“Sol” Realpolitik’in bir Eleştirisi ya da Kahrolan “Statükocular” Keyif Çatan “Burjuvalar”

Yazdıkları mektuplarla tarihe geçecek partiler var. Bunlardan birisi de ABD Komünist Partisi (ABDKP). Parti’nin mevcut genel sekreteri John Bachtell bu yılın başlarında (22 Ocak 2015) bir açık mektup yayımlayarak başkanlık seçimlerinde Obama’nın partisi olan Demokrat Parti’yi (DP) destekleyeceklerini ilan etti. 1 Bachtell, mektubuna şöyle başlıyordu:

“Son zamanlarda gittikçe daha fazla duyduğum bir nakarat var: ‘Ülkede emek-eksenli üçüncü bir partiye ihtiyacımız var’. Bu tüm kalbimle katıldığım bir duyarlılık! Sorun, mevcut politik gerçekliklerden yola çıkılarak üçüncü güç haline gelecek radikal bir partinin gerçek inşasına nasıl yönelineceği.”

Demek ki ABDKP “üçüncü güç” olmanın gerekliliğine inanıyor, bunun için de bir strateji ortaya koyuyordu: DP’yi desteklemek. Neden? Nedeni açıktı:

ABD’de siyasal yapının ortaya çıkardığı seçim sistemi gibi yapısal kısıtlar mevcuttu. Nispi sistem olmadığı ve siyaset büyük partiler arasında sıkıştığı için ABDKP’nin seçimlerde alacağı oy itibariyle etkisiz kalması kaçınılmazdı. DP, Cumhuriyetçilerin karşısındaki tek gerçek alternatifti.

DP ile kurulacak bir ittifak kimi fırsatlar da barındırıyordu üstelik. DP, yekpare bir bütün değil; çok sınıflı bir yapı, kendi başına bir sınıflar mücadelesi alanıydı. DP üzerinde basınç kurularak yerelliklerde solcu adaylar göstermesi sağlanabilir, başkanlık için sosyalist bir aday çıkarılabilirdi. 2 DP, büyük şirketlerin sözcülerinin yanı sıra Afrika kökenli Amerikalıları, Latinoları, kadınları, sendikacıları, gençleri, toplumsal ve demokratik hareketleri, emek yanlısı güçleri de barındırıyordu. Cumhuriyetçi Parti ise, dev holdinglerin, aşırı-sağcı, ırkçı, aşırı-dinci öğelerin partisiydi.

ABD’de somut bir ultra-sağ tehdit mevcuttu. Bu tehdide karşı tekellerin bile bir bölümünü içine alan en geniş birliktelik sağlanmalıydı. Üstelik bu tehdit bütün dünyayı etkilemekteydi.

Bachtell, “Bu koşullar altında konumların saflığını veri alarak oy kullanmak uygun bir taktik değildir. Koalisyon güçleri bir adaya şu ya da bu konu nedeniyle itiraz edebilirler fakat adayları stratejik nedenlerle desteklemeliler” diyor. Çünkü, “emek güçleri ve diğer toplumsal güçler Demokrat Parti’yi yakın zamanda terk edeceğe benzemiyorlar. Bu kesimler, kendi hedefleri uyarınca hala Demokratları daha gerçekçi bir seçim aracı olarak görüyorlar, özellikle aşırı sağa karşı verilen ulusal mücadelede…”

ABDKP, bu yaklaşımı “ileri demokrasi ve sosyalizm için yürütülecek uzun mücadelenin aşamalarından biri” olarak görüyor ve üzerine bina ettiği gerçekliği aynen şu cümle ile tanımlıyordu: “Bunlar kaçamayacağımız gerçekliklerdir.” 3

Gerçeklik ve siyaset

ABDKP’nin bu hamlesini gerekçelendirmesinde iki kavramın ön plana çıktığı görülüyor: Gerçeklik(ler) ve siyaset.

Bu mantık silsilesi yalnızca ABDKP’ye özgü değil. “Küreselleşmiş reformizm”in meşruiyet devşirmek için kullandığı argümanların temelinde birbiriyle yakından ilişkili bu iki kavramın özel bir yeri mevcut. O nedenle bu iki kavram biraz irdelenmeyi hak ediyor. Nedir gerçeklik? Siyaset nedir?

Gerçeklik meselesinin sol jargona tercümesi “somut durumun somut analizi” şeklinde olmaktadır. Bu analiz önemlidir. Buna itiraz edeni pek bulamazsınız. Lenin’in “marksizmin yaşayan özü” dediği somut durumun somut analizine kim itiraz edebilir ki? Bu yaklaşımın hakkını teslim etmekle birlikte bundan ne anlaşılması gerektiği konusunda sol, öteden beri hatalı bir kavrayışa sahiptir. Gerçi giderek solun önemlice bir kısmının lügatında “Lenin” maddesinin karşısında “Farklı etnik kökenlere mensup bireylerden oluşan bir aileden gelen Rus aktivist, Sol-Komünizm’in yazarı” yazmaktadır, ama şimdilik bunu geçelim. Somut durumun somut analizinden anlaşılan somutun en gerçek fotoğrafını çekme ile başlayan bir bilinemezleştirme sürecidir, bir çeşit “pozitivist agnostisizm”dir. Gerçeklik, burada somutun cerrah titizliğiyle birbirinden ayrılmış unsurları olmaktadır. Somut durumun somut analizinden anlaşılan, her bir unsurun kendi içinde yalıtık değerlendirmesini yapmak, sonra bunların cebirsel toplamını alarak gerçekliği yeniden kurgulamak olagelmiştir. Sonrası ise yoktur, daha doğrusu bilinemezdir.

Sola içkin hale gelen analiz mantığına göre herhangi bir sürecin neticesinin tam olarak bilinmesine imkan (ve aslında gerek) yoktur: Zira hem somut çok zengindir, hem de her bir unsurunun girebileceği farklı etkileşimler neticesinde ortaya öngörülemez dinamikler çıkabilir. Bu nedenle baştan kestirimlerde bulunmak doğru değildir. Somutun mükemmel bilgisine yaslanılarak siyasete enjekte edilen bu bilinemezcilik devrimci siyasetin alanını tamamen ortadan kaldırmakta, siyaseti “somut”a mahkum kılmakta, tarih bilincini işlevsizleştirmekte ve hepimizi “bugün”e hapsetmektedir. Geleceğin bilinemezciliğe terk edildiği koşullarda siyaset, yani “sol” Realpolitik, verili koşullar altında nasıl hareket edilmesinin saptanmasına dayanan ve ideolojik bulaşıklıklar üreten pozitivist bir akıl oyunundan ibarettir. Burada bu akıl oyununda esas olan Realpolitik adına devrimci görevlerde tasnifçiliğe gidilmesidir. Dilimizde “sol” Realpolitik’i özetleyen güzel bir halk deyişi de mevcuttur: Adım Hıdır, elimden gelen budur.

“Siyaset yapıyoruz”, “bugünü kazanıyoruz”, “statüko bozuyoruz” efelenmelerini dikkatlice dinlerseniz arkadan gelen bu deyişi duyabilirsiniz.

Oysa “marksizmin yaşayan ruhu” dediğimiz “somut durumun somut analizi” somuta hapsolmak değil, somutu sınıflar mücadelesinin güncel konfigürasyonu bağlamında ve önsel bir iktidar modeline referansla soyutlayabilme, bugünün içinden onu yarına bağlayan dinamikleri ortaya çıkarma işidir. Başka bir biçimde söyleyecek olursak, somut durumun somut analizi, aynı zamanda “yarın”ı somutlama iradesi ve işidir. Bu yapılmamaktadır. Bu yapılmadığı için somut koşulların öğütücülüğünden kurtulabilmek adına en gerçekçi görünen alternatif tek devrimci seçenek olarak sunulmaktadır. Bu noktada, 1987’de yazılmış şu satırları hatırlatmakta fayda var: 4

“Somuta esir düşmemenin yolu, teoride tarih bilincinin konjonktürel nesnellik üzerinde, ideolojide ise yarın perspektifinin güncellik üzerinde denetim kurmasından geçiyor. Siyasette bugünü yaşayan ölür. Bu nedenle sosyalist mücadelenin insanı, kişiliğini koşullar anlamında varolandan, zaman olarak da bugünden kurtarmalıdır. […] Mücadele eden insanlar bir kez daha soyut bir yarın uğruna somut bugünü feda etmekle suçlanıyorlar… Oysa, bugün somut, yarın soyut kaldığı sürece ortada sosyalizm mücadelesi yoktur ki! Tarih bilinci ve geleceğe dönük siyasal perspektif, dün-bugün-yarın arasındaki köprülerin kurulması işlevini görür. Sosyalist, bugünü soyutlayan, yarını somut olarak öngörebilendir.”

“Sol” Realpolitik’in burada “pozitivist agnostisizm” olarak adlandırdığımız özelliğinin dışında bir özelliği daha var. Melankoliye yaslanmak.

Yıkık bir heykelin altından gelen “imdat” sesleri

Yunanistan’da ve tüm Avrupa’da “küreselleşmiş reformizmin” önemli isimlerinden olan Kostas Duzinas, 2012’nin sonlarına doğru SYRIZA’nın bana hep kaderin cilvesi olarak görünen Sol isimli haber portalında (left.gr) “Sol Melankoliyi Bırakmalıyız” başlıklı bir yazı yayımladı. 5 Başlık sol melankoliyi bırakmalıyız derken, yazının içeriği benim burada sol melankoli olarak tarif edeceğim “ruh halinin” tam bir örneğiydi. Üç maddelik yazı şöyle başlıyordu:

“Yunanistan, kendi 1989’unu yaşıyor. İktidar sistemi, uçurumun ağzına gelmiş durumda. Tarihsel zorunluluk icabı çöküyor. Kökten bir değişikliğe doğru ilerlemesi için, üç unsur gerekiyor: Halk iradesi, bunu ifade edecek siyasi özne, sonuncu olarak da bu iki unsuru birbirine bağlayacak katalizör. Halk iradesi 2011’in büyük direnişlerinde ifade edildi, esas olarak da meydanlardaki harekette. 6 17 Haziran sonrasında iç-savaş ve cunta sonrası kurulan iktidar yarı ölü şekilde yaşıyor. SYRIZA, kitle tarafından son darbeyi vuracak özne olarak ‘benimsendi’. Peki SYRIZA buna hazır mı? […] Tabii çok şey kaybettik: Birlik içindeki işçi sınıfını ve onun tekil partisini, ‘objektif biçimde doğru’ olan analizimizi ve tarihin mutlak şekilde sosyalizme doğru ilerleyişini, bizi tüm farklılıklarımıza karşın aynı safta tutan yoldaşlığı ve yoldaşlık etiğini… Bunca kayıptan sonra bir yas süreci elbette olacak. Ancak kayıp arzu nesnesine yapışıp kalmak melankoliyi daha çok kişi için kalıcı kılıyor. Bu forumlarda görüldü. Pek çok kişi toplumsal zeminini yitirmiş ideolojiler ve söylemlerde, teorik gerekçelendirmelerde takılıp kalmıştı […]”

Daha sonra kaleme aldığı bir metinde de, Duzinas, Yunanistan’daki eylemleri sert şekilde eleştiren Hardt ve Negri’yi “küçük farklar narsisizmine” düşmekle, “teorik saflık adına başarıları ellerinin tersiyle itmekle” suçluyordu. Küçük farkları öne sürerek hareketi bölmenin zamanı değildi. Gün, birlik olma, Realpolitik ile özne olma ve başarı elde etme günüydü. 7

Duzinas, sol melankoli kavramını Wendy Brown’un meşhur “Sol Melankoli” makalesinden alıyordu. Brown da bu kavramı Walter Benjamin’den… Daha doğrusu Brown, Benjamin’in “sol melankoli” kavramını yanlış yorumluyordu. 8 Bu yanlış yoruma göre sol melankoli, “geçmişe bakan, kendini cezalandıran, başarısızlığa saplanıp kalan ve eşitliğe dayalı özgürleştirici bir geleceği tasarlayamayan bir sol”a işaret etmektedir. Bu tanıma bağlı kalınsa bile Duzinas’ın analizi melankoliktir. Alıntıladığımız bölümün ilk cümlesinden son cümlesine değin. Bu yorumun işaret ettiği bir diğer varsayım, solun başka bir çağa ait olan (taş devri olabilir mesela) sınıf esaslı siyasete, bu çağın siyasi ve teorik varsayımlarına takılıp kalan bir statükoculuk üretmiş, muhafazakar yapıya dönüşmüş olmasıdır. 9

Ben ise, sol melankoli kavramının gerçek anlamına dönmeyi öneriyorum: Benjamin, bu kavramı 1930’ların başında Şair Erich Kästner’i eleştirmek için kullanır. Benjamin’e göre şair gerçekten işçi sınıfının mücadelesinde yer almak yerine bu mücadeleyi, piyasaya sürülen bir tüketim nesnesine dönüştürmekte, devrimci temaları burjuva üretim ve yayın araçlarına uyumlu kılmakta ve burjuva sınıfının varlığını ve kapitalist sistemi tartışma konusu etmemektedir. Benjamin, “pespaye yazar” diye kavramsallaştırdığı bu tipolojiyi “üretim araçlarını hakim sınıfın elinden alıp sosyalizmin çıkarlarına hizmet edecek şekilde düzeltmekten ilke olarak kaçınmak” üzerinden tarif etmektedir. Bu tavrın kritik özelliği, (burjuvaziyle) uzlaşma, (sisteme) uyum sağlama ve (işçi sınıfına) ihanettir. Benjamin’i öfkelendiren, birtakım aydınların bir döneme ve o dönemde verilmiş mücadeleye, ilke ve değerlere saplanıp kalmaları değil; o günün ilkelerini ve mücadele başlıklarını, dahası kendilerini satmaları, devrimci mücadeleyi bütünsel olarak metalaştırmaları, piyasaya sürmeleridir.

Bu sol, tarihsel sorumluluklarından (işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını savunmak), nihai hedefinden (komünizm) vazgeçer, “devrimci enerjiyi kapitalizmin kalelerini güçlendirmek için restorasyon girişimleri içinde eritir”: 10

“Bu Sol, emekçilerin kapitalizme yönelik özgürleştirici eşitlikçi mücadelelerine yükümlülüklerin […] yerine […] aralıksız aktiviteyi geçirmiştir. Dolayısıyla günümüzde kendini eleştiri ve yorumla, küçük projelerle ve yerel eylemlerle ve yasama zaferleriyle […] tatmin ediyor. Devrimci arzuyu demokratik dürtüye, demokrasi (temsili, müzakereye dayalı ya da radikal) diye sunulan tekrarlamalı pratiklere indirgiyor. Kapitalizmin kaçınılmazlığını çoktan kabullendiği için […] ‘büyük burjuvaziye karşı her türlü vurucu güçten’ belirgin biçimde vazgeçiyor.” 11

Bu sol, açık ki, Sovyetik bir gelenekten gelsin ya da gelmesin, Sovyetler’deki karşı devrimin ardından yıkılan bir Lenin heykelinin altında kalmış oradan imdat diye bağırmakta, “kurtarılmayı” beklemektedir. İçinde bulundukları en büyük yanılgı, yardım istedikleri adrestedir. Bu adres, kapitalizmin bizatihi kendisidir. Kapitalizmle derdi kalmamış olan bu sol, bir dönem elde ettikleri, solcu, sosyalist, komünist gibi sıfatları, hasbelkader dahil oldukları gelenekleri ve giderek tüm solun siyasi, örgütsel ve hatta kültürel birikimini “bozdurup”, piyasalaştırarak kapitalizmin kurallarına uygun bir Realpolitik geliştirmeyi esas çalışma prensibi haline getirmişlerdir.

Realpolitikacı geldi, hanım!

“Sol” Realpolitik için pazarlanabilmek esastır. Test edilirken kullanılan esas kriter de budur. 12 İlkeler ve teori pazarlama stratejisine katkıda bulundukları oranda korunurlar ki çoğu zaman söz konusu stratejiye etkileri olumlu değil, olumsuz olur. Bu nedenle, tümden elden çıkarılmayan bu ilkeler seti ve teorik çerçevenin köhnemiş ve yenilmiş olduğu iddia edilir. Bunun en iyi örneğini “küreselleşmiş reformizmin” İspanya seksiyonu Podemos’un lideri Pablo Iglesias vermişti. Podemos’un Kral’ın verdiği resepsiyona katılma sorununa yaklaşımını anlatırken İglesias şöyle diyor: 13

“Monarşi, İspanya’da en fazla değer verilen kurumlardan birisidir; bu nedenle, siyasi değişim için temel olan sosyal bölmeleri hemen düşmanlaştırabilir. Yani, iki seçenek var: Bir, resepsiyona gitmeyiz ve aşırı solun siyasi eyleme çok az ihtimal bırakan geleneksel çerçevesi içerisinde kapana kısılırız. Ya da iki, gideriz, böylece Podemos ‘Kale’nin partileri tarafından etrafı sarılmış ve kurumsal çerçeveye -monarşist, hain ya da her neyse- saygı göstermiş görünür. Peki, biz bu tatsız, çelişkili senaryoda ne yaptık? Kendi olağan estetiğimizle birlikte gittik -sıradan kıyafetlerimizle filan, protokolü hiçe sayarak. Bu küçük bir şey, fakat sembolik olarak Podemos’un temsil ettiği türden bir şey. Ve Kral’a, İspanya’da neler olup bittiğinin bir yorumu olarak, Game of Thrones DVD’si hediye ettim. Hedefimiz, bu çelişkinin, bu mevzilerin içinde, ironik ve aynı zamanda plebyen bir jestle birlikte dans etmekti -bu arada, şimdiye kadar bu medyada iyi çalıştı bu sayede tartışmanın eksenini değiştirmemize olanak verdi: Monarşi mi cumhuriyet mi -İspanya İç Savaşı mirasından kalan bir yorum ve sosyal olarak savaşı kaybeden bir çerçeve- yerine, sorunun bir demokrasi sorunu olduğunu anlatmaya çalıştık.”

Iglesias’ın deyişi ile “medyada iyi işlemesi” gözetilen bu “meta” aynı anda hem emekçilere hem de emekçilerin tarihsel düşmanı olan egemen sınıfa pazarlanabilmelidir; bir diğer deyişle, egemen sınıfın kendi çıkarını toplumun bütününün çıkarı olarak sunmasında işlev üstlenebilmelidir. Bu nedenle komünist siyasetin merkezi konusu olan iktidarın fethi ve sosyalizmin kuruluşu meselesi gündemden düşer, konu ile ilgili kavramlar (kapitalizm, emperyalizm, iktidar, devrim, sosyalizm, kuruluş vs.) bilinçli şekilde belirsizleştirilir. Örneğin, küresel ölçekte kapitalizm ya da emperyalizmden söz etmek potansiyel müşterileri ürkütebilir. Bu nedenle, somut mekanizmalara sahip bir üretim biçimi olarak kapitalizm ve onun en yüksek aşaması olarak emperyalizm perdelenir. Örneğin, bir canavar tanımlayıp (tıpkı ‘trafik canavarı’ gibi) sorunun kapitalizmde değil, dünya halklarını haraca bağlayan ve 1970’lerde ortaya çıkmış olan bu canavarda olduğunu iddia edebilirsiniz. Bu şekilde sorunun özünü mistifiye ederek emekçileri sınıf düşmanları safında tutmak için girdi yapabilirsiniz.

SYRIZA’nın ilk ekonomi bakanı ve “küreselleşmiş reformizmin” pop yıldızı Yanis Varufakis Küresel Minotauros kitabında şöyle diyor: 14

“Amerika’nın etkili politikacıları ‘kendi’ Minotauros’larının ölümünün ne anlama geldiğini ve bunun geri çevrilemez bir durum olduğunu kavramış olmalı ve dünya ekonomisinde kalıcı bir durgunluk eğilimi öngörülerinden de etkilenerek enerjik davranabilmeli. Ancak o zaman rasyonel, istikrarlı ve yaşadığımız son Kriz’in yaratıcı potansiyelini salmasına izin verileceğine dair umut tohumları taşıyan bir kolektif gelecek şansımız olabilir. Böyle parlak bir gelecek için Çin, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika vb. gibi gelişen ülkelerin de önemli yapıtaşları ekleyerek katkıda bulunması mutlaka gerekli. Ama Amerika’nın öncülük etmesi şart. Eğer bunu yaparsa, belki yüzyıllar sonra Minotauros’unun ölümü şairlere ve mit yaratıcılarına ilham verecek, bu ölümü yeni ve sahici bir hümanizmin başlangıcı sayacaklar.”

Güzel değil mi? Emperyalizm, kapitalizm yok… Kötü bir canavar ve bu canavarı yenilmesi durumunda ABD’nin öncülüğünde ulaşacağımız yeni ve sahici bir hümanizm var. Krizden emekçilerin lehine bir çıkış yok, krizin yaratıcı potansiyeli, ABD’nin liderliğinde parlak bir gelecek var.

Peki ya yerel düzlemde? “Sol” Realpolitik, yerel düzlemde de kapitalizmi, söz konusu yerelliğin emperyalizmle kurduğu bağları itinayla görünmez kılar. Temel (yapı) ve üstyapı arasındaki ilişki tümden koparılır, üstyapı içindeki kurumlar arasındaki ilişki görmezden gelinir. Siyaset yapılırken, siyasetin merkezi bir konusunun olmasından, sistemin zayıf noktalarının saptanması ve ona yüklenilmesinden, sorunun sistemik boyutlarının kimi dolayımlarla resmedilmesinden bahsetmiyorum, bahsettiğim sınıflar mücadelesinin dönemsel ve yapısal özelliklerinin perdelenmesidir. Bunun bir ucu, “emekçilerin gündemi” diye özel bir alan tarif eden, üstyapısal süreçleri görmezden gelen ve siyaseti bu alana sıkıştıran ekonomist sapmayken, diğer ucu sistemden kaynaklı sorunları sadece üstyapısal boyutlara (hatta tek bir boyuta) sıkıştıran yaklaşımdır. Her iki ucun da çıktısı reformizm olmaktadır.

Bunun için isteyen Avrupa’da “sol olmayan sol parti ve öznelerin” yükselişlerine bakabilir. Fransa’da François Hollande’ın seçilmesi, SYRIZA’nın ve Podemos’un yükseliş denemelerinde tam olarak bu tema vardır. Bu akımları ileri taşıyan söylem tam olarak böyle bir perdelemeye dayanmaktadır: Kemer sıkma politikalarının kapitalizmin bir sonucu olduğu gerçeği itinayla saklanmış, sorun yerel politikacıların (örneğin Sarkozy) kişisel yanlış tercihleri gibi gösterilmiş, benzer şekilde mevcut durumun emperyalist politikalarla olan bağı gözden bilinçli şekilde kaçırılmıştır. Bu hareketlerin merkezi akılları için AB “ortak evimiz” olmayı sürdürürken, sorun Merkel’den ibaret olarak gösterilmiştir. Emperyalistler-arası çelişkilerin doğurduğu siyasal sonuçlar yanlış bir zeminde ele alınarak, emperyalistler arasında iyi-kötü tasnifine gidilmiş, söz konusu olan Avrupa solu olduğunda ABD somut bir müttefik olarak belirmiştir.

Bu noktada, üstyapının kaprisli karakteri düşünüldüğünde “sol” Realpolitik için çelişkiler kaçınılmaz olmaktadır. Yine ABDKP’ye kısaca bakabiliriz. ABDKP yönetimi, 11 Eylül saldırılarının ardından Bush yönetimi ardında saf tutmuş, işgali kimi zaman muğlak bir dille, kimi zaman eylemsizlikle desteklemiş, ABD’nin Irak’taki varlığının demokrasiyi yerleştirmek yönünde pozitif bir adım olarak görülebileceği yönündeki devlet söylemini benimsemiştir. Ardından ne olmuştur? 2003 yılında öyle ya da böyle arkasında durulan Bush yönetiminin bir anda bütün kötülüklerin müsebbibi olduğu keşfedilmiştir. Partinin 2000-2014 yılları arasında genel sekreterliğini yapmış olan Sam Webb’in deyişiyle söyleyecek olursak “Bush yönetimi, ABD’yi yoldan çıkarmıştır”. “Yoldan çıkan” ABD varsa, sorun, ABD emperyalizmi değildir. Zaten “ABD emperyalizmi” kavramı yine bu partinin yönetimi tarafından çok indirgemeci bulunmaktadır. Esas mesele, Bush yönetiminin bir “dünya imparatorluğu” kurmaya çalışan ve yalnızca ABD’yi değil, tüm dünyayı tehdit eden politikalarıdır. Oysa, ABD, Bush yönetiminin tasfiyesi ile birlikte, özellikle Obama yönetimi altında ilerici ve insani bir rol üstlenebilir. Bu nedenle, dün “ulusal güvenlik, demokrasi” gibi gerekçelerle Bush yönetiminin arkasında duran ABDKP, bu kez “demokrasi, özgürlük” gibi ulvi gerekçelerle Obama yönetiminin ardındadır. ABDKP “elbette DP’nin kapitalizm karşıtı bir partiye dönüşebileceği gibi bir yanlış kanıya sahip değildir” ama “Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki fark bir santim bile olsa, bu bir santim mücadele açısından çok büyük farklara neden olabilir. Bush yönetiminin barış ve demokrasiye dönük saldırısı ortadayken, ABD egemen sınıfı içindeki çelişkileri görmezden gelmek bir suçtur.” 15

Meselenin sistemik karakterini gözden kaçırarak ya da bilinçli olarak gizleyerek yapılan bu değerlendirmeler; burjuva demokrasinin dönüştürücü gücünü belki de tarihte hiç olmadığı kadar abartmakta, gerçekten var olan ancak kaygan bir zemin üzerinde duran kitle hareketlerini meclis, senato, saray koridorlarına sıkıştırmaktadır.

Dediğimiz gibi pazarlama “sol” Realpolitik için esastır. Bu nedenle, sınıflar, sınıf çelişkileri, piyasada hazır alıcısı sınırlı olan kavramlar ve yaklaşımlar olduğundan -kendisini komünistlere karşı savunma ihtiyacı hissetmedikçe- rafa kaldırılır. Modern sınıflar, “muktedir(ler) ve ezilenler”, “zalim(ler) ve mazlumlar”, gibi ayrımlar içinde gözden kaybolur. Dahası tüm bunları da kesen kimlikler vardır. Bu yeni dizilimde, sınıf çelişkileri ve sınıflar arasındaki mücadeleler yerine iyi ve kötü arasındaki mücadele geçmiştir. Kötülük ve kötüler, maddi zemininden koparılarak yeniden mistifiye edilir. Bu şekilde marksizm-öncesi, hatta kapitalizm-öncesi ilkel bir bilinç düzeyine hep birlikte geri döneriz. Hangi noktaya gerilediğimizi Köylüler Savaşı’nda Engels’in 1840’ların başında basılmış olan Büyük Köylü Savaşı’nın Genel Tarihi isimli kitabı eleştirirken bu kitabın yazarı Zimmerman için kullandığı şu cümlelerine referansla anlayabiliriz: 16

“[…] Zimmermann’ın kitabında iç bağlantının bulunmadığı, onun, zamanında tartışılan dinsel ve siyasal sorunları, çağdaş sınıf savaşımlarının yansısı olarak sunma başarısını gösteremediği, bu savaşımlarda, ezenler ve ezilenlerden, kötüler ve iyilerden, ve en sonunda da kötülerin zaferinden başka bir şey görmediği, savaşımın patlak vermesini olduğu gibi sonucunu da belirleyen toplumsal ilişkileri kavrayışının son derece eksik olduğu her ne kadar doğruysa da, bunun kusuru, bu kitabın yayımlandığı dönemdedir.”

Engels’in Zimmermann’a gösterdiği anlayışı 2015 yılında gösterebilir miyiz? Engels’in bu satırları yazışının üzerinden 140 yılı aşkın zaman geçmişken, dünyayı iyiler ve kötülerin mücadelesi üzerinden okuyan ve Kötü’nün maddi zeminini analiz etmekten ısrarla kaçanlar, özle biçim arasındaki ayrımda ısrarla biçimi aşıp, öze ulaşamayanlar, “kötünün iyisi” ile yan yana yürümek üzerine siyasi hat inşa edenler ile aynı yolda ilerleyebilir miyiz?

Sonuç yerine:
Keyif çatan burjuvazi…

Bu noktada Mesut Odman’ın 1978 yılında Yürüyüş dergisinde yazmış olduğu “Kahrolan Oligarşi, Keyif Çatan Burjuvazi” yazısı akla geliyor. Odman bu çok önemli yazısında Türkiye kapitalizminin küçük bir azınlıktan oluşan oligarşik bir tepeden mi ibaret olduğunu yoksa tepesi ile gövdesi arasında güçlü ilişkiler olan, bütünlüklü bir yapı mı olduğunu tartışıyor ve ikinci tezin geçerliliğini somut verilerle sunuyordu. Odman, bütün çıplaklığıyla ortaya koyduğu tablonun Türkiye solunun çarpık kapitalizm algısında değişiklik yapmasından pek umutlu değildir. Yazısını şöyle bitirir: 17

“Ama yine de, oligarşiyi “kahreden”ler, her cinayetin ve her türlü müsibetin sorumlusu olarak “oligarşi”ye saldıranlar olacaktır. Böyleleri akıl erdiremediği, ama içine de sindiremediği gelişmeler karşısında, düşlerinde yarattığı devler niyetine yeldeğirmenlerine saldıran Don Kişot’a benziyorlar. Ağızlarındaki ve düşlerindeki düşman, ancak duvar yazılarında cisimlenebiliyor. Gerçek dünyadaki düşmansa işine devam ediyor.”

Burjuvazi keyif çatmayı sürdürüyor…

Sol, en başa kendi zayıflığını ve kitle dinamizmi karşısındaki kifayetsizliğini yazdığı bir “gerçeklikler” listesi üzerinden Realpolitik kurguladıkça,

Realpolitik adına devrimci görevlerinden kaçtıkça,

Kapitalizmle hesaplaşmak, kapitalizmin yarattığı insani yıkımla mücadele etmek yerine, bu yıkımı kendi piyasası ve habitatı olarak gördükçe,

Bu piyasada statüko adı altında ilke, değer, birikim, yoldaşlık hukuku ne varsa satılığa çıkarıp pespayeleştikçe,

Sosyalizmden ümidini kestikçe, emek-sermaye arasındaki çelişkinin çözümünü başka başka gündemlerin, şu ya da bu içerikle oluşturulan bir “demokratik” ajandanın ardına erteledikçe,

Toplumsal hareketin sınıfsal ayrışmasını perdeledikçe, proleter hattı güvence altına almak yerine bu hattaki birikimi kapitalist restorasyon girişimleri içinde erittikçe,

Burjuvaziye bakınca sınıf düşmanları yerine Realpolitik’in potansiyel müttefiklerini gördükçe,

Burjuvazi keyif çatmayı sürdürecek.

 

Dipnotlar

  1. John Bachtell, “A radical third party? I agree!” [Radikal bir üçüncü parti mi? Kesinlikle katılıyorum!], People’s World, 22 Ocak 2015, http://goo.gl/2LlI7m.
  2. Hakikaten de Demokrat Parti’nin mevcut adaylarından biri kendisini demokratik sosyalist olarak tanıtan Bernie Sanders’tir. ABD’li “solcular” tarafından giderek mesih gibi resmedilmeye başlanan Sanders, örneğin ABD’nin Afganistan’daki askeri varlığını sürdürmesini savunmaktadır. “Bernie Sanders Supports Keeping Troops In Afghanistan” [Bernie Sanders Afganistan’daki birliklerin varlığını sürdürmesini savunuyor], The Huffington Post, http://goo.gl/geY9aw.
  3.  Bunları yazarken aklıma ister istemez bu partinin 2008-9 yıllarında Obama’yı destekleme kampanyası etrafında kullandığı argümanlar geliyor. 2011 yılında uluslararası bir toplantıda bu partiden Susan Webb’in Obama’yı nasıl da canhıraş şekilde savunduğunu ve Obama’nın seçilmesinin ABD’nin kuruluşuna eşlik eden ırkçı ideolojiye nasıl büyük bir darbe vurduğunu ballandırarak anlatışını hatırlıyorum. Tabii bir de aklıma ABD’de insanları isyan noktasına getiren polisin sokaklarda durdurulamayan bir siyahi insan avına girişmiş olması geliyor.
  4. Cemal Hekimoğlu, “Hangi İnsan?”, Gelenek, sayı 6 (Nisan 1987). Buradaki “sosyalist” sözcüğünü “komünist” olarak okumayı öneriyorum. Zira Türkiye’de de Avrupa’daki anlamda sosyalist ve komünist sözcüklerinin tekabül ettikleri siyasi kimlik ve tarzların farklılaşma, bir kopuş yaşamanın eşiğinde olduğunu düşünüyorum.
  5. Kostas Douzinas, “Να αφήσουμε την αριστερή μελαγχολία” [Sol melankoliyi bırakmalıyız], Left.gr, (10 Aralık 2012), http://goo.gl/8int9w.
  6. Douzinas burada özellikle Atina’nın merkezi meydanı olan Syntagma Meydanı’nda olan kitlesel gösterilerden bahsediyor. 
  7.  Costas Douzinas, Philosophy and resistance in the crisis: Greece and the future of Europe (Cambridge: Polity, 2013), 178. Güzel! Öz olarak ne diyor, “Yoldaş” Duzinas? Haziran’da sokaklara çıkan halk kurulu düzeni salladı. Solu aşan bir halk iradesi ortaya çıktı. Sol kendisini buna göre yeniden biçimlendirmeli, halkın iradesine uygun bir yapıya kavuşmalı. Bunun için de geçmişte yaşadığı yenilginin/yenilgilerin yükünden kurtulmalı, artık taş devrinde kalmış, toplumsal zemini kalmamış ideoloji, söylem ve teorilerden vazgeçmelidir. Buna ek olarak, siyasi ya da teorik saflık yerine “başarı”yı elinin tersiyle itmemelidir. Zaman, meydanların da gösterdiği gibi birlik ve destek zamanıdır. Özet budur.
  8. Wendy Brown’un kavramı yanlış yorumlamasına ilişkin yerinde bir değerlendirme için bkz. Jodi Dean, Komünist ufuk (İstanbul: YKY, 2014), 94-101.
  9.  A.g.e., 97.
  10.  A.g.e., 103. Kitabın belli bölümlerinde ciddi çeviri problemleri olduğundan alıntıladığım bu kısmı İngilizce aslı ile karşılaştırarak çevirdim. Örneğin, Türkçe çevirinin 143. sayfasında kitle hareketlerinde siyasalllaşma ile birlikte açığa çıkan liberal ve sınıfsal bakış arasındaki ayrıma (ve aynı zamanda kitle hareketlerinin kendilerini aşarak yarattıkları sınıfsal taraflaşmaya) değinilirken “partinin rolü ayrımda diretmek değildir” deniyor. Oysa yazar, kitabın orijinalinde, “the role of the party is to insist on division” (partinin rolü ayrımda diretmektir) diyor.
  11.  2014’te çözülen İtalyan Komünistlerinin Partisi’nin (PdCI) önemli isimlerinden olan Gianni Vattimo’nun “komünizmin zayıflaması gerektiği” yönündeki saptamasını nasıl gerekçelendirdiğine ve leninizmden kaçmaya çalışırken burada anlatılana benzer bir döngüyü sezdiğine, sonra bu sokaktan çıkmaya çalışırken aynı karanlık sokağın derinliklerine nasıl daldığına bakalım: “Son yılarda Avrupa solunun tarihi, özellikle de İtalya’da, solun ne zaman iktidara gelse dönüştürücü ­ enerjisini ölümcül bir biçimde yitirdiğini gösteriyor. Seçim kampanyaları için destek kazanıp para toplamanın yanı sıra sol, iyi bir seçim sonucu elde etrnek için uzlaşmalara gitmek zorunda kalıyor. Dogmatik bir devrimci düşünceye başvurmadan bu deneyim üzerine düşünmeliyiz Biçimsel demokrasi, muhalefeti her zarnan bir işbirlikçi olma riskiyle karşı karşıya bırakıyor […]. Sonuçta bugün sol işçilerin iyiliği için bankaları, yani kapitalizrni kurtarmaya çağırılıyor. Komünizmin bugünkü sorunu, liberal ve demokratik toplumun sağladığı pek az yararı gözden çıkarmaksızın muhalif bir siyasal eylem biçimi bulabilmektir. Örneğin parlamento ve sokaklar bir işbirliği içinde hareket edebilir. Demokrasi miti bizi çok uzun zamandır engelliyor.” Gianni Vattimo, “Zayıf komünizm mi?”, içinde Bir İdea olarak komünizm, ed. Alain Badiou ve Slavoj Žižek (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2011), 235.
  12. Bu konuya dair soL Haber Portalı’nda çevrilerek yayımlanan Antonis Balasopoulos’un mükemmel eleştirisine bakılabilir: Antonis Balasopoulos, “SYRIZA ve reklamcılık stratejileri”, soL Haber Portalı, 03 Temmuz 2015, http://goo.gl/PFp6Yc.
  13.  Pablo Iglesias, “Podemos’un ‘yepisyeni’ solculuğu…”, soL Haber Portalı, 23 Haziran 2015, http://goo.gl/Cj8AlX.
  14.  Yanis Varoufakis, Küresel Minotauros: Amerika, Avrupa ve küresel ekonominin geleceği (İstanbul: Encore, 2015), 271-72.
  15.  Bu argümanlar, ABDKP’nin çeşitli resmi belgelerinden derlenmiştir.
  16.  Friedrich Engels, Köylüler Savaşı (Ankara: Sol Yayınları, 1999), 12.
  17.  Mesut Odman, “Kahrolan oligarşi, keyif çatan burjuvazi”, içinde Her Zaman Sosyalizm (İstanbul: YGS, 2000), 100. Bu yazının başlığında olduğu gibi her daim ilham veren, öğreten Mesut Ağabey’e geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz.