhu ile “21.yüzyıl manifestosu” arasında hiçbir fark yoktur.8 Bugüne kadar Kürt dinamiğine belli bir mesafede durmayı tercih etmiş bir çizgi şimdi, Kürt cenahından gelen sesler “devrimcilikten” uzaklaştığı için rahatlamış olmamaktadır. Mesafeli duruş Kürt hareketinden gelen sesin içeriğinin ne olduğundan bağımsızdır. Aynı anda hem liberal hem de kemalist olabilen ve bu açıdan ülkemizin biricik hareketi sayabileceğimiz Dev-Yol’ un özelliğidir bu mesafe, ve söylenenlerin benzeşmesi asla bir siyasal ve örgütsel paralellik anlamına gelmemektedir, gelmeyecektir. İçerik benzeşecek ama somut mesafe korunacak. Peki model bunun neresindedir?

Önce sözünü ettiğim benzerliğin ve bir başkasının altını çizmekte yarar var:

“Kısaca dile getirmeye çalıştığım gerek Cumhuriyet’ in kuruluş yıllarında ve sonraki yapısına ilişkin, gerekse de önemli bir son dönem isyanına, çeyrek yüzyıldır neredeyse başlayan ve son 15 yıldır savaş boyutunda süren bir isyanın önde gelen sorumlusu olarak vardığım tarihi sonuç, demokratik laik Cumhuriyet’ le bu çok ağırlaşmış sorunun adı ne konulursa konulsun ancak kanıtı da ortaya çıkan demokratik birlik çözümüdür.”9 [Öcalan Abdullah] 

Mesele budur. Muhtemelen Öcalan hatırlamıyordur ya da daha önce duymamıştır; ÖDP’ nin “gökkuşağını” önceleyen ve parti içinde belli sarsıntı ve gerilimlere neden olan projesinin adı da “demokratik cumhuriyet” idi. Meselenin diğer boyutu ise Öcalan’ ın ısrarla kullandığı “isyan” sözcüğüdür. Anlaşılan Öcalan’ a göre 1920′ ler ve 30′ larda defalarca yaşananlar gibi, son Kürt isyanı bitmiştir. ÖDP’ nin modeli zımnen bu saptamayı esas alıyor, kanısındayım. Son isyanın bittiği ve geriye, öncekilerde de olduğu gibi bir örgütlü özne bırakmadığı durumda ne olacak? Artık bir süpürme, imha ve zorunlu göç politikasının uygulanması düşük ihtimaldir ve bu durumda geriye öznesiz bir kitle, son seçimlerde milyonlarla ölçüldüğü bir kez daha kanıtlanan bir kitle kalacaktır. Örgütsüz halklar olsa olsa çağrışım yoluyla davranırlar. Bugünkü içerik benzeşmesi, işte o zaman birilerinin işine yarayacaktır.

Ama bu olsa olsa bu bir seçim yatırımıdır ve kimi açılardan yol alırsa CHP pazarlığına meze olacağı da bellidir. Ne de olsa muhalefetteki CHP bir toplumsal muhalefet dinamiği haline gelmiştir..! Bu modelde ezilen yoksul kitlelerin örgütlü kimliği değil, pasif seçmen pozisyonu esas alınmaktadır. Bu model Kürt hareketinin ürettiği devrimci değerlerle, bu değerlerin geleceğe taşınmasıyla, sosyalizm ve devrimle herhangi bir teması kapsamaz.

Son Kürt isyanının bittiği bir diğer açıdan doğru değildir. 1980-90′ ların isyanı, 1920-30′ ların isyanları gibi bir süpürme harekatıyla bitmeyecektir. Kürtler ilk kez bu dönemde bir ulusal rönesans yaşamışlardır. Bu kimlik kazanımı hafife alınmasın. Uluslaşma tarihsel olarak burjuva devrimleriyle ve kapitalizmin doğuşuyla ilintilidir. Kürt kimliği modernizm ile artık buluşmuştur. “Modernliği” artık Kürtlerin içinden çıkan tekil aydınların, okumuş insanların öznel niteliği saymamız olanaksızlaşmış, Kürtler bu anlamda dünyalarını değiştirmişlerdir. Şimdi isyanın eski örneklerdeki gibi bitmesi için Kürt kimliğinin içinin boşaltılabilmesi ve ezilebilmesi gerekir. Daha doğrusu eskiden ezilebilmesine imkan veren kimliğin pek zayıf olmasıydı. Öte yandan restorasyoncu Türkiye burjuvazisinin tutumunda intikam duyguları bir yere kadar rol alacaktır. Esas olarak konuya “soğukkanlı” yaklaşılacak ve Kürt kimliğinin yalnızca devrimci içeriğinin boşaltılmasıyla yetinilecektir.10

Yukarıda değinilen örgütsüz tabanın çağrışımla hareket etmesi “biten ve birikimi süpürülen isyanı” veri alır. Başka bir yaklaşımın Kürt kimliğinin ayıklanmak istenecek olan devrimci ögelerini sahiplenip geleceğe taşımak üzerine kurgulanması gerekiyor.

Kürt çevrelerinde “savunma açılımı” bir taktik olarak değerlendirilebiliyor. Deniyor ki, bu açılım hem yorgun ve barış isteyen tabanın duygularını kapsamaktadır; hem de tüm mafsalları pas tutmuş “TC”nin kilitlenmesine neden olacaktır. Yani savaşa angaje olmuş, sopadan başka politika aleti tanımayan kaba-saba Türk burjuvazisi barış açılımı karşısında savaşa devam diyemeyecek, bunu demeye yeltindiğinde deşifre olacak, yerine de başka bir şey örneğin demokratikleşme koyamayacaktır. Bu belirsizlik durumu Kürt hareketinin toplumsal otorite ve prestijini yeniden konsolide etmesine el verecek, uluslararası siyaset alanının kritik öznelerinden biri haline gelmesinin yolunu açacaktır…

Bu yaklaşım, net ve kesin söylüyorum, Türkiye burjuvazisini zerre kadar tanımamaktadır. Ortada bir kilitlenme halinden söz edilecekse, kilitlenen hiç de Türkiye egemen sınıflarının yönetsel mekanizmaları değildir. Egemen sınıf içerisinde bir tarafta kontr-gerilla/koruculuk, diğer tarafta restorasyoncu AsParti ve müttefikleri, bir gerilim hattı çizilmişti. Bu gerilim yönetsel mekanizmaları kapsamıştır ve sorunlu dönemler geçmiştir. Sorun bir siyasal ikilemden de ibaret değildi. Kontr-gerilla, sermaye gruplarının ve uyuşturucu/kara para ticaretinin yer aldığı ekonomik altyapıya ve siyasal partilerin, medyanın vb yer aldığı üstyapıya sahip olmuş, düzenin içerisinde yer yer yarılmalar oluşmuştur. Ancak Türkiye’ de kilitlenmeler güçlü by-pass’ larla aşılmaktadır. Fethullah Gülen konusunda Ecevit’ i ikna edemeyen askerlerin operasyonu ani bir hamleyle kamuoyuna maletmeleri gibi, Kürt sorunundaki kilitlenmelerin de çaresi vardır. Lider kadroların yurtdışında yakalanmaları böyle güçlü by-pass’ lardır. Kaldı ki, Kürt başlığında gerilim fayları üzerinde inatlaşmak affedilir bir tutum değildir. Bu basınç bile kilitlenme yaratacak unsurları fazla problem yaratmadan “merkezi otoriteye” tabi olmaya zorlamaktadır.

Kilitlenen ve geri adım atma rotasından çıkamayan Kürt hareketidir.

Kamuoyunda buna aykırı yorumlara rastlanabiliyor. Geçenlerde iki hukukçu, Bakır Çağlar ve Uğur Alacakaptan ekranlardan aynı tezi ısrarla dile getiriyorlardı. Özetle Öcalan’ ın sanıldığının tersine Mahkeme sürecinde inisiyatifi eline aldığını, davayı Avrupa’ ya götürmeyi başaracağını söylüyorlardı. Tezin çıktısı, Türkiye’ nin acilen samimi bir hukuksallaşma ve demokratikleşme sürecine sokulması olabilirdi…

Kanımca Kürt sorununa hukuksallık penceresinden ve belki de Avrupa’ dan bakıldığında görülen böyle bir şeydir. Belki Öcalan’ ın kendisi de, mahkeme performansında ucu Avrupa’ ya dönecek bir kanalı kazmaktadır. Doğrusu o ki, güneş batıdan doğacak ve ışık Avrupa’ dan gelecekse (!), bu geri tezlerin anlaşılır hale geleceğini kabul etmeliyiz. Batı Avrupa’ ya “demokratik cumhuriyet içinde kardeşlik” dışında nasıl bir tutumla çıkılabilir ki! Ancak hukukçu Bakır Çağlar’ ın “bu dava Avrupa’ da biter” tezi, hukuken taşıdığı gerçekçiliği ne denli siyaseten de taşır, kuşkuyla karşılıyorum. Kürt sorununun çözümünün Avrupa’ ya havale edilmesini ilkesel olarak ve şiddetle reddeden Türkiye bir süredir ABD emperyalizminin bölgedeki en önemli atlarından biri -belki en önemlisi- haline gelmiştir. Kürt sorununun siyaseten çözümünü Avrupa’ ya bırakmayacak olan arkaik, inatçı Türk subayları değil, ABD emperyalizminin gözdesi bir kapitalist ülkedir. Türkiye burjuvazisi sanıldığından daha güçlüdür.

“Savunma açılımı” altbaşlığını kapatıyorum. Bu açılımın emekçi sınıflarla organik herhangi bir ilişkisi bulunmuyor. En fazla geniş kitlelerdeki savaş yorgunluğu psikolojisi ile teması olan bu yola, Türkiye egemenlerince itiraz edilmesinin dışında, Türk ve Kürt solcularının itibar göstermesi de anlamsızdır.

Ertelenen Tartışmalarda Güncel Olan

Türkiye solu bir zamanlar Türk ve Kürt solu anlamına geliyordu. Kürt dinamiği 1960 TİP’ inden itibaren solun içinde bir önemli öge olmuştur. Bir açıdan uyumlu bir öge, bir başka açıdan ise kendi geleceğini hazırlamak için Türkiye solculuğuna koza işlevi yükleyen ayrıksı bir öge… 1980 darbesiyle solun aldığı derin yara kozanın da parçalanmasına yol açtı. Parçalanan koza Kürt dinamiği için yeni özerk yolculuğuna başlamak için bir fırsat anlamı kazandı. Giderek Türkiye’de toplumsal dinamiklerin pek zayıf düştüğü, yaprak kımıldamayan bir dönemde Kürt hareketi mutlak olarak da büyüdü.

Özellikle 1970′ lere damga vuran tartışmalarda “Kürtler sömürge ulus mu ezilen ulus mu, ulus mu milliyet mi, ayrı örgütlenme mi ortak örgütlenme mi…” belirleyici sorulardı. Tartışmaların genel ortamı için şimdilik kestirme bir nitelemeyle yetineceğim. Tartışanların ortak paydası ekonomizm olmuştur. Bir taraf, ortak örgütlenmeyi gerekçelendirmenin tek çaresinin ezilen ulus ya da milliyet (bir tür eksik uluslaşma) saptaması olduğunu düşünüyordu. Diğerleri ise ayrı örgütlenme ile sömürge tezi arasında kuruyordu bağlantı zinciri. Ulus olup da ortak örgütlenilebileceği, ya da sömürge olmaksızın ayrı örgütlenilebileceği… bu seçenekler gündem dışı tutuldu. Ama uzayıp giden tartışmalara tam da bu tür bir seçenek nokta koymuştur. Kürt solu ayrı örgütlenmiştir ve bu ayrı örgütlenme kendi mücadelesi çerçevesinde işlevsel olabilmiştir. Kendi ayakları üzerinde duramayan “Türk” solu ise ortak mı ayrı mı sorusuna “ortak” yanıtında ısrar etmesi durumunda bir oto-likidasyona uğrayacağını, yani bu durumda gidip Kürt hareketine iltihak etmesi gerektiğini görerek susmayı tercih etti(!)

Tartışmayı sürdürmek gerçekten anlamsızlaşmıştı. Örneğin Marksizmin ulus tanımına sadık bir yaklaşım Kürt toplumunun egemen pre-kapitalist ama kapitalizmle ittifak içindeki sosyo-ekonomik yapısından hareketle eksik bir uluslaşma saptamak durumundadır. Ama bilinmelidir ki, insanlığın tanık olduğu pek az uluslaşma süreci eksiklik barındırmaz. Uluslaşmada farklı örneklerde dil, ekonomik yaşam ve pazar birliği, toprak, kültür, ırk,   hatta din öne çıkabiliyor. Kürt örneğimizde ise öne çıkan siyasal mücadele olmuştur. Diğer unsurları peşi sıra ileri çekmekte mutlak bir başarı elde etmesi sözkonusu değildir, ama geride kalan unsurları önemsizleştirmiştir. Ama öte yandan ayrı ulusal formasyonların ayrı örgütlenmelere mahkum edilmesi hangi yüce makamın kararı olabilir!

Konunun son noktası daha sade: Kürt hareketi Türk ve Kürt işçi sınıfı öncülerinin ortak örgütlenmesine omuz vermekten uzaklaşmış ve bağımsız yapısını herkesin önüne bir veri olarak koyuvermiştir. Hal böyleyken, komşuluktan öte bir içiçelik arzeden iki dinamiğin nasıl birbirlerine yakınlaştırılacağı üzerine örgütsel/siyasal egzersizler yapmak, teorik emekten daha değerli olmuştur. Ama ayrı ulusal formasyonların ayrı örgütlenmelere mahkumiyeti marksizmin aşırı basitleştirilmesidir ve doğru değildir. Ne ki, bu kararı bozma gücüne sahip bir temyiz makamı olsa olsa zamanla ve mücadele içinde inşa edilebilirdi. Böyle bir makam halen yoktur; ama Kürt hareketinin, kendi kaderini tayin hakkının reddine, ne anlama geldiği anlaşılmaz bir sosyalizm söylemi ile sosyalizmin bütün değerlerinin karalandığı bir noktaya varması böyle bir ihtiyacı ortadan kaldırır. Şimdi yıllarca kendi kaderini tayin hakkını savunup savunmadığını saptamak üzere yalan makinasına bağlanmak istenen, ne dese inanılmayan ve sınavlardan her defasında “kemalizmden kopamamışsın” biçiminde bir kanaat notu alarak çıkan “Türk” solunun, üzerindeki Kürt-ulusal kuşatması kalkmıştır.

İyi mi olmuştur? Kesinlikle hayır. Bir tercih beyan etme imkanım olsa ve üstelik bunun anlamı olsa, kesinlikle Kürt hareketinin emekçileştiği, kentlileştiği ve sınıfıyla buluşma noktalarını arttırmakta olan Türkiye sosyalist hareketiyle aynı nehir yatağını paylaştığı bir süreçten söz ederdim. Sosyalistlerin yukarıdaki anlamsız sorulardan sınava sokulması hoş değildi. Çünkü Türkiye sosyalist hareketi kendi kaderini tayin hakkının ilkeselliğinde değil, siyasal somutluğunda sıkıntılıydı. Yanıtlanması gereken soru Ortadoğu’ da bir devrimci yükselişle en uyumlu Kürt stratejisinin ve örgütlenme modelinin ne olacağıydı.

Sonra Türkiye sosyalist hareketi kemalizmi esas olarak aşmıştı. Tersine aynı dönemde 1980′ lerde kemalizmden kopuş, artık planlı ekonomiyi çağrıştıran her şeyin, özel sermayenin mutlakiyetçiliği dışındaki her tür devletçi/kamucu ögenin tasfiyesi anlamına kullanılır olmuştu. Kemalizmden ne kadar koptuğu sorgulanan bir sosyalistin, acaba Kürt sorununa yaklaşımında bir şovenizm kırıntısı olup olmadığı mı görülmek isteniyordu? Yoksa geleceğini liberalizmde, II.Cumhuriyetçilikte ve yeni dünya düzeninde görmekte olan Kürt liberalizmi “aşırı solcuları” saptamaya mı çalışıyordu!

O halde buraya kadar söylenenlerden sonra bir öneri: Türk ve Kürt marksistleri topraklarımızı kapsamına alan bir nesnel analiz ve somut durum değerlendirmesini, hem teorik titizlik içerisinde hem de devrimci siyasal kaygı ve acelecilikle gündemlerine almalıdırlar. Yeniden, içinden çıkmakta olduğumuz 15-20 yıllık dönemin nesnel ve öznel kısıtlarından özgürleşerek, ama eski tartışmaların ekonomizmine geri dönmekten kaçınarak… Kendi payıma tekrar ediyorum: Ulus kavramının ekonomi-politiği ile sınıf mücadelesinin örgütlenme biçimi arasında bağ vardır, ama ikinciyi belirleyen tek etken ilki değildir. Bu yeni tartışmada marksistler -elbette devrimci olanları- bu topraklarda yaşayan halklara “kurtuluş” getirebilecek, emperyalizme karşı dayanıklı bir devrimin nasıl olması gerektiğini yanıtlamalıdırlar. Bu yeni tartışmada reel-sosyalizm sonrası dünyamızda Ortadoğu-Balkanlar-Kafkasya üçgeninin kazandığı kriz yatağı kimliği irdelenmelidir. Türk ve Kürt emekçilerinin bu üçgende nasıl devrimci bir fonksiyon edinebilecekleri ele alınmalıdır. Emperyalizmin polis işlevini meşrulaştırdığı ve yükselttiği bir dünyada, bizimki kadar karmaşık güç denklemlerinin işlerlikte olduğu bir bölgede emperyalizme rağmen devrim yapabilmenin ve yaşatabilmenin somut stratejisi üzerine düşünülmelidir. Tam da devrimi ve sosyalizme geçişi merkezine koyan bir arayış, örgütlenme biçimine dair bir yanıt üretmelidir. Bu tartışmaya ne Türk ne Kürt önyargılarının, ne kemalizmin ne liberalizmin gölgesi düşürülmemelidir.

Bu yazıyı yeni döneme acil hazırlık ihtiyacının ve bu yönde bir çağrının altını çizerek bitiriyorum. Kürt rönesansının ürettiği devrimci değerlerin “kurtarılmaları”, yani topraklarımızın birleşik sosyalist devrimiyle buluşturulmaları gerekiyor.

Sosyalizmin kurtarmaya çaba gösterdiği budur.

Bu yalnızca sosyalizmin kurtarabileceği bir değerdir.

Kürt dinamiği sosyalizme açıldığı ölçüde devrimci değerlerini kurtarabilecektir.

 

 

Dipnotlar

  1. Öcalan’ın savunması çeşitli basın organlarında bölümler halinde yayınlandıktan sonra bir kitap olarak da hazırlandı. Oradan aktarıyorum: “Bir yirmibirinci yüzyıl Manifestosu olarak anlaşılması gereken bu demokratik birlik içerikli savunmamın rolünü oynaması için elden gelen her çabayı sergileyeceğim sözünü veriyorum.” (Öcalan Abdullah; KürtSorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi; Mem yay., İstanbul, Haziran 1999, s.11)
  2. 21.yüzyıl mı dediniz! Böyle mi… “(PKK) reel sosyalizmin çözülüşünden, demokratik çözüm tarzını çıkarabilmeliydi. `Ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesi’nin artık geçerliliğini yitirdiğini, bilimsel-teknik değişmenin aslında 17.yüzyıldan beri gelişmenin ürünü olan ulus-devlet anlayışını çözdüğünü, aynı sınırlar dahilinde demokrasiyi geliştirerek sınırlara hiç dokunmadan geliştirilecek bir çözümün daha gerçekçi olduğunu görmeliydi.” (a.g.e. ss.61-62)Elbette Öcalan’ın Kürt bağımsızlığını savunması gerekmiyor. Ama ulusların kendi kaderini tayin hakkının tarihe gömülmesi sayesinde mi, yoksa örneğin tayin hakkını birlik doğrultusunda kullanarak mı! Kendi kaderini tayin hakkının ayrılma yönünde kullanılmasını devrimin ve sosyalizmin geleceği açısından da yanlış bulabiliriz ve kanımca yanlıştır. Ama hakkın kendisinden vazgeçmek, daha kötüsü geçersizliğini ilan etmek ulusal dinamikleri işçi sınıfı hareketiyle buluşturan 20.yüzyılın Leninist manifestosuna karşı yazılmış bir reddiyedir.
  3. Sosyalist Türkiye Partisi – Program; İstanbul, Kasım, 1992, s.6
  4. Öcalan; a.g.e., s.50
  5. STP Ümraniye ilçe örgütü salonunda ama Halkın Emek Partisi tarafından düzenlenen bu panelden (Bahar 1993) geriye notlarım kalmış. Oradan aktarıyorum.
  6. Öcalan; a.g.e., s.162
  7. Okçuoğlu Ahmet Zeki; Azadi Dergisi (25.04.1993 – 01.05.1993) içinde
  8. Uras Ufuk; internet adresi: http://www.odp.org.tr/ “Sağduyu ve Çözüm Çağrısı”, 28 Mayıs 1999
  9. Öcalan; a.g.e., s.119
  10. Türkiye egemen güçlerinin soğuk ve sıcak kanlılık ayarını iyi öğrendikleri kesin. Daha birkaç ay önce, Öcalan’ın İtalya tarafından iade edilip edilmeyeceği tartışılırken, idam cezasının kalkması bir koşul olarak telaffuz edildiğinde Süleyman Demirel’in bunun olanaksız olduğunu saptadığı ve ilan ettiği hatırlardadır. Aynı Demirel Haziran ortasında idam cezasının kesinleşmesi halinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden döneceğini, Öcalan’ın idam edilmesinin “zor anlatılır” birşey olacağını söylüyor.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×