Sınıf İçi Eşitsizlikler II

Bu yazı dizisinin geçen sayıdaki bölümünde, 1980 yılına dek geçen süre içinde, işçi sınıfı içindeki eşitsizlikleri, işçi aristokrasisi kavramı etrafında tartışmış, görece avantajlı kesimlerin “ayrıcalık”larının bir işçi aristokrasisine işaret etmediğini belirtmiştim. Birinci bölümde genel bir panaroma sunmayı hedeflemiştim. Burada ise, sınıf içi eşitsizlikleri çok daha ayrıntılı, Türkiye ekonomisinin geçirdiği dönüşümler içinde ele almaya çalışacağım ve günümüzde sendikalar ve sendika bürokrasisinin yapıları, işleyiş biçimleri ve sosyalistlerin bu alanda neler yapabileceğini tartışarak bitireceğim.

8O’li Yıllar: Ne İstendi,Ne Oldu?

Oldukça genel bir düzeyden uluslararası emperyalist-kapitalist sistemin işleyişinden başlayabiliriz.

“Bugün uluslararası ekonomik sömürü mekanizmalarını tanımlamak için sıkça başvurulan “bağımlılık” kavramının yeniden tanımlanması ve eşitsiz gelişme yasası çerçevesinde yeniden üretilmesi gerekmektedir. Emperyalist sömürünün geçmişte temel konusu olan ucuz hammadde alımı ve mamul olarak geri satılması, sözkonusu sömürünün ana halkası olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle son otuz yıl içerisindeki emperyalist yayılmanın, sermayenin aşırı birikimi ve pazar sorunu olarak açıklanması oldukça yetersizdir. Bugünkü emperyalist sömürü tamamen bir dünya sistemi çerçevesinde ve bağımlı ülkeleri de kapsayan bir emperyalist işbölümü bağlamında ele alınabilir. Ülkeler ve ülke gruplarını kapsayan bölgeler, verili durumdaki üretici güçlerin gelişkinlik düzeyine, işgücünün fıyatlandırılmasına sermayenin temel sektörler arasındaki dağılımına göre bir uluslararsı işbölümünde yerlerini almaktadırlar.” (Sosyalizm Programı – Taslak s. 13.)

“(…) toplumsal üretim maliyeti yükselme eğiliminde olan, kârlılık oranı düşen ya da düşme perspektifi içerisine giren tüm sektör ve sanayi dallarının orta gelişmişlikteki kapitalist ülkelere doğru kaydırıldığını görürüz. Ekolojik anlamda maliyeti yüksek ve hala emek yoğun teknolojiye dayalı üretim alanları (tekstil, dericilik, hafif metal eşya) Türkiye’yi de kapsayan görece orta gelişmişlikteki ülkelere devredilmektedir. Gelişmiş kapitalist ülkeler ise bilimsel-teknolojik gelişmelerin somut kullanımına daha fazla olanak tanıyan ve bizzat bu gelişmelerin kendisi olan sanayilere kaymakta ve yeni alt-sanayiler yaratmaktadır.” (a.g.ç. 14.)

Sermaye ihracının emperyalist tekeller açısından iki rasyonalitesi var. Herşeyden önce yukarıda da değinildiği gibi yıpranmış üretken sermayenin orta gelişmişlikteki kapitalist ülkelere aktarılması, bu sermayenin bir kez daha değerlendirilmesini ve verimliliği, dolayısıyla da kar oranı en yüksek sermayenin gelişmiş kapitalist ülkelerde bulunmasını sağlıyor. Diğer yandan, orta gelişmişlikteki kapitalist ülkelerde işgücü maliyetlerinin düşük olması, belli metaların üretim süreci içinde pek yüksek teknoloji gerektirmeyen bir takım işlerin bu ülkelerde yaptırılması yoluyla tekellerin kar oranını yükseltici bir etkide bulunuyor.

Olaya bir de Türkiye açısından bakacak olursak, 1980’lerde izlenen politikaların yukarıda aktarılan işleyiş mekanizmalarına en uygun hale gelmeye yönelik olduğu görülür. 1970’lerin sonuna doğru patlak veren ekonomik krizden çıkış yolu olarak ihracata ve uluslararası entegrasyona yönelmek tasarlandı. Hem ihracat yapabilmek, hem de kâr oranını artırabilmenin Türkiye burjuvazisi açısından tek bir yolu vardı: Reel ücretleri düşürmek. Sabit sermayeye yatırım yaparak verimliliği artırmak zaten kaynak sorunu nedeniyle krize girilmiş olması nedeniyle mümkün değildi. Reel ücretleri düşürmenin ikinci boyutu ise, Özal’ın uluslararası tekellere “Türkiye’ye yatırım yapın, bizde ucuz işgücü var” diye çağrı yaparken muradettiği yabancı sermayenin Türkiye’ye çekilmesiydi.

Konumuz açısından şu sonucu çıkarabiliriz: Özellikle 1980 sonrasından itibaren hem uluslararası emper-yalist-kapitalist sistemin işleyiş biçimi, hem de Türkiye ekonomisinin bir türlü tamamiyle atlatamadığı krizi nedeniyle reel işçi ücretleri büyük oranlarda düşürülmüştür. Sonucun sonucu ise, Türkiye, emperyalist-kapitalist sistemden kopmadığı veya bir sıçrama yaparak, gelişmiş kapitalist ülkelerin arasına katılmadığı sürece işçi sınıfının ortalama reel ücretlerinin kayda değer bir biçimde yükselmesi, yani refahının artması mümkün değil. İkinci koşula hiç tartışmadan olanaksız deyip geçiyorum, birincisi ise bizim işimiz.

1980 sonrası reel işçi ücretlerinin düşürülmesinde başarıya ulaşıldığı defalarca söylendi. Ancak, aradan geçen 12 yılda, sermaye birikiminin ivme kazanması ve kar oranlarının istikrarlı biçimde artırılması konusunda da benzeri bir başarının gösterildiği söylenemez. Aslında, ilk yıllarda kağıt üstünde burjuvazi açısından sevindirici sayılabilecek rakamlar vardı; hem atıl kapasitenin dışarıya yönlendirilmesiyle hem de İran-Irak savaşının yarattığı pazar kullanılarak ihracat önemli miktarlarda artırıldı. Fakat elde edilen “kaynak” sanayiye yatırım olarak geri dönmedi. Çünkü o sırada yaşanan “transformasyon”un diğer bir boyutu da kapkaççılığın yanısıra ve ona bağlı olarak spekülasyonun ve rantiye gelirlerinin görülmemiş düzeyde yükselmesiydi. Böylesi bir ortamdaki “canlılık” doğal olarak sanayiye değil finans sektörüne yaradı:

          (%)       1977      1979      1980        1983

Finans/GSYİH 2.5        1.8        1.8          1.9

Banka kârları 100        247        329        637

                         1984     1985       1986       1989

Finans GSYİH   2.7       2.9         2.9          3.1

Banka kârları   618      969       1310

(Kaynak: K. Boratav Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm Gerçek Yay. 1991 İst. p. 55 )

Bankalar ve rantiyeler günlerini gün ederken, sanayinin durumu hiç de iç açıcı değildi.

Sermayenin Organik Bileşimi (%)

                        1984        1985       1986        1987       1988         1989

TOPLAM         91.94        91.85       90.92      90.43      90.38         87.99

Not: Sermayenin organik bileşimi= Değişmeyen ser. / değişken ser.* 100

Değişmeyen sermaye= ücret dışı tüm maliyetler

Değişken sermaye= net ücretler (tabloda brütün% 60’ı alınmıştır)

Kâr Oranları (%)

                   1984        1985        1986        1987        1988        1989

                   13.14       18.56       25.71      29.08        29.54       26.86

Not: Kâr oranları = Artık ürün / Toplam sermaye

*100 Artık ürün= İşçinin yarattığı katma değerin ücret dışında kalan kısmıdır.

Toplam sermaye= Ücretler (brüt olarak) ve amortismanlar da dahil işverene tüm maliyettir.

Sömürü Oranı (%)

                  1984       1985         1986        1987       1988       1989

                   263         367           455           487         427         354

Not: Sömürü oranı =Artık ürün / Değişken sermaye

(Kaynak: İSO, 500 Büyük Sanayi Kuruluşu, Petrol-İş ’90 içinde pp 256-8)

Kâr ve sömürü oranlarının 1987-88’e dek yükselişini ücretlerin düşürülmesiyle açıklıyorum. Bu yükselişin değişmeyen sermayeye yatırım yapılarak verimlilik artırılmadığı için geçici olduğu da tablodan görülebiliyor. 1988 ve özellikle de 1989 yılında yaygınlaşan işçi direnişleriyle sağlanan ücret artışları bu oranlan geriletmeye başlıyor. Günümüzde yapılan her türlü grevin burjuvazinin akıllara durgunluk verecek bir çabayla, basını, televizyonu siyasetçileri, mahkemeleri, kolluk kuvvetleri kısaca tüm araçları ve tüm gücüyle bastırmak istemesinin nedeni yukarıdaki tabloyla daha açık hale geliyor. Akla naif bir soru gelebilir; yükselişin sürekli olamayacağı önceden görülebilecek durumda olmasına karşın (enflasyonun bulunduğu bir ülkede ücretleri uzun süre sabit tutmak mümkün değildir), belli bir miktar kaynak da bulunmuşken neden finans sektörüne akan kaynağın bir kısmı da sanayiye aktarılmadı? Açıklaması kapitalizmin kaotik yapısında yatıyor; sermaye uzun ve hatta orta vadeli hesapları pek yapmaz, içinde bulunulan zaman diliminde hangi alan daha karlıysa o alana kayar, orta ve uzun vadeli yatırımlar ancak planlı ekonomilerde görülüyor.

Söylenenlerden 1980 sonrası burjuvazinin içinde çıkar çatışmalarının açığa çıktığı gibi yanlış bir sonuca vanlmamalı. Bugün Türkiye’de tekelleşmenin vardığı aşamada sanayi ve finans sermayeleri bütünleşmiş durumdadır, genelde her holdingin bir de bankası vardır. Ek olarak, bu yıllarda sanayi kökenli sermaye grupları da rantiye gelirlerinden paylarını aldılar. (Korkut Boratav a.g.e. s. 69.) Fakat bu, çıkardığımız sonucu değiştirmiyor, elde edilen karlar sanayiye yatırım olarak geri dönmemiştir.

Burada paradoks gibi görünecek bir parantez açmak istiyorum. Yukarıda sanayiye yatırım yapılmamasının nedeni olarak spekülasyonun ve finans sektörünün karlılığı gösterilmişti. Tersi de doğru, istikrarsızlık nedeniyle burjuvazi yatırım yerine spekülasyona yöneliyor, yani bir bakıma finans sektörünün karlılığı yatırımların yapılmamasının sonucu. Paradoks yatırımların durmasımn birden çok nedeni (pazar sorununu da dahil edebiliriz) bulunduğu için geçerli değil.

Burjuvazisi yabancı sermayenin Türkiye’ye çekilmesi konusunda da hayal kırıklığına uğramıştır. Boratav bunu, Türkiye ile “potansiyel yatırım alanları olan “benzer” ülkeleri” karşılaştırıp, Türkiye’nin emek verimliliği konusundaki dezavantajını ortaya koyarak açıklıyor. (Korkut Boratav a.g.e. p. 41.) Bu açıklamaya katılmakla birlikte, ekonomik istikrarsızlığın Türkiye burjuvazisi kadar yabancı sermayeyi de Türkiye’de yatırım yapmaktan uzak tutmuş olmasının ve uluslararası düzeyde de aynı yıllarda bir türlü istikrara kavuşulamamış, sık sık buhranların patlak vermiş olmasının da bir parametre olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Fakat güçlükler burjuvaziyi yıldıramadı, bu sefer de karlı çalışan KİT’ler yabancı sermayeye peşkeş çekildi. Heyhat, bunun da bir sınırı vardı. Kısaca 80’li yılların yabancı sermaye macerası Çitosan’ın bir kısmı, USAŞ ve birkaç şirket evliliği ile sınırlı kaldı.

20. Yüzyılıln Son Çeyreğinde İşçi Aristokrasisi

Buraya dek hep yatırımlar üzerinde duruldu. Nedeni günümüzde bir işçi aristokrasisi yaratmanın maddi temelinin yüksek teknoloji oluşu ve bunun da Türkiye’de önemli yatırımları gerektirmesi. Japonya Komünist Partisi (Sol)’dan Tsugio Takaichi’nin geçen sayıda kendi ülkesinde işçi sınıfının durumunu anlatırken söyledikleri somut bir örnek oluşturuyor.

“(…) Japon tekelci burjuvazisi ağır sanayi ve kimya sanayiinden, yüksek teknoloji sanayiine kaydı. 1980’lerde fabrika ve diğer iş yerlerine endüstri robotlarını, kişisel bilgisayarları soktular, dahası tüm endüstri dallarını ME (mikroelektronik) teçhizat ile donattılar. İş yerlerinde sayıları minimuma indirilen işçiler,  ME teçhizatının da uyarlanmasıyla uzun ve yoğun işlerde çalışmaya zorlandılar. Tekeller, kısa süreli işler için ikincil sektörlerde çalışanlar geçici işçiler, part-time çalışanlar, gündelikçiler, insan gücü gerektiren işlerden atılanlar ve yabancı göçmen işçiler gibi düşük ücretli işçilerin sayısını arttırdı. Bu süreçte yüksek tekelci karlar elde etmek için işçi sömürüsünün dozunu pervasızca yükselten tekelci burjuvazi bu kârlardan elde ettiği sermaye ile dış yatırımlarını arttırdı.” (Gelenek Kitap Dizisi 40 s. 58-59.)

“Önemli bir nokta da Japon emperyalizminin ülke içindeki alt kesimde yer alan işçilerden ve dışarıda baskı altında yaşayan insanlardan zorla elde ettiği büyük karın bir kısmını işçi sınıfının üst kesimine ve işçi aristokrasisini beslemek üzere aydınlar basın çalışanları gibi küçük burjuvalara vermesidir. Bu bağlamda Japon toplumu üst ve alt olarak iki kesime bölünmüştür. Ülkedeki işçi hareketi de kapitalizm koşullarında huzurlu bir yaşam isteyen işçi aristokrasisinin burjuva nitelikli hareketi ve başını alt kesimdeki işçilerin çektiği toplumun kökten değişmesini hedefleyen proletarya hareketi olarak ikiye bölünmüştür.” (Gelenek Kitap Dizisi-40 s. 59.) Takaichi’nin yazısı işçi aristokrasisi ile işçi sınıfının geri kalan kesiminin ücret yaşam ve çalışma koşulları sosyal güvenlikleri arasındaki korkunç boyutlardaki farklılığı somutlayarak sürüyor.

Böylesi bir istihdam politikasının Türkiye genelinde yaşama geçirilemeyeceğini, yukarıda tartışılanlardan yola çıkarak rahatça söyleyebiliriz. Fakat bu kadarı yeterli değil, konumuz bir adım daha ilerlediğimizde sektörel analizi gerekli kılıyor.

Ya Türkiye…

80’li yıllarda en fazla atılım yapan sektörün finans sektörü olduğu yukarıda yazıldı. Artık, bankada hesabı olanların bildiği, olmayanların da reklamlardan gördüğü gibi, bırakalım saatlerce beklenilen kuyrukların ortadan kalkmasını, evinizden çıkmaya bile gerek kalmıyor, bir telefonla birçok banka işlemini halletmeniz mümkün. Bu büyük dönüşüm, son beşaltı yılda gerçekleşti. Kısa denilebilecek bir sürede bunun gerçekleştirilebilmesi iki temele dayanıyor: Birincisi sektörün yüksek kar oranıyla çalışması, ikincisi ise bankacılığın kolay otomotize edilebilir, kırtasiye işlemleri yoğun bir niteliğinin olması. Gerçekten de sektör, bilgisayarların kullanıma girmesiyle kapsamlı bir dönüşüme uğradı. İlk anda beklenen, kitlesel işten çıkarmalar oluyor fakat bu da gerçekleşmedi, çünkü bankacılıkta verilen hizmetin kapsamı da oldukça genişledi, otomasyon sonucu işini yitirenler (kısa süren bilgisayar kurslarından sonra) başka alanlarda istihdam edildiler. Kısaca sabit denebilecek bir işgücü ile yapılan işin kapsamı büyütüldü. Tüm bunların yazılma nedeni şüphesiz gelişmeler karşısında duyulan hayranlık değil, konumuzla yakından ilgisi var çünkü Japonya’dakine benzer bir yapılanmanın bankalarda da yaşama geçirilip geçirilemeyeceği sorusu açığa çıkıyor. Bilgisayarlarla çalışan, görece yüksek ücretli belli sayıda işçinin yanısıra, hakları oldukça kısıtlı, daha az ücretle çalışan, part-time ve geçici işçiler de bankalarda görülmeye başladı. Acaba bu alanda bir işçi aristokrasisi yaratılıyor mu? Henüz değil, yukarıda tarif edilen istihdam politikası pek kurumsallaşmış değil ve hala bankalarda “çalışma barışı” istenildiği ölçüde sağlanamadı, işçiler sendikalara üye oldukları için işten atılıyorlar, ücretler işçilerin kendilerini “aristokrat” hissetmelerine yetecek kadar yüksek değil vb. Ayrıca unutulmaması gereken önemli bir nokta da Türkiye toprağının sürekli krizlere gebe olması, önümüzdeki yıllarda girilebilecek bir ekonomik krizde finans sektörünün bugünkü konumunu sürdürmesi pek beklenmemeli. Yine de, şu anda finans sektöründe işçileri pasifize etme ve bir “aristokrasi”nin alt yapısını oluşturma konusunda önemli adımların atılmış olduğunu belirtmek gerekiyor.

Sektörel analizi sürdürürsek, İSO’nun 500 Büyük Sanayi Kuruluşu istatistiklerinde görülen, 1989 itibariyle sermayenin organik bileşiminin büyüklüğü yani kullanılan teknolojinin yüksekliği açısından Kimya Petrol ürünleri Lastik ve Plastik Sanayinin (1) diğerlerinin oldukça önünde olduğu. Bu sektörü sırasıyla Taş ve Toprağa Dayalı Sanayi Ürünleri (2) ve Metal Ana Sanayi (3) izliyor.

Sermayenin Organik Bileşimi (%)

               1984          1985          1986       1987        1988          1989

   (1)       97.99         97.71        96.78      96.75       96.16         95.17

   (2)       83.68         85.12        82.45      85.56       86.43         88.84

   (3)       86.90         89.49        90.48      89.38       90.65         87.28

Kâr Oranları (%)

(1)            6.20              6.97          12.49       13.62         19.29           19.88

(2)            31.70             34.01         42.93       49.61          40.25          36.44

(3)            16.18            14.14         18.68        26.16          29.72          21.69

Sömürü Oranı (%)

 (1)             456                505            639           692             825             673

 (2)             302                358             515           576             438             321

 (3)             317                510             393             83             215             195

(Kaynak: Petrol-İş ’90 a.g.istatistik)

Bu sektörlerde de, sermayenin organik bileşimi, kar oranları ve sömürü oranı açısından genel trendin kimi sektörel ek parametrelerin neden olduğu dalgalanmalar haricinde izlendiği görülüyor (Sadece 1. sektörde kar oranının sürekli yükselmesi dikkat çekici), ki bu da yukarıda çıkarılan genel sonuçların sektörlerde de geçerli olduğunu gösteriyor. Ek olarak, bu sektörlerdeki istihdam yapısı da tezlerimizi doğrular niteliktedir. Örneğin, işçi aristokrasisinin maddi temeli olan sabit sermayenin oranının yüksekliği açısından en avantajlı Kimya Petrol ürünleri Lastik ve Plastik sektörüne baktığımızda şu tabloyla karşılaşıyoruz: Petrol-İş’in örgütlü olduğu işyerlerinde toplam 55.983 çalışanının büyük çoğunluğunu 45.430 kişi ile daimi çalışanlar oluşturuyor taşeron işçilerinin sayısı 6.609 mevsimlik-geçici işçilerin sayısı 3.601 özel güvenlik görevlilerinin sayısı ise 883. (a.g.e.; s.332) Oranlarının düşük olmasının yanısıra geçici işçi kullanımının ve taşeronlaşmanın, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki part-time ve geçici işçilerden işçi aristokrasisi ile ilgili olmayan sendikasızlaştırma, işyerlerindeki direnişi kırma, ücretleri düşürme gibi farklı bir işlevi var. Elimizde gerekli veriler olmamasına karşın diğer sektörlerde de benzer bir yapılanmanın olduğunu varsayabiliriz.

Bu sektörlerde mücadelenin de yüksek olduğunu belirtmek gerekiyor. Mücadelenin en kolay görülebildiği yer kuşkusuz grevler oluyor. Yalnız grev istatistiklerini incelerken belli bir ihtiyat payını korumalı. Sözkonusu sektörlerde çalışan işçi sayıları arasındaki eşitsizlikler, anlaşmazlığın uzaması durumunda grevde geçen işgünü1 sayılarındaki farklılaşmalar, tam bir karşılaştırmayı zorlaştırıyor. Yine de aşağıdaki rakamlar bir fikir vermesi açısından anlamlı.

Grev ve direnişlerde bir sıçrama yaşandığı 1989 yılında “Grevlerin işkollarına göre dağılımında metal iş kolu hem greve çıkan işçi sayısı açısından hem de yitirilen işgünü açısından öndedir. 1989 yılında Çelik-İş Türk-Metal Otomobil-İş ve Özdemir-İş üyesi 23.689 metal işçisi greve çıkmış grev nedeniyle kaybolan işgünü ise 2.394.896’yı bulmuştur. Grevlerde kaybolan işgünü açısından ikinci sırayı işkolumuz almıştır. Sendikamız Petrol-İş’e üye 1.757 işçi yanında bağımsız LasPetkim-İş’e üye 523 üye olmak üzere toplam 2.280 petrol lastik kimya işçisinin grevinde 324.215 işgünü kaybedilmiştir.” (Petrol-İş ’89 s.265) 1990 yılında ise en önde giden, tahmin edileceği gibi maden işkolu, 46.318 işçiyle grevde toplam 1.250.586 işgünü geçirmiş. Konumuz dahilindeki sektörlerde Petrol-İş ve LasPetkim-İş üyesi 7.951 işçinin grevinde geçen işgünü sayısı 245.891, T. Çimse-İş üyesi 18.924 işçinin grevinde geçen işgünü sayısı 630.277 (grevlerin büyük çoğunluğu erteleme ile bitirilmiş), Türk-Metal, Çelik-İş, Otomobil-İş ve Özdemir-İş üyesi 115.725 işçi grevde 865.889 gün geçirmişler. 1991 yılının ilk yarısındaki rakamları 1990 yılının bütününden genelde büyük olduğunu belirterek bu konuda rakam vermeyi kesiyorum. (Petrol-İş ’90 Yıllığı ss.270-285’teki tablolar)

Bu sektörlerde çalışan işçilerin ücretleri Türkiye ortalamasının üzerinde. Tek başına yüksek ücretlerin bir işçi aristokrasisini işaret etmeyeceğini ilk yazıda söylemiştim burada tekrarlıyorum. Türkiye’nin sermayenin organik bileşimi en yüksek, dolayısıyla en verimli çalışan ve en fazla sömürünün bulunduğu sektörlerde bile, bir işçi aristokrasisi yoktur.

Sendika Bürokrasisi

Bir tekrar daha yapacak olursak işçi aristokrasisi yaratmaya gücü yetmeyen Türkiye burjuvazisi, yerine çok daha ucuz, elverişli bir aracı, sendika bürokrasisini kullanıyor. Burjuvazinin temel uğraşı, zaten sendikaları kendi eliyle kurduğu için, sendika bürokrasisini egemen kılmaktan çok denetiminin dışında işçilerin haklarını gerçekten savunmayı hedefleyen alternatif sendikal çıkışların önünü keserek, işçi sınıfını varolan sendikalara mahkum etmek oldu.

Sendika bürokratlarıyla işçilerin arası, hapishaneden dışarı çıkmaya çalışmayan mahkumla gardiyan gibi, hareketliliğin olmadığı dönemlerde pek fena değildir. Sendikalar, işçilerin haklarını “savunurlar” ,çıkan ufak tefek sorunlarda işverenle işçi arasında arabuluculuk yaparlar, bariz bazı sorunları çözerler de toplu sözleşmelerde “makul” bir ücretin pazarlığını yaparlar, yine “makul” bir rakamda anlaşırlar. Yaptıkları işi kesinlikle abartmazlar, ne işçi hakları savunuculuğunu, ne de işverenlere hizmeti, sadece yükümlülüklerini yerine getirirler, gürültü çıkarmadan, silik kalmayı tercih ederek. Bu dönemlerde işçiler, mahkumiyetlerinin pek farkında değillerdir, demir kapıyı zorlamaya gerek duymamışlardır, çünkü.

Fakat, herşeyin yolunda gittiği bu durgun dönemler Türkiye’de çok uzun sürmez, sendika bürokrasisi sık sık önplana çıkmak zorunda kalır.

12 Eylül’ün işçilere karşı yapıldığını bilmeyen yok. Yapanlar, işçilerden korktular özellikle de DİSK’ten. Burada kastedilen korku, anılarda yazılan, DİSK’in onbinlerce silahlı militanının bulunduğu söylentilerinden duyulan korku değil işçilerin her türlü sorun karşısında DİSK’ten bekledikleri, umduklarıydı. DİSK umutları gerçekleştiremedi, en ufak bir direniş gösteremeden kapatıldı. Umutsuzluğa kapılanlar da DİSK’e sahip çıkmadılar, bomboş mahkemelerin fotoğrafları gazetelere neşeyle basıldı.

Fakat bu kadarıyla yetinilemezdi. Hiçbir şey yapamamaktan kaynaklanan hoşnutsuzluğun ortadan kaldırılması, en azından hafifletilmesi gerekiyordu. Burada Türk-İş’e önemli görevler düştü. Yaratılan “toplumsal mutabakat”a da dayanarak darbe desteklendi, ordunun milleti kurtarmasının ne kadar yerinde olduğu propagandası sınıf içinde yayılmaya çalışıldı hatta hükümete bir bakan verilerek işçi sınıfının haklarının devlet katında da korunduğu yamlsaması güçlendirildi.

Sendika bürokrasisi, darbe ile birlikte yaptığı hizmetlerin karşılığında olmasa bile, (çünkü bu zaten onun işi) burjuvazinin daha uzun süre rahat kalabilmesi için ek yasal ve siyasal güvencelere kavuştu. Toplu sözleşmelerde Türk-İş’e rakip çıkmaması için örgütlenme barajı, işkolunda % 30 işyerinde % 50+ 1 olarak düzenlendi. Hatırlanacağı gibi, benzeri bir yasal düzenleme denemesi 15-16 Haziran Direnişi ile boşa çıkarılmıştı. Ayrıca Toplu İş Sözleşmeleri, Grev ve Lokavt Kanunu ile sendika kurucusu ve yöneticisi olacaklara da sınırlamalar getirildi. Sendika kurucusu olabilmek için, TCK’nın 312. maddesinin 2. fıkrasında yazılı halkı, sınıf, ırk, din,, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin vaya düşmanlığa açıkça tahrik etme suçundan ve TCK 536/123 537/1-5 te yazılı eylemleri siyasi ve ideolojik amaçlarla işlemekten mahkum olmamak, TİSGLK’nun 5 tane maddesinden hüküm giymemiş olmak gerekiyor. Türkçesini söylersek, o güne dek ideal vatandaş olmak, sınıf ve kitle sendikacılığı yaptığını söyleyen DİSK’e hiç bulaşmamış olmak ve kesinlikle de solcu olmamak gerekiyor. Yönetici olabilmek için de tüm bunlara ek olarak, yaşlı ve burjuva partilerinde bile siyasete bulaşmamak lazım, çünkü o işkolunda on yıldır fiilen çalışmamış olanlar yönetici olamıyor ve siyasi partilerin yönetici organlarında görev alanların ya da mahalli veya genel seçimlere girip kazananların sendikalarla ilişkileri kesiliyor.

Yasaların bıraktığı boşlukları, sendikalar, kendi tüzüklerinde yapılanma biçimlerini, seçim tarihleri arasındaki zamanın uzunluğunu, seçim yöntemlerini, işçilerin denetimini ve mevcut yönetimin değiştirilmesini mümkün olduğunca olanaksızlaştıracak şekilde düzenleyerek doldurdular.

Darbenin heyecanı yatıştıktan sonra 1980’lerin ikinci yarısına dek sendika bürokrasisine pek iş düşmedi. İşçiler mücadele ile hak almanın umudunu yitirmiş olduklarından hareketli değillerdi, Türk-İş ve ona bağlı sendikalar açısından hiçbir şey yapmamak yeterli oluyordu. Fakat 1987-88’den sonra yavaş yavaş başlayan ücret artış talepleri ve grevler işin rengini değiştirdi. Özellikle de 89 atılımı ile sendika bürokrasisinin sınıfa dışsallığı iyice açığa çıktı. Bir çok eylemde işçiler açıkça sendikalarına rağmen ve onlara karşı direndiler. İşçilerin sendikalarını önlerine katıp sürüklediği direnişlerin bazılarında kendilerini duruma uydurmaya çalışan “canlarım …” diye başladığı konuşmalarda atıp tutan sendika bürokratları da konumlarını uzun süre koruyamadılar ve yapılacak kongreleri işçilerden kaçırır duruma düştüler. Greve çıkılmadan önce hazırlıkların yapılmadığı, grev süresince gerekli reflekslerin verilmediği, kararlılığın ve asgari direncin gösterilmediği örnekleri saymaya gerek yok, sadece bunların yapıldığı durumların istisna olduğunu belirtebiliriz.

Buraya dek yazılanlardan bir düşman bir günah keçisi yaratıp bütün olumsuzlukları ona yükleyerek ruhumuzu kurtardığımız düşünülebilir. Duygusal bir boyut elbette sözkonusudur, çok açıkça yaşanan satılmışlık örneklerinin yarattığı nefretten tamamiyle sıyrılarak yazmanın, bir sosyalist açısından pek mümkün olduğunu sanmıyorum. Yine de şu sorulabilir ve sorulmalıdır da: İşçi sınıfının kendiliğinden hareketi var olanın çok daha ötesine geçebilir durumda olmasına karşın, bunu sendikalara yuvalanmış üç-beş bürokrat mı önlüyor? Ya da bütün sendikacılar işçi sınıfının düşmanı mı?

Şüphesiz hayır. İşçi sınıfının kendiliğinden hareketiyle sosyalist bilince ulaşamayacağı, ancak ekonomik, sendikal ve dar anlamıyla siyasal bilinç edinebileceği, Lenin’in Ne Yapmalı’yı yazdığı günden beri, tarihsel teorik bir kazanım olarak duruyor. Sendikalardan sendi-kalizm beklemek kadar doğal hiçbir şey olamaz. Ancak, bu sendikalizm sendika bürokrasisinin varlık zeminidir ve sosyalistler işçi sınıfının öncü kesimleriyle ilişkiye geçip sosyalist mücadelenin alanını açmadıkları sürece de böyle kalacaktır.

Ve elbette sendikalarda çalışan herkes işçi sınıfının bilinçli düşmanı değildir. Sendikalarda gerçekten işçilerin çıkarlarını savunmaya çalışan veya savunmak isteyen, iyi niyetli sendikacılar vardır ve sayıları hiç de az değildir. Ancak, sendikaların yasal, tüzüksel ve hiçbir yerde yazılı olmasa da fiili düzenlenmeleri, bu sendikacıların hareket alanını, etkinliklerini ve yükselmelerini önleyecek biçimde düşünülmüştür. İşleyiş, duyarlılıklarını yeniden üretecek başka bir alana sahip olmayan bu insanların ya duyarlılıklarını yitirmeye ya da çeşitli savunma mekanizmaları geliştirerek içlerine kapanmaya itmektedir. Üst düzey yöneticilerin ise bu tür dertleri yoktur onlar kelimenin gerçek anlamıyla sendika bürokratlarıdır.

Ne Yapmalı?

Satır aralarından çıkarılabilecek en genel sonuç, sosyalistlerin bu konuda büyük sorumluluklarının bulunduğu. Fakat bu çok şey anlatmıyor sorulacak ikinci soru “nasıl yapmalı?” olmalı.

Sendikaların şu anki halleriyle, sosyalistlerin işçi sınıfına ulaşmalarının önündeki en büyük engellerden birisini oluşturduğu açık. Sosyalistler sınıf hareketiyle girecekleri her ilişkide karşılarında sendika bürokrasisini bulacaktır. Bunun çaresi kimi sendikaları ele geçirmeye çalışmak değildir. Sendikaların yukarıda tarif edilen yapısı ve yasal düzenlemeler nedeniyle, bu çaba çoğunlukla sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Şüphesiz sendikalar en kötü koşullarda bile, sosyalistlerin doğal bir faaliyet alanıdır ve sendika içinde edinilen mevziler sosyalistlerin etkinliğini artırır. Ancak tek başına yönetimi ele geçirme mücadelesi, çok büyük bir olasılıkla yapılan kulisler arasında eriyip gidecektir.

Sendikaların dönüştürülebileceği alanın önemli bir kısmı sendikaların dışındadır ve bu alan da siyasettir. Sosyalistlerin gündeminin ilk sırasında düzenin bütününe alternatif siyasal bir odak olarak, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm topluma hitap etmenin kanallarını yaratmak olmalıdır. Bu başarıldığı, sendika içindeki iyi niyetli sendikacılara duyarlılıklarını yeniden üretebilecekleri bir alanın sunulduğu, işçi sınıfının öncü kesimleriyle siyasal ilişkiye geçildiği ve sınıf içinde önemli mevziler kazanıldığı oranda, sendikaların dönüşümü ve işçi sınıfı hareketinin önünün açılması sosyalistlerin genel siyasal mücadelesinin bir yan ürünü olarak açığa çıkacaktır. Tüm bunların hangi araçla yapılabileceğinin yanıtı bu sayfalarda uzun süreden beri veriliyor.

 

 

Dipnotlar

  1. (*) Devletin olduğu kadar sendikaların da yayınladığı istatistiklerdekullanılan “grevde kaybolan işgünü sayısı” deyiminioldukça ideolojik buluyor ve benimsemiyorum. “Kayıp”kapitalistlere aittir, işçilere değil, çünkü grev süresinceişçilerin tek kaybettiği ücretlerinin tamamını alamamaktır,bunun karşısında sınıf mücadelesinin en somut tezahürlerindenbirinin öğreticiliği çok daha büyük bir kazançtır.”Grevde geçen işgünü sayısı” deyimini kullanmayıyeğliyorum.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×