Soldan İnsan Manzaraları

Cumhuriyet gazetesinden her seçim arifesinde araştırmalar anketler, röportajlar, okunur ve saf okuyucu, hani neredeyse sosyal-demokrasinin iktidar olacağına inanır. Burada saflık değil yönlendirme önemli, ve bu amaç gözönüne alındığında abartmayı haklı ve tutarlı bulmak da mümkün.

Türkiye’nin “solcu” gazetesini okumalarının katkısı nedir bilinmez ama, sosyalist solda gelişmelere karşı yine bir abartmacı yaklaşım vardır. Tek bir farkla ki, sosyalistler gelişmelerin sonuç ya da yankılarını, boyutlarını önceden göstermek değil, işler olup bittikten sonra dünyanın sarsılmakta olduğunu haykırarak bu abartma işlemini yaparlar. Yönlendirilmesi hedeflenecek “başkaları” da yok. O zaman bu demek ki, solcularımızın motive olmak için kendi seslerinden heyecanlanmaları gerekiyor.

Türk solcusu bıkmadan usanmadan bir dönemin bittiğini, yeni perdelerin açıldığını, artık şunların kesinlikle olamayacağını, vb. söylerler. Ama bu ülkede işler hiç de keskin virajlarla, hızlı tempolarla gitmez de, değişimler alttan alta işlerler.

Bu yazıda yalnızca kimi sosyalistlerin çağ kapatıp açma meraklarına vb. değinmekle yetinmeyeceğim. “Oto-motivasyon” kendisini farklı konu, alan ve biçimlerde de dışa vuruyor. Niyetim bu güncel biçimlenişlerin en çarpıcılarını yanyana koymaktan ibaret. Elbette kendi tercihlerimi ve yorumları ekleyerek.

YARATICI ORTODOKSİ-YENİ ARKAİZM

Uluslararası gelişmeler arasında son yılların en önemli olayı, Sovyet reformları ve restorasyonun neyi bitirip, neyi başlattığı daha çok tartışılacak. Yürümeyen aygıtlar, iflas eden pratikler, çözüm üretmeyen teoriler ve çaresiz politikalarla elbette hesaplaşılacak. Ancak en azından yakın zamana kadar, ortalıkta ya eli ayağına dolaşan, paniğe kapılmış arayışçılar, ya umudunu yitirip, olsa olsa günü kurtarmaya bakan reel politikerler, ya da “biz demiştik”çiler görünüyordu. İlk önce sahneye fırlayanlar dönemsel belirlenimlerin etkisini daha fazla taşıdıkları için tarihsel doğruya genellikle yakın duramazlar. Bir rüzgara kapılmışlardır, kurtulmaya çalışırken tozları daha da havalandırırlar. Şimdiye kadar yaşanan genel anlamda bu safha oldu; artık bunun sonuna gelinmesi gerekiyor.

Muhtemeldir ki, Türk solunun yaratıcılıktaki zaafı, evrensel düzeyde zamanı daralanların önüne, burada uzun bir süre sunacaktır. Örnek mi? Arnavutluk’tan gelen tehlike sinyalleri biliniyor. Şimdilik kararlı ve dengeleri gözettiği yolunda bir görüntü sergileyen AEP önderliği, Batı basını ve yorumcuları “şimdi sırada Arnavutlar var!” demeye başladıkları sıra şu mesajı veriyorlardı dünyaya: “Doğu Avrupa partilerine benzemeyeceğiz!” Asli içeriği bir yana, bu mesaj AEP önderliğinin kendisini, birkaç yıl önce çok uzak baktığı hareketlerle karşılaştırmakta olduğunu gösterir. Bilinir, karşılaştırma için ortak bir payda gerekir. Peki sosyal-emperyalizm, sosyal-faşizm nerede kaldı? Hani bunlar devlet tekelci kapitalizmin temsilcileriydi?

Bu tezler bitmiştir. Maoculuğun son kırıntıları da bir toplumsal pratik karşısında eskiyip erimiştir. Aynı dalga Bulgaristan’ı ve Arnavutluk’u aynı yönde etkiliyor ve örneğin bu iki ülkenin, ancak reel sosyalizmin iki varyantı kadar birbirlerinden uzak olduklarını bizzat önderlikleri kabul ediyor.

Peki Maocu/Hocacı gelenekten gelen Türkiyeli devrimciler bu değişim eğrisi karşısında ne yapacaklar? Artık sosyalist sistemin çöküşüne burjuvazi içi hesaplaşma olarak bakmak, ya da “tek doğru AEP” diyebilmek ne denli mümkün? Mümkün ise de ne anlamı var?

SBKP Kongresi sürerken emperyalizmin yedi şefi bir pazarlık masasında buluştular. Sovyet önderliği de, Küba da, SSCB’ye bağlı adalar da masaya yatırıldı. Bu olaylar dizisi nasıl tahlil edilecek, hangi politika sosyalistlere yakışan seçenek olacak?

“Herşey farklı artık, barışçılık, gezegenimiz” diyen reformizm ile “biz demiştik”çi solculuğun kalkış noktalarından tahlil ve politika üretmeyi bir deneyin… Küba mı? Sovyet yardımıyla ayakta duran, kendini yenileyemeyen, kapitalizmin iç çelişmelerinden yararlanmayı ve barışı düşünmek yerine eski dogmatizmde direnen bir önderlik! Kimilerine göre bürokratik işçi devleti, ya da başkaları için “zaten devlet kapitalizmi”… SBKP’nin muhafazakarları mı? Onlar Stalinist! Japonya’nın hak iddia ettiği adalar? İşgal varsa, yanlıştır; aslolan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı. Halk isterse kapitalizme de dönülür…

Bunlar spekülasyon falan değil. Bu “politika” önerilerine varmak belirli öncüllerden yola çıkıldığında kaçınılmaz sonuçtur. Hiç de sığ olmayan, tersine oldukça rafine bir örnek de verebilirim. Nail Satlıgan’ın Görüş dergisinin Temmuz sayısında “Fiilen Var Olmayan Sosyalizm” başlıklı bir makalesi çıktı. Satlıgan sosyalist saymadığı “reel sosyalizm” in çöküşünün sosyalizm tasarısına da gölge düşürdüğünü yazıyor. Yazı, Gelenek‘in bir yazarı olarak üzerime de alındığım bir öneriyle sona eriyor: ” ‘Fiilen varolan sosyalizm’, başını Demokratik Almanya’nın çektiği bir süreç içinde ‘fiilen varolmayan sosyalizm’e dönüşmeye yüz tutarken, sözkonusu teoriye ve temsil ettiği gerçekliğe daha büyük bir kıskançlıkla sarılanlara gelince… Onlarınki, eski önderleri bir punduna getirip dört duvar arasına göndermekten ve bütün kabahati onlara yükleyip, yeni koşullar altında siyasi ikbal avcılığını sürdürmeye çalışmaktan elbette daha faziletli bir davranıştır. Ama asıl büyük fazilet, yanılgıyı açıkça kabul etmek değil midir?” (Görüş 44 s.2l)

Bir an için reel sosyalizmin tarihsel/teorik kazanım olma yönünü bir kenara koyalım. Önerilecek politika hakkında ne söyleyebiliriz? Bugün kapitalizme geri dönüşe karşı direnen ülkeler, partiler… Eğer bunların bir yanılgının üzerinde durdukları kabul edilecekse, o zaman en iyisi yanılgıyla birlikte çökmektir. “Biz söylemiştik”çiler Satlıgan’ın kaleminden “bırakınız çöksünler” diyorlar.

Troçkist politik devrim tezini hatırlatacak olan çıkarsa, yalnızca şunu söyleyebilirim: Politik devrim önerisinin öznesi yoktur. Bürokratik, yozlaşmış vb. oldukları iddia edilegelen geleneklerin dışındaki özneler restorasyoncu ya da son derece marjinaldir. Dolayısıyla bu öneri restorasyona göz yummak anlamına gelen bir apolitizmden ibaret kalıyor. Troçkizm ile sınırlayarak düşünüldüğünde devreye giren bir başka tuhaflık “işçi devleti”nin mevcut konjonktürde nasıl savunulacağına ilişkin. Süratle kapitalizme giden bir süreçte, direnenleri “bunlarınki sans phrase (düpedüz Satlıgan) sosyalizm değildi ki” diyerek mi savunacağız, emperyalizme karşı!

Perfeksiyonizm adına apolitizm… Yıllar boyu, geleneksel sol karşısında yeni solun cazip yönü mevcudun yetersizliklerinin ötesine bakan söylemi olmuştur. Ama her kritik dönemeçte bu perfeksiyonizm reel olana yakınlaşıp ona sahip çıkmak, ya da tahvil olmak ile apolitizm ikilemine gelip dayanır. Bugün bir kez daha aynı dönemeçteyiz. Kimin yaratıcılığa yatkın olduğu, kimin arkaizmin yeni biçimlerine denk düştüğünü test etmek için iyi bir fırsat.

ÖRGÜTSÜZLER Mİ BAĞIMLILAR MI

Sol hareketin genel alanı içerisinde birden fazla örgütlü yapının yanı sıra bağımsız tekil bireylerin de bulunması olağandır, üstelik buraya kadarı her zaman her yerde geçerli olmuştur. Tek bir yapının mevcut insan malzemesinin tümünü kapsamına alabilmesi ne pratik ne de teorik olarak zaten mümkün değil.

Türkiye’de örgütler-bağımsızlar ilişkisinde on yıl öncesinde geçerli görülen bir model vardı. Birincisi, toplamın büyük kısmı örgütlü idi. İkincisi, örgütlü olmak teorik, pratik ve ahlaki açılardan hem değer verilen bir nitelikti, hem de bir hedef sayılırdı. Üçüncüsü, “bağımsızlar” kategorisi kendi içinde meşru bir ayrıştırmaya tabi tutulurdu: Aydın niteliği ağır basan bir kesim, solculuk parkurunun sonuna gelmiş olanlar, yapı değiştirme noktasında ya da arayış içinde olanlar… Son kesim ait olduğu kategoriden ziyade, manen örgütlülere daha yatkındı. Dördüncüsü, iki kümelenme arasındaki gerilim, tüm bunların sonucu olarak, oldukça klasik bir nitelikteydi: Karşılıklı küçümseme, ama küçümsemenin öznelciliği bir yana bırakılırsa, yine karşılıklı haklı temelleri bulunması. Klasikleşmiştir, bağımsız aydınlar örgütlerin ufuklarını dar bulurlar. Bu yargıda politik kadronun kültürel alanda bu aydınlardan görece geriliğinin sunduğu bir haklılık zemini vardır. Ama öte yandan kültürel aydın da politikayı gündelik biçimlenişleri çerçevesinde kavrayamamak gibi bir zaafa sahiptir…

Bu model bugün önemli ölçüde değişti. Ancak buraya gelmeden Türkiye sol entelijansiyasının geçmişine ilişkin bir hatırlatma: Türkiye’de 1960-70 döneminde sol hareket toplumsal süreçlerin önemli bir bileşeniydi. Bu etkinliğe sahip olmanın ötesinde politikası, kültürü, sanatı, örgütü, kadrosu, kitlesiyle ve kendi iç farklılaşmalarının üzerinde, bir entelijansiya dönemi olmuştur bu yıllar. Bu on yılda Türkiye’de bir çok yönlü sol aydın kuşak yetişmiştir. Sonrasında ise solun kültür ve sanata yaklaşımının ve bu alanlardaki üretiminin avamlaşarak eridiği görülür; politika toplum sathından daha dar kesitlere kayar. Nicelik kaybından öte, burada vurgulamak istediğim solun etki alanına giren nüfusun toplumun bütününe yönelik kapsayıcı iletişim kanallarını yitirmesi… Kimileri nicel olarak çok ciddi düzeydeki oluşumların genel bir politik çekim merkezi nitelikleri giderek kalmamaktadır. Paralel biçimde 1970′ ler kadro-kitle ayrımının silikleştiği, örgüt kavramının fetişleştirilirken prestij kaybettiği yıllar olmuştur. ’70’lerde bir önceki on yılın entelijansiya kuşağının rantı yenilmiş, ciddi bir birikim biraz da hovardaca kullanılmıştır. Tekil hareketlerin ve kadroların katkılarını tartışmaksızın, toplam sonucun bu olduğu söylenebilir.

Her iki dönemde de bağımsızlar-örgütler gerilimi elbette vardı. Ancak 1960’lar bağımsız kültürel aydınların dar ideolojik/örgütsel kimliklerce değilse de, hareketin bütününe kazanılabilmesiyle belirlenir. Kazanılamayanlar için öncelikle kendi kimlikleri sorgulanmalıdır. Oysa ’70’ler kültürel aydının, kapsamı ve çapı daralan sol siyasetin dışına itildiği bir dönemdir. Gerilim artmış, tekil gruplarca massedilememekten öte, aydınlar solun da marjinalleri haline gelmişlerdir. Aydınların solda marjinalleşmesi entelijansiyanın tükenmesidir de.

Burada kullandığım ve sol yazında çok da oturmamış kavramlar için bir parantez açmakta yarar var. Olası bir çağrışımın aksine entelijansiya döneminin elitizm ile bir ilişkisi yok. Kapsayıcılık ve etkililik bu dönemde artıyor. Avamlaşma sürecinde ise popüler kültür ve söyleme karşılık toplam etki azalıyor. Bir de, burada döneme damgasını vuran alt-kültürleri, siyasal program ve aktiviteleri içerik açısından yargılıyor değilim. Bunlardan birinin diğerini dıştalayacak tarzda kesen doğruyu temsil ettiği düşünülemez. Ancak bugüne ve geleceğe taşınabilecek değerlerin entelijansiya eliyle daha dayanıklı biçimde ambalajlandığı söylenebilir. Kesinlikle taşıdığı mesajın doğruluğu-yanlışlığı sözkonusu edilmeksizin ’70’lerin onlarca gazete ve dergisinin bıraktığı imaj ile bir Yön‘ün ya da Ant‘ın çizdikleri bütünlüklü ve etkili görüntü karşılaştırılabilir.

Şimdi bugüne sıçramak belki de daha kolay olacak. Doğrusal olmasa da düzgün biçimde 1990’a dek örgütlerin kapsam, çap ve prestij daralması sürdü. Bu resmin diğer veçhesi kaçınılmaz olarak bağımsız solcunun politizasyon düzeyinde gerileme olur; olmuştur. 12 Eylül her iki anlamda bir dönüm noktası değil ama bir sıçrama teşkil ediyor. Son on yılda kollektivitelerin gündemleri giderek “özelleşip”, kendi özgün ve çoğu zaman sağlıksız ama kaçınılmaz kıstaslara sahip hale geldiler. Dahası aşırı özgünleşme, perspektiflerin nesnel dinamiklerden arınması ölçüsünde örtük bir apolitizm üretti. Kollektiviteler örtük apolitizm üretirken, tekil bireylerin kelimenin her anlamında atomize olmamaları çok zordu; bu da oldu.

Bir sonuç olarak, 1980’li yıllarda solculuk parkuru çok kısa süren, çabuk tüketilen/tükenen bir genç kuşak geldi geçti. Bu insanlar üniversite derneklerinin dalgasıyla bir-iki yıllığına aktivize oldular. Geri demokrasi projeleri ve açılım sağlama şansı bulunmayan yapılarca, temelsiz bir zirveye hazırlıksız yükseltildiler ve kaybedildiler.

İkinci olarak, örgütlerin özel gündemleriyle birarada tutulması olanaksız geniş bir insan malzemesi “bağımsız”laştı. ’70’lerde silikleşen kadro-kitle ayrımının üzerinde kişiliksizleşen bu topluluğun kitle olmaya yatkınları eridi. Diğerlerinden bir bölük, kapitalizmin modern hizmet sektörlerinde ve management görevlerinde istihdam olurken, kimileri “kovuklar”da hareketsiz, bazıları duyarlı beklemeye geçti.

Üçüncü sonuç, birey olmanın faziletleri üzerine bir külliyat üretilmesidir. Bu külliyatın kollektivite özelliklerini yitirmeye yüz tutmuş çevrelerce körüklendiğini eklemek, ve bu işten solun hiçbir sektörünün bağışık kalamadığını vurgulamak gerekir. Hatırlansın, örgüt alerjisini sol içinde yayan bir odak olarak eskiden Birikim çevresi anılırdı. Bu misyon, hafızam beni yanıltmıyorsa, sırasıyla Maocularca, yeni solcu çevrelerce, çok sayıda devrimci demokrat hareketçe, ardından geleneksel soldan örgütlerce üstlenildi. Yeni Olgu‘yu, ilk haliyle Yeni Gündem‘i bizzat siyasi toplulukları temsil eden yayınlar izledi.

Oysa, genel planda, örgütsüz olmayı bir değer üretiminin katlanılabilir maliyeti haline getirebilmek, sol hareketin bütününün içinde tam anlamıyla kapsanabilen ve tanımlanabilen bir nitelikli kültürel aydın topluluğunun harcıdır. Evet bu insanlar bugün de vardır. Örgütlerle dar anlamda bir gerilim yaşarlar. Ama öznel pozisyon ve tercihler ne olursa olsun, değer üretimi sürdükçe ortada bir karşılıklı koşullama ve bütünleme ilişkisi de vardır.

Ama 1990 Türkiye’sinde soldaki “bağımsız”ların olsa olsa bir cüz’ü yukarıdaki genel tabloya oturabilirler. Bunların dışında kalanların bir kısmı solculuk “macerası”nın son demlerini geçirenler, yine bir kısmı kollektivite tercihi noktasında olanlardır. Bu kategorilere de sığmayan ve bağımsız solcuların çoğunluğunun dahil olduğu topluluk ise bir politik duyarlılığa sahip, ancak sürekli bir dinamizmin ortam ve organlarından yoksundur.

Düşünsel olarak da, somut olarak da “örgüt” tarafından doldurulamayan boşluğun yıllardır başka adayları türemiş bulunuyor. Sosyalist hareketin politik düzeyde ses çıkaramadığı dönemlerde kaçınılmaz olarak öne çıkan ve sürekliliği sağlamanın dışında özgün misyonlar da üstlenen edebiyat-kültür-sanat alanı bir dönem sözkonusu boşluğa doğru kaymıştır. Sonuç kültürel üretimin sosyalist politikayı besleyici değil, depolitize edici rol oynaması olmuştur. Böyle bir kaymanın getirisi olacaksa da, bu ancak bir kollektif siyasi ağırlıkla toplanabilir, yani realize edilebilir.

Sosyalizmin kendisini yeniden üreteceği, ama sınıf mücadelesinin ekseni açısından marjinal sayılabilecek alanlarla, yine sözkonusu boşluk doldurulmaya kalkışılmıştır. Kadın sorunu, çevre sorunu, vb. bu anlamda depolitizasyonu saçan merkezler haline geldiler. Ulusal sorun gibi siyasal önemi yüksek bir konu, boşlukta kalanlar için bir kimlik deklarasyonu ve deşarj kanalı işlevi görür hale gelmiştir. Sosyalist kollektif işleyişlerin sorunları üzerine bitip tükenmek bilmeyen sosyalist demokrasi tartışmaları, yine bir diğer depolitizasyon merkezidir. Dahası sosyalizmin varlık zemini işçi sınıfı hakkında bile, sosyalist politikanın devre dışı tutulduğu bir arı teori kurulmaya yeltenilmektedir. İkamecilik eleştirileri artık, daha doğrusu çoktandır uvriyerizm haline geldiler.

İşin tuhaf tarafı bu alanların hiç biri, kendilerinde, tanımları gereği olumsuzlanmaları mümkün olmadığı gibi, sosyalist hareket açısından farklı düzeylerde büyük önem ve ciddiyet taşırlar. Örgüt nosyon ve gerçekliğinin eksikliği, farklı bir momentte sosyalizme ufuk açabilecek alanların da dejenere olmasına neden olmuştur.

Kültürel aydın kimlikleriyle, belki de sol harekete bir artık aktarmanın maliyeti olarak “tek başlarına” duranları ayırarak söylüyorum: Bugün Türkiye solundaki geniş bir insan topluluğu nötr, tarafsız bir niteleme olarak “bağımsız” sıfatını değil, olumsuz bir vurgu olarak “örgütsüz” sıfatını haketmektedirler. Kuşkusuz bu topluluğun varlığı bir nesnel durumdur, verilidir. Ama bu varoluşun örgüt nosyonuna karşı sürekli ürettiği alerji öznelliğin alanına girer, dolayısıyla aşılması için de gereken öznel bir müdahaledir.

Bu yazıda bölümlere serpiştirilen fotoğrafların tümü yan yana konulduğunda bu müdahalenin yönünü gösterebilmiş olacağımı umut ediyorum. Şimdilik sorunu tanımlamakla yetiniyorum. Sorunumuz bağımsız sosyalistler ile örgütlüler arasında değildir. Dar ve kişiliksiz “aparatçik” anlamında “bağımlı”lar ile bağımsızlar arasında bir ikilem bulunmuyor. Türkiye’de “bağımlı”lar mevcut; ama bağımlılık hali sol için köklü çözümü temsil edebilecek bir örgütsel sıçramaya olsa olsa “katkıda bulunmamak” yoluyla olumsuz etki yapar. Oysa “örgütsüzler” örgütsel sıçramanın tüm mantığını yadsıma noktasında ya da bu noktanın eşiğindedirler. Muhtemelen, Türkiye solu yeni bir entelijansiya dönemi yaratırsa, bunda sosyalist kültürel aydınların önemli katkısı olacak ve bunlar hareketin “bütünü”ne daha sağlam bağlarla kazanılacaktır. Bağımlılar süreci geç kavrayarak izledikleri ölçüde politik varoluşları sürecektir. Örgütsüzlerin ne olacağı ise bilinmiyor, ama şu anki yaygın psikolojileri dönüştürülmedikçe tatmin olmayacakları kesindir.

Bir de, tüm bu kategorilerin herhangi bir bölmesine sığmayacak bir kütle var. İşçi sınıfının ileri unsurları, gerek geçmişten bugüne kalan diri öncü işçiler, gerekse son yıllardaki eylemlilik içerisinde yetişmiş olanlar bugün büyük çoğunlukla tekil hareketler tarafından massedilememektedir. Sosyalist hareketin bir kitlesel açılımı, önce aslında “kitle” niteliğinden daha ilerideki bu topluluğu kucaklamayı hedefleyecektir. Daha doğrusu bunu elde ettiği ölçüde sözkonusu açılım gerçekleşebilecektir.

ÖRTÜK APOLİTİZM

Yukarıda geçerken kullanılan bu tamlamayı biraz örneklemekte yarar var. Örtük apolitizm oto-motivasyonla aynı olgunun kimi veçhelerini vurguluyor. Şurası kabul edilmesi gereken, hatta tartışmasız bir şey: Sosyalist hareket, burjuva toplumu çerçevesinde varlık koşullarını büyük ölçüde kendisinden üretmek durumundadır. Genel anlamıyla düzenin marjında uzunca bir süre geçirmek zorunda olan sosyalist hareket, bu durumunu fizik güç, yani sınıfı hareketlendirmesi ve sınıf mücadelesindeki etkinliğiyle aşabilir ancak. Bunu yaparken kendisini güncellikte gerçekleştirir. Ama nihai perspektifini, nihai hedeflerini, yani kimliğini olduğu gibi gerçekleştirme olanağını bulamayacaktır. Hem bu eksikliğin yıkıcı bir faktör olmasını engellemek, hem de güncellikte kendisini gerçekleştirmek, bu kimliğin tarih bilinci olarak sürekli varedilmesini gerektirir. Bu sözlük anlamıyla oto-motivasyondur. Sosyalist hareket kendisini, kendinden kalkarak tanımlamak durumundadır.

Türkiye solunun güncel olarak yaşadığı sorun ise bunun ötesindedir. Tek tek hareketlerin kendilerini vareden gündemleri, tarihsel kimliğin dışa vurulma kanallarının güncel darlığı gibi bir kısıtla maluldur. Ancak bunun ötesinde de, bulunan kanallar kimliği dejenere edici nitelikte olabilmektedir.

Birincisi, çevrelerin kadrolarının kökenlerinden, zaaflarından kaynaklanan sorunlar özel gündemleri belirlemektedir. Öyle ki, iç süreçlerde katedilen mesafe tam bir kısır döngü halinde yine tamamen iç süreçlerde test edilebilmektedir. Oysa her atılan adımın sınırlı da olsa nesnelliklerde sınanması gerekir.

İkincisi, nesnel kıstaslardan yoksunluk hastalıklı bir kendi kendini doğrulama yöntemiyle tatmin edilebilmektedir. Artık dış dünyaya, özel modeli doğruladığı ölçüde ve doğrulaması için başvurulur. Yeni solun çöken reel sosyalizmde politik devrimin ipuçlarını keşfetmesi, kaba geleneksel solun aynı çöküşü uzun süre anlamazdan gelmesi, tabii en tuhafı TBKP’nin modern ve demokrat burjuva arayışında Cem Boyner’e rastgelmesi buna örnek sayılabilir.

Eldeki insan malzemesinin sorunları, ihtiyaçları, dinamizmi ve potansiyelini, örgütlü yapıların olanak, avantaj ve zaaflarını, ülke siyasetindeki boşlukları, işçi sınıfının ve genelde toplumun sosyalizm karşısındaki konumlanışını… Tüm bunları birleştiren ikna edici bir model ve buna uygun düzenli, tutarlı politik adımlar… Bunu gerçekleştirebilen pek az kollektivite mevcut.

Ve aslında bu ögelerin önemli kısmını barındırmayan, eksik yaklaşımlarla üretilen politikalar, kollektivite tanımıyla çelişecektir. Eksikler üretilen politikanın yüzünü dışarıdan içeriye çevirecek, kollektivitenin “müdahil özne” olma özelliği yitirilecektir. İçe dönük politizasyon, apolitizasyonun bir diğer adıdır.

SONUÇ YA DA UYARI

Solun insanlarındaki bu sorunların aşılması için genel olarak iki farklı süreç tasvir edilebilir. Biri çelişkilerin serpilip gelişmesi ve müdahalelerin de katkısıyla bir sentez sonucun olgunlaşması. İkincisi bu olgunlaşmayı beklemeksizin çözümü bir sıçramada aramak. Her ikisinin Türkiye solunda özel olarak devrimciler arasında savunucuları vardır.

Olgunlaşma vurgusu, zaten yaşananlardan farklı değildir. Savunucuları genellikle kendi pozisyonlarını “ayağımızı yere basalım”, “gerçek hayatı unutmayalım” “elimizde ne varsa onunla ve sadece bugünü düşünerek yola çıkalım” vb. ifadeleriyle temellendireceklerdir. Peki eldeki olanakların, verili durumun adım adım gelişmesinin gerçekçi olduğu görüşü neye dayanıyor?

Doğal gelişme ritminin muhtemel sonuçları üzerine kimi tahminlerde bulunabilirim ve çok da spekülasyona düşmeyeceğimi iddia edebilirim.

Bir, doğal gelişme ritminde kendi kendini motive etme ve doğrulama mekanizmaları daha rahat işler. Oysa bu sorunun farkına varılması için bile kimi uyandırma müdahaleleri gerekir. Üstelik doğal ritm bugün bir anlamda iç dinamizmin kısırlığını veri almaktadır.

İki, örgüt nosyonu deforme olmaya ve prestij yitirmeye devam edecektir, çünkü bunun nedenleri doğal ölüme bırakılırken, sorunu katmerleştiren “boşluk”un kendisi belirli bir hızla büyümektedir.

Üç, sürecin bu anlamda ağır işlemesi karşısında çözüme doğru atılmış kimi adımlar geçersizleşebilir. Başka bir deyişle, bu yolda alınmış mesafeden geri düşülmeyeceğinin garantisi bulunmuyor. Alınmış mesafe derken, tekil grup çabalarını dışta tutarak özellikle birlik çalışmalarını kastediyorum.

Dört, bağımsızların niteliği üzerine yargılarım doğru ise, şu sonuç yazılabilir: Bu kütle bir atılımın motoru olamaz, çünkü atılım örgüt ile yapılır. Yeni bir örgütsel sıçrama için eleştirel ya da negatif unsurlardan ziyade, yapıcı, pozitif ögelere ihtiyaç vardır.

Beş; ama şu da bir gerçektir ki, artık eski tür “sıçrama” tasarıları pek de geçerli değildir. Bu bağımsızlar topluluğunu örgütlü mücadeleye ikna etme, çekme becerisini göstermek, bu anlamda bu insanları dönüştürmek gerekiyor. Sözkonusu topluluğun bir bölümünün ’80 sonrasındaki sosyalist olmak için en uygunsuz koşullarda sosyalizmi seçmiş genç ve nitelikli insanlardan oluşmuş olduğu unutulmamalıdır. Bu insanları kazanmayı gözetmeyen projeler yetersiz ve zaaflıdır.

Türkiye solu elle tutulur, gözle görülür gelişme yollarına girmedikçe, kaçınılmaz olarak dönemlerin açıldığından, kapandığından, büyük dönemeçlerden sözedilecektir. Oto-motivasyonun da, bundan başka tarihsel zaaflar birikiminin de kaçınılmaz ürünü bu. Bu yaklaşım yöntemine karşı son derece dikkatli olunmalıdır. Ortada kalabalık bağımsız solcular var diye, örgüt nosyonunun aşındırılması, “artık yeni tip, tabandan vs. örgüt gündemde” söyleminin mazur görülmesi buna bir örnektir. Sol arabesk kültür yaygınlık kazanıyor sabah akşam “kent yoksulları”ndan sözetmek bir diğeridir. Dahası yaşanan birlik sürecinin illüzyonlar yaratacak denli “yeni” olduğunu haykırmak da benzeri bir yaklaşımdır; ipuçları görülebiliyor.

Türkiye solunun iddialılığa ve sıçramaya ihtiyacı var. Ama sonuç alabilmek için itidale öncelikle ihtiyacı var. Bu olmadan üretilecek “yenilik”ler olsa olsa yeni-arkaizm türevleri olacaktır.

Türkiye’de tarihsel boyutu olmakla birlikte güncel çarpıcılık kazanan tutumlar, yenilik fetişizmi, örtük apolitizm, tasfiyecilik vb. her kesime ulaşıyor. Ancak, yenilik fetişizmi kimlik kartına yazılı olan yeni solcu eğilimler, yirmi yıla yakın zamandır partileşme sürecinin özel ve özgün evrelerinde gezinip de kollektif ruhu devrimci demokrat uçarılığın önüne geçiremeyenler, “örgütsüz” solcular ve dünyaya ancak kendilerini doğruladığı kadarıyla bakan kerameti kendinde menkul “Marksist-Leninistler”… bunların anlatılan yanlışlardan kurtulmakta motor güç rolünü oynama şansları bellidir. Ama sorunların çözümsüz kalacağı bir durum Türkiye solunun gündeminde, olasılıklar yelpazesinde bile yer almamalıdır…

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×