Sol, Komün derslerinden geçti mi?
Solun siyasi ve toplumsal tarihinde yıldönümü çok. Takvimde işaretlemeye kalksak her güne birden çok yıldönümü, anma bile düşebilir. Yıldönümleri çok, ama bu tür günlerin, anmaların geçmişte yaşananları ve günümüze yansımalarını anlamamıza aracı olduklarını söylemek her zaman mümkün olmuyor. Anmalar, geçmişi, daha çok geçiştirmeye yarıyor.
Bu aralar ise birkaç on yıllık değil yüzyıllık, 150 yıllık ve hatta iki yüzyıllık yıldönümlerini geride bırakıyoruz. Marx’ın ve Engels’in 200. doğum yılları geride kaldı; I. Dünya Savaşı’nın, Ekim Devrimi’nin, yakın coğrafyamızdaki acıların ve daha nice olayın 100. yılı da… Lenin’in, Rosa Luxemburg’un 150. doğum günleri de geçtiğimiz aylarda önümüzden geçti gitti. Bu yıldönümleri için birçok anma, toplantı ve yayın yapıldı; farklı kitaplar ve makaleler yayınladı. Çok azında derinlikli bir değerlendirme sağlanarak…
Anma sırası ise Komün’e geldi, Paris Komünü’ne.
Evet, Paris Komünü 150 yaşında.
Yaşasın Komün…
Yaşasın ama geçiştirmelere bir başka halka olarak da eklenmesin! Komün, esas bugünü ve kendimizi anlamada bizlere yeni olanaklar sağlasın. Sağlasın, çünkü Komün solun tarihinde en çok çekiştirilen ve yamultulan kilometre taşlarından birisi. Her ne kadar derslerle anılsa da müfredatının, içeriğinin hep başka başka olması için uğraşılan bir deneyim.[1] İşçi sınıfının ilk siyasi ve toplumsal iktidar deneyimi.
Paris Komünü, işçi sınıfının ilk iktidar deneyimiydi. Toplumsal devrimin de yolunu aralamıştı. 72 gün sürdü. Geriye birçok ders bıraktı. İsteyene, arayana. Ama sonra ne oldu? Mesela sol, Lenin’e gönderme yaparsak, Komün Dersleri‘nden geçti mi?[2] Yoksa kaldı mı?
Açıkçası ne geçti ne de kaldı! Sol, Komünderslerinden çaktı!
Evet, çaktı. Son 150 yılın tarihinden Sovyetler Birliği’ni ve sosyalizmde ısrar eden birkaç mücadeleyi çıkarın geriye yüzyıl boyunca Komün’de ortaya çıkan derslerin ısrarla ve ısrarla tersini yapan, o dersleri takmayan bir sol kalır. Bir anlamda Engels’in daha Komün’ün 20. yıldönümünde “Proletarya diktatörlüğü, proletarya diktatörlüğü diyorsunuz ya… Nedir proletarya diktatörlüğü? Dönün Paris Komün’üne bakın. Komün, proletarya diktatörlüğüdür.” demesi[3] boşuna değildir; Engels sesini boşuna yükseltmemiş: Sol, Komün’den sonrasını, tıpkı öncesi gibi Komün’den ve derslerinden kaçarak geçirmiş…
Nasıl mı?
Bugün sol adına söz alan hemen herkes Komün konusunda az çok benzer argümanları dile getiriyor: çoğulculuk, doğrudan demokrasi, federatif komünalizm, yerinde ve özyönetim, doğrudan eylem vs. Tamam, yazılanlarda ve söylenenlerde arada Marx da geçiyor ama işaret ettikleri orada değil. Ya Komün’le birlikte bittiği düşünülen Proudhonculuk için ne demeli mesela? Komün sonrasında solun gündeminden gerçekten çıktı mı? Çıktıysa ütopik sosyalizmin, anarşizmin şu son 30-40 yıl içinde boy veren çeşitli tonlarına ne demeli? Nereden geldiler? Parti, sınıf ve sınıf bilinci tartışmalarında konumlar nasıl şekilleniyor ki günümüzde? Komün Dersleri’nde olduğu gibi mi? Ya da Marx’ın Fransa’da İç Savaş’ta işaret ettiği gibi mi?[4]
Sol, Komün derslerini sevmekte hep direnç gösterdi; Komün’ünden önce de sonrasında da! Derslerin içeriği, müfredatı yıllar içinde tek tek boşaltıldı ve Komün tam da işaret ettiği tarihsel doğrultudan koparıldı. Günümüz solu tarafından. Bu yazıda, Komün’den çıkarılan dersleri[5] ve bu derslerden komünistler de dahil solun ne anladığını tartışacağım. Yeni anlamlar arayarak ama belki de daha önce söylenenleri biraz farklı bir açıdan altını çizmeye çalışarak.
Ders I: Proletarya Diktatörlüğü
Komün’ün en tartışmalı derslerinden bir tanesidir. Marx işaret etmiş, Engels adını koymuş ve Lenin de hayata geçirmiştir. Tam olarak böyle olmasa da bu biçimde özetlenebilir.[6] Ama zaten solun sorunu da bu hatta başlamaktadır: Diktatörlük içeren bu kavram Komün’ün çoğulcu, radikal demokratik yönelimli, özyönetimci doğasına terstir. Zaten Marx, Komün’ün “alttan gelen” tüm o çoğulcu ve aşkıncı enerjisine hafifçe göz kırpmakla birlikte yine de göz ardı etmiştir, üstüne Engels de eşsiz ve demokratik Komün deneyimini bu dar kavrama hapsetmiştir.[7] Sonrasında ise Ekim devrimi ile gündeme giren “devlet” odaklı “talihsiz” sosyalizm pratiği Komün için “standart” bir anlatı dayatmıştır.[8] Hâlbuki Komün içerdiği renkler ve anlayışla başka olanaklar, potansiyeller barındırmaktadır.
Anlatılan bu! Anlatılan bu ve muhtemelen Ekim Devrimi, üstüne de Sovyetler Birliği “parantezi” olmasaydı sol “proletarya diktatörlüğünü” gündemine zaten hiç almayacaktı. İndirgemeci, gereksiz, derinliği olmayan, bireye karşı devleti öne çıkaran bir tanım, kavram, anlayış olarak anlayacak ve anlatacaktı. Ekim Devrimi buna izin vermedi.
İzin vermedi ama Ekim Devrimi’nin sol üzerindeki genel etkisinin azaldığı ilk uğraklardan itibaren de proletarya diktatörlüğünden kurtulmanın yolları aranmaya başlandı. 1920’lerde mecburen Ekim Devrimi molası veren bu arayış 1970’lerde tam da Fransa, İtalya, Yunanistan, Portekiz ve İspanya’da komünist hareket geniş emekçi halk desteğinin zirvesindeyken ve hatta devrim, siyasi iktidar tartışmaları alevlenmişken kavramı gündemden düşürüverdi.[9] Sol, Komün’de sadece komünü sevdi, proletarya diktatörlüğünü, iktidarı, işçi sınıfı devletini ise hiç sevmedi, bu başlıklara hep mesafeli durdu ve hatta bu kavramları ne zaman duysa tam da Engels’in biraz öfke biraz da azarlayarak andığı biçimde baştan ayağa titredi. Özellikle Avrupa’da.
Peki, proletarya diktatörlüğü ne adına gündem dışı bırakıldı? Çoğulculuk, demokratik geçiş, bireyin kendini gerçekleştirmesi, aşağıdan devrim ve özyönetim adına. Proletarya diktatörlüğünden boşalan yere hemen bunlar yerleştirildi 1970’lerde.[10] Yani yüzyıllık ya da yarım yüzyıllık bir parantez kapatıldı ve sol, fabrika ayarlarına döndü.
Hâlbuki işçi sınıfının siyasi iktidar arayışı ve denemeleri ile çoğulculuğu karşı karşıya koymak büyük bir tuzak. Komünist harekete yöneltilen bu iddia, hatta suçlama devrimci dönemler için zaten geçerli değil, mümkün de değil: Hiçbir devrim, toplumun az ya da çok dinamik kesimlerinin içinden çıkmaksızın, kökünü oralarda bulmaksızın devrim olamaz; olamadı da. Ama devrimden sonrasında işçi sınıfının siyasi iktidarı, çoğunluğu ve toplumun canlı, diri ve dinamik unsurlarını iktidarın parçası kılmak, tutmak için yaratıcı yollar bulmak zorundadır: Bu anlamda örneğin Öcalan “devlet değil toplum sosyalist olur” derken[11] aradaki farkı görmemektedir. Ne için? Demokratik, konfederalist komünalizm için. Son on, on beş yılda Murray Bookchin üzerinden devşirilen bu tür tezler Türkiye’de solun bir kesiminde hızla karşılık buldu.[12]
Sosyalizmde devlet ve toplum arasında gerilim olmaması için yaratıcı, yenilikçi ve dinamik mekanizmalara ihtiyaç vardır. En başta da üretim araçlarının mülkiyetine ve üretim ilişkilerine müdahale edilmesi gerekir. Sosyalist bir toplumun devlet örgütlenmesi de sosyalist olur ama sosyalist olmayan bir devletin toplumu sosyalist olamaz. Olamıyor da! Proletarya diktatörlüğü tam da bu denklemdedir. Öcalan’ın ya da dünya solunun önemli bir kesiminin beğenmediği, anlamadığı, burun kıvırdığı ya da açıktan düşman olduğu yerde.
Peki, Engels 1891’de, yani Komün’den 20 yıl sonra ve Marx’ın yazdıkları ortadayken neden proletarya diktatörlüğüne vurgu yapmak gereği duymuş olabilir? Bir başka yazıda[13] da vurgulamıştım: 19. yüzyılın sonuna doğru özellikle Almanya’da sınıf mücadelesi yükselmekte ve işçi sınıfının çeşitli örgütleri, kurumları milyonluk ölçülerde genişlemektedir. Ama siyasi düşüncede, doğrultu ve programda karmaşa devam etmektedir; hem de öncesinden daha şiddetli biçimde. Proletarya diktatörlüğü, sınıf iktidarı ve siyasi devrim bizzat dönemin solu içinde tepkilerle ve temkinli bir bakışla ele alınmaktadır. Komün’ün adını, hatırasını yere göğe sığdıramayan sol Komün’nün kendisine, Komün’ü komün yapan özelliklere uzak durmaktadır. İşte Engels bu saldırıya yanıt vermektedir. Cümlenin tonundaki alay, ince serzeniş de buradan gelmektedir.
Ders II: Özne sorunu
Aslında devrim sorunu olarak da okunabilir, sınıf bilinci ve kolektif bir aradalık (örgüt, parti) sorunu olarak da okunabilir. Bir önceki dersle birlikte okunmalı ve üstüne düşünmelidir. Çünkü, solun köklü sorularından birisi aslında: Toplumsal değişimin yolu, yöntemi ve öznesi nedir, ne olmalıdır? Komün, kendinden önce de var olan bu soruyu hem yeniden gündeme getirdi hem soruya yanıt(lar) verdi hem yeni sorular oluşturdu hem de bazı yanıtları gündemden düşürdü. Marx’ın İç Savaş’ı, Engels’in yazdığı önsöz ve Lenin’in Komün Dersleri konuşmasını hazırlarken kurduğu sistematik aslında bu tarihsel soruların ve yanıtların altının adım adım çizilmesi olarak da görülebilir. Zaten proletarya diktatörlüğü ile vurgulanan belli bir özneye, sistematiğe, tarih ve topluma dair belirli bir bakışa ve harekete doğru taraflaşmadır. Günümüzde Komün ile ilgili tartışmalarda açıktan ya da örtülü karşı çıkılan ise tam da bu taraflaşmadır. Sol, Marksist ve Leninist bir Komün yorumunu istememektedir.
Komün gibi bir toplumsal dönemeç söz konusu olduğunda özne olmaya dair sıkça atlanıveren tarihsel ağırlıklar olduğunu vurgulamalıyız. Ve bu ağırlıklar, siyasal bir sınıf olarak işçi sınıfı, sınıf bilinci ve parti başlıklarında yoğunlaşıyor. Günümüz dünyası özne başlığında bu ağırlıklar olmaksızın hep patinaj çekmektedir. Komün’ü sınıf mücadeleleri, yani bir anlamda Marksizm dışında anlamaya ve tanımlamaya çalışanlar için bu ağırlık noktaları ise Komün deneyimini ve düşüncesini zayıflatan noktalar, özelliklerdir. Hatta Komün’ün bu özelliklerle alakası bile yoktur. Komün daha çok bir halk karnavalı, kentsel bir öfke boşalması ve bir doğrudan demokrasi şölenidir!
Hâlbuki Komün, sınıf mücadelelerinin bir uğrağıdır ve on yıllar boyunca sınıf bilincinde süregiden olgunlaşmanın, tartışmaların, gelgitlerin, inat, sabır ve değişimin sonucudur. 1970’lerden itibaren (ve hatta 1930’lardan itibaren ama araya savaş giriyor) bu tarihsel ağırlıkların referans noktası olmaktan çıktığını, çıkarıldığını görüyoruz. Yerini ise öznesiz bir Komün alıyor: İşçiler var ama sınıf yok, sınıf var ama örgüt yok, örgüt var ama merkez yok, merkez var ama bilinç yok biçiminde gidiyor bu özne saklama. Üstelik çok da güncel: Slavoj Žižek mesela,150. yılında Komün üzerine yazarken hem tarihin üstüne yatmayı hem de özensizliği ihmal etmemiş.[14] Žižek’e göre Komün neredeyse 1871 Mart’ında Paris’e gökten zembille inmiş. Ama Žižek yalnız değil. Bu kendiliğindenci anlatıyı, güncel ve geçmişte kalmış birçok makalede ve kitapta, açık ya da örtülü olarak bulabilmek mümkün.[15] Ne sınıf mücadelesi vardır ne de siyasal mücadele. Bu kavramlar yer aldıklarında da sadece birer terim olarak girerler.
Örneğin 1860’lardan itibaren Fransız toplumunu saran halk tartışma toplantıları, fikir kulüpleri nedense atlanır. Hatırlandığında ise ya “kendiliğinden ortaya çıktıkları” belirtilir ya da siyasi parti ve arayışların dışında konumlandırılır.[16] Hâlbuki 1850’lerden 1870’e uzanan süreç boyunca Fransa’da canlı bir “sol” vardır: yayınları, tartışmaları ve kulüpleriyle. Tüm bu süreç, sınıf mücadeleleri ve maddi yaşamın üretiminden bağımsız olarak, öylece boşlukta yaşanmamıştır; Komün’e giden Fransa’nın yaşadığı tartışmaların, arayışların dinamik gücü işçi sınıfının tarihsel arayışı ve bunun farklı temsilcileridir. Fikir kulüplerine 21. yüzyılın liberal sol kafasıyla happening olarak bakmak ayrı on yıllar boyunca bu kulüplerde ısrar etmek, gidip gelmek, toplanmak, tartışmak, çözüm aramak ayrı. Komün liberal heyecanlardan değil devrimi, iktidarı, adaleti, haksızlığı, zorlu yaşam koşullarını, sanatı da içeren tartışmalardan, o hamasi sözlerden, rutinleşen, banal ve sıkıcı gündemlerden çıkıp geldi.[17] İnançla sürdürmek, onca umutsuzluk ve çıkışsızlığa ve yenilgi hissine rağmen inat etmek ayrı bir şeydir ve sınıf bilincinin gelişmesinden, sınıf mücadelelerinden ayrı değildir. Tam da mücadelenin kendisidir. Bu inadın altında kolayca bir kenara atılıveren, değersizleştirilen ve işçi sınıfına ait olan koca bir devrimci emek vardır. Kulüpleriyle, toplantılarıyla, grevleriyle, hayal kırıklıkları ve heyecanlarıyla.[18]
Gelelim Komün sırasında Paris’te bir işçi sınıfının olup olmaması meselesine.[19] Önce bir noktayı hatırlayalım: Komün gibi, etkisi büyük her olay, her arayanın niyetine bağlı olarak bir yön bulabileceği özellikler içerir. Bu anlamda yakın tarihimizden bir örnek vermek gerekirse Komün’ü bir nevi Gezi olarak düşünebiliriz. Nasıl ki Gezi’de her renkten “muhalefet, solculuk tarzı” bir arada bulunabildiyse ve Gezi geri dönük olarak o ya da bu yöne çekilebiliyorsa Komün’de de benzerini bulmak hayli mümkün. Mümkün ama örneğin Gezi’yi, o tarihsel dönemeçteki krizi, “sosyolojik açıdan” işçi sınıfından ayırmak mümkün mü? Hem mümkün hem de değil! Yani işçi sınıfı ile alakası yoktu da denebilir tam tersi de. İsteyen istediğini bulabilir Gezi’de (ki bulabildiler zaten). Ama derdimiz zaten kaç gram işçi sınıfı vardı, kaç gram küçük burjuvazi vardı mı ki? Değilse, nedir meselemiz? Meselemiz “Gezi ile ortaya çıkan kriz siyasi olarak işçi sınıfının rengini ne kadar taşımıştır?” değil midir? Aynı biçimde Komün, siyasal sınıfın (proletaryanın) rengini ne kadar taşımıştır? Marx, Lenin ve bu hatta ısrar edenler Komün’de işte bu sorunun ve yanıtlarının peşine düşmüştür. Başkaları ise başka soruların, başka yanıtların, başka sınıfların…
Tıpkı Komün gibi Gezi de işçi sınıfına dayanıyordu. Hem sosyolojik açıdan hem de siyasal açıdan. İşçiden ve sınıftan halen ve halen sadece fabrika işçisini anlamıyorsak… Tabii ki Komün gibi toplumsal alt üst oluşlarda zanaatçılar, bohem sanatçılar, kültürel yelpazenin farklı mensupları da yer alacaktır. Hatta ön plana da çıkacaklardır. Ama şu unutulmamalı: devrimi devrim olarak tutturabilen, geliştirebilen güç/özne modern tarihlerde tektir. 250 yıldır bir başka özne ortaya çıkmamıştır ve tüm beyhude çırpınışlara karşın çıkmayacaktır da: bu özne, siyasal olarak da sosyolojik olarak da işçi sınıfıdır. Yıllardır çektiğimiz sıkıntı, bu özneyi ayağa kaldıracak netliğe yeniden ve yeniden burun kıvrılması, sırt çevrilmesidir.
Ders III: Enternasyonal ve enternasyonalizm
Komün’ün en çetrefilli konularından birisi enternasyonalizm. Çünkü her yöne çekiştirilebiliyor: Komün’ü sadece ulusal bir protesto, itiraz olarak gören bir sağ Fransız yorumu da var, Komün’ü Fransa’daki sınıf mücadelesinden koparıp kozmopolit bir olaya indirgeyen bir liberal yorumu da! Ama her iki yorum, Komün’de ortaya çıkan tarihsel doğrultuyu belirsizleştirmekte birleşiyorlar. Bir taraf Enternasyonal’i ve enternasyonalizmi suçlu, maceracı ilan ederken öbür taraf baş tacı ediyor.[20] Ama öyle mi? Komün’de enternasyonalizmin ve Enternasyonal’in yeri neydi? Baskın özelliği miydi?
Paris Komünü öncesinde ve sırasında Enternasyonal, yani Uluslararası [Erkek] İşçiler Birliği vardı. Hatta ikisini, yani Enternasyonal’i ve Komün’ü sınıf mücadeleleri tarihi içinde, aynı dönemin olguları olarak ele almak gerekir. 1848 Devrimleri’nin bastırılması sonrası 1860 ortalarına kadar, neredeyse tüm Avrupa’da, sınıf mücadeleleri alttan alta işler. Baskı kadar yenilgi, kafa karışıklığı ve çaresizlik de vardır. Ama 1860 ortalarından itibaren mücadele çeşitlenir, canlanır ve yeniden tırmanmaya başlar.[21] Enternasyonal 1864’te kurulur. Fransa’da grev ve toplanma yasağı 1865’te kalkar, 1868’den itibaren ise kulüp toplantıları[22] biçiminde hızlıca bir düşünce canlılığı ortaya çıkar. Baskın sol ton, düşünce tarzı ise Proudhon’a aittir: Sosyalizmden anarşizme uzanan bir hat.
Uluslararası İşçi Birliği içinde de çeşitli renkleriyle sol vardır. Komün’e giden ve sınıf mücadelesinin giderek yükseldiği dönemde Enternasyonal “solcu/ilerici bir sendikal/siyasal platform” görünümündedir. İçinde anarşistinden cumhuriyetçisine sendikacısından sosyalistine (ki sosyalistler de kendi içinde katman katmandır) farklı eğilimler, anlayışlar ve doğrultular yer almaktadır. Ama bu tür her platformda olduğu gibi, Enternasyonal sınıf mücadelesinin de bir alanıdır: İşçi sınıfı bilinci çarpık, parçalı ve düzen içi temsillerle birlikte bulunmaktadır. Ama ana eğilim devrimi, toplumsal mücadeleyi bir bütünlük içinde değil de kesitsel bakışlarla değerlendiren kesimlerdedir.
Uluslararası ve ulusal ölçekteki işçi hareketinin etkisi ise giderek artmaktadır. 1870’e gelindiğinde ağırlığı Batı Avrupa’da olmak üzere 800.000 üyesi vardır Enternasyonal’in. Fransa’da ise 50.000.[23] Enternasyonal, özellikle Marx’ın çabalarıyla, 1870’ten itibaren Fransa’da yükselen krize dikkat kesilir ve müdahale etmeye çalışır. Mayıs 1871’de Komün şiddetle bastırıldığında Enternasyonal tüm sürecin tartışmasız öne çıkan ismi haline gelmiş olacaktır. Ama ortada soyut bir enternasyonalizm, enternasyonal dayanışma görevi yoktur. Söz konusu olan Marx’ın ve Engels’in 1845’ten itibaren az çok anladıkları tarihsel ve toplumsal işleyişin bir kez daha somut bir karşılık bulmasıdır; öngördükleri ve ön görmedikleri gelişmelerle.[24] Komün’ün enternasyonalizmi sınıf mücadelesi ile ilişkisiz bir maceracılık değildir.
Tamam, Komün’e uluslararası katılım, devrimci kişiliklere açılan alan, egemen sınıfın içinden kopabilen isimlerin ortaya çıkması, bunlar var ama Komün’de sadece maceracılık ve bohem arayışlardan bahsetmiyoruz. Osmanlı’dan da insanları kendine çeken devrimci bir etkiden, bir havadan bahsediyoruz.[25] Ama bu devrimci enternasyonal hava, sınıf mücadelesinden, yıllarca toplantılar yapan emekçi halkın arayışından, Enternasyonal’de somutlanan karmaşık sosyalizm-devrim tartışmalarından bağımsız değildir.
Burada biraz daha hatırlatma ve düzeltme gerekiyor: Uluslararası İşçi Birliği’nde Marx ve görüşleri sürekli olarak bir mücadele içinde olmuştur. Komün sonrası döneme kadar. Marksizm’in Komün deneyimi ile bilinirliği artacak ve işçi sınıfının siyasi mücadelesi içinde giderek daha merkezi bir konuma yerleşecektir. Bir anlamda Marx, Komün bastırıldıktan sonra Komün’deki devrimci deneyimin simge düşünürü, siyasetçisi haline gelecektir.
Sonra da sınıf mücadelesinin geri çekilen dalgasını görerek Enternasyonal’in genel merkezinin New York’a taşınmasını sağlayacaktır. Tam da Enternasyonal işçi sınıfı devrimi fikrini bulandıran ağırlıklarından kurtulmuşken.[26] Üzerinde pek durulmaz ama düz bir okumayla Komün yenilgisinin Enternasyonal’i dağıttığı biçiminde de söylenebilir. Düz bir okumayla… Tarih ise öyle ilerlememektedir. Bir sonraki enternasyonalizm için ise Ekim Devrimi’ni beklemek gerekecektir.
Ders IV: Yurtseverlik
Solun “en sevmediği” Komün dersi. Çünkü, giderek standartlaşan anlatı ortada: Komün kozmopolittir; kozmopolit olmasa da ulus-ötesidir; dünyanın her yanından insanı kendine çekmiştir. Öyle tek bir rengin, bayrağın, ulusal meselenin içine sığdırılmaz.[27] Yurtseverlik ise unutulması gereken bir arıza olarak tarihin tozlu raflarına kalmıştır.
Pekiyi… Ama önce bir düzeltme: En küçük devrimci çalkantı bile uluslararası ilgi uyandırır. Solun her kesimini kendine baktırır; bir kural gibi. Chavez Venezuelası’nı hatırlayalım: İnsanları ve solu, kendisi merkezli olarak tartışmak, belirli konularda tavır almak zorunda bıraktı. Zorlamadı, dayatmadı ama yıllarca çekim ve ilgi merkezi olarak kaldı. Türkiye dahil dünyanın dört bir yanından devrimci arayışlar içindeki insanları, hareketleri (ve tabii ki maceraperestleri de) kendine çekti. Gidip bizzat Bolivarcı Devrim’in içinde yer alan, o devrimin kadrosu olan insanlar oldu. Ama hepsinden önce yurtsever bir deneyimdi. Komün de benzer biçimde görülmeli, görülebilir.
Öte yandan ne Komün ne Chavez dönemi ne de bir başka devrimci çalkantı evrensellik açısından abartılmamalı: Devrim, “yerel” ayağı hep önde olan bir dönemeçtir ve iletişimde artan onca olanaklara rağmen öyle olmaya da devam ediyor.
Peki neden böyle? Yani Komün neden kozmopolit değildi? Evet, Komün evrensel değerler taşıyan bir ayaklanma ve iktidar deneyimiydi. Evet, insanları kendine çekti. Ama Komün hepsinden önce yerel bir olaydı. Şu anlamda: Sınıf mücadelesinin Fransa’ya ve hatta Paris’e topaklanmış, düğümlenmiş bir uğrağıydı. Avrupa’daki sınıf mücadelesinden bağımsız değildi ama Fransa’ya da özgüydü. Proletarya, neredeyse bir yüzyıl boyunca siyasi iktidarı elinde tutmak konusunda dönem dönem aksama sinyalleri veren Paris/Fransa burjuvazinin bıraktığı boşluğu atlamadı ve bir yüzyıllık sınıf mücadelesi içinde yaşadığı bilinç farklılaşması ile siyasi iktidarı aldı (almak zorunda kaldı). Yurtseverlik işte bu bilinç farklılaşmasının bir parçasıydı. Tıpkı özel mülkiyet tartışması gibi, tıpkı kadın hakları gibi. Sosyalizm arayışının bir bileşeniydi. Ve sınıf bilincindeki bu arayış olmasaydı işçi sınıfı Prusya karşısında bir ayağını yurtseverliğe basamazdı. Burjuva milliyetçiliği kolayca galip gelirdi, kitleleri ikna ederdi. Ki etti de! Özellikle de köylüleri.
Yurtseverlik, tıpkı enternasyonalizm gibi bir ilke, geçici bir uğrak olmaktan ziyade sınıf mücadelesi içinde ortaya çıkan bir hat olarak görülmeli. Devrim treni enternasyonalizm yakıtı kadar yurtseverlik yakıtı ile de yol almaktaydı. Yurtseverlik sadece “sıradan” işçiyi devrime bağlayan “zayıf ikna” noktası değildir. Yurtseverlik, Komün’e giden süreçte Paris proletaryasının ayağını bastığı manevra noktasıdır. Ve bu noktanın kozmopolitlik için, çoğulculuk için, çok renklilik ya da çok seslilik için değersizleştirilmesi ne yazık ki o sağlam manevra noktasını da ortadan kaldırmıştır. Yurtseverlik ile enternasyonalizmin, komünizm mücadelesinde karşı karşıya konması solun Komün sonrasındaki dönemde, son 50 yılda işçi sınıfına attığı en büyük kazıklardan birisi olmuştur. Ne yazık ki!
Ders V: Proudhon-Bakunin-Blanqui bitti mi?
Yukarıda belirtmiştim: Bir, Komün gibi deneyimlerde sol içinden her arayan her aradığını bulabilir. Çünkü sınıf bilinci parçalı olarak oradadır. İki, Marksizm, Komün sonrasında siyasi simge haline gelmiştir. Peki, öncesinde kimler vardı? Komün’e giden süreçte Fransa ve Batı Avrupa (Enternasyonal) solunun önde gelen isimleri, simgesel düşünürleri kimlerdi? Komün’e ışınlansak o günlerde kimleri okur, kimlere kulak kabartır, en önemli kimlerle düşünsel mücadeleye girişirdik?
Öncelikle Pierre-Joseph Proudhon.[28] Fransız soluna ana rengini veren kişi: güçlü ve etkileyici hitabet-yazı üslubu ile yöntemsizliğini ve dağınıklığını örtebilen, çıkış arayan kitlelere heyecan uyandıran sözlerle enerji aşılayan, sosyalizmden anarşizme uzanan görüşleriyle “parlak” bir isim. Bir anlamda Fransız solculuğunun peygamberi. Komüncüler nazarında ise Komün’ün lideri Louis-Aguste Blanqui’dir. Hem düşünsel anlamda hem de siyasi anlamda. Kendisi hapiste mahpus olsa da.[29] Ve bir de Mikhail Bakunin var.[30] Rus anarşist Komün’de tam da kendi düşüncelerinin karşılığını, “devlete karşı isyanı” bulur. Birisi nesnelliğe vurgu yapan, diğeri öznelliğe ağırlık veren ve üçüncüsü de işçi sınıfı devrimine karşı olan üç isim. Komün’ün genel solcu havasında üçü ve temsil ettikleri düşünceler vardır.
Sanırım her üç isimde simgelenen arayış görülebilir: Her üçü de çıkış arayan emekçi kitlelere bir yön tarif ediyorlardı: devrime kestirme bir yol! Ama devrimin öznesini de ihtiyaç duyduğu akıldan, tarihsellikten, bakıştan farklı nedenler de mahrum bırakıyorlardı. Bu anlamda siyasi iktidarın alınması ve toplumsal devrim yolunun açılmasına dair üçü de açık ve net olarak anti-Marksist’tir.[31] Komün’ün genel havasını bu üçlüde sembolize olan, Marksizm dışı anlayışlar belirlemektedir. Komün deneyimi ise her üçünün sol içindeki ağırlığını azaltacaktır. Engels 1891’de “Komün, Proudhoncu ve Blanquist arayışların mezarı olmuştur” diye yazacaktır.[32] Yazacaktır ama Komün’ün yüzüncü yılında tablo tam tersi olmaya başlayacaktır.
Ne Blanqui komploculuğa indirgenebilir ne de Proudhon ütopyacı bir anarşizmden ibaret görülebilir. İkisi de sınıflar mücadelesinde ayrı birer düşünsel ve siyasi konuma denk geliyorlar. Ve sanıldığının ve iddia edildiğinin aksine Komün’le birlikte anılan bu isimlerin temsil ettikleri siyasi pozisyonlar kaybolmadı ya da ilgi çekmez hale gelmediler. Günümüz solunun hemen her ülkedeki ezici çoğunluğu bu fikirlerin çeşitli versiyonları ile malul. Ama farkında olarak, ama olmayarak… Demokratik çoğulculuk, yeni komüncülük ya da yerinden ve doğrudan özyönetim gibi kavramlar bu tarihsel hattın uzantılarıdır.
Sol, Komün’e başka bugüne başka bakmıyor. Sosyalizm tasavvuru, tarihe ve topluma bakışı, toplumsal değişimi kavrayışı ile bir anlatısı var solun ve bu anlatıda Marx’ın adının anılması, hatta sık sık geçmesi kimseyi yanıltmamalıdır. Günümüz Komün metinlerinin güncel teorik ve siyasi ufkunu belirleyen yine Proudhon, Blanqui ve Bakunin’dir ve burada aslolan farklı yönleriyle tarihselciliğe karşı çıkılmasıdır. Tam da günümüz solu gibi: Bir yanda Troçkistlikten anarşistliğe evrilen Murray Bookchin, hemen yanı başında dönüp dolaşıp “parti gibi olmayan partiyi” tarif etmek zorunda kalan Slavoj Žižek, yanına da her türden orta kalibre teorisyen.
Neden böyle? Bunun yanıtını da bir sonraki derste tartışalım.
Ders VI: Komünizm için devrimci arayışçılık
Sorun şurada: Günümüzde sol ve sola yön veren düşünürler, teorisyenler, kadrolar devrime inanmıyorlar. Daha doğrusu devrimin olabileceğine inanmıyorlar. Nesnel değil öznel bir durumdan bahsediyorum yani. Bir tek kapitalizmin alt edilmesi, siyasi iktidarın el değiştirmesi ya da çoğunluğun ikna edilmesinden de bahsetmiyorum. Günümüz solu devrimi bir fazlalık, gereksizlik, olgunlaşmamışlık, ilkellik ve aşırılık olarak görüyor.
Çeşitli veçheleri var bu inançsızlığın. Kimisi işçi sınıfı bir özne olmaktan çıkmıştır diyor, kimisi sınıflar arası çatışmanın (antagonizmanın) yerini başka kimliklerin, varoluşların karşıtlıkları almıştır diyor. Kimisi büyük ölçekli toplumsal projeleri zaten saçma, akıldışı ve imkânsız görüyor ve sonucunda komüncülük, doğaya dönüş, özyönetim, doğrudan demokrasi gibi farklı, küçük toplulukçu ve hatta bazen bireysel kurtuluşçulukların ön planda olduğu düşünceler ağır basıyor.
Ama öyle de olsa böyle de olsa hepsi de aslında kaçtıkları, dile getirmedikleri bir siyasi programı örtülü olarak savunuyorlar, bunu anlatıyorlar. Nedir bu siyasi program? Komün benzeri, Ekim tarzı yeni bir siyasi ve toplumsal devrim mümkün değildir. Yani proletarya diktatörlüğü artık tarih dışı kalmıştır. Parti, tarih dışı kalmıştır. Günümüzde, toplumsal değişimin güncel dinamikleri ile alınabildiği kadar yol alınmalıdır. Her bir yandan, her ezilenle, her dışlananla! Feministinden Müslümanına, yan yana![33] Hatta zaten Komün de Ekim de siyasi iktidarın işçi sınıfı tarafından alınması olarak değil yüzyıllık gelgitler sonucunda ortaya çıkan toplumsal kabarışlar, şenlikler ve ihtimaller olarak görülmelidir.[34] Farklı biçimlerde dile getirilen tüm bu söylemlerin alt metninde ise işçi sınıfı devriminden, devrimden kaçış vardır.
Aynı tekrarın içinde yaşadığımızı, benzer taraflaşmaların güncel versiyonları içinden geçtiğimiz Komün’le ilgili (ve tarihi örtmeyen) her değerlendirmede göze çarpar. Komünün farkı işçi sınıfı bilincinde ortaya çıkan sıçramadır ama en önemli eksiği de işçi sınıfının tarihsel çıkarları etrafında örgütlenmiş, siyasi ve toplumsal devrime odaklanmış, toplumun dinamik kesimlerini de arkasından sürükleyebilen bir siyasi bilincin yokluğudur. Tamam, Komün’ün ayakta kalması, yaşaması için birçok yaratıcı fikir ortaya çıkmıştır, Komün sıradan insanı tarihsel insana, sıradan düşünceyi tarihsel düşünceye çevirmiştir.[35] Ancak Komün, olmayanı, neyi içermediğini göstererek de yarına kalmıştır. Komün yarına yaratıcılık devretmiştir.
Peki, bugün “parti” komünist yaratıcılığın bir parçası mı? Bugün dünyanın dört bir yanında ara ara sinyal veren siyasi boşluklar ne tür bir kolektif bir aradalığa işaret etmektedir? Örneğin merkezsiz, eş-çoğulcu bir siyaseti mi?[36] Bugün dünya, dünyanın yeni devrimleri, Komünleri işçi sınıfı bilincinden partinin çıkarılmaya kalkışılmasının sıkıntılarını yaşıyor. On yıllardır kıymeti ayaklar altına alınan bir Komün mirası Komün adına reddedilmektedir. Partinin gerekliliği ve yaratıcı tekrarı tersi yönden de anlaşılabilir: 150 yılda işçi sınıfının komünist parti fikrinin altı oyulurken sermaye sınıfı partilerinden hiç vazgeçmemiştir. Hatta gittikçe çok daha net ağırlığını koymuştur. Bu asimetri dikkat çekicidir.
Sermaye sınıfı tüm örgütlü gücünü daha örtük ve güçlü hale getirirken; 70’lerden itibaren kimse çıkıp da örneğin “Elveda Sermaye!” demedi. Söylenen ise elveda proletaryaydı! Israrla işçi sınıfı devrimciliğinin, tarihsel materyalizmin altı oyulmaya çalışıldı. Sermaye düzenine elveda diyen, egemen sınıfın iktidarı asla geri alamayacağı şartlar sağlamak için atılan, bu cüreti gösteren ise Bolşeviklerdi. Sonrasında hep uzlaşı, müzakerecilik baskın hale geldi. Düzen kendisini bunlarla kabul ettirdi.
Komünden 150 yıl sonra proletaryaya, ezilenlere, başkaldıran halklara layık görülen komünal köy düzeni iken sermayeye layık görülen ise tüm küresel dünyadır; hatta daha ötesi uzayın bile kolonizasyonudur. Bu ufuksuzluk tam da Komün’de ve sonrasındaki farklı uğraklarda kendini dayatan tarihsel doğrultunun reddedilmesidir, başka bir şey değil. Komün adına reddedilen ise Komün’ün, devrimin kendisidir. Hâlbuki 19. yüzyılda da 21. yüzyılda da işçi sınıfının iktidar arayışı, yaratıcılığının ufku dünyanın tamamıdır.
Söylemeye gerek var mı? Evet, tam da Komün’den bu yana!
Dipnotlar
[1] Tabii ki “ders” olumsuz bir çağrışımda da bulunuyor: “Ders varsa öğreteni de vardır. Ders varsa devam zorunluluğu da vardır. Ders varsa sınavı da vardır” gibi, gibi. Ama herhalde özgürleştiren dersleri Türkiye işçi sınıfı kadar iyi bilen başka kesim yoktur. Bazı dersler vardır, özgürleştirir, geliştirir, anlamayı sağlar, değiştirir. Komün’ün dersleri de bu türdendir. Özgürleştiren, ilerleten…
[2] Vladimir I. Lenin (1908) Komün Dersleri (çev. Kenan Somer). Sol Yayınları, Ankara, 3. Basım, 2008.
[3] Friedrich Engels (1891) Karl Marx’ın Fransa’da İç Savaş’ına Giriş, Karl Marx, Fransa’da İç Savaş içinde (Çev. Ali San, Nazlı Cihan). Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2021.
[4] Karl Marx (1871) Fransa’da İç Savaş (çev. Ali San, Nazlı Cihan). Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2021.
[5] İçinde ders yer alan farklı fiiller var: ders almak, ders vermek, ders çıkarmak gibi. Komün dersleri söz konusu olduğunda bu eylemler birbirinin içine geçebiliyor. Ama orijinal tartışmaya, yani Lenin’in 1908 konuşmasına dönecek olursak daha çok söz konusu olan Komün deneyiminden işçi sınıfının çıkardığı, çıkarması gereken dersler anlamına geliyor. Yaşanarak öğrenilen, ortaya çıkarılan ve kendini de dayatan dersler bunlar. Yani daha çok bilinçle, farkına varmak ve meselelere bir başka bakmaya başlamakla ilgili. Yani ders vermekten ya da ders almaktan değil de ders çıkarmaktan, sınıf bilincindeki tarihsel bir gelişmeden bahsedildiği sanırım akılda tutulmalı.
[6] Ama tabii ki Lenin’in çok kritik müdahalesini ihmal etmeden, o müdahalenin üzerini örtmeden. Yani Lenin ve Ekim Devrimi proletarya diktatörlüğü tartışmalarını tarihsel materyalizm içinde, işçi sınıfı siyaseti içinde bambaşka bir yere taşımışlardır. Hem teorik olarak hem de pratik olarak.
[7] Gerçekten de Marx’ın yazdığı bölümlerde “proletarya diktatörlüğü” geçmez. Kavram yazdığı mektuplarda yer alır. Ama Komün’ün sınıfsal doğasına dair tartışma zaten 1871 sonrasında çıkar ve proletarya diktatörlüğü tam da Engels’in vurguladığı gibi “sosyal-demokrat” dar kafalılığın tüylerini diken diken eden bir kavram halini alır.
[8] Kristin Ross (2016) Ortak Lüks – Paris Komün’ün Siyasi Muhayyilesi (çev. Tuncay Birkan). Metis Yayınları, İstanbul. Bu “standart” anlatı eleştirisi için özellikle ilk bölüme bakılabilir. Öte yandan Kristin Ross’un kitabının etkileyici ve keyifli olduğunu ama Ross’un tarihsel olguları el çabukluğu ile kendi istediği yöne büküverdiğini de belirtmeliyim.
[9] Çınar A. (2020) Avrupa Komünizmi, Yeni Sol, Marksizm: Eski tartışmada yeni olan ne var? Gelenek, 150: 9-30.
[10] Aynı dönemde Sovyetler Birliği’nde de kavram farklı bir yolla gündemden düşürüldü: Komünizme geçildi. Böylece diktatörlüğe gerek kalmadı. Bknz: Eratalay O. (2021) Sovyet Anayasaları: Kısa tarihçe ve arkaplan. Gelenek, 154: 61-70.
[11] Öcalan A (2009) Yol Haritama Güveniyorum. Bianet [orjinal kaynak Fırat Haber Ajansı], 14.09.2009 [https://bianet.org/bianet/siyaset/117043-ocalan-yol-haritama-guveniyorum erişim tarihi: 12.05.2021] Öcalan, sosyalizme dair bu ve benzeri argümanlarını o dönemde birçok farklı kaynakta dile getirdi. Ve bu eleştiriler aslında teorik dayanağını Murray Bookchin’de bulan “komünalist” bir paketin bileşeniydi.
[12] Suriye’ye emperyalist müdahale sonrası ortaya çıkan kantonlar komüncü, ekolojik, feminist, demokratik bir ütopyanın yaşama geçirilmesi olarak anlatıldı, tanıtıldı. Bu sürecin teorik arkaplanı için birçok kaynak var ama ilginç bir örnek için bknz.: Sirwan Kajjo (2017) Rojova’yı Amerikalı düşünür mü şekillendiriyor? Amerikanın Sesi, 24 Ocak 2017. https://www.amerikaninsesi.com/a/rojava-yi-amerikali-dusunur-mu-bicimlendiriyor-ewd/3689672.html [Erişim tarihi: 25.05.2021]
[13] Binbay T. (2020) Engels’in tasaları ya da Das Problem Des Engels Problems! Gelenek, 151: 49-62.
[14] Slavoj Žižek. (2021) Paris Commune at 150. The Philosophical Salon, 12 Nisan 2021 [https://thephilosophicalsalon.com/paris-commune-at-150/ Erişim tarihi 12.05.2021] İlginç bir yazı bu. Tam da toplumsal değişimin niteliği ve öznesi üzerine. Žižek açıkça bir siyasi program öneriyor: Kapitalizmin krizine geniş ve çeşitli bir “ezilenler” toplamıyla son vermek ve yeni bir toplumsal düzene evrilmek. Nasıl? Orası belli değil ama geniş bir sosyal koalisyon ile.
[15] Bir diğer güncel örnek için Statis Kouvelakis (2021) Karl Marx Saw Signs of the Socialist Future in the Paris Commune – An interview. Jacobin, 21 Mayıs 2021. [https://jacobinmag.com/2021/05/karl-marx-signs-of-communist-future-paris-commune-communist-history Erişim tarihi 22.05.2021]. Söyleşinin neredeyse sırf “parti gerekmiyor” demek için yapıldığını düşünmek bile mümkün. Kouvelakis ısrarla bunu vurguluyor, merkeziyetçi, sınıf bilincini temsil eden, öncü bir partiye karşı çıkıyor. Kendisinin de 2016 dönemecinde Yunanistan’da Syriza merkezinde yer aldığını hatırlatayım.
[16] Kristin Ross (2016) a.g.e, özellikle kitabın ilk ve ikinci bölümünde.
[17] Kristin Ross (2016). a.g.e., s.25-29. Ross, siyasi mücadelenin uzun yıllar tekrarlayan, sıkıcı ve banal yanını ısrarla vurguluyor. Sanki bunlar “devrim isteyen bir siyasetin” günahları gibidir.
[18] Günümüz Türkiyesi de böyle değil mi? Bakmayın tüm liberal tantanaya, işçi sınıfı yokluyor, tartışıyor, vazgeçiyor, hayal kırıklığına uğruyor, heyecanlanıyor. Tüm bu gelgitlerin örgütlü bir toplamla birlikte yol almasının sağlanması gerekiyor. Tarihin dalgalarında boğulmadan yol almak gibi. Bir yelkenliye dalgalı denizi geçirtmek gibi. Bugün Türkiye’ye daha çok örgütlü bir işçi sınıfı lazım: sendikasıyla, semt evleriyle, kadın dayanışma komiteleriyle, partisiyle.
[19] Kristin Ross (2016). a.g.e., s. 51-59. Komün’ü daha çok bohem kişiliklere dayandırmayı (ya da kişileri bohemleştirmeyi) tercih ediyor. Olabilir. Başkaları da işçileri siyasi bir sınıf olarak örgütlenmiş değil de sosyolojik olarak seviyor. Ama tarihsel arka plan için bknz. Gabriel Pioro (1971) Paris Komünü (1871), Komün Dersleri, V. İ. Lenin içinde (Çev. Kenan Somer). Sol Yayınları, Ankara, 3. Baskı, 2008, s. 14-32.
[20] Statis Kouvelakis (2021) On the Paris Commune – 1. Verso Books Blog, 29 Mart 2021. https://www.versobooks.com/blogs/5039-on-the-paris-commune-part-1 [Erişlim tarihi 09.05.2021]
[21] Gabriel Pioro (1971) a. g. y., s. 14-32. Komüne giden toplumsal ve siyasal sürece dair farklı açılardan değerlendirmeler için: Paul Mason (2021) Lecture notes: The socio-political forces that made the Paris Commune. 15 Mayıs 2021. https://medium.com/mosquito-ridge/lecture-notes-the-socio-political-forces-that-made-the-paris-commune-a09d05edf977 [Erişim tarihi 19.05.2021]. Kristin Ross (2016) a.g.e., s. 21-28 arası özellikle.
[22] Bu kulüpler çok önemli: Bir tür devrim yuvası olarak da görülebilir. Günümüzün “semt evleri” olarak da. Emekçi halkın, arayış içindeki dinamik canlı kesimlerin bir araya geldiği, tartıştığı, konuştuğu, bilinç ve mücadele inadı, ırsarı, elastikliği sağladığı yerler. Bknz. Ross, K (2016) a.g.e., s. 28-31 arası.
[23] Kristin Ross (2016) a.g.e., s. 21-28 arası. Gabriel Pioro (1971) a. g. y., s. 14-32.
[24] Marx, Komün ve Enternasyonal ilişkisi de efsanelerle dolu bir konu. Bu efsaneleşme hali güncel trajikomik çakışmalara da yol açıyor: Žižek “Komün, Marx için sürprizdi” derken Kouvelakis “Marx ve Engels’in çok da sürprizle karşılaşmadıklarını” yazıyor. Bknz. Slavoj Žižek (2021) a. g. y. ve Statis Kouvelakis (2021) a. g. y.
[25] Mehmet Bozkurt (2015) Komün barikatlarında Türk fesleri. soL Portal, 15.03.2015. https://haber.sol.org.tr/yazarlar/mehmet-bozkurt/komun-barikatlarinda-turk-fesleri-110369 [Erişim tarihi: 19.05.2021] Ayrıca bknz. Hamit Erdem (2020) Osmanlı Basınında Karl Marx, Paris Komünü ve Sosyalizm, Emek Tarihi Yazıları içinde. Sel Yayıncılık, İstanbul.
[26] Anarşistler 1872 Lahey Kongresi’nde Enternasyonal’den atılır. Mikhail Bakunin ve maceracı arkadaşları yeni süreçlere yönelirler. Marx ve Engels ise yeni gericilik dönemini öngörürler diyebiliriz. Tam da bu konu, yani Komün sonrası Marx için bknz. Wilhelm Liebknecht (1901) Karl Marx: Biyografik Anılar (çev. Alper Birdal). Yazılama Yayınları, istanbul, 2018.
[27] Kristin Ross (2016) a. g. e., s. 41-50 arası.
[28] 1809-1865 yılları arasında yaşamıştır. 1848 Devrimi sonrası milletvekilliği de yapmıştır: Düşünce ufku ütopyacılıktan anarşizme kadar uzanır. 1846 tarihli Sefaletin Felsefesi kitabına karşı Marx Felsefenin Sefaleti’ni (1847) yazmıştır. Hep nesnel bir devrimci dönüşümün peşinde koşmuştur. Nesnelliğin içinde bireyin özgürlüğün aramıştır.
[29] 1805-1881 arasında yaşamıştır. Daha çok “komplocu” olarak bilinir ama bu tanım yetersiz ve çarpıktır. Öznel yanı daha ağır basan bir devrimci kalkışmanın peşinde koşmuştur. Devrimi sürekli kovalamıştır da diyebiliriz. İşçi sınıfı temelli geniş bir örgütlenme yerine kendini ihtilale adamış bireylerden oluşan sıkı bir örgütü kurmaya, ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Uzun yıllar boyunca içeri girip çıkmıştır. Komün’den önce Paris’te Ekim 1870 ayaklanmasında en önde yer almıştır ve Komün’den sadece birkaç gün önce tutuklanmıştır. Komün yönetimi serbest bırakılması için uğraşmış ama sermaye hükümetinin aklı Triers ise Blanqui’yi herhangi bir esirle değişmeye yanaşmamıştır. Yaşamı için birçok kaynağa bakılabilir ama Komün yenilgisinin hemen sonrası için bknz. Louis-Aguste Blanqui (1872) Yıldızlardan Ebediyete (Çev. Cemal Yardımcı). Metis Yayınları, İstanbul, 2015.
[30] 1814-1876 arası yaşamıştır. Gençlik döneminden itibaren Avrupa çağında devrimi ve devrimci düşünceyi kovalamıştır. 1868’de Enternasyonal’e katılmış ve anarşistlerin ayrıldıkları 1872 Lahey (Hollanda) Kongresi’ne kadar etkili olmuştur. Proletarya diktatörlüğünün en açık muhalifidir. Her tür devlet örgütlenmesine karşı çıkmıştır. Paris Komünü’nden önce yine Fransa, Lyon’da bir ayaklanma içinde yer almıştır.
[31] Burada yine de Blanqui’yi ayrı tutmakta yarar var. Bir tek devrimci ısrarı ve arayışı için değil; Blanqui’den Lenin’e giden düşünsel hat ve örgüt ısrarı için.
[32] Friedrich Engels (1891) Karl Marx’ın Fransa’da İç Savaşı’na Giriş (Çev. Ali San, Nazlı Cihan). Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2021.
[33] Slavoj Zizek (2021) a. g. y.
[34] Statis Kouvelakis (2021) Karl Marx Saw Signs of the Socialist Future in the Paris Commune. Jacobin, 21 Mayıs 2021. https://www.jacobinmag.com/2021/05/karl-marx-signs-of-communist-future-paris-commune-communist-h story Erişim tarihi: 21.05.201]
[35] Kristin Ross (2021) a. g. e., kitap boyunca örnekler bulmak mümkün.
[36] Slavoj Žižek (2021) a. g. y.