Sınıf Mücadelesinin Alanı ve Aracı Olarak Seçimler
Seçim atmosferine girilirken sorunlar ve sorunların politik çözüm önerileri karşısında, toplumda duyarlılıkların kabardığı bilinir. Alışılmış “klasik” anlamı içinde dahi olsa seçimler, “bir devri yönetim”in uygulamalarını savundukları, fiili eylemlerinin “hesabını verdikleri” geleceğe ilişkin hedeflerini, önerilerini ortaya koydukları bir platformdur. Varolan “muhalif”lerin kimliğine göre ve sorunların boyutu, bunların eleştirel düzeyi ve çözüm önerilerine, eylemlere bağlı olarak dinamik, canlı ve zengin bir konum arz edebilir. Seçim platformları, burjuva partilerinin düzen içi yarışlarında, politik söylemlerine, imajlarına farklılık kazandırabildikleri ölçüde, umutlarından yakalanmış işçi sınıfı ve emekçilerin bir dalyandan diğer dalyana aktıkları bir görünüm de kazanır. Seçimlerde sosyalizm almaşığının yoksun olduğu koşullarda dahi, toplumda bir kabarmanın, dalgalanmanın ortaya çıkabiliyor olması, bu platformun kullanılabilmesinin önemini, gerekliliğini açığa vurmaya yetiyor. Bu nedenle seçim platformlarının sömürü düzenini, “devri-yönetimiyle” iktidarını, iktidarı muhalefetiyle ve her türlü kurumlarıyla düzeni sorgulamaya yönelik kullanılabiliyor olması önemi hiç küçümsenemeyecek bir mücadeledir. Tersine yoğun sayılabilecek; bir arayışın, kıpırdanmanın, dalgalanmaların kendiliğinden oluştuğu bir ortamı kullanmamak sosyalizm mücadelesini ertelemek anlamına gelir. Eğer politika bir yanıyla zamanı kullanma, zamanı lehe çevirme yarışı ise bu alanı kullanmamak zamanın gerisinden gitmektir.
Sosyalizm mücadelesi bakımından, bugün için bu alanı gerekli verimlilikle kullanabilecek gerekli araçların ve örgütlenmelerinin yaratıldığı da söylenemez. Kaldıki bu araçların gerekliliği sadece bu platformlara yönelik de değildir. Bu durum, genel olarak sosyalizm mücadelesinin örgütlenip güçlendirilmesi sorunu karşısındaki duyarlılığın da bir göstergesidir. Tek başına duyarlılığın da değil, bir bütün olarak Türkiye sosyalist hareketinin ufkunun, deney ve birikiminin boyutlarının derinliğini sınamayı sağlayacak bir mihenk taşıdır da.
Türkiye Sosyalist hareketinin deney ve birikiminden hareketle önümüzdeki mücadelede kısırlığa neden olan ve bugüne uzanan kimi sonuçlar çıkarmaya çalışırsak, ilk elden vurgulanacakların başında geçmişte olduğu gibi ve halen sosyalist ideoloji ve politikanın gerekli derinlikte yeniden üretilememesi sorunu gelir. Bu sorun, kadrolar ile örgütler, örgütler ile sınıf ve emekçi kitleler arasında güçlü ve kalıcı bir biçimde bağların kurulamamış olmasının bir nedeni olagelmiştir. Özetle kapitalist sömürü düzeninin, bu düzenin araçları, bu araçların işleyişleri, fonksiyonlarından kalkılarak iktisadi, hukuki, politik, etik vb. ideolojik her düzeyde karşıt bir üretim konusundaki verimsizliktir. Bu durum, aynı zamanda alternatif toplum biçiminin, modelinin yaşam tarzının somut olarak bilince çıkarılamamasıdır.
Somutu etkileyip değiştirebilecek bir müdahalenin doğabilmesi pratikte etkili olabilecek bir ideolojik politik bilincin varlığına bağlıdır.
Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin içinde bulunduğu durumu, sorunlarını ortaya koyan bir değerlendirme, makro düzeyde bir teorik politik kavrayışın sığlığını, eksikliğini ele almak zorundadır.
Bu konuda eksik tanı, emperyalist ilişkiler ağındaki sistem üzerindedir. Hem emperyalizmin ekonomik örgütleri, politik militarist odakları, bunların güçleri, etki ve kontrol mekanizmaları, ilişki sistemleri, eylemleri, eylemlerinin sonuçları açığa çıkarılamamaktadır. Hem de, bugünkü Türkiye kapitalizmini ayakta tutan iktisadi-sosyal-hukuki, ideolojik-kurumsal militarist yapılanmaya ilişkin teorik-politik çözümlemeler yapılmamaktadır. Ne yazık ki, bugün için Türkiye burjuvazisinin iktisadi-politik düzeyde stratejik hedefleri nedir, bu amaç doğrultusunda devlet, bürokrasi, militarist odaklar, siyasal partiler, burjuvazinin sair iktisadi-politik örgütleri nasıl bir rol üstlenmiş, ortaya konulamıyor. Tüm bu burjuva güçlerin eylemleri, eylemlerin gerisi, arka planı bir bütünlük içinde sergilenemiyor. Bir bütünlük içinde parçaların ağırlıkları saptanıp buna göre mücadele hedefleri konulamıyor. Buna göre mücadele biçim, yöntemlerini geliştirmek yerine parçalarla oyalanılıyor. Tek tek parçalar hedef alınıp, yüklenilmeye çalışılırken bütünlük gözlerden kaçırılıyor. Özetle gerekli detaylar atlanmaksızın topyekün bir kavrayışla, sistemli, planlı, organize bir biçimde düzen hedef alınıp teşhir edilemiyor.
Bu alanda, teorik-ideolojik-politik mücadele, örgütsüz aydınların, akademisyenlerin, teknokratların bireysel sorumluluk ve inisiyatiflerine terkedilmiştir. Sorumluluk taşıyan ve çabalı olanların ileri sürdükleri görüşler de yeterince değerlendirilip, damıtılıp harekete mal edilmemektedir. Pek çok veri, işçi sınıfı ve emekçilerin politize edilmelerine, bilinçlendirilmelerine yardımcı olmak üzere kullanılamamaktadır. Tekrar edersek, sınıf bilincinin -sosyalist ideolojinin- sınıf şuuru ve kinin yeniden üretimi konusunda sürekli bir tıkanıklıktır, aşılamıyor. Yapılanların ise oldukça yetersiz ve eksik çabalar olduğunu teslim etmek gerek.
Bu doğrultudaki çabaların yeterli olduğunu farzetsek bile, sınıfa ulaşacak, onu değiştirerek örgütleyecek bir kadro örgütlenmesinin eksikliği, bu kez kendini dayatmaktadır. İçinde bulunduğumuz koşullarda legal düzeyde sosyalist bir partinin mekanize yapısından yoksunluk, bugünkü seçim platformunda sosyalizm almaşığının yaratılamayışını beraberinde getiriyor. Bu durum da gösteriyor ki, Türkiye’de sosyalistler seçimlere oldukça hazırlıksız yakalanmışlardır.
Yukarıda kısaca ele aldığımız, sosyalizm mücadelesi içinde gerek sosyalist ideoloji ve politikaların yeniden üretimi sorununun, gerekse hem bunun aşılmasını hem de kitlelere ulaştırılıp onların örgütlenmesini sağlayacak parti sorununun getirdiği olumsuzluklardır. Bu olumsuzlukların yanında başkaları da sıralanabilir. Öte yandan sosyalizm mücadelesinin içinde bulunduğu koşullar açısından olumlu çabaların olmadığını da söylemek istemiyoruz. Bu yazıyla ilgisi bakımından, radikal eğilim taşıyan kesimlerin, bir araya gelerek birkaç ilde de olsa bağımsız sosyalist adaylarla seçimlere katılmalarını son derece olumlu karşılamak gerek.
Hiç kuşkusuz, bu olumlu tutum da bugün için seçim platformunda, işçi sınıfı ve emekçi kitlelere, alternatif sosyalist ideoloji ve politikayı gerekli düzeyde taşıyabilecek bir konumda değildir. Her şeyden önce yürütülen, birkaç ille sınırlı, geniş olmayan bir çalışmadır. Birçok nedenle seçim çalışması için, gerekli organize bir durum yaratılamamıştır. Bu çalışmaya katılan kesimler de, tüm güçleriyle değil sınırlı bir etkinlikle bu eylemin içinde yer alıyorlar. Bu nedenle bu seçim platformunun gerek etkinlik düzeyini gerekse etkinliklerinin sonucunu alacakları oylarla, ölçmeye kalkmak bu konuda en yanlış yaklaşım olacaktır. Bizatihi önemli olan birleşik sosyalist kampanyanın oluşturulabilir olmasıdır.
Bu platformun kitlelere olabildiğince ulaşmak gibi bir amacı vardır. Bu amaca ulaşılmaya çalışılacaktır. Ancak bunun öncesinde, bugün için eylem birliği düzeyinde de kalsa, kitleleri, ulaştığı kesimleri, kadroları bir araya getirme gayretidir aslolan. Bir araya gelebilenleri yan yana getiren; burjuva ideolojisi, siyasal partileri karşısında sosyalizmin bağımsız tutumunu almak, kuyrukçu reformist eğilimlerin karşısına çıkmak, boykotçu eğilimlerin politikasızlığını sergilemek ereğidir. Bu tavrı sosyalist potansiyele benimsetebilmek, kuyrukçu geleneği kırmak, ehvenişer tutumları mahkum etmek anlayışı, temel buluşma noktalarını oluşturmuştur.
Bunun sonrasında ise bu doğru sosyalist tavrın içeriğini doldurmak gayreti ve sorunu geliyor. Platformu oluşturan kesimlerin, seçimlere yönelik radikal bir söylemi eksiksiz bir biçimde geliştirebilmelerini hemen beklememek gerekiyor. Buraya katılan kesimler homojen bir konum arzetmediğinden, seçimlerde gerekli politikaların saptanıp, üretilip kolayca hayata geçirilmesi konusunda aşırı iyimser olunmamalıdır. İyimserliği öncelikle, bu kesimlerin üreteceği politikalar ve araçları konusunda aralarında yaratmaya çalışacakları dil birliği düzeyinde aramak gerekir. Öncelikle birbirini anlayarak, birbirini etkileyerek ortak bir düşünce ve duyuşun üretilmesi konusunda yaratıcı bir sürece girmeleri beklenir. Bu olumlu bir durumdur. Olumlu sonuçlarını seçimlerden ziyade yakın gelecekteki eylem birliklerini -ya da daha başka- hazırlamak, hızlandırmak konusunda görebileceğiz.
Seçim platformunun oluşumunu ve etkinliklerini, seçim çalışmalarının sonuçlarından ziyade bu açıdan ele almak daha doğru olacaktır.
Çok açık olmalı; seçimler sosyalizm mücadelesinin bir momentte bir aracı ve alanıdır. Aslolan ise sosyalizm mücadelesini ciddi ve sürekli bir biçimde yükseltmektir. Bu da Türkiye’deki sosyalist potansiyelin olabildiğince toparlanması, nitel, nicel anlamda güçlü bir kadro örgütlenmesinin -parti işbölümü içinde, koordine, eşgüdümlü, mekanize yapısından geçiyor. Bu platformun kısa deneyi, bu sorunun güncelliğini hissettirmeye yardımcı olacaksa, olumlu-olumsuz da olsa birlikte bir mücadeleden dersler çıkarılabilecekse, bu anlamda olumlu izler bırakabilecekse, şimdilik amacına ulaşıyor demektir. Zamanın Türkiye’deki sosyalistleri ciddi bir biçimde sıkıştırdığı bir kesitte elbette bu kadarıyla da yetinmemek gerekiyor. Yaşadığımız kesit karşımıza çok yönlü ve büyük soranlar biriktirmiştir. Öncelikle çözüm bekleyen sorunları önümüze koymak, sonra da aşmaya çalışmak durumundayız.
Bu sorunları aşmaya yönelik tutarlı bir ideolojik-politik söylemin ilk şartı, sosyalizm alternatifini gündeme getirebilmektir. Buna bağlı olarak da güncel sorunlar üzerine eğilebilir, talepler ileri sürebiliriz. İlkinin içeriği yeterince doldurulmadan, ikincisi ile yetinmek, mücadeleyi reformizme çekecek bir etki yaratır. Bu nedenle de oldukça özet bir biçimde sosyalizmin güncelleştirilmesine yönelik hedefleri sıralıyoruz.
Güncelliğin Dayattığı Söylem
Türkiye’de sosyalist kavgayı yükseltebilmenin yolları anti-kapitalist bir söylemden geçiyor. Yaşadığımız şu günlerde, yerel seçim atmosferi bu doğrultuda etkilenmek zorundadır. Sosyalist bir programın öngördüğü tüm temel hedefler ortaya konmak, yoğun bir mücadeleyle işçi sınıfı ve emekçi kesimlere benimsetilmek durumundadır. Bunların başlıcalarını sıralarsak;
-Dış ticareti, bankaları, yeraltı ve yerüstü tüm doğal kaynakları, fabrikalar, büyük topraklar gibi tüm üretim araçlarını kamulaştırmak.
-Dolaşım sürecinde ortaya çıkan tüm büyük ticari işletmeler ve holdingler üzerindeki özel mülkiyeti kaldırarak, kamu mülkiyeti ve yönetimi altına almak.
-Fiyatları dondurarak, ücretleri arttırarak yeni bir ücret fiyat dengesinde üretimi merkezi planlamaya alarak ekonomik sürece müdahale etmek.
-Dolaşım, değişim, tüketim süreçlerini yeniden düzenlemek.
-Kapitalist sınıfın çıkarlarını himaye eden hukuksal düzenlemeleri yürürlükten kaldırarak, yeni bir anayasal-hukuksal sistem oluşturmak.
-Kapitalist sınıfın çıkarlarına kararlar üretip uygulamaya koyan, onların çıkarlarını himaye eden tüm devlet kurumlarını lağvederek yeniden düzenlemek.
-Emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin çıkarlarının politikaları doğrultusuna hareket eden tüm militarist odakları, yapıları dağıtmak.
-Emperyalizmin ilişki, etki ve kontrol mekanizmalarının dışına çıkmak. Bu amaçla uluslararası şirketlerin Türkiye’deki tüm üretim araçlarını kamulaştırmak. Bretten-woods, OECD gibi sistemlerden ayrılmak. Emperyalist sömürü ilişkileri sonucu biriken ve bugün için bedeli kat kat ödenmiş olan dış borçlar konusunda moratoryum ilan etmek.
-Emperyalizmin askeri örgütlerinden, NATO’dan çıkmak. Bunlarla imzalanan gizli-açık tüm ikili anlaşmaları feshetmek.
Yukarıda kısaca ve eksik bir biçimde sıralamaya çalıştığımız türden sosyalist programın öngöreceği temel hedefleri ortaya koymak zorundayız. Bunları ortaya koyarken sömürü ilişkilerini olanaklı kılan ve sürmesine dayanak oluşturan tüm ideolojik-kurumsal yapının, sömürü ilişkileriyle bağları kurularak eylemleri ve eylemlerin sonuçlan deşifre edilmek durumundadır. Önümüzdeki seçimler yerel yönetimler boyutunda olması nedeniyle kentleşmenin getirdiği sorunların sosyalist çözüm önerileriyle bu hedefler desteklenmelidir.
Kapitalizmin yapısal özelliklerinden kaynaklanan ve planlı bir sanayileşme, planlı bir kentleşme politikasından yoksun olmak nedeniyle biriken, bölgeler arası dengesizliğin, yerleşim birimleri, kentler içindeki dengesizliklerin, bu dengesizliklerden doğan sorunların alternatif çözümlerini üretebilmek gerekiyor. Üretirken, bu sorunlar kaynaklık eden yapıyı, nedenleri, ilişki sistemlerini açığa çıkararak üzerine gidebilmeliyiz.
Bugünkü yerel yönetim sorunlarının çözümü ağırlıklı bir biçimde planlı ve sağlıklı bir kentleşme politikasının ekseninde düğümleniyor. Ağırlıklı bir biçimde, gecekondu ve konut sorunu, bunlara paralel olarak altyapı, ulaşım gibi sorunlardan oluşuyor. Öncelikle son yıllarda hızla yaygınlaşan gecekondulaşma eğiliminin karşısına çıkmak gerekiyor. Burjuva siyasal partileri bu konuda hedef şaşırtıp, çeşitli vaatlerde bulunarak, tapu tahsis belgesi dağıtarak gecekondulaşmayı meşrulaştırmış durumdadır. Aynı zamanda bu sorunu işçi ve emekçilerin oylarını avlamak için kullanıyorlar. Peşinen söylenmelidir: Barınma sorununu gecekondularla “gidermeye” çalışmak suç kabul edilmelidir. Bir aileyi gecekonduda yaşamaya mahkum etmek suçtur. Türkiye burjuvazisi bu noktada kolayca hedef saptırabilmiş, işçi ücretlerini düşük tutmak için gecekondulaşmayı körüklemiştir. Sağlıklı bir konut edinmek ve yaşamak için ücretlerin daha yüksek olması gerektiği açıktır. Burjuvazinin siyasal sözcüleri bu konuyu gizlemeyi becerebilmiş, üstelik işçi ve emekçilerin barınma sorunlarına sahip çıkıyormuşcasına olayı çarpıtıp kullanarak, bir sömürü alanı haline getirmişlerdir.
Bu nedenle, aşağıdaki hedefleri ileri sürmek gerekiyor:
-Gecekondulaşma durdurulmadır. Gecekondularda barınanlara bedelsiz yeni konutlar tahsis edilerek bu sorun temelden ortadan kaldırılmalıdır.
-Planlı bir kentleşmenin öngördüğü, tüm altyapı, ulaşım gibi sorunlardan arındırılmış sağlıklı bir konut politikası izlenmeli, gereken yörelerde uydu kentler yaratılmalıdır.
-Konut maliyetlerini kapitalistler ve devlet ortak karşılamalıdır. Genel bütçeden fonlar ayrılmalıdır.
-Konut maliyetlerini yükselten arsa spekülatörlüğü önlenerek, kent toprakları kamulaştırılmalıdır.
-Konut sektöründeki yap-satçılık, özel teşebbüsler yasaklanmalıdır.
-Konut üretiminde girdi olarak kullanılan mallardan KİT’ler aracılığıyla üretilenler bu sektöre karsız tahsis edilmelidir.
-Bir sömürü aracı olarak kullanılan kapitalist kooperatifçilik ortadan kaldırılmalı, bunun yerine kar amacı gütmeyen merkezi teşebbüsler oluşturulmalıdır.
-Yerel yönetimler birer kapitalist işletme olmaktan çıkarılarak, yöre yaşayanlarının ortak yaşamlarının getirdiği ortak sorunlara kollektif çözümler arayabildikleri bir yapıya kavuşturulmalıdır.
-Ulaşımdan yeşil alanların düzenlenmesine, çevre kirliliğinden fiyat denetimine kadar her alandaki etkinlikler, yöre yaşayanlarının yönetim ve denetimine girecek şekilde yeniden yapılanma sağlanmalıdır. Yerel yönetimleri merkezi idarenin vesayetinden kurtarmaktan, sağlık sorunları ve kültürel etkinliklerin düzenlenmesine kadar pek çok konu gündeme getirilmelidir. Temel hedefler boyutunda bunları sahiplenmek ve ileri sürmek zorundayız.
Türkiye’nin içinde bulunduğu bugünkü ortamda bu gibi temel hedefleri ileri sürmemek için hiçbir neden yoktur. Bunlar, sosyalizmin güncelleştirilmesi ile ilgili üzerine gidilebilir hedeflerdir. Ertelenemez, hiçbir gerekçeyle de ertelenmemelidir. Bu anlayış içinde mücadele etmek, mücadele ederken karşılaşabileceğimiz politik baskıları, hukuksal engelleri göğüsleyebilmek mümkündür.
Bir kere son sekiz-dokuz yıldır devlet-toplum ilişkileri saydamlaşmıştır. “Tarafsız, adalet dağıtan, bağımsız devlet” görünümü artık günlük yaşamda, kitlelerin bilincinde açığa çıkmış, yokolmuştur. Bu durumda işçi ve emekçileri politize edebilmenin, onları örgütleyerek düzenin karşısına dikebilmenin koşulları daha uygundur. Günümüzde devlet eylemiyle işlevleriyle bir sınıfın çıkarlarını himaye ederken, ilişkilerin saydamlaşması karşısında, “sınıflar üstü” görünümü ortadan kalkmış, ideolojik gizlenme açığa çıkmıştır. Bu durum hem sosyalist hareketin savunma hem de burjuva kurumlara karşı saldırısına meşru zemin hazırlıyor demektir. Artık günümüz devleti batık şirket, batık banka kurtarma operasyonları yürütüyor. Daha garibi, serbest ve özel teşebbüse dayalı denen ekonomide, kamulaştırmalar yoluyla büyüyen de devlet sektörüdür. Devletin bu türden eylemleri ortadayken, sömürü ilişkilerine kaynaklık eden özel mülkiyeti kaldıracağım demenin getireceği “yasal” engellerin üzerine gitmek bugün çok daha kolaylaşmıştır. Artık devlet eliyle uygulamaya konulan günümüz iktisadi-mali politikaları, işçi sınıfını, emekçi kesimleri, yoksul köylülüğü açlığa mahkum ederken, burjuvazinin -kapitalist mantığın dahi kabul edemeyeceği düzeyde dev kazançlar sağlamasına aracılık ediyor. Adeta bir çiftlik yönetirmişçesine, tüm toplumun, kanunun olanakları bu sınıfın önüne yığılıveriyor. Zarar eden şirketler, bankalar kamulaştırılırken karlı KİT’ler özel sektöre, yabancı sermayeye satılıyor. Birinin yükü sömürülenlerin sırtına binerken diğerinin olanakları, rantları sermaye sınıflarının önüne seriliyor. DPT’den bir teşvik almakla, teşvik pirimi adı altında, yapılan bir yatırımın 40’ı devlet kesesinden yani devlet aracılığıyla ezilen sınıflarının cebinden çekilip aktarılabiliyor. Vergi sistemi yine aynı türden uygulamaların alanı halinde. Yükün ağırlığı, işçi sınıfı, emekçiler, küçük esnaf, orta kesimler ve köylülüğün sırtında.
Tüm bunlara paralel olarak işçi sınıfı ve emekçilerden yana tüm örgütler, tüm devrimciler, sosyalistler üzerinde katliamlar, amansız baskı ve işkenceler süregelmiştir. Ülkemizde tüm büyük katliamlar emperyalizmin cinayet örgütü CIA-Kontrgerilla ve bunlarını içteki uzantıları aracılığıyla tezgahlanmıştır. Emperyalizmin geri kalmış ülkelerdeki sömürü ve talanını sürdürebilmek için bu ülkelerdeki sosyal uyanışın, bilinçlenmenin önüne geçmek ve sosyal devrimci hareketleri bastırmak için çevirdikleri dolaplar, operasyonlar, kurdukları tuzaklar, iğrenç tezgahlar, eylemler bilinir.
Örgütlü-politik militarist odaklar bu faaliyetlerini sürdürürlerken, bürokrasi, ordu, istihbarat örgütleri, polis teşkilatı, siyasal partiler, sivil güçler arasında nasıl örgütlendikleri, işbirlikçileri nasıl örgütleyip kullandıkları biliniyor. Bu ülke yönetimlerini daha çok kontrol edip ele geçirebilmek için askeri-faşist rejimleri getirmek için sahte operasyonlarla “anarşi” ortamı yaratmak için nasıl terör estirdikleri, terörü nasıl kışkırttıkları, tezgahladıkları ortaya çıkartılmıştır. Ülkemizde de bu türden iğrençlikleri tuzakları konu alan pek çok kitap, belge, anı yayımlamıştır. Emperyalizmin cinayet örgütlerini ve onların içteki uzantıları örgütleri, eylemleri, bayağılıkları, cinayetleri, uşaklıklarını konu alan pek çok kitap, makale yayımlanmış, bu olaylar belgeleriyle kanıtlanmıştır. Ülkemiz üzerindeki bu oyunların öyküsü örneğin Talat Turhan’ın savunmalarında, kitaplarında, yayımlanmış çeşitli makalelerinde mevcuttur.
Özellikle son yıllarda, işbirlikçi burjuvazi ve emperyalizmin Türkiye işçi sınıfı, emekçiler, yoksul köylülük, tüm sosyalistler-devrimciler üzerindeki amansız baskı ve sömürüsü her zamankinden daha saydam bir haldedir. Artık bu koşullar altında, zulme karşı direnmek tamamen doğal ve anayasal bir haktır. Türkiye’de sosyalistler, devrimciler 141-142. maddeler kalksın diye bas bas bağırmak. yerine 141-142. maddelerin bu kesimler üzerinde uygulanmasını talep etmek üzere harekete geçmek, bu doğrultuda yoğun bir kamuoyu oluşturmak zorundadır.
Özetlersek; Türkiye sosyalistleri makro düzeylerde politikalar üretmek zorundadırlar. Üretirken bu politikaların sacayaklarını sosyalist bir programın öngördüğü temel hedeflere dayandırarak biçimlendirmelidirler. Hedefleri ortaya çıkaran yapısal bağlam, iktisadi sosyal politik süreçler ile bütünlük içinde açığa çıkarılmalıdır. Sosyalist ideoloji somutta yeniden üretilirken ilişkilendirilerek örüleceği somut düzeyler, alanlardır bunlar. Bu noktalardan hareketle üretilecek sınıf ideolojisi-politikası, pratikte etkili olabilecek bir iradi müdahalenin “olmazsa olmaz” şartıdır. Türkiye sosyalistleri marjinal alanlardan, marjinal bakış ve tutumları aşmak, makro ölçeğe yaslanmak perspektifini taşımalıdır. Bu perspektif içinde güncel talepler kitleleri seferber etmek için ileri sürülebilir. Sosyalistlerin elbette kapitalizmin tahribatlarını asgari düzeyde tutmak amacıyla kapitalizm sınırları içinde çözebilecekleri kimi sorunlar vardır. Bu anlamda bazı reform talepleri, istemleri çözüme kavuşabilir. Yine bu da sosyalistlerin düzen içi araçlardan doğru bir biçimde yararlanıp, etkin bir biçimde kullanabilmelerine bağlıdır. Bu konuya ilişkin görüşlerimi bu yazının sonuna ek olarak koyuyorum.
Türkiye’de sosyalistler hem sosyalizmi güncelleştirmek hem de güncel talepleri sahiplenip, güncellikle tarihsellik arasında bağları doğru kurmasını becererek yol alabilmelidir. Şu günlerde içinde bulunduğumuz seçim atmosferini de bu doğrultuda etkilemeye çalışmak önemi küçümsenemeyecek bir mücadeledir.
Metalaşan Politika ve Seçim Pazarı
Yerel seçim atmosferine girdiğimiz şu günlerde, üzerine ciddi bir biçimde eğilinerek güncelleştirilmesi, karşı çıkılması gereken kimi sorunlar var. Bunların başında ise, “politikanın meta”laşması konusu geliyor. Gerçekten de, Türkiye tarihinin hiçbir döneminde politika bu denli bir “kazanç” -rant- aracı haline gelmedi. “İktidar”dan olmakla, iktidar partisinden birini tanımakla, “adamı olmak”la köşe dönmek, ya da iktidara gelmeyi umut ederek politikayı bir yatırım aracı olarak görmek eğilimi bu denli meşrulaşmadı. Örnekleriyle bakalım; bugün küçüğünden büyüğüne belediye başkanı, il genel meclisi ya da belediye meclisi üyesi olmak için yarışanlar, on milyonlardan milyarlara varan kişisel seçim harcamalarıyla en karlı ekonomik yatırımı gerçekleştirebilmenin peşindeler. Ve kurdukları ekiplerle yerel yönetimlerden, devlet-kamu olanaklarına kadar her şey üzerinde vurgunlar planlanıyor. En küçük büfelere varana dek her şey iktidara gelmeyi hesaplayanların aralarında önceden paylaşılmış durumda. ANAP’lısından SHP’lisine kadar herkes bu hesaplara göre seçim yatırımı “çalışması” yapıyor. Bugün ANAP iktidarına yakın olmak, sıfırdan başlayıp üstelik yasal yollardan trilyoner olmanın en kolay yolu.
Bir ülkenin milli gelir dağılımı, işçi ve emekçi aleyhine sürekli bozularak, onların sırtından milyarlar iktidar şirketinin, iktidar aşiretinin üyelerine yakınlarına dağıtılabiliyor. Özal bir kişi için -anası ya da ağabeyi için- gizli, açık kanun hükmünde kararname çıkarabiliyor. Sözümona her şey yasal! Artık iktisadi-mali politikalar denilen şey dolaysız bir biçimde bir kaç kişinin, bir kesimin vurgunlarının aracı haline geliyor.
Politika metalaştı; Türkiye Amerikalılaşıyor.
Türkiye Amerikalılaşırken, amerikan yaşam tarzının en iğrenç yanları, lümpenlik, bayağılık, gangsterlik toplumun doruklarına yerleşiyor.
Adamı olan köşeyi dönüyor. Toplumun, devletin olanakları pervasızca, açıktan yağma ediliyor. Rüşvet, yolsuzluk, vurgun günlük yaşamının bir parçası halinde. Hemen hemen toplumun her kesiminden insanlar bu batağa, pisliğe bulaştırıldı. Küçük memuruyla, küçük ve orta esnafıyla, askeriyle, bürokratıyla, bankalar ve büyük holdinglere değin her kesim bu pisliğin içine gömüldü. Sosyal, kültürel, iktisadi-ticari ahlaki vb. aklımıza gelen her alanda ciddi bir çürüme toplumun tüm liflerini sarmış durumda. İşin ilginç yanı bunlar bilerek tezgahlandı ve meşrulaştırıldı. İnsan ilişkileri arasında “tencere dibin kara, seninki benden kara” anlayışı egemen olmaya başlamıştır. Bu türden bayağı, iğrenç değer yargıları sistemi ülkemiz insanının “toplumsal ve insan kimliğini” tehdit ediyor. “Köşeyi dön de nasıl dönersen dön, kazan da nasıl kazanırsan kazan, ezde nasıl ezersen ez” bakışı günlük insan ilişkilerini, önemli ölçüde yönetiyor. Burjuva anlamda dahi, “halk, adalet ahlak vb.” gibi kavramlarda ifadesini bulan yargılar, bu anlamda insana atfedilen değerler ayaklar altında. Köpek balıkları misali hayvani bir içgüdü günlük yaşama damgasını vurmaya başladı.
Bu durum bilinçli bir senaryoya dayanılarak hazırlanmıştır. Çok yönlü amaçlar gözetilerek oynanmıştır. Sırayla açıklayalım:
Artık Türkiye burjuvazisi enflasyonlar aracılığıyla, fiyat sistemiyle teşvik politikaları vb. yöntemlerle, işçi ücretlerinin tarım ürünleri fiyatlarının neredeyse dondurulduğu koşullarda elde ettiği dev kazançlarla yetinmiyor. Birde yolsuzluklar aracılığıyla biriktiriyorlar. Bunları ben yazmıyorum İMF dile getiriyor: Türkiye’de hayali ihracat, ihracatın yaklaşık 30-35’ini oluşturuyormuş. Bu veriyi, Türkiye’den ithalatı olan ülkelerin istatistiklerinden elde etmişler. Bu on milyonlarca dolar vurgun demektir. Bu vurgun üç beş kendini bilmezin işi değildir. Bu vurgun iktidar aracılığıyla planlandı. Hükümet en azından bu işin yasal zeminini hazırladı. Ve asıl vurgunu büyük holdingler, bankalar gerçekleştirdi. Türkiye ihracat sistemi prosedürü içinde bankalar rol üstlenmeden Büyük holdingler işin içine girmeden bu boyutta dev bir hayali ihracat kesinlikle gerçekleştirilemez. Döviz alım-satımı tesadüfen serbest bırakılmadı. Tahtakale -Merkez Bankası- babası tesadüfi kurulmadı. Ve bu borsayı, TV’de Uğur Dündar’ın programında açıklandığı üzere altın kaçakçıları da oluşturmadı. Onlar, indirmeciler sadece “devede kulak” kalırlar.
Bu vurgunu planlayanlar, küçük yemlerle, rüşvet sistemiyle, fatura KDV ticareti gibi yollarla toplumdaki diğer kesimler arasından insanları bulaştırmayı da ihmal etmediler.
Bunu hem pisliklerini gizlemek, hem pisliklerine ortak etmek, hem de sömürü düzenlerine pislikleriyle, açıklarıyla bağlanmış kadrolar yaratmak için tezgahladılar. Bu konuma az sayıda bir insan düşürülmedi küçümsenemeyecek sayıda insanlar bu politika doğrultusunda kullanıldı. Bu onursuz politikanın karşısına çıkmak gerekir. Türkiye burjuvazisinin tüm toplumun dokularını iltihaplandırarak, bu yöntemlerle de kalıcı kadrolar yaratıp ayakta kalma, iktidarlarını sürdürme tezgahları bozulmalıdır. Türkiye burjuvazisi trilyonlarca liralık yolsuzluklarla birikim sorunlarını aşmaya çalışırlarken izledikleri ekonomi-politik kararlarıyla işçi ve emekçi sınıfları açlığa mahkum ettiler. Bunlar arasından “açıkgözlerine” iktidara yakın olanlara, çalma, çırpma, rüşvet ya da benzer yöntemlerle ekonomik geleceklerini garantiye aldırıp, diğerlerine olumlu bir örnekmiş gibi gösteriyorlar.
Politika metalaştı, politikanın metalaşması üzerine ciddi eğilmek ve karşı çıkmak gerekiyor. Bu süreç 12 Eylül’le, “kantinci” askerlerin devlet ve yerel yönetimlerine atanmalarıyla başlatıldı. ANAP iktidarında büyük bir hızla yaygınlaşmaya devam ediyor.
Toplumsal Patlamalara Yönelen Süreç
Türkiye’nin tüm sosyalistlerinin, ve yerel seçimler dolayısıyla oluşan platformun üzerinde önemle durması gereken bir başka konu daha var. O da, büyük kentlerde, metropollerde ortaya çıkması kaçınılmaz bir patlamaya doğru, hızla gelişen sürece ilişkindir. Türkiye sosyalistleri, bu konuda net bir siyasal perspektif taşıyarak, bilinçli örgütlü bir ideolojik-politik mücadeleyle bu sürece müdahale etmesini bilmek durumundadır. Böyle bir süreci hazırlayan nedenler üzerinde durmak bu yazının başlı başına konusu değil. Dergimizin ileriki sayılarında bu konuyu ele almaya çalışacağım. Burada kentleşmenin getirdiği sorunlarında bu süreç üzerinde payının önemli olması nedeniyle kimi saptamaları ortaya koyarak yetiniyorum.
1-12 Eylül’den bu yana, tarımda izlenen fiyat politikası sonucu köylerden kentlere büyük bir göç doğdu. Fiyat makası sürekli bir biçimde tarım ürünleri aleyhine, sanayi malları lehine işletilmesi nedeniyle, küçük toprak sahibi köylüler geçim sorunlarıyla karşı karşıya kalarak kentlere yığıldı. Artık Türkiye’de, bir köylünün geçimini temin edebilmesi için bol toprağının olması, teknik bir tarımla bol ürün elde edebilmesi gerekiyor. Bu da sürekli bir biçimde göçün devam ettiğini gösteriyor.
2-Köyden-kente göçün doğurduğu artık işgücü, bu güne kadar sanayi sektörüne değil, hizmet sektörüne yığıldı. Sanayinin gelişmesinin durduğu, bir ülkede hizmet sektörünün bu artık işgücünü istihdam edebilmesi mümkün değildir işsizliğin daha da yaygınlaşması kaçınılmazdır.
3-Bu sektörün milli gelirden aldığı payları küçültmeye yönelik iktisadi-mali politik tedbirler gündemdedir. Genel olarak ücret fiyat dengesi, fiyat sistemi vergilendirme politikaları bu sektörde bundan böyle sürekli bir şekilde daralma yaratacaktır. Boşalan işgücü işsizliği besleyecektir.
4-Bir araştırmacının elde ettiği verilere göre, 12 Eylül’den bu yana sadece Marmara yöresinde 100.000 lere yaklaşan işçi işten çıkarılmıştır. İşçi sınıfının nicel gelişimi de durmuş durumdadır.
5-Türkiye’de 24 Ocak kararlarıyla tespit edilen ve 12 Eylül’de uygulanan ihracata yönelik model iflas etmiş durumdadır. İhracat sürekli desteklenip teşvik sistemiyle çok cazip hale getirildiği halde ödemeler dengesi sorunu aşılamamıştır. Bu türden politikaların uygulamalarına gerekçe edilen ve meşru kılınmasına yardımcı olarak kullanılan ihracata yönelik sanayinin yeniden yapılanması “hedef”i de sağlanamamıştır. Maliyet yapısı düşük, -işgücü verimliliği, teknolojik donatım nedeniyle-rekabet gücü olmayan bir sanayii yapısı, ihracatı, ülke ekonomisi için ağır bir yük haline getirmektedir. Ciddi servet kayıpları yanında, yük sürekli devalüasyonlar enflasyonlar-ailesi-aracılığıyla işçi sınıfı, köylülük ve diğer emekçi katmanların sırtına sarılmaktadır. Gelir dağılımı bu kesimler aleyhine çok büyük oranda bozulmuştur. Bu doğrultuda izlenen iktisadi-mali politikalar, aynı zamanda yapısal bir değişim gerekçesiyle uygulamaya konmuş, iç finansman, birikim sorunlarını gidereceği gerekçesiyle savunulmuştur. 12 Eylül’ün “dikensiz gül bahçesi” koşullarında dev kazançlar elde edildiği halde, yapısal değişim, ortaya çıkmamış dolayısıyla, teknolojik sıçramaların getireceği olumlu avantajların, sırtlanılan yükleri hafifletme koşulları da yok olmuştur. Hal bu iken yine aynı politikalar yürürlüktedir. Türkiye burjuvazisinin GAP ve AT’a dayalı hesapları sonucu yüksek enflasyonlu bir süreç baş aşağı giden frenlerinden vitesten boşalmış araba misali yaşanmaya devam edecektir.
6-12 Eylül’den buyana dış ticaret hadlerindeki kayıplar çok büyüktür. Emperyalizm büyük servet transferleri gerçekleştiriyor. Yine dış borçların dev boyutlara ulaştığı bugünkü koşullarda zorunlu ihracatın getireceği dış ticaret kayıplarının gelir dağılımı üzerindeki olumsuz etkileri, sonuçları küçümsenmemelidir.
7-İç borçlar ve bunların faiz ödemeleri her yıl bütçenin yarısını teşkil ediyor. Sanayicilerin, ihracatçıların, mevduat faizi yoluyla yüksek gelir elde edenlerin vergilendirilemediği ve vergilendirilemeyeceği koşullarda, kaynak yine aynıdır; yüksek enflasyon yoluyla yine aynı kesimlere fatura edilecektir. Bugün ücretlilerin gelir kayıpları o düzeye varmıştır ki, adeta “ücretsiz istihdam” edilmektedirler. Bu ücret sınırının daha da altına inmeleri çok zor görünüyor. Aksi takdirde, politik sonuçlarını küçümseyemezler. Bu nedenle hizmet sektörünün paylarının daraltılması, orta ölçek ticari sermayenin paylarına göz dikilmesi kaçınılmazdır. Bu durum diğer ekonomik sektörlerle desteklendiğinde kentlerde, muhtemel bir radikalleşme dinamizmine tabanlık ediyor.
Yaklaşık 15 yıldır ekonomik kilitlenmenin sürdüğü, sanayinin gelişiminin durduğu, durmaktan öte emildiği günümüz koşullarında, Köyden-kente göçün ve kentleşmenin getirdiği geçim, barınma, kira, işsizlik vb. gibi kimi temel sorunlar kentlerde muhtemel bir patlamanın gelişiminin ipuçlarını veriyor. Bu konuda daha iktisadi düzeyde pek çok amil, veri sıralanabilir. Gerekli bir sezgi için bu verilerin yeterli olduğunu sanıyorum. Şimdi birazda bu konunun sosyal-politik faktörlerini ele almaya çalışalım.
Öncelikle 12 Eylül anayasası, toplumda tepkilerin boşaltılacağı hava deliklerini tümden tıkadığından güçlü bir sıkışma ortaya çıkmıştır, toplumda ciddi bir biçimde kin birikmektedir. Bu ani patlamalara yol açabilir bu yol açıldığında ise dalgaların gerisi gelir.
Özal-İnönü ittifakının getirdiği yeni seçim sistemi bugün somut olarak kilitlenmiştir. Yerel seçimlere girdiğimiz şu günlerde büyük bir olasılıkla hiçbir partinin iktidar olamayacağı bir oy tabanına oturduğu gözlenebilir. Bu durumda “iktidar” krizlerine neden olacaktır.
Farklı bir dinamik olarak tarikatçı eğilimler, bir kıpırdanma içindedirler. Muhtemelen bu kıpırdanmalar güçlenerek büyüyecektir. Türkiye burjuvazisi ile emperyalizmin politik militarist odakları, ileride kullanılmak, yönetebilmelerine yardımcı olmak üzere tarikatçılığa, gericiliğe büyük destek vermişlerdir. Gerektiğinde, ordu iktidara el koyabilmek ve bunun zeminlerini hazırlayabilmek üzere “irtica tehdidi”ni elde tutmak istiyor. Yine gerektiğinde sola karşı kullanılmak, çatışma ortamı yaratmak ve böylece anarşi görünümü elde etmek üzere potansiyel bir güçten yararlanmayı planlanıyor. Ya da ciddi bir sosyalist alternatif karşısında “İran modeli” türünden bir alternatifi saklı tutmak istiyor. Militarist politik odakların çeşitli hesaplarla destekledikleri bu kesimleri tümüyle kontrol etmeleri, eylemlerin kontrollerini aşacağı da hesaba katılmak durumundadır. Camiler bugün ciddi bir tehdit oluşturuyor. Patlamaya doğru hızla yol alan bir süreçte, bu kesimlerin süreci hızlandıracağı da hesaba katılmalıdır.
Ayrıca bugün, sınırlı da olsa uluslararası düzeyde emperyalizme karşı islamcı bir dalga bitmiş durumdadır. Artık, islamcı dalganın antikomünizmi daha da ön plana çıkmaktadır. Bu nedenle CIA-MİT-Kontr-gerilla gibi politik militarist odaklar daha tereddütsüz bir biçimde bu kesimlerden yararlanmak istemektedirler.
Bugünkü kesitte, toplumda, iktisadi, sosyal kültürel, ahlaki her boyutta ciddi bir çürümenin ortaya çıktığı bir ortamda tarikatçı eğilimlerin yaygınlaşabilmelerinin maddi ideolojik zemini de güçlüdür. Ekonomik çöküntü içindeki emekçi kesimlerin, İslamın feodal kollektivizmine, ahlaki çöküntü, “bayağı bir erotizmin” kol gezdiği bir ortamda müslümanlığın ahlakı ölçülerine doğru iten bir eğilimin doğabilmesinin koşulları hazırdır.
Örgütlü gericiliğin, camileri kullanarak harekete geçirilmesi için ortam hazırlanmakta olup, daha da olgunlaşacak gözüküyor. Farklı bir dinamik olarak gerici-tarikatçı eğilimlerin, hareketi patlamalara doğru akan bir süreç de hesaba katılmalıdır. Hesaba katılırken ise, İran örneğinde olduğu gibi, içine düşülmemesi gereken yanılgı, bu kesimlerin “düzene karşı” mücadelelerinden hareketle onlara ittifak edilebilir bir güç gözüyle bakmaktır. Bireysel kimlikten tamamen yoksun ve kul “katli vaciptir” denildiğinde kolayca harekete getirilebilecek kitlelerin varlığı, sosyalizm mücadelesi karşısında bir tehdittir. Kolayca sosyalizme karşı kullanılabilirler. Öte yandan “Kemalist” kimi aydınların düştüğü yanılgıda paylaşılmamalıdır: “İrtica’ya karşı zinde güçler”i meşru göstermek ciddi bir açmaz, düzenin çıkarlarına hizmet eden bir politikadır. Her ikisininde karşısına dikilerek bu kesimleri sermayeden, Pentagon’a, MİT, kontragerillaya kadar destekleyen ve kullanan güçlerin senaryoları, planları teşhir edilmelidir.
Tekrar edersek; günümüz iktisadi-toplumsal koşulları, işçi sınıfı, emekçi kesimler, küçük esnaf, orta katmanlar arasında -yakın bir gelecekte- bir dinamizmin ortaya çıkarması, kaçınılmaz gözüküyor. Muhtemel bir radikalleşme patlamalara dönüşebilir.
Bu durum karşısında da Türkiye’de sosyalistler ciddi bir sorumlulukla karşı karşıyadırlar. Öncelikle ilk yapılması gereken, işçi sınıfını sosyalizm mücadelesi saflarına olabildiğince kazanmak olmalıdır. Önümüzdeki süreçte, köyden-kentlere yoğun göçün, kırsal köken taşımaktan ileri gelen etkilerine bağlı olarak, emekçi küçük burjuva kesimler arasında ortaya çıkabilecek radikal bir tutum sosyalizmden yana olmayabilir. Bu durumda saflara kazanılamayan kesimleri “nötr” hale getirecek bir politika izlenebilmelidir.
Bu arada hemen ifade edelim ki; öteden beri Türkiye’de sosyalistlerin küçük-burjuva kesimler, “orta” katmanlara yönelik politikaları hep yanılgılar taşımıştır. Aşırı tavizi bir politika hep gündemde olmuştur. Bu kesimlerin ağırlıkları hesaba katılırken neredeyse kapitalizmi karşıya almak konusunda tereddütler taşınmıştır. Bu yanlış algının üzerine gitmek durumundayız. Anti-kapitalist bir program, sosyalist alternatif politika ortaya konulmadan bu kesimlere yönelik sağlıklı politikalar oluşturulamaz. Sosyalist program güncelleştirilirken bu program içinde kimi “taviz”ler verilebilir. Onları “nötr” hale getirecek olan da budur. Sosyalist ağırlık oluşturulmadan başka ağırlıklar etkilenemez. Bu ağırlıkları etkilemek yerine onların peşine takılınmış olunur.
Gerekli bir Ek
Kapitalist toplum biçiminde, işçi ve emekçilerin düzene doğan tepkilerini emip boşaltan araçları, kurumları, hava delikleri sibopları hep olmuştur. Daha açık ifade etmek gerekirse, kapitalist toplum biçimi siyasal üstyapılar düzeyinde tamamlanır, daha total bir yapıya kavuşurken bu araçlarıyla birlikte doğmuştur. Burjuva demokrasilerinde kuvvetler ayrılığı biçiminde teorik pratik formülasyonunu bulan ideolojik kurumsal yapılanma, egemen sınıf çıkarlarını dikte eden karakteri yanında, sömürülen sınıflarını tepkilerini, bizatihi kendi içinde emip-boşaltan bir işlevle donanmıştır. Bu ideolojik kurumsal yapılanma, fonksiyonel olarak egemen sınıf çıkarları ve ideolojisine tüm toplumda “sınıflar üssü, genel geçer” bir görünüm kazandırarak “dokunulmaz” bir güce dönüştürürken kendi sınıf karakterini de gizlemeye yöneliyor. Bu nedenle iktisadi-toplumsal-politik süreçler üzerinde doğan bu sınıf karakterinin yarattığı sorunların tepkilerin ciddi bir tehdide, karşıt bir ideolojik-politik güce dönüşmesini önlemek üzere, araçlarını yaratıyor.
“Tarafsız devlet, tarafsız bürokrasi”, adaletin tecellisini gerçekleştirecek” bağımsız yargı” yasama ve yürütme güçlerine katılım katılım biçimi, bu güçlerin kullanımına yönelik siyasal partilerin oluşumu… siyasal partiler, seçimler, sözü edilen ideolojik-kurumsal araçlar arasındadır. Bunların dışında, baskı gruplarına varlık kazandıran dernekler, sendikalar vb. sayılabilir. En gelişkin burjuva demokrasisi, nesnel olarak bu araçların gerekliliğini içerir. İçeriği en zengin bir demokrasi ise, burjuva iktidarının, burjuva egemenliğinin en pekiştiği bir durumda, egemenlik araçlarının en gelişmiş haliyle ortaya çıkabiliyor. Bu konuda apaçık bir gerçek de burjuva egemenliğinin pekişmesini sağlayacak kimi araçların işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleleriyle, “devrimlerle” ortaya çıkmış olduğudur. Bu gerçek, burjuva demokrasilerinin daha zengin bir içerik kazanmasıyla, işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde egemenlik araçlarını daha da yetkinleştirdiği anlamını gizlemiyor.
İşçi sınıfı hareketi tarihinin ortaya koyduğu gibi, sınıf mücadeleleriyle, devrimlerle ortaya çıkan ve bir kazanım olarak ileri sürülen demokratik hak ve özgürlüklerin, burjuva demokrasilerinin sınırının, içeriğinin zenginleşmesi gerçeği, aynı zamanda burjuva egemenliğinin, egemenlik araçlarının pekişmesi gerçeğiyle örtüşüyor. Marx’ın 1848-51 deneyinden hareketle söylediği gibi, “şimdiye değin siyasal devrimler bu makineyi -devlet aygıtı S.U.- kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar” görüşü böylesine bir nesnelliği belirtiyor.
Bu durum kaçınılmaz bir paradoks mudur?
Böyle nitelemek mümkün: İşçi sınıfı hareketi tarihinde bir nesnelliktir. Ancak bu paradoksu yaşamak zorunlu mudur? Kesinlikle “hayır” demek gerekiyor.
Sosyalistler açısından işte tüm sorun, sorunun özü burada: Bu paradoks yaşanmamalıdır!
Kuşkusuz yaşamamak; yukarıda belirttiğim gibi burjuva demokrasilerinde, işçi sınıfı ve emekçi kesimlerin mücadelelerinde kullandığı kimi araçları düzene doğan tepkileri emip boşaltan niteliğini, bu niteliğin nesnelleştirdiği konumu, iyi tanımakla başlıyor. Sosyalistlerin başını çektiği işçi sınıfı hareketinin, derneklerden-sendikalara, siyasal partilerden-seçim platformuna değin düzen içi araçların doğru tanınıp, doğru kullanılmasından geçiyor. Burada “doğru” önermesini totoloji olmaktan çıkarmak ise düzen içi araçların düzene karşı mücadelede nasıl kullanılabileceği düğümünde yatıyor. Bu noktada ilk yapılması gereken bu araçlarla düzenin sınırlarını geliştirme perspektifinin başlı başına bir amaca dönüştürülmemesidir. Bu anlayışa düşüldüğünde, bu araçlar ve bu araçlarla sürdürülen mücadelenin konumu nesnel olarak düzenle bütünleşmeyi beraberinde getiriyor. Öznel niyetlerin farklı olması da hiçbir şeyi değiştirmiyor. Daha sağ yaklaşımları bir yana bırakırsak “bağımsızlık-demokrasi-sosyalizm” üçgeni teorisi ve bu teorinin pratiğe yansıdığı anlayış, önemli ölçüde bu yanlışa düşüldüğü sonucunu ortaya koyuyor. Sonuçta düzenin sınırlarını geliştirme amacı düzenin meşruiyetini onaylamaya varıyor. Bu da, reddedeceğini talep etmek demek oluyor.
Bu konuma düşmekten kaçınmak gerekli, kaçınırken yapılması gereken ise şudur: İlk olarak, düzen içi araçlar kullanılırken, mücadele sürdürülürken sosyalizm güncelleştirilebilmelidir. Her hal ve koşulda sosyalizm güncel bir talepmişçesine sahiplenilerek ortaya atılmalıdır. İkincisi, bu doğrultuda güncelliği destekleyecek argümanlar, kapitalist düzenin ve onun her türlü ideolojik-politik kurumlarının teşhirine dayanılarak kullanılmalıdır. Bu tutum bir sömürü düzenini topyekün ve açıktan “ret”tir. Bu “ret” açığa çıkmadıkça düzen içi kimi araçları doğru kullanmak mümkün değildir. Bu nedenle güncel sorunlarla, sosyalizmin güncelliği arasındaki bağların tutarlı kurulması gerekir.
Sosyalizm kurulmadıkça, sorunlara kalıcı çözümler getirilemeyeceği dile getirilmek durumundadır. Dile getirilirken, kapitalizm sınırlan içinde elde edilebilecek, ekonomik-demokratik kazanımların sağlayacağı avantajlarla, düzenin yarattığı tahribatların daha aza indirilebilineceği yanında, bunlarını sorunlar için hiçbir zaman kalıcı çözümler getirmeyeceği vurgusu, her hal ve koşulda söylenmek zorundadır. Ancak ve ancak böyle bir açı, böylesi bir bakışla sosyalist ideoloji yeniden üretilebilir. Sosyalist ideolojinin yeniden üretimiyle işçi ve emekçi sınıfların bilincinde kökleşmesi sağlanabilir. Yoksa “demokrat” yani burjuva ideolojisini, güncel talepler, hedefler uğruna sosyalizm adına yeniden üretmek kaçınılmaz olur. Sosyalistler “demokrat” ideoloji ürettiği sürece, işçi ve emekçi sınıflar burjuva ideolojisiyle şartlandırılmış olur. Şartlandırıldıkça, sözü edilen araçlar düzene doğan tepkileri emip boşaltan bir işleve nesnel olarak bürünmüş olur.
Bu konuda bir başka yanlış algıda “demokrasinin sınırlarının genişlemesinin sınıf mücadelesini güçlendireceği” anlayışıdır. Diğer koşulların aynı kalması varsayımıyla bu bakış doğrudur. Ancak dinamik bir toplumda “ceteris-paribus” varsayımı oldukça tehlikeli bir algıya yol açabiliyor. Bu noktada büyük düşün ve eylem adamlarının yukarıda sözü edilen konuda vurgu düşmüş olmaları adeta lafzı içeriğinin olduğu gibi günümüze taşınmasına neden olmaktadır. Bu sığ bir tutumdur. Her şeyden önce baskı ile mücadele birbirini tamamlayan diyalektik bir süreçtir. Mücadele geliştikçe baskılara yol açar, baskıların artmasına neden olur. Bu nedenle demokrasi sınırlarını geliştirme perspektifi doğrusal bir anlayışla ele alınamaz. Mücadele güçlendikçe sınırlarda daralmalar da ortaya çıkabilir. Bu nedenle somut durumda zengin somut taktik yaklaşımlar gereklidir, doğrusal bir anlayışla yaklaşmak değil.
Türkiye’de sosyalistlerin seçimlere bakışına ilişkin bir perspektif çizmek gerekirse, yukarıda dile getirmeye çalıştığımız görüşleri, kısa da olsa aktarmak elzem oluyor. Zira bir bütün olarak Türkiye sosyalist hareketinin, düzen içi mücadele araçlarının nasıl kullanması gerektiği konusu halen önümüzde bir sorun olarak duruyor.
Özet Bir Konum Saptaması
Türkiye’de mücadelenin kilitli olduğu düzeyleri aşmaya yönelik çabalar içersinde en azından çözümün ipuçlarını barındırabilmelidir. Bu nedenle aşağıdaki noktalara işaret etmek gerekli oluyor.
Bir bütün olarak Türkiye Sosyalist Hareketi tarihinden bugüne küçümsenemeyecek düzeyde reformist, aynı anlama gelmek üzere reformist bir anlayış miras kalmıştır.
Siyasal ekonomizm, burjuva ideolojisinin işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde ki etkilerini kırmak bir yana egemenliğini pekiştirmesine yardımcı olmuştur. Siyasal ekonomizm, bağımsız bir alan olarak seçtiği “demokrasi mücadelesi” alanında “demokrat” bir bilinç üreterek burjuva ideolojisinin işçi sınıfı cephesinden yeniden üretilerek takviye edilmesiyle sonuçlanmıştır.
Yine, bağımsız bir alan olarak seçilen “bağımsızlık mücadelesi” anlayışı, bağımsızlığı sağlayacak olan sınıf temelinin göz ardı edilmesine, milliyetçi ideolojinin sol ideolojiye sızmasına yaramıştır.
Tüm bunları aşabileceğimizi umuyorum.