Solda Kimlik Aranışları 61-71

Bir geminin ayrıldığı limanı geride bırakıp yavaş yavaş gözden yitirmesi gibi, 1961-71 dönemi de giderek geçmişe gömülüyor. Aramızda o yılları yaşayan pek çok kişi var, olaylar belleklerde tazeliğini koruyor. Ancak henüz doyurucu bir değerlendirmeye tabi tutamadık bu ilginç dönemi. Malum, akademisyen kesimden ciddi katkı gelmesi artık pek mümkün değil. İş siyasal diriliklerini koruyanların, güncel hedefler ışığında geriye dönüp yapacakları değerlendirmelere kalıyor.

Kimileri 61-71 dönemini kapatılması gerekli bir eski defter olarak değerlendiriyor. Bugünkü siyasal konumları ve perspektifleri açısından bu tutumları kuşkusuz anlaşılır nedenlere sahip. Bu noktada sorulabilir: 61-71 döneminin ayrıntılarıyla incelenmesi gerçekten de gerekli mi? Yoksa herkesin kendi hesabına gerekli dersleri çıkardığı bu anlamda işi biten ve artık kapatılması gereken bir dönem midir söz konusu olan?

Bir bütün olarak Türkiye sosyalist hareketinin gerçek “take-off”unu bu dönemde yaşadığına inanıyorum. Gelenek’te hep yineliyoruz, bunu söyleme 1961 öncesini tamamen yok saymak anlamına gelmiyor. Hiçbir uçak durup dururken “take-off”a geçemez. Bir “önce” olması kalkışı hazırlayan bir sürecin yaşanması gerekiyor. 61-71 döneminin önemi de, kendinden önceki 40 yıl ile kendisi arasında köklü kopuş denemelerinin yaşanmasından kaynaklanıyor.

Bu açıdan bakıldığında 61-71 öncesi de olan bir başlangıçtır. Bundan da önemlisi 61-71’in tarihsel miadı bugünün bilinciyle henüz çizilemeyen ve bu anlamda “sonu gelmemiş” bir dönem oluşudur. Özgünlük de buradadır: Kendinden önceki yıllara karşın bir başlangıç olmak ve içerdiği dinamiklerin tam tamına şekillenememesi anlamında bir bitmemişlik…

61-71’in hakkının böyle bir yazı çerçevesinde verilemeyeceğini elbette biliyorum. Yazıda özel olarak kimlik ve strateji aranışlar çerçevesinde 61-71’in harekete geçirdiği dinamikleri ele almak istiyorum. Söz konusu dönemin ünlü Milli Demokratik Devrim- Sosyalist Devrim tartışmalarının bu yazının dar sınırları içinde bile yeni bir anlayışla ele alınabileceğini sanıyorum.

Milli demokratik devrim (MDD)- Sosyalist devrim (SD) tartışmalarının önemi neredeydi?

Bu başlangıç döneminde Türkiye sosyalist hareketinin adeta bir kıyafet balosu yaşadığını bugün söyleyebiliyorum. Yeni öğrenmenin, bilimsel sosyalizmin temel metinleri ile yeni yeni tanışmanın heves ve coşkularını içeren bu balodan görüntüler aktarmaya çalışacağım.

Düşgücünüzü zorlayıp sol literatürün önemli kimi yapıtlarının birer “kostüm” durumuna getirildiğini düşünün. Örneğin İki Taktik’in, Devlet ve İhtilal’in, Teori ve Pratik’in, Sol Komünizm’in vb. birer kıyafet olarak da “somutlanabildiklerini” varsayın. İşte insanların bunları giyip aralarında atıştıkları bir balo… Ne var ki, hiçbir elbise giyenin üzerine oturmuyor. Başkasının kılığındaki iğretiliği tefe koyan kendi kılığındaki komikliğin farkında değil. Diyelim dört dörtlük bir Kemalist üzerinde sırıtan bir Teori ve Pratik kılığı ile göründüğü baloda, örgüt anlayışından bütünüyle bihaber olduğu halde İki Taktik giyinmiş bir başkasını dalgaya alıyor vb. vb…

Yukarıdaki tuhaflık, bir ilk heves sonucu olarak anlayışla karşılanabilir. Ancak doğal sayılamayacak en azından ciddi yanıt gerektiren sorular da çıkıyor ortaya. Bunlardan biri şu: Geçmişten gelen, bilimsel sosyalist teori ve örgütlenmeyi temsil eden eski kadrolar bu kıyafet balosunda hiç mi etkili olamadılar? Ortalığa bir çeki düzen vermekten büsbütün aciz mi kaldılar? Hikmet Kıvılcımlı, Behice Boran, M.Ali Aybar, Sadun Aren, Mihri Belli, Reşat Fuat Baraner (1968’de öldü), Şevki Akşit ve diğerleri tam tamına ne yapıyor neyi hedefliyorlardı?

Bu sorular, bizi doğrudan doğruya 61-71 döneminin en başlarındaki ortama, bu ortamda oluşmaya başlayan dinamiklere götürür. 71‘e doğru strateji tartışmalarına dönüşüp yaratıcılarının ve temsilcilerinin bir bölümünün aşılmasıyla sonuçlanarak bu dinamiklerin sergilenmesi soruların da yanıtını oluşturacaktır.

Kimsenin öznel niyetlerini daha derinlerdeki düşüncelerini tam tamına bilmek mümkün değil. Ancak geriye dönüp bakıldığında eldeki kimi verilerin ışığında, 61-71 dönemi başlarına ilişkin olarak şunu söylemek mümkün görünüyor: TİP ile Türkiye sosyalist hareketinde 40 yıllık bir gelenekten onun kadrolarından ve temel rotasından ciddi bir kopuş denemesine girişilmiştir. Aybar Boran ve Aren’in böyle bir kopuş konusunda başlarda büyük ölçüde aynı fikirde olduklarına inanıyorum.

Özellikle ve önemle altını çizmek istiyorum: 1960 öncesinden gelen Marksist aydınların bir bölümü, TİP aracılığı ile, TKP’nin 40 yıllık kesikli çizgisinde ve bu çizginin kimi kadrolarından ciddi bir kopma ve ayrışma istiyor. Önemli olan, bu istemi tek başına TKP’nin likide olmuş konumuna bağlamamak, soruna basit bir örgüt ikameciliği anlayışı içinde yaklaşmamaktır. Kanımca Marksist aydınların TİP’te denemek istedikleri, eski kadroları ile her an yeniden canlanabilecek bir ekolü hem örgütsel hem de ideolojik olarak gömmekti. Doğru yanlış. Haklı haksız. Bunlar tartışılabilir. Üstelik tartışılmalıdır da…

İlk Kapışmalar ve İlk Kalkış Noktaları

Sağlıklı bir tartışma için 61-71 dönemi başlarının dünya ve Türkiye’sine kısaca göz atmak gerekiyor. Soğuk savaş yılları ilerici hareketin gündemine en çok tepkici, anti-emperyalist, milliyetçi yönelimli üçüncü dünya ülkelerini ve onların yol aranışlarını sokuyor. Başka ve daha açık bir deyişle, bu dönemin verdiği dış görünüm şu oluyor: Dünyada artık radikalizmin ateşini özellikle Asya ve Afrika’nın “üçüncü yolcular”ı körüklemektedir. Cezayir ile Mısır, bağlantısızlar hareketi vb. Türkiye’yi de yakından ilgilendiren örnekleri oluşturuyor. 27 Mayıs darbesi ve hemen ardından gelen hareketlenmeler, Türkiye’nin aranışlarını dünya solunun o anki gündemi ile daha çok çakıştırıyor. Sonuç olarak da en önemlisi: Türkiye’de eski Marksistlerin Kemalizmi Kemalistlerin de Marksizmi ilk kez yada yeniden keşfetmeleri ile 61-71 dönemine damga vuracak nicelikli ama şekilsiz bir blok ortaya çıkıyor. Avcıoğlu’nun Marksizmi yeni yeni Mihri Belli ve çevresinin ise Kemalizmi bir kez daha keşfetmelerinde ileri adımlar atıldıkça geçmişte hep kesintiye uğramış bir çizgi yeniden şekillenmeye başlıyor. Gerçekte Avcıoğlu’nun TKP ile hiç ilgisi olmamıştır. Belli de, içinden geldiği TKP’nin o an için dışındadır. Ancak bunlar bir yerden sonra önemini yitiriyor. Avcıoğlu ile Belli’nin 61’le birlikte ayrı ayrı başlattıkları ideolojik özü açısından tam tamına geleneksel TKP’ciliktir.1

Bu gelişime oldukça ciddi tepkiler doğuyor.

Yalçın Küçük “Milli Demokratik Devrim’in Sosyalist Devrim tezine bir karşı sav olarak ortaya çıktığı” görüşünde.2 Buna katılmıyorum. Daha doğrusu tersini düşünüyorum: Önce Marksist aydınların TİP’te başlattıkları kimi vurgulamalar sonra da yavaş yavaş sosyalist devrim görüşünün şekillenmesi gerçek TKP ekolüne ve onun özdeki MDD’ciliğine bir tepkinin ürünüdür. İşin aslına dikkatlice bakıldığında 61-71 döneminde uluslararası planda üvey evlat muamelesi gören TİP’tir ve onun çizgisidir. Eski tüfeklikten gelme kişisel sürtüşmeler dışında Belli’nin çizgisi ile Avcıoğlu’nun Yön’deki konumu uluslararası planda baş köşeyi alan programla daha çok örtüşmektedir. En açık deyişle 61’de TİP’in çizmeye çalıştığı rota bazı açılardan daha “ortodoks” ne ki, o dönemde “bilim merkezleri”nin aralarına Türkiye’yi de katarak bir bölük ülke için belirlediği perspektifin dışındadır.

Toparlarken yineliyorum. 61’le birlikte dünyadaki gelişmelerin ışığında Türkiye’de en güçlü “el”e sahip olan Kemalizmin ayrışması sonuçu düşünce tortularıyla Marksizme yönelenler ile 27 Mayıs’ın etkisiyle Kemalizm ilgileri depreşen Marksistlerin oluşturduğu bloktur. 61’den sonra kısa bir dönem TİP, kimi kadroları bu blokun üyeleri gibi görünse de bir siyasi örgüt olarak hep ikinci planda kalmıştır.

Geçmişi olan sınırlı sayıda Marksist aydın, TİP’e yukarıda sözü edilen güçlü blokun dışında bir yön ve içerik kazandırmayı denedi. İşin başı teorik planda, tam bir birlik oluşturmayan ancak önemli asgari müştereklere sahip oldukları anlaşılan Aybar, Boran ve Aren’in birlikte çektikleri açıktır. Bu birlikteliğin kimi ilginç görüntülerinden söz etmek istiyorum.

1961-68 arasında Aybar-Boran-Aren çizgisinin teorik konumunu ve bu konumun geleneksel-Kemalist bloktan farklılığını birkaç ölçüt yardımıyla incelemek mümkün. Önce “uluslararası boyut” ya da enternasyonalizm yorumu üzerinde duracağım. Burada hemen belirtmek gerekir ki, 1960’ların başında Türkiye’de dünya sosyalist sitemini ideolojik planda kılavuz alan, pratik faaliyetlerinde bunu gözeten oturmuş bir yapılanma yoktur. Bu veriden şöyle bir sonuç çıkartmak mümkün: TİP çizgisinin enternasyonalizm konusunda başlarda sergileme eğiliminde olduğu ve az sonra değineceğim çıkış, mevcut bir kadrolaşmayı ya da yapıyı değil, bir geçmişi bir zihniyeti ve onun olası güncel tezahürlerini hedef almaktadır. Bu dönemde ne Belli ne de Kıvılcımlı bu anlamdaki bir enternasyonalizmin bağnaz savunucuları değillerdir.

TİP’in enternasyonalizm yorumuna ilişkin, deyim yerindeyse “peşin deklarasyonu”, net biçimde Boran’ın 1968 yılında yayınlanan bir çalışmasında bulunabilir. Birlikte hazırlanmasa bile, bu çalışmanın Aybar’dan ciddi bir itiraz almadığı söyleniyor. Boran bu çalışmasında uluslararası soruna şöyle bakıyor: “.. bir ülkede sosyalizmin kurulması ve kapitalist dünyada sosyalist düzenin biricik kalesi veya köprübaşısı olarak bütün öbür ülkeler partilerinin o ülkeyi destekleme politikası ve bu politikanın uygulama şekli olarak Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin liderliği (aslında yönetimi) altında öbür ülkeler partilerinin sıkı bir disiplin içinde örgütlenmesi, komünist partilerini kendi toplumlarından az çok kopmuş kendi toplumlarına yabancılaşmış hale getirmiştir. Sovyetler Birliği açısından izlenmesi gerekli görülen politika ile komünist partilerin kendi ülkelerinin şartları açısından izlemeleri gereken politika zaman zaman birbiriyle çelişir durumlara düşmüştür.”3

Daha sonraki yılların Boran’ı bu değerlendirmesine ne demiştir, bilemiyorum. Ancak kişisel olarak Boran’ın bu değerlendirmesine büyük ölçüde katılıyorum. Bu, dünya sosyalist hareketinin geçmişte yaşadığı ve geçmişe gömülmesi gereken bir sorunudur. Boran’ın değerlendirmesinde öfkeli bir isyan değil, serinkanlı ama kararlı bir kayıt düşme vardır. Önemli bulduğum noktayı yineliyorum: 60’larda Türkiye’de Boran’ın iftira ettiği türden bir enternasyonalizm anlayışının savunuculuğunu üstlenen kimse yoktur. O halde Boran’ın değerlendirmesi belirli bir yapılanmayı hedef alan polemik amaçlı bir çıkış değil, geçmişle bir hesaplaşma girişimi deyim yerindeyse belli bir alanda özgüven egzersizidir.4

TİP’in 60’lar başındaki kimlik aranışı farklı ve önemli alanları kapsıyor. Daha önce de değindim. Çeşitli uluslararası olayların ve 27 Mayıs hareketinin etkileriyle uluslararası planda Türkiye için “zinde güçler”e, Yön’e ya da yeni Kadroculuk türü çıkışları itibar tanınmışsa TİP’in ideolojik çizgisini oluşturanlar buna karşı da direnebilmiş kimlik aranışını bu olumsuz koşullarda da sürdürebilmiştir.

Marksizmi arayan ancak bir geleneğin temsilciliği konusunda iddiasız Avcıoğlu ile geçmişi kimseyle paylaşmayacak ölçüde sahiplenen Belli ve Kıvılcımlı’nınkilere kıyasla, TİP’in “zinde güçler”e ilişkin çözümlemeleri belki daha sakin ama daha gerçekçi daha sınıfsaldır. Günümüzün modası içinde yönelebilecek itirazları biliyorum: “Evet, cuntacılıktı ama en azından ihtilalcilikti, vb.vb.”.. Yazının kapsamı çok farklı. Bu tür itirazlara karşı, yalnızca şunları hatırlatmakla yetiniyorum: Günümüz koşullarında ihtilalcilik ve Jakobenlik ancak işçi sınıfı devrimciliği ile sosyalizm ile gerçekleşebiliyor. Dünün Jakobenizmi için özgüven kadro ve yakın hedeflere ilişkin program yeterli oluyordu. Bugün yetmiyor. Bugünün Jakobenizmi mutlaka sınıfa güven örgüt ve sosyalist hedefler gerektiriyor…

Yeniden “zinde güçler”e ve Boran’a dönüyorum. Boran döneminin modası cuntacılığa ilişkin olarak 1963 yılında şunları yazıyordu: “Kestirme yol taraftarlarına göre bir kere iktidar ele geçirildikten sonra halk yararına işler görerek halkın desteği kazanılır, iktidar halka dayandırılmış olur(…) İyi niyetli, namuslu, bilgili, vatansever, aydın bir kadronun işbaşına geçtiğini bir an için varsayalım. Böyle bir kadro kendi kuvvetiyle iktidarı alamayacağına göre iktidarı kuvvete dayanarak ele alanlar bu kadroyu işbaşına çağıracaklar demektir. İlk soru çağırırlar mı Çağırmaları sadece bir ihtimal, zorunluluk değildir. Çağırsalar tam yetki verirler mi? Verseler gerçek kuvveti elinde tutanlar her an müdahale etmek imkanına sahip değiller midir? İktidar bütün rizikoları göze alarak ele geçirmeyi başaran kuvvetlerin elbette kendilerine göre görüşleri tutumları olacaktır.”5

1963 yılına ait bu yaklaşım Avcıoğlu’nun Belli’nin Kıvılcımlı’nın ve daha sonra MHP’yi oluşturacak eski MBK’cıları bile “radikalizm” adına yaldızlayan kimi yabancı akademisyenlerinin düşüncelerinden daha gerçekçidir. Boran’ın eleştiri ve sorgulamalarının muhatabı bir model olarak bu konuda oldukça kafa yormuşa benzeyen Kıvılcımlı’nın düşüncelerini görmek yararlı olabilir.

Kıvılcımlı’nın modelinde iktidarı alan “zinde güçler” mutlaka bir yerlere dayanma gereğini duyacaklardır. Çözüm aynı zinde güçlerin bu dayanak aranışında başka yerlere değil de, Kıvılcımlı’nın görüşlerine itibar etmeleridir. Kesinlikle abartmıyorum. 27 Mayıs’la bir fırsat kaçırılmıştır: “Ulu görevliler eğer Türk milletini önlerinde yuvarlak bir bilmece bulmaca gibi görmeyip de, oradaki sosyal sınıf münasebetlerini olduğu gibi kavrayabilselerdi: tutacakları yanı daha ilk adımı atarken bilirler ve o yana yönelirlerdi”.6 Burada sözü edilen “ulu görevliler” 27 Mayıs darbesini gerçekleştirenlerdir.

Kıvılcımlı çok daha açığını 27 Mayıs’ın hemen sonrasındaki ortamı ele alarak yazmaktadır. “Şimdi ne yapılacaktı İktidara gelmek değil orada tutunabilmek için Finans-kapital’in 7 bin yıldır turşuya çevrilmiş Şark küçük burjuva yığınlarını esrarkeş durumuna soktuğunu unutmamak yeni bir sosyal sınıfa: Modern işçi sınıfımıza güvenerek fırsat kollayan büyük burjuvaziyi geniş halk yığınlarından tecrit etmek gerekti. Türkiye’de Finans-kapitalin yaydığı afyonkeşlikten milleti uyaracak Program ve Tüzük 1954 yılından beri Teorik Gerekçesi ve Pratik davranışlarıyla hazırdı: Vatan Partisi hemen yapılabilecek işi 27 Mayıs’ın ertesinde MBK’ne Birinci Açık Mektubu ile sundu. 10 Temmuz’da daha geniş ikinci mektup ve Gerekçe-program Tüzük ile tekliflerini belirtti. MBK’nde ‘Rezonans’ görülmedi.”7

MDD’ci blok içinde çeşitli yönlerden bilimsel sosyalizme en yakın görünen Lenin’den ve Leninizmden haberi olan Kıvılcımlının bu yazdıklarıyla 1961-71 döneminin tümünde ama en ağırlıklı olarak 61-69 kesitinde egemen olan tema budur: Sol cunta… Kavramlara ilişkin olarak titizlik gerektiğinin farkındayım. Cuntacılık ile geniş anlamda MDD’cilik sürekli bir özdeşlik içinde olmamışlardır; zamandaş da değillerdir. Çakışan ve içiçe geçen pek çok yön taşımakla birlikte Türkiye solunun elinde belirli nüanslara da kavuşturulmuşlardır. 61-71 döneminin ilk evresindeki MDD’cilik neredeyse tam bir cuntacılıktır. Bu dönemin cuntacı MDD’si ikinci evrede işçi sınıfının öncülüğünden söz edebilen örgüt diyebilen ve büyük ölçüde “Halk savaşı”nda karar kılan başka kardeşler de buluyor. Ve çoğunlukla iyi geçiniyorlar.

Buraya dek söylenenlerde dikkatinizi çekti mi, bilmiyorum: MDD blokunun örgüt kavramına ve pratiğine ilişkin hemen hiçbir şey söylenmedi.. Gerçekten de ortada ciddi bir örgüt anlayışı olduğundan söz etmek mümkün görünmüyor. Öyle sanıyorum ki, özgün MDD modelinde daha açığı 61-68 MDD’ciliğinde örgüt olması pek gerekmiyor. Kıvılcımlı her şeye karşın zaman zaman bunun önemli bir eksiklik olduğunu belirtme gereğini duyuyor. 61-71 tartışmaları sözünü ettiğim kıyafet balosunu bu yönüyle daha da çok andırıyor: Örgütten büsbütün bihaber olanlar İki Taktik ile TİP’e teori şovu yaparken zavallı TİP de bilimsel sosyalizmin içerdiği radikalizmin hakkını yeterince vermeden rakiplerini Sol Komünizm kılığında yıldırmaya çalışıyor.

Ancak cuntacılığın da MDD’ciliğin de bunca insanı topladıktan sonra uzun süre örgütsüz kalması çok güç. Cuntacılık ve MDD’ciliğin aradıkları örgüt adına TİP’e kapılanmaları ya da alternatif bir partileşmeye gitmeleri tehlikeleri karşısında TİP önderleri, ellerindeki kuruluş avantajını iyi kullanıp işçi sınıfı ile daha sıkı ilişki kurmayı öne çıkarıyorlar. TİP’in MDD karşısındaki bu kozu kimi yararların yanı sıra oldukça ağır bir maliyet de getirmiştir. MDD’ye karşı üstünlük adına partinin oportünist sendikacılar ile emekçi kökenli oldukları ileri sürülen omurgasız kişilerin kapalı av alanı haline gelmesine ramak kalmıştır.

Bu noktanın üzerinde biraz durmak mümkün. Bir yandan pusuda bekleyen MDD’ciler öte yanda dayanılması gereken işçi sınıfı adına özellikle tüzükteki ünlü 53. maddeye dayanarak partiye popülist bir hava vermeye çalışan kesimler. Arada ise TİP ile Türkiye sosyalist hareketinin yeni bir kimlik kazanmasına çalıştıklarına inanan Marksist aydınlar… Ne yapabilirlerdi, ne yaptılar?

Bu sorunun yanıtında devreye gene Boran’ı sokmak mümkün.8 61-71 döneminde Boran’ın üstlendiği işlevler ve bu işlevleri görme biçimi 40 yıllık gelenekten onun tortu ve hastalıklarından kopmakta kararlı olduğunu sergiliyor. Ayrıca bu konudaki en önemli ve ağır teorik misyonların bizzat kendisine düştüğü seziliyor. Ne var ki “zinde güçler” konusunda gerçekçi bir tutum sergileyen Boran TİP’in sınıfsal açıdan özel yerini anlatırken teorinin sınırlarını zorlamaya başlıyor. Gene 68 yılında yapılan şu çözümlemenin titizlikle değerlendirilmesi gerektiğini sanıyorum: “(Batıda) önce sınıf ayrımları üzerinde kesinlikle durulmuş sanayi işçileri sınıf temel alınmış sonra bu sınıfın müttefiki ve yardımcıları olarak öbür sınıflar üzerinde durularak bir cephe birliği sağlanmaya çalışılmıştır. Türkiye’de ise sosyalist hareket işçi ve emekçi sınıfların bileşik hareketi olarak gelişmektedir.”9

Cuntacılıkla MDD’ciliğin işçi sınıfını boşlayan tavrına karşın Boran’ın yukarıdaki çözümlemesinin de sosyalizmi hem ideolojik hem de örgütsel planda sulandırma tehlikesine kapı açtığı söylenmelidir. Nitekim berberin bakkalın vb. Proleter sayılarak tüzükteki kimi maddelerden yararlanmaları (sözgelimi kendi arabası ile taksicilik yapanlar da Türkiye koşullarına göre proleter sayılıyordu) böyle bir sulandırmanın sonuçlarıdır. 61-71 dönemi TİP’i proletaryanın dünya görüşü sürekli olarak beslenip geliştirilen bir ideoloji olarak sosyalizm ile en geniş emekçi kesimlerin verili koşullardaki subjektif düş ve hedeflerinin siyasal ifadesi olan bir sosyalizm arasındaki farka yeterince eğilmemiş hatta ikisi arasındaki bir bulanıklıktı yarar görmüştür. Bu anlayış sosyalizm açısından TİP’in ve daha sonraki Sosyalist devrim görüşünün en zayıf noktasıdır. MDD’nin sosyalizm hedefini ertelemek için sosyalizmi her dönemde ancak ve ancak işçi sınıfının kendine özgü hedefi gösterme anlayışı karşısında TİP, sosyalizmi bu kez neredeyse herkesin malı yaparak sağlam konuma sahip olacağını sanmıştır.10

Bölümü kapatırken son olarak söyleyeceğim şu: TİP’in kopuş denemesi belirli insanları ve aralarındaki ilişkileri de kapsamaktadır. Yaşı elverişli olanların bu konuda çok şey bildiklerini biliyorum. Kendi yargımı en başta dile getirmek istiyorum: Belirli bir ağırlığı olmakla birlikte TİP’in denediği kopuşu “Baştımar’ın ekibi Belli ve arkadaşlarına karşı” parolasına indirgemek büyük bir yanlıştır. Hiç kimsenin salt Belli’ye karşı çıkmak için bu kadar ağır ve riskli teorik aranışlar içine gireceğini sanmıyorum.

İkincisi zaman zaman çirkinlikler de gündeme gelse kopuş girişimlerinde egemen sınıflardan icazet arayan bir jurnalciliğe ve anti-komünizme bilinçli olarak başvurulduğu söylenemez. Aybar’ın 1966 yılında bir il kongresine gönderdiği mesajda TİPin gelenek konusundaki tutumu kanımca açık seçik ve dengeli biçimde sergilenmektedir. Aybar bu mesajda partiyi farklı yönlere çekebilecek çabalara değindikten sonra ekliyor: “Bütün bu çabalar partimizin bizden önceki Sosyalist kuruluşlar karşısındaki bağımsız varlığı ile bağdaştırılamayacak bir manzara göstermektedir. Gerçekten biz bu kuruluşların başka şartlar altında göstermiş oldukları faaliyetleri başarı ve başarısızlıkları ile maziye mal olmuş sayarız; ve herhalde maziye mal olmuş bu hareketlerin partimiz içinde yeniden denenmesi teşebbüslerine izin vermeyiz müsamaha etmeyiz.”11

Aybar da söylemiş olsa o dönemin bu sözlerinde anti komünizm jurnalcilik ya da geçmişe yönelik bir inkarcılık yoktur sanıyorum. Gerçekte sorun hep değindin bir yeni başlangıç deneme sorunudur. Sorun birtakım tortulardan ayakbağlarından hatta giderek geçmişteki vıdıvıdılardan kurtulma sorunudur.12 Kimi Marksistler bunu denemek istemişlerdir.

Yeniden soralım: Ne ölçüde başarılı olmuşlardır?

Genel Bir Değerlendirme

61-71 dönemini kendi içinde iki evreye ayırmak mümkün. Tarihler çok önemli değil. Ancak 61-68 denebilecek ilk evrede “kopuş” temasının daha ağır bastığı söylenebilir. Çalışmanın başlarında söze edilen 61-71in hem bir süreklilik hem de çok belirgin bir kopuş içermesi saptamasını kimi tekrarları göze alarak biraz daha açmak istiyorum.

61-71 döneminin ilk evresinde dışa yansıyan her ne kadar strateji tartışmaları ise de, gerçekte cereyan eden Türkiye solunun kendine ilk kez ciddi biçimde kimlik aramasıdır. Solun kimliğini iktidarı ve iktidara giden yolları arayarak bulması doğal bur süreçtir. Strateji aranışları özdeki kimlik aranışının bir yansımasıdır. Şimdi yeniden ve daha derli toplu düşünülebilir: bu aranışta Türkiye solunun doğal ortamını neler belirledi?

Önce örgütsel anlamda likide olmuş ama gene de kimi kadroları ayakta kalabilen 40 yıllık geçmişi Kemalizmin gerçek anlamda dışına hiç düşmemiş ama deyim yerindeyse “içine” çok düşmüş bir sosyalist hareket. Ek olarak: Darlığın getirdiği kaçınılmaz sürtüşmeler ve kadro örselenmeleri. Sonra dünyada, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki durgunluğun karşısında milliyetçe eğilimlerin ağır bastığı bir tür Asya- Afrika sosyalizminin egemenliği. Nihayet, 27 Mayıs ile kendisinin başka ülkelere ordusunun da başka ordulara benzemediğini kanıtlamış sayılan bir Türkiye…

Böyle bir ortamda, örgütü ne denli likide, kadroları ne kadar örselenmiş olursa olsun sol adına avantajlı olan Kemalizmli solculuk ya da geleneksel TKP çizgisidir. Aynı ortam Marksist kalıntıların Kemalizmi ayrışmaya başlayan Kemalistlerin de Kadroculuk sinmiş bir Marksizmi yeniden keşfetmeleri açısından dört dörtlük uygun bir ortamdır. Sonuçta olan da budur. MDD mayası 61-71 döneminin başında hazırlar elverişli koşullara sahiptir.

Ancak, hep söylendiği gibi tarihsel olaylar hiçbir zaman dümdüz bir çizgi izlemiyor. Eğer böyle olsaydı bir baskı grubu olarak ya da örneğin Mihri Belli’nin denetiminde bir siyasal parti aracılığıyla eski tüfeklerin Kemalist kadroları etkileme çabaları gidişi belirlerdi. Ne var ki önce Türkiye’deki sendikal hareketin bir siyasal örgütlenme arayışına girmesi mevcut tabloya yeni ve farklı bir renk katıyor. Bu arayışın öyle kalması Türkiye sosyalist hareketini doğrudan etkileyen bir boyut kazanmaması da mümkündü. Oysa orada kalmıyor; sosyalist aydınları partiye davet ediliyorlar. Böylece işçi sınıfı en resmi biçimde sosyalist aydınların bir bölümünün gündemine giriveriyor. Bununla da bitmiyor. Belki de en önemlisi davete icabet eden sosyalist aydınlar arasında geleneksel çizgiye tepki duyan bu çizginin ön plandaki kadrolarından uzakta sınıfsal güçlere dayanmaya kararlı teorik- pratik belirli kopuşları göze almaya niyetli insanlar etkili oluyor. Böyle olunca işlerin rengi değişiyor.

Bu insanların öznel konumları neydi? Özel dürtüleri var mıydı? Sosyalizm adına başlattıkları sürecin yüklerini kaldırabilecekler miydi? Bugün bu soruların bir bölümünü yanıtlamak mümkün. Tüm yanlışlarına aralarından kimilerinin bugün bizim açımızdan “yıldızlar kadar uzakta” olmasına rağmen bu insanlar 61-71 TİP’ini tarihe kazıyarak aldıkları yükün altında ezilmediklerini göstermişlerdir. Çok açık söylemek gerek: Günümüz Türkiye’sinde sosyalizm adına en sağlıklı düşünce ve pratiklerin izi sürüldüğünde kaynak olarak 61-71 TİP’i ile açılan bir çığır bulunur.

61-71 döneminin önderleri en başta yalnız insanlardı. TİP’ten söz ediyorum. TİP’teki pek çok yanlışa bu yalnızlığın bilincine varılmasıyla baş gösteren güvensizlik ve vehim duyguları yol açmıştır. TİP’teki Marksist aydınların bulmaya çalıştıkları yeni yolun uluslararası hareketten alınabilecek hazır kalıpları yoktu. Klasik metinlere pek az başvurabildiler; pek çoğunun bu alanda yerleşik bir birikimi yoktu. Sonuçta “Türkiye’nin ayrılığı ya da kendine özgülüğü” motifini denediler. Aybar bu konuda çok hızlı gitti. Ötekiler durmasını bildiler. Ancak bugün çok rahat görülebiliyor en büyük yardımcıları 61-71 döneminin sol akademisyenleri oldu. Böylece akademisyenler Türkiye sosyalist hareketi açısından ilk ve sanıyorum son kez oldukça olumlu bir rol oynadılar. Boşlukta denebilecek parti önderlerine gelen akademisyen desteği ile birlikte 61-71 döneminin sonlarına doğru Sosyalist Devrim çizgisi daha net olarak şekillenmeye başladı.

TİP’teki kesim en başlarda kendi iradeleri dışında “bonus” sayılabilecek bir şanstan da yararlandı. Bu kopuş nesnesi olarak gördükleri bir geleneğin en gürültücü temsilcileri ile Avcıoğlu-Yön çizgisi arasındaki yakınlıklar ve çakışmalardı. O dönem Avcıoğlu-Yön odağının Marksizme dostça da olsa dışarıdan ve Kemalist bir mevziden bakan konumu ile Marksizmin içinde olma iddiasındaki Mihri Belli MDD’ciliğinin çakışması TİP’e güçlü silahlar sağlıyordu: Sınıf mücadelesine işçi sınıfına ve işçi sınıfının örgütüne inanmak…

61-71 döneminin ilk evresinde TİP-Yön ilişkilerinde ilginç bir durum gözleniyordu. MDD’ci muhalefet MDD’ci olarak nitelediği TİP programını doğru ve yeterli bulurken Avcıoğlu’na göre aynı program geri ya da ılımlıdır.13 Bu durumda Marksizme ilişkin iddiaları sınırlı bir Avcıoğlu bu düşünceyi kimselere bırakmayan Belli ve MDD çizgisinden daha radikal bir konuma yerleşiyordu!

Belli ve MDD’nin hesabı açıktı: Kısa vadede örgütü önemsemekle birlikte uzun vadede TİP nasıl olsa kendilerine yar olacaktı ve yasal planda bu partiden yararlanacaklardı. Avcıoğlu’nun konumu iseYön çizgisine egemen olan Kadrocu eğilimle açıklanabilir: Sosyalizme de evet; ama sınıf mücadelelerine, bu yolla gelen sosyalizme hayır…14 Açıklık burada: Sosyalizm sınıf mücadeleleriyle değil de belirli bir gücün gene belirli bir programı uygulamasıyla geldiğine göre sorun bu programı açık seçik yazmaktır. Yazılsın ki iktidarı alanlar hemen sağa sola yalpalamadan işe başlayabilsinler. Böylece elde hazır bulunup “bir gece ansızın” uygulamaya sokulabilecek bir program elbette çok köklü yönler de içerecekti.

Tekrar da olsa bu “değerlendirme” bölümünü kapatırken birkaç noktanın sorgulanması önem taşıyor.

1-Özellikle sonlara doğru belirginlik kazanan temalara karşın 61-71 döneminin özünü dar anlamıyla strateji tartışmaları değil Türkiye sosyalist hareketinin kimlik arayışları oluşturmaktadır.

2-Bu sürece canlılık kazandırıp tartışmaları kızıştıran sosyalist hareketteki kırk yıllık ideolojik çerçevenin dışına çıkan ve bu çerçeveye belirli tepkileri de içeren arayışların başlamasıdır.

3-Türkiye sosyalist hareketinde 61-71 dönemine gelindiğinde “doğal” ya da “geleneksel” olan MDD’ci çizgi ve onun varyantlarıdır. Tepki olan ve 61-71’le başlayan ise işçi sınıfını karşı tarafın elinden koparıp almayı ve bu anlamda gerçekten sınıfa dayanmayı amaçlayan harekettir. Henüz başlarda tam tamına Sosyalist devrim çizgisi değil SD çizgisi MDD-TİP arasındaki örgüt kavgasının bir sonucu olarak ama zorlama ya da yakıştırma değil doğal bir sonucu olarak şekillenmiştir.

4-Türkiye’de MDD eski SD ise yeni bir çizgidir. MDD eskiliği dolayısıyla daha oturmuş yılların deneyi sonucunda Marksist jargonla bir ölçüde içselleşebilmiş ancak tam tamına bu nedenlerle de teorik atılım yapabilme gücü peşinen sınırlı bir çizgiydi. SD ise şekillenme döneminde pek çok yanlışlara ve acemiliklere çanak tutmasına karşın “kural dışı” oluşu nedeniyle daha büyük bir teorik atılım potansiyeli barındırıyordu.

MDD: İç Evrim ve Tutarlılık

Hemen belirtmek istiyorum: 61-71’in önemi yalnızca soldaki geleneksel çizgiye yönelik bir tepkinin oluşması ve bu doğrultuda bir kopuşun yaşanması değildir. 61-71 dönemi sosyalist hareketin bütünü için önemlidir. 1920-60 döneminin kesikli ama genel hatları az çok belirgin sol çizgisi de ilk kez bu dönemde oldukça geniş bir niceliğe hitap edebilmiş yeni kadrolara ulaşmaya başlamıştır. Geleneksel çizgide Kemalizme ilgi sürerken gene ilk kez bu dönemde özellikle gençlik tabanında ayrışma yaşayan Kemalizm de önemli bir nicelikle geleneksel çizgiye eğilim göstermiştir.

Kemalizmle bu alışveriş MDD çizgisinin 61-71 dönemindeki performansının hatalarının ve bir bütün olarak yaşadığı parçalanmaların dinamiğini oluşturur. Marksist klasiklerin yaygınlaştığı ve genişçe bir okur kesimine ulaşabildiği koşullarda hem Marksizme sahip çıkıp hem de Kemalizmle bu denli içli dışlı olabilmek mümkün değildi. Böyle bir cambazlığı kimse beceremezdi. Nitekim MDD 10 yıl içinde inanılmaz bir bölünme dinamiği sergiledi. 1971’e gelindiğinde bir bütün olarak MDD çizgisinin hatalarını saptamanın kolay bir yolu çıkmıştı ortaya:

Tek tek her MDD grubunun ötekiler hakkında yaptığı eleştirileri toplamakla MDD’nin tam boy fotoğrafı elde edilebiliyordu.

Tam tamına neydi MDD’cilik?

MDD’nin baştan sona ve tam tamına bir strateji söylemi olduğu kolay bir yanıttır. Gerçi bir ölçüde doğrudur; MDD her zaman stratejiye ilişkin bir söylem de içermiştir. Ama ondan ibaret değildir. Kanımca en doğrusu şudur: Açıkça ifade edilmese bile MDD en başta bir sosyalizm modelidir. MDD’nin örtük bir sosyalizm modeli oluşu bu örtüklüğe karşın strateji oluşundan önce gelir. Bu anlamda Türkiye’de MDD’nin 1920’ye uzanan köklü bir geçmişi vardır. MDD tam tamına Kemalizmle karıştırılmış bir sosyalizm modelidir. 1930’aların Kadroculuğu Türkiye’deki MDD’ciliğin doğal ve meşru çocuklarındandır. Gene de belirtme gereğini duyuyorum: Genel bir stratejik söylem olarak MDD ne Türkiye’ye ne de Sosyalizm-Kemalizm ilişkilerine özgüdür. Ancak Türkiye’deki MDD’ciliğin bir iktidar stratejisi olmanın çok ötesinde bize ait ve modellik bir özü vardır. 61-71 MDD’ciliğinin ilke evresi doğrudan doğruya budur. 61-71 döneminin ilk evresine, yani 68’e dek damgasını vuran MDD’cilik milliyetçi ve batı düşmanı bir sosyalizm modelidir. Sanıyorum en iyi Aydemir anlatıyor: “Azgelişmiş ve 2. Dünya Savaşından sonra bağımsızlıklarına kavuşan memleketlerde memleketçi sosyalizm eğilimleri tatbikatı milliyetçi aydınların işlere hakim olmaları nisbetinde gelişmekte ve buna karşılık komünist eğilimler halk arasında zayıflamaktadır”15 Kanımca MDD’ciliğin özü de tam tamına budur.

MDD’nin Türkiye’de ve 61-71 döneminde on yıllık performansı yukarıdaki açıkça anti-Marksist modelden bu kez Marksist temelli ve MDD’yi daha çok bir iktidar yolu olarak öne çıkaran türevlere doğru evrilmedir. Ancak MDD geçirdiği evrime ve onun sonucunda Marksizme genel olarak daha çok yaklaşmasına karşılık özellikle belirli alanlarda inanılmaz bir ilkellik sergilemiştir. 61-71 MDD’si çarpık bir sosyalizm modeli varsaymasının dışında salt bir stratejik söylem olarak kullanıldığında bile Kemalizmle doğal bağlantıları nedeniyle bilimsel sosyalizmin oldukça uzağında yer almıştır.

Hiç abartmıyorum ve söylediklerimi örneklendireceğim. Sosyalizmin klasiklerini bellemiş ama 61-71 tartışmalarını yeterince bilmeyen geç kuşaklara sıkı durmalarını öneriyorum. Duyduklarına çok şaşırabilirler ama üzülmemeliler ve kimseye kin tutmamalılar.

61-71 dönemi ve MDD dendiğinde akla ilk gelen isim elbette Mihri Bellidir. Bu dönemin özellikle 65-69 arası Bellinin altın yıllarıdır. Belli MDD adına TİP’e yönelttiği eleştirileri özellikle bu yıllarda doruğuna çıkartmış büyük bir yandaş kitlesi toplamıştı. Belli MDD’yi nasıl temellendiriyor hangi gerekçelerle savunuyordu?

Dinliyoruz: “Sosyalizm temel şiarını atmak için iç sömürüyü kaldıracağım diyebilmek için mutlaka bağımsız bir ülke gerekir. Onun için demokratik devrim birinci aşamadır. Sosyalist devrime yolu hazırlayacak olan aşamadır. Demokratik devrimi gerçekleştirmeden sosyalist devrim yapamazsın. Atlayamazsın bu aşamayı”.16 Belli’yi ve MDD’yi tanımaya başlıyoruz. 61-71 döneminin genç kuşakları sosyalizm açısından babalarının büyük bir fırsat kaçırdığını da gene Belli sayesinde öğrendiler. Dinliyoruz: “1946’dan bu yana olan (hiç kendimizi aldatmayalım) 27 Mayıs dönemi hariç Türkiye’de olan anti-Kemalist karşı devrimdir. Ve Türkiye’de objektif şartlar bakımından 1937’de bugünkünden daha yakındık sosyalizme. Sosyalizm şiarını atmak için objektif şartlar bakımından sebepler vardı 1937’de”.17

MDD teorisi strateji yaparken “objektif koşullar”a böyle yaklaşıyordu. Ya subjektif koşul? MDD teorisi onu da şöyle anlatıyor: “Türkiye’de henüz sosyalist devrimin subjektif şartları yoktur. Yani emekçi halkın sosyalizmden yana oluş durumu sosyalizmin gereğine inanmış olma durumu yoktur”18 Böylece “subjektif” öğeden de sosyalizmi isteyen kitlesel bir bilinçlenmenin anlaşıldığı ortaya çıkıyor. Bu noktada akıllara Leninizm Parti öğretisi vb. gelebilir. Belli MDD’sinin bunlara hiç mi ilgisi yoktu?

MDD bilimsel sosyalizmi elbette Leninizmi de kimseye bırakmıyordu. Ama Leninizm İki Taktik sayıldığı sürece… Ya Ne Yapmalı? Ne Yapmalı MDD’ye pek cazip gelmiyordu. Genç okurları bir kez daha sıkı durmaya davet ediyorum çünkü Belli’nin bu ünlü ve temel çalışma konusundaki görüşlerini duyacaklar. Şöyle: “Lenin işçi sınıfı hareketine sosyalist bilincin dışarıdan geldiği yolundaki bu görüşünü sadece bir defa 1902’de Ne Yapmalı’da kısaca ifade etmiş ve ondan sonra ölümüne dek 22 yıl boyunca ayın konu üzerinde bir daha durmamıştır”.19

İşte bu kadar.

Bu noktada çok net olmak gerekiyor. 20 yıl sonra sorun elbette Belli ile polemik yapmak görüşlerini yeniden çürütmeye çalışmak değildir. Neden yeniden sözediliyor Çok açık bir gerekçeyle; 61-71 dönemi hiçbir alanda mistifikasyona yer tanınmadan incelenmeli öğrenilmelidir. Bugün ne denli ilkel görünürse görünsün Türkiye sosyalist hareketinin 61-71 döneminde dananın kuyruğu yukarıdaki türden görüşlerle ve onların adına koparılmıştır. Gençler akın akın bu görüşlerin ardından gitmişlerdir. Ve daha iyi anlaşılması için yazıyorum: Hikmet Kıvılcımlı bir yana bırakılırsa 61-69 arasına ilişkin olarak her kim “biz de MDD’yi savunuyorduk ama Belli’nin hatalarına düşmeden farklı gerekçelerle yapıyorduk bu işi” diyorsa düpedüz yalan söylüyordur. Özellikle 61-69 arasında MDD’cilik tam tamına Bellicilik ve onun görüşleridir.

MDD’nin temel yanlışı neydi?

Sanıyorum doğru yanıt şu: Türkiye’de kapitalizmin gelişmesini ve ona ilişkin sınıf dinamiklerini hiç mi hiç görememek… Gene Belli’ye kulak veriyoruz: “Türkiye hiçbir zaman gerçek bir kapitalist gelişme tanımamıştır. Ve Türkiye’nin bugünkü düzeni bazı yazarların komprador kapitalizmi diye adlandırdıkları toplumdaki feodal unsurlarla bağdaşmaya çalışan bağımlı kısır bir kapitalist düzendir”.20 Bu sözler 1968 yılında söyleniyor. Bir de feodalizm ve feodal kalıntılar 61-71 MDD’sinde vazgeçilmez önemde bir yer tutuyor. O kadar ki “feodal kalıntıların giderek önemini yitirdiği” türü MDD revizyonları bile Belliyi kızdırıyor ve kendisini “inadım inat” diyen bir haykırışa zorluyordu: “Kalıntı ne kelime Filipin demokrasisi şartlarında Türkiye toprağından feodalizm fışkırmaktadır”.21

İşte Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı da budur MDD’ye göre. 61-71 dönemi Türkiye’de bilimsel sosyalizmin ilk kez geniş bir katılımla öğrenildiği dönemdir. Böyle bir dönemde belirli bir “devrim stratejisi”nin savunulması adına girişilen çabalardan bir bölümü doğrudan doğruya öğrenim kanallarını ve içeriğini de kirletiyor. Bu dönemin Türkiye’sinde bilimsel sosyalist teori ne yazık MDD teorisinin kimi ilkel garnitürleri ile birlikte servise sunuluyor. Düpedüz mikrop kapıyor. Az önce sözünü ettiğim sınıf-bilinç ilişkilerine ve örgüt teorisine yaklaşım basit örneklerdi. Başka örnekler de vereceğim.

MDD kendi içinde tutarlı kalabilmek için en başta devrim kavramına belirli bir biçimde yaklaşmak zorundadır. Bu da “siyasal devrim” kavramını yok sayan kavramın içini salt toplumsal dönüşüm süreçleriyle dolduran bir yaklaşımdır. Şöyle deniliyor: “…devrim üretim tarzının değişmesidir. Bir üretim tarzından daha iler bir üretim tarzına geçiştir. Budur Marksist devrim anlayışı. Besbelli ki devrimi iktidar değişmesi gibi bir üstyapı olayı şeklinde yorumlamak Marksist devrim kavramı ile çelişkili bir tutuma girmek olur”.22

Bu durumda MDD açısından Atatürk’ün ölümünden sonra ve 1946 ile başlayan “karşı devrim” sürecinin içermek zorunda olduğu “üretim tarzı değişmelerini” açıklamak çok güç olmalı. Ancak bu çelişki ciddiye alınmasa bile MDD’nin kendi içi tutarlılığı açısından mutlaka yanıtlanması gereken bir soru vardır: Milli Demokratik Devrim bir devrim olduğuna göre bu devrimle değişen üretim tarzı nedir?

Bizzat Belli’nin kendisinin bu soruya yanıt aradığına tanık olmadım. Ama aynı dönemde MDD teorisinin savunuculuğunda Belli’nin ağır yükünü paylaşan başka ideologların çalışmalarında tutarlılık aranışına yönelik çabalar görülebiliyor. Bu çabalar arasında bugün bile tartışıldığına tanık olduğum hatta yanlış biçimde Mahir Çayan’a maledilen garip bir kavram da ortaya atılıyor: Emperyalist Üretim İlişkisi… Kavram Çayan’ın Aydınlık’taki yazılarından önce bulunuyor. Şöyle: “Kurtuluş savaşı emperyalist ve onun arkasından gelen imha amacını taşıyan düşmanı kendi topraklarımızdan çıkarmak bağımsızlığımızı sağlamak savaşıdır. Anti-emperyalist savaş ise bizzat emperyalist üretim ilişkilerini (abç-MÇ)hedefe alan ve bu üretim ilişkilerini zayıflatarak ortadan kaldırmak isteyen savaştır”.23 61-71 döneminde Marksist ekonomi politiği öğrenmeye çalışanlar alfabeden başlarken bir de “emperyalist üretim ilişkisi” gibi katkı niteliğinde kavramlarla karşılaşıyorlar. Ancak 71’den önce MDD’yi savunmak üzere ortaya atılan bu ilginç kavram daha sonra işlenip geliştirilmiyor. Bence iyi de oluyor.

Özgün MDD’cilik budur.61-71 döneminin sonlarına doğru ortaya sayısız MDD türevi çıkması sağlayan da özgün MDD’ciliğin taşıdığı önemli ilkelliklerdir. Bu ilkellikler ve tutarsızlıklar MDD’cileri bir örneğini az önce gördüğümüz ilginç aranışlara itiyor. Bir başka örnek de “Beyaz” Aydınlık’ın “milli demokratik devrim” ile “milli demokratik hareket” arasında yakaladığı korkunç teorik nüanstır. Böylece proletaryasız olacağı konusunda aşağı yukarı anlaşılan bir değişimin hiç olmazsa “devrim” değil de “hareket” olması sağlanarak proletaryanın önemi teslim edilmiş oluyordu. Kimileri ise ciddi ciddi 1917nin “sosyalist devrim” olarak kutlanmasına ters buluyordu. MDD’nin devrim tanımına göre sosyalizm adına ancak toplumsal dönüşümlerin tamamlanıp örneğin bir tarım sorununun kesin çözüme bağlandığı tarih kutlanmalıydı…

Şimdi MDD’nin daha rafine bir savunucusuna geçmek istiyorum.

“MDD’cilik devrimi evrimle sosyal devrimi politik devrimle1930 finans kapital devletçiliğini sosyalizmle karıştırır”24 Bu sözlerde oldukça ciddi bir MDD eleştirisi vardır. Tarih 61-71 döneminin sonu sözlerin sahibi de Hikmet Kıvılcımlı…

Sıra MDD teorisinin iç evrimleşmesine geliyor. Az önce verdiğim tipik örnekler ve bu örneklerin içerdiği teorik zorlamalar özgün MDD teorisinin harekete geçirdiği belirli aranış dinamiklerin de sergiler. Ancak şu noktanın altı özellikle çizilmelidir: MDD teorisi 61-71 döneminde kendini bir bütün olarak sorgulayan ve gene bir bütün olarak reddeden hiç bir uç vermemiş hiçbir doğum yapmamıştır. Ortalık MDD teorisinin şu ya da bu yönünün en çok da kadrolarını sorgulayan hareketlerle doludur. Ama bunlardan hiçbirinde MDD dışı bütünselci bir almaşık aranışı yoktur. Bulunduğu sanılan çözüm artık içinden çıkılamayacağına inanılan teorik açmazları sihirli birkaç sözcükle yani eylem pratik kitleler türü sözcüklerle açmaktır. MDD’nin ana gövdesini oluşturan Dev-Genç-THKO ve PDA hareketlerinin dönem sonu konumları budur.

Bu durumda kendimizi 61-71 dönemi ile sınırladığımızda MDD’nin bir tür özeleştiri elde etmenin iki yolu vardır Birincisidaha önce söylendi: MDD’ci yayınlarıözellikle “Beyaz” ve “Kırmızı” Aydınlık’ları ve İleri’yi alıp bunların birbirleri hakkında söylediklerini okumak. Çoğubüyük ölçüde doğrudur. İkinci bir yol ise milli sıfatını bir yana bırakıp demokratik devrimi savunan ve TİP’e karşı olduğunu her vesile ile ortaya koyan Kıvılcımlının sözlerine kulak vermektir.

Elbette özel olarak, Kıvılcımlı’nın kendi dışındaki MDD’cilere yönelik eleştirilerinden söz ediyorum. Özellikle dönemin sonunda yaygınlaşan bu eleştirilerde sağlıklı yanlar bulmak mümkündür.25 Ama hiç unutulmamalıdır ki, Kıvılcımlı da ilk ve son çözümlemelerde bir demokratik devrimcidir. Üstelik yazının başlarında gördük kartlarının çok büyük bölümünü orduya oynayacak denli “jöntürk” bir demokratik devrimci.

Kıvılcımlı’nın dönemin sonlarına doğru MDD ye sağlıklı eleştiriler yöneltmesinde kendi içindeki konumun özel bir rol oynadığını sanıyorum. Örneğin Kıvılcımlı da döneminin tüm MDD’cileri gibi İki Taktik düşkünüdür. Yani Kıvılcımlı da İki Taktik’i demokratik aşamanın zorunluluğuna minimum ve maksimum programlar sorununa ışık tutan bir baş eser saymaktadır. Açık söylenirse İki Taktik’i döneminin ve koşullarının sınırları içine oturtmada MDD de Kıvılcımlı da yetersiz kalmaktadır. Dahası İki Taktik’in en azından çok ciddi bir örgütlenmeyi ve işçi sınıfını temel aldığını genellikle iki kesim de es geçer. Her şeye karşın Kıvılcımlıda o dönemde pek rastlanmayan sağlıklı bir yan da vardır: “İki Taktik’in yazarı Teoride temelin her ülkedeki orijinal ekonomi ve sınıf ilişkileri karakteristiğine dayanırsa teori adını alabileceğini ısrarla belirtmişti. Hani Türkiye’deki MDD formülünün karşılığını ve sağlam temelini verecek orijinal Ekonomi ve Sınıf ilişkilerinin karakteristiği?”26

Kıvılcımlı buraya kadar haklıdır. MDD gerçekten de kedi olmadan İki Taktik okuyup fare tutma düşüncesindedir. Ya bundan sonrası Kıvılcımlı MDD’yi hatalarını giderip eksikliklerini kapatacak çözümlemelere yöneltme amacında değil pek. Ona göre bunlar zaten hazır. MDD’nin kabahati bunlara itibar etmemesi. Hazır olan kuşkusuz Kıvılcımlının basılı eseri ve Vatan Partisi Programıdır.

Her şeye karşın Kıvılcımlı ortodoks Marksizme dönemin MDD’ci diğer eski tüfeklerinden çok daha yakındır. Örneğin Parti öğretisi konusunda Belliden fersah fersah ileridedir. Sınıflı toplumlarda her militanın teorik çalışmada eşit verim gösteremeyeceğine işaret edip bu saptamayı öncü partinin gerekliliğine uzatacak denli Lenin’den haberdardır.27 Bu görüşü Belli’nin Lenin’e ve Ne Yapmalı’ya yaklaşımı ile kıyaslamak yeter.

MDD’ye yönelik değerli eleştiriler yapabilen Kıvılcımlının sorunu neredeydi Çok basit de görünse şöyle bir açıklama sanıyorum gerçekçidir: 27 Mayısını hemen sonrasındaki Kıvılcımlıdan daha ileride de olsa görüşlerinde inkar edilemeyecek bir Leninist bilgilenme de bulunsa pratik Kıvılcımlı son çözümlemede bir cuntacıdır. Kıvılcımlının çelişkisi MDD’yi eleştirirken Leninizme iktidarı düşünürken de MDD’ye yanaşmasıdır. Gene Kıvılcımlıyı dinliyoruz: “Türkiye’de Sosyalizmin ‘Stratejisi’ 50 yıl önce konulmuş bulunan Minima Program’dır. Bu program ‘Milli’ yahut ‘Burjuva’ başlığının konulmasına yer kalmaksızın: ‘Demokratik devrim’ stratejisini ve taktiğini içine almıştır (…) Demek Demokratik devrim stratejisini ve taktiğini yarım yüzyıl sonra yeniden keşif ve icad etmek diye bir problem ciddiye alınamaz. Olsa olsa: 50 yıldan beri işlene gelmiş uygulana gelmiş bulunan sosyal strateji ve taktiği bugünkü Dünya ve Türkiye şartları için daha objektifçe ve daha somutça bir yol daha eleştirici bir gözle değerlendirmek ve uygulamak problemi ile karşı karşıyayız.”28

Demek ki sosyalist hareket için bir strateji ve taktik sorunu bulunmuyor. Her şey 50 yıl önce yani 1920de saptanmış durumda. Dahası bu strateji ve taktik 50 yıldır sürekli işleniyor ve “uygulanıyor”. Yapılacak tek iş o günün koşullarına şöyle bir kez daha göz atmak..

Kıvılcımlının bu sözleri inanarak söylediğini düşünmek çok güç. Çünkü şu sözler de ona ait: “1920 ile 1970 Türkiyeleri iki bambaşka ekonomi ve sınıf yapılı toplumdur. Onları karıştıran MDD’ciler”29 Düşünüp yanıt bulmak okura düşüyor: 50 yılda Türkiye sosyalist hareketin strateji ve taktikleri açısından değişiyor mu değişmiyor mu ?

MDD sonra ne oldu Böyle bir soruya kesin yanıt vermek mümkün değil. Çünkü MDD teorisi günümüzde de farklı biçimlerde işleniyor. Yeni türevleri çıkarılıyor. MDD teorisinin 12 Mart sonrası serüveni bir başka yazının konusu olabilir. MDD’nin iç evrimini bu yazıda 1971’e getirip noktalarken 61-71 MDD’sinin önde gelen üç liderine ilişkin şu saptamaları yapabiliyorum.

Mihri Belli teorik formasyonu az hırs tutku ve cesareti ise çok gelişmiş bir Şevket Süreyyadır.

Doğan Avcıoğlu tek başına cuntacılığın ikinci sınıf bir iş olduğunu kavradıkça Marksizme daha çok ısınan bir ihtilalcidir.

Hikmet Kıvılcımlı pratikteki cuntacılığı teorideki Leninciliğine baskın çıkan bir Jakobendir.

TİP’in Serüveni ve Sosyalist Devrim

TİP’teki öncü kadronun 61-71 döneminin başlarındaki çıkışını önceki bölümlerde tanımlamaya çalışmıştım. Tekrar vurguluyorum: Bu MDD’ye karşı Sosyalist devrim çıkışı değildir. Sosyalist devrim MDD ye tepki olarak daha sonraları kimi yerde ilkel kimi yerde de sağlıklı kanallardan şekillenmeye başlamıştır.

TİP çerçevesinde bir stratejik söylem olarak Sosyalist devrimden önce bir sosyalizm vurgusundan söz etmek mümkündür. Bu vurgunun sağlıksız yönler de içerdiğine değinmiştim. MDD’nin sosyalizmi yalnızca tek başına proletaryanın güçlenmesi ile gündeme getiren ertelemeci anlayışına karşı TİP bu kez sosyalizmi sulandıran onu neredeyse tüm orta sınıfların da doğal özlemi sayan bir anlayış geliştirmeye çalışmıştır. Kimseye haksızlık etmemek için altını çiziyorum: TİP özellikle 61-69 arasında sosyalizm adına çarpık ve hatalı pek çok görüş savunmuştur. Sözünü ettiğim sulandırılmış sosyalizm anlayışı Partideki kopmalarla birlikte Aybar ekibine kalmış diğerleri bu kopmadan sonra çok daha sağlıklı bir çizgiye yönelmişlerdir.

TİP’in MDD karşısındaki sosyalizm vurgusunda “doğal refleks” sayılabilecek bir öğe de vardır ki bu TİP’in belirli konularda MDD ile aynı düzlemde yer alıp aynı ön kabullere dayandığını gösterir. Paradoks gibi de görünse başlarda TİP’in MDD’den farlı olarak sosyalizmi vurgulamasının gerçek nedeni MDD’nin kimi kabullerine yakınlığıdır. Başlarda TİP de aynı MDD gibi bağımsızlık demokrasi feodal kalıntıların tasfiyesi vb. türü görevlerin sosyalizmin ve işçi sınıfının dışında “zinde güçler” tarafından başarılabilmesi düşüncesine yabancı değildir. Başka deyişle TİP bu alanlarda sosyalizmin ve işçi sınıfının bir “rakibi” olduğunu az çok benimsemektedir. Buna karşılık işçi sınıfının zinde güçlere üstünlüğünün tartışılamayacağı alan sosyalizmdir. Gerçekte TİP’in sosyalizmi vurgulama nedeni başlarda bir stratejik perspektiften çok işçi sınıfının zinde güçlere önceliğinin altını kuvvetlice çizebilme düşüncesidir.

Boran 61-71 döneminin açılışını şöyle yapıyor: “1961 Türkiye’sinde işçi sınıfının sosyalizmi hedef alan yasal partisinin oluşturulmasını kolaylaştıracak ideolojik ve politik düzeyde belirleyici rol oynayacak önemli bir birikim yoktu”(30) Tamamen doğrudur. Bu saptama aynı zamanda eski bir kuşağın kendine yönelttiği bir özeleştiri niteliğini de taşımaktadır. Boran tanıdığı birlikte mücadele ettiği insanların düzeyi konusunda gerçekçi konuşmaktadır. 61-71 döneminin güçlüklerini Boran’ın bu saptamasından sonra bir kez daha düşünme işini okurlara bırakıyorum ve devam ediyorum. Boran’ın aynı yazısında Sosyalist devrim tezine ilişkin olarak da şu söyleniyor: “Sosyalist devrim tezi bir sonuç olarak ortaya çıktı. Ne 1962-64 arası yer alan tartışmalar ve görüş ayrılıkları ne de daha sonra MDD’cilerle olan ayrılık ve tartışma MDD-SD ayrımından kaynaklanmadır”.30

Bu son değerlendirmenin üzerinde durmak istiyorum.

Değerlendirmeye özünde katılıyorum. Gene de aynı değerlendirme ile Boran’ın politika da yaptığı inancını taşıyorum. Bu tezi kanıtlamam elbette mümkün değil. Ama en azından anlatabileceğimi sanıyorum.

Boran’ın Sosyalist devrim görüşünü ciddi olarak benimsediğini yani bu stratejiye anti MDD bir inat uğruna sarılmasının söz konusu olmadığını sanıyorum. Çünkü Boran 61-71 arasında MDD karşısında adam ihraç etmekle kalmamış kongrelerde bu görüşün savunulmasını cesaretle üstlenmiş yazılar yazmış MDD’cilerle açık polemiğe girmekten çekinmemiştir. Ancak hemen ekliyorum:

61-71 döneminin sonlarından başlayarak günümüze değil TİP’te sosyalist devrim görüşünü gerçek anlamda benimseyip savunabilen üst düzey bir kadrolaşma hiç olmamıştır. Boranı ve Aren’i ayırıyorum; diğerleri arasında Partiyi başkalarına kaptırmama kaygıları dışında MDD’ye karşı olmayı tutarlı bir sosyalist devrimcilikle bütünleştirebilmiş insan yok denecek kadar azdır. Boran yukarıdaki satırları yazdığı 76 yılında bu anlamda yaslanabileceği bir kadrosu olmadığının farkındadır. Çünkü Boran en başta geçmişte MDD çizgisinin ideolojik eleştirisini akademisyen katkıları dışında partizan olarak yalnızca kendisi ile Aren’in üstlendiğini bilmektedir. Bir strateji bilimsel sosyalizmin kimi ilkelerinin Türkiye koşullarında yorumlanışı vb. olarak sosyalist devrim çizgisi doğrusunu söylemek gerekirse TİP’in merkez kadrolarının büyük çoğunluğunun umurunda bil değildir. Bu koşullarda Boran’ın yazısındaki politik mesaj şu oluyor: Sosyalist Devrim bir sonuç bir tepki olarak biçimlendi; asıl mesele işçi sınıfına dayanmak onunu öncülüğünü esas almak meselesidir. Bu kuşkusuz bir “yorumlama”dır. Ve böyle bir yorumdan yukarıdaki kayıtları gözeten bir Demokratik devrimciliğe evet sonucunu çıkartmak da mümkündür. Belki “yorum” deyip bırakmamak gerekir. Çünkü TİP Boran’ın bu değerlendirmelerinden 3 yıl sonra demokratik devrime “evet” dediğini resmen deklare etmiştir.

Türkiye sosyalist hareketinde 60 öncesi bir tür kapalı kutu olduğundan çok şey söylemek güç. Ancak sosyalist devrim çizgisinin yaklaşık 20 küsür yıllık bir geçmişi olduğunu savunmak sanırım mümkündür. Burada hiç duraksamadan vurgulamak gerekiyor: Tarihsel bütünlük içinde alındığında Sosyalist Devrim çizgisinin doğuşunda 61-71 TİP’inin özel olarak da Boran ile akademisyenlerin önemli katkıları olmuştur. Ancak bu tür değerli akademisyen katkısı için elverişli koşulları hazırlayan en başta Aybar-Boran-Aren ile TİP’in başlattığı bir kopuştur. Başka deyişle Sosyalist devrim çizgisinin köklerini Şefik Hüsnü’de H.Ali Ediz’de Vedat Nedim’de Zeki Baştımar’da Reşat Fuat’da Hikmet Kıvılcımlı’da İ.Bilen’de ve benzerlerinde bulmak mümkün değildir.

61-71 döneminde sosyalist devrim çizgisinin şekillenmesinde pek çok ilkelliğin görülebildiği doğrudur. Sosyalist devrim çizgisi dönemimin koşullarında “yeni” ve “kural dışı” bir içerik taşımaktadır. Hazır kalıpları yoktur. Pek çok yanlışa da uluslararası planda deste ya da çerçeve bulabilmek amacıyla girişilen zorlamalar sonucunda düşülmüştür. Ayrıca MDD teorisini çürütebilmek amacıyla Türkiye’de kapitalizmin ne denli geliştiğini kanıtlama çabalarının bir yarışa dönüşmesi Legal Marksist eğilimleri de birlikte getirmiştir. Bunlar hiç kuşkusuz önemli hatalardır. TİP’te destekçi bulamamasına karşın Küçükömer’in çember sakallı ve mes giyen herkesi “halktan” ve potansiyel olarak “ilerici” ilan eden teorik zorlamaları da anti MDD’ci tepkilerin gidebileceği uçlara ilginç bir örnek oluşturmaktadır. Kuşkusuz Aybar’ın popülizmi ve parlamentarizmi de MDD’ye içkin sayılan cuntacılığa tepkisel karşı çıkışları barındırıyordu. Önemli olan yalnızca bunlar değil Sosyalist devrim görüşünün işlenip geliştirildikçe bu tür uçlara karşı MDD’den de güçlü mücadele verebilmesidir.

Bir açıdan bakıldığında MDD’nin de Sosyalist devrimin de başına aynı kader gelmiştir. Yeni ve belirli anlamlarda daha iyi eğitilmiş kuşaklar eski kuşakları ve onların sorunu koydukları çerçeveyi kırarak aşmışlardır. Günümüzün MDD’ciliğinin artık bir Belliye gereği olduğunu söylemek çok güç. Aynı şekilde gene bugün sosyalist devrim çizgisinin geçerliliğini kapitalizmin gelişme feodalizmin ise çözülme istatistikleri ile kanıtlama gereği çoktan aşılmıştır. Ancak geçenlerde yitirdiğimiz Boran’ın bugünkü sosyalist devrim anlayışının oluşmasına kimi önemli katkıları olduğu da unutulmamalıdır. Bu katkılardan bir bölümü aşılmamış tersine sistemin bütününe yerleşiklik kazanmış niteliktedir. Boran’ın demokrasi ve bağımsızlık konularındaki özlü saptamalarını bir kez daha hatırlatıyorum: “(Demokrasi mücadelesi) sosyalizmin demokrasi anlayışıyla ve sosyalizmi hedef alarak yürütülürse başarılı olur sosyalizm yolunun açılmasına yardım eder”31 Burada oldukça büyük önem taşıyan demokrasi mücadelesi açısından geçerli olan demokrasi anlayışının sosyalizmin demokrasi anlayışı olduğunun vurgulanmasıdır. Boran’ın bu hatırlatması demokrasi mücadelesi adına burjuva demokrasisinin kurallarının baş tacı edildiği başkaları bir yana sosyalistler tarafından bile bu kuralların benimsendiği günümüz Türkiye’sinde özellikle önemlidir. Boran’ın anti-emperyalist mücadeleye ilişkin saptamasında da kulak verilecek bir içerik vardır: “Türkiye şartlarında anti emperyalist mücadele sınıf mücadelesini de içerir içermekle de kalmaz ön plana çıkarır.”32

80’lerin sonunda Türkiye’de Sosyalist devrim çizgisini savunanların bu çizginin önemli dönemeç noktalarından geçtiğini bilmeleri gerekiyor. 61-71 döneminde SD’nin gelişkin bir savunusunun yapılamadığı gerçek. Ancak maya o dönemde atılmıştır ve bu maya tutmuştur. 61-71 TİP’inin Boran Aren ve Emek dergisi yazarlarının bu mayanın tutmasında önemli katkıları olmuştur.

Ne var ki sosyalist devrim çizgisinin ikinci TİP’de yeterince işlenebildiğini söylemek mümkün değildir. Özellikle Yürüyüş dergisinin ve yazarlarının çabalarına karşın TİP yönetimi Sosyalist devrim çizgisini parti üzerinde giderek ağırlaşan bir kambur olarak görmeye başlamışlardır. Ta ki sorun 1978 yılında “çözülene” dek.

75-80 dönemi sosyalist devrim çizgisinin geliştirilmesi konusunda hakkı yeterince verilememiş bir dönemdir.

Bu açığın kapatılması gerekiyor.

Dipnotlar

  1. Belli’nin Yön’de yazılarının çıkması dışında, Avcıoğlu ile Belli arasında bir eşgüdüm olduğu hiç söylenmiyor. Muhtemelen yoktur. Avcıoğlu’nun Yöncülüğü ile Belli’nin MDDciliği arasındaki ilişkiler için bak: Giritli Aydın, Türkiye’de Devrimci Demokrasi, Gelenek 8, özellikle s. 63-70
  2. Küçük, Yalçın; Türkiye Üzerine Tezler 3; Tekin Yay. İst. 1986; s 281
  3. Boran, Behice; Türkiye ve Sosyalizm Sorunları; Gün Yay. İst. 1968; s. 118-119
  4. M. Ali Aybar Çekoslavakya sorununa ilişkin olarak tartışmaların kızıştığı bir sırada şunları söylüyor: “Milli mücadelenin sosyalist mücadeleden önce yürütülmesi gerektiğini bir zorunlulukmuş gibi söyleyenler var. Sosyallist literatüre bakılırsa bunların söylediklerine rastlanır, bizim söylediklerimize ise pek rastlanmaz.” (1968 Ankara İl Kongresi Konuşması, Ant dergisinden aktaran Sayılgan Ajlan; Türkiye’de Sol Hareketler; Hareket Yay. İst. 1972; s. 465) Aybar burada Çekoslavakya konusundaki tutumunu da, strateji konusundaki özgünlük ile aynı potada eritmek istiyor. TİP önderlerinin çizdikleri stratejinin “uluslararası merkezler”de yazılıp çizilenlerle uyuşmadığını bildikleri ve bundan da pek gocunmadıkları anlaşılıyor
  5. Boran, Behice; “Kestirme Yol Yoktur” Sosyal Adalet sayı 11 (aktaran Metin Toker; Solda ve Sağda Vuruşanlar; Akis Yay. Ank. 1971; s. 76
  6. Kıvılcımlı Hikmet; 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi; Ant Yay. İst 1970; s. 168
  7. a.g.e s. 299
  8. Baştan bu yana vurgulamaya çalışıyorum; TİP’te sözünü ettiğim kimlik aranışında üç önemli isim Aybar, Boran ve Aren’dir. 61-71 döneminin başlarında aralarında buldukları çok önemli, hatta Türkiye sosyalist hareketi açısından “tarihi” asgari müştereklere karşın, gene de farklılaşmalar gösteriyorlar. Türkiye’de yeni işler denemek isteyen, Türkiye toplumuna ilişkin olarak yeni çözümlemelere gitmek isteyen ve eski bir geleneği yeni bir biçimde canlandırmak isteyen üç marksist arasındaki ortak nokta “yeni”liktir. Ama bunun dışında çok farklı insanlardır. İlk tasfiyelerde Parti dışındaki MDD’cilerle ilişkisi olduğu için ihracı istenen genç bir TİP’linin savunmasında şu satırlar yer alıyor: “Onlar benim arkadaşlarımdı. Acaba sayın Aybar’ın sonuna dek beraber yürüyebileceği, benim burada dediğim gibi ağzını doldura doldura ARKADAŞ diyebileceği bir kişi var mı?” (İleri, R. Nuri; TİP’te Opartunist Merkeziyetçilik, Yalçın Yay. İst 1987; s 449) Çok güzel anlatmış. Aybar tam tamına yalnız, bu nedenle de vesveseli, aynı nedenle de tüm “taban” retoriğine karşın ceberrut bir kişidir. 1968’de en yakınlarına bile danışmadan kimi konularda bayrak açması, gerçekte yalnızlığının sonucudur. Aybar’la birlikte Boran’ı da yakından tanıyan İleri, Boran’ın “ideolojik açıdan ihraç edilen 13’lere yakın olması gerektiği” (a.g.e s. 578)üzerinde duruyor ki, buna katılmıyorum. Daha doğrusu Boran da bir geleneğin temsilcisidir ve bu anlamda topun ağzındakilerle aynı konumdadır. Ancak MDD konusunda Boran baştan beri oldukça kararlı ve ödünsüz bir tutum sergilemiştir.
  9. Boran; Türkiye ve Sosyalizm Sorunları; s. 69
  10. Aybar, TİP’in 1968 yılı Kasımı’ndaki 3. Büyük Kongresi’nde yaptığı kkonuşmada şunları söylemektedir: “Temel çelişki olan emek-sermaye çelişkisi, toplumlara göre türlü biçimler alabiliyor. Mesela Türkiye’de bu çelişkinin kutupları: Bir tarafta Amerikan emperyalizmi, milletlerarası kapital, onun aracısı olan sınıflar, kompradorlar, ağalar, bürokratlar, toprak ağaları; öte tarafta işçi sınıfı, topraksız köylüler, az topraklı köylüler, zanaatkarlar, küçük esnaf, şu ve ya bu şartlar altında geniş amlamda emekçi sınıfların heyeti mecmuası…” (bak: Sayılgan: a.g.e s.494) “Temel çelişki olan emek sermaye çelişkisinin toplumlara göre türlü biçimler alışı” kuşkusuz çok doğrudur. Ancak bu temel çelişkinin Türkiye’de Aybar’ın sözünü ettiği “biçimi” aldığını söylemek mümkün değildir.
  11. İleri, R. N.; TİP’te Oportunist Merkeziyetçilik; Yalçın Yay. İst. 1987, s. 68
  12. Eski defterler konusunda 1968 yılında Ant dergisi sayfalarında ilginç bir kapışmaya tanık olunmuştur. Bu kapışmada yazılanlar tümüyle okunduğunda, geçmişin tartışmalarını 61 sonrasına taşımamakta gösterilen titizliğe hak vermemek düşünülemez. Kendi hesabıma açık açık söylüyorum: 61-71 döneminde her ikisinden de tek sözcük yararlanmadığım, kimsenin yararlandığına inanmadığım bir Belli ile bir Baştımar arasındaki kavgada kimin haklı olduğuyla hiç ilgilenmedim. Ant’taki kapışmadan A.Dino’nun sözlerini aktarıyorum: “Bu satırları yazarken dileğim eski defterleri karıştırmak değil; istediğim, eski günlerden gelme bulaşıcı hastalığı genç kuşaklara sıçratma denemelerine engel olmaktan ibaret.” (Sayılgan; a.g.e. s. 451)
  13. Özdemir, Hikmet; Kalkınmada Bir Strateji Arayışı, Yön Hareketi; Bilgi Yay. 1986, s.157
  14. a.g.e.; s. 142
  15. a.g.e.; s. 247
  16. Belli, Miihri; Yazılar 1965-70; Sol Yay. Ank. 1970 s. 31
  17. a.g.e. s. 40-41
  18. a.g.e. s. 36
  19. a.g.e. s. 241-242
  20. a.g.e. s. 137
  21. a.g.e. s. 280
  22. a.g.e. s. 29
  23. Erdost, Muzaffer; Türkiye Sosyalizmi ve Sosyalizm; Sol Yay. Ank 1969; s. 21
  24. Kıvılcımlı, Hikmet; Devrim Zorlaması, Demokratik Zorlama; TMY İst. 1970; s 181
  25. Kıvılcımlı’nın Nazım’dan hoşlanmadığı biliniyor. Nazım ise Kıvılcımlı hakkında şöyle bir değerlendirmede bulunuyor: “Bir tarafı nasıl doğru, nasıl sıhhatli de, diğer tarafı Dostoyevski tipi gibi.” (Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar; Bilgi Yayınevi, Ankara 1975, s.156) NAzım’ı biraz “demode” saymak mümkün: Bolşevik ruhlu Nazım, Dostoyevski tipi olmayı bir sağlıksızlık sayıyor. 12 Eylül dönemini yaşasaydı, Dostoyevski tipi olmanın hem gelişkinlik hem de devrimcilik için neredeyse bir önkoşul sayıldığına tanık olur, şaşırırdı.
  26. a.g.e. s.91
  27. a.g.e. s. 206
  28. a.g.e. s 109-110
  29. a.g.e. s. 142
  30. Boran, Behice; Türkiye İşçi Partisi 1961-71, Yürüyüş sayı: 67, 20 Temmuz 1976
  31. a.g.m.
  32. a.g.m.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×