Sosyalist Örgütlenmede Olasılıklar ve Olanaklar

Türkiye solu uzun süredir “birlik”le yatıp “birlik”le kalkıyor. Somut sonuçlar, ya da sonuçsuzluklar da alındı; bir tarafta SP, diğer tarafta TBKP… İlkinde birleşik yasal parti hedefiyle yola çıkıldı, eski TİKP’e ulaşılabildi… TBKP’de gerçekleşen birlik ise, aslında ayrı durmaları için ideolojik-politik gerekçelerden yoksun kalmış iki oluşumu biraraya getirdi. Bu bir başarı sayılacaksa, TBKP’ye yazılabilecek şu ana kadarki tek başarıdır.

Bu yazı birlik sorununa ilişkin yeni yeni formüller yaratmak iddiasında değil. Ama, solda her çevrenin geliştirmeye çalıştığı birlik model ve perspektiflerine önemli düzeltmeler yapmayı hedeflediğimizi baştan söylemek zorundayız. Bu düzeltmeler süregiden tartışmalarda su yüzüne pek az çıkan, ama bizce tartışmanın en önemli boyutlarından birisini ilgilendiriyor. Bu boyuta ulaşmak için birkaç adım daha atalım…

Türkiye’de “birlik” nasıl tartışılıyor?

Birincisi, çok yetersiz ortaklıklar sağlanır sağlanmaz, program yazımı için masaya oturulabiliyor. TBKP-TSİP ilişkisi buna örnektir.

İkincisi, herkes kendi geçmişini yerin dibine batırmaya çalışıyor.

Üçüncüsü, birlik teknik düzeyde tanımlanıp, aşırı basitleştiriliyor. Bu da elbette teorik temellerin küçümsenmesi anlamına geliyor. Burada doğal sonuç, biriken ve sıkışan teorik ayrımların kritik anlarda patlaması oluyor. Tüm birlik girişimi mutlak zarar ile kapatılıyor. Türkiye solunun radikal kesimlerinde göze çarpan birlik girişimleri daha çok böyle sonuçlanıyor.

Tabi yukarıda söz ettiğimizin tersi de mümkün. Sonsuz ve birlik hedefiyle bir türlü ilişkilendirilemeyen genişlikte bir teorik tartışma alanı saptanıyor. Aslında “ayrıntı”, ya da “eğilim farklılığı” sayılabilecek konular “dönüm noktası” biçiminde lanse edilebiliyor. Örneğin bir kadın sorunu, bir kitle örgütleri sorunu vb… Bunlar net ve sağlam ilkelere dayandırılması gereken, ama siyasal kimliklerin can alıcı yönleri arasında sayılamayacak alanlardır.

Beşinci olarak garip bir tutumdan bahsedeceğiz: Her tartışmanın başını sonunu Stalin’e bağlamak. Yakın zamana kadar troçkist bir tarihsel kompleksin dışavurumu sayılan ve ciddiye alınmayan bu kolaycı değerlendirme giderek yaygınlaşıyor ama daha ciddi bir nitelik kazanmıyor.

Sonra, birliği tartışmamak ya da yolunu kapatmak için “tartışmak” var. Değişik versiyonları mevcut: “Her şeyi tartışalım, en baştan tartışalım…” TBKP’nin bu yeni şiarının altında “ama biz kendi bildiğimizi yapalım” kaygısı yatıyor. Bir başka versiyon da, “onlar reformist, biz radikal”, hatta “kim daha radikal” türünden bir söylem. Refomizmin negatifi olmaktan başka türlü kendini ifade edemeyen bir siyaset dışı eğilim giderek yaygınlaşmaya başlıyor.

Liste ayrıntılandırılarak uzatılabilir. Tartışmada içerilen her tür üslup ve yöntem aynı eksikliği paylaşıyor: Tartışma, tanımlı-belirlenmiş bir zemin üzerinde yürütülmüyor. Böylesi kapsayıcı bir zemin salt birliğe ilişkin olarak tanımlanamaz. Sorun herhangi bir biçime bürünecek olan birliği ile sınırlı olmaktan zaten uzaktır. Sorun, daha önce Gelenek‘te ifade edildiği gibi, Türkiye sosyalist hareketinin bütünsel bir çıkış yapması ve sosyalist ideolojinin Türkiye’de reorganize edilmesidir.

Çıkış ya da reorganizasyon… Sosyalist hareketimiz bugün oldukça kritik bir noktaya gelmiş bulunuyor. Hareketin sorunlarını çözebilmesinde, her çözümün bütünsel çıkış ya da reorganisazyon çerçevesinde tanımlanması birincil koşul oluyor. Her tartışmanın odak noktası bu olmalı; birlik sorununda da…

Bu çalışmanın ekseni örgüt teorisidir. Örgüt teori ve pratiğine genel geçer “klasik” tezlerin ve teknik somut gerekçelendirmelerin üzerinde bir yaklaşım getirmeyi bu kitap dizisinde daha önce denedik. Sözü edilen çalışmalarda kurulan teorik iskeletin kendisine burada herhangi bir ekleme yapılmıyor. Ancak, iki yönde ilerlemeyi amaçladık. İlki, örgüt teorisini de marksizmin dünya çapında yaşadığı farklı reorganizasyonlar, dolayısıyla belli başlı marksist hareket-örgüt modelleri çerçevesinde ele almak. İki, bu modelleri Türkiye için bir fizibilite testine tabi tutmak…

Evet, Türkiye solunda bugün en çok birlik tartışılıyor. Bu tartışmada kendi konumumuzun teorik arka planını netleştirmek bu yazının bir diğer amacı. Dolayısıyla kimi açılardan tekrar da olsa, yazının son bölümlerinde birlik ve legal sol parti üzerinde odaklaşmamız gerekti…

Leninist Örgüt: Ne Kadar Evrensel?

Uluslararası sosyalist hareketin bugününe baktığımızda, yakın zamana kadar çok çeşitli kesimlerce aksiyomlaştırılarak benimsenen leninist örgüt teorisinin, yaygın olarak otopsi masasına yatırıldığı dikkati çekiyor. Oysa, geleneksel solun partileri, aralarında uluslararası ilişkilerden sosyalist inşada izlenen çizgiye, ya da devrim stratejilerine ilişkin farklılıklara karşın leninizmin örgüt teorisine hâlâ geçerli bir katkı yaptığında anlaşırlardı. Sadece geleneksel sol da değil; maocu, tirancı, troçkist çizgiler de, kendi yorumlarıyla leninist örgüt konusunda ısrarlıydılar.

Daha önce verilen sinyaller Avrupa Komünizmi ile birlikte bir kazan kaldırma eylemine dönüştü. Sorun belki örgüt konusunda patlak vermedi ama, örgüt teorisi eleştirilerden en yüksek pay alan “eski aksiyom” niteliğini de kazanmış oldu.

1917 Ekimi’nden sonra, çok uzun bir zaman, dünyanın her yerinde sosyalistlerin künyelerinde taşıdıkları leninist örgüt teorisinin evrenselliğini açıktan sorgulamak, herhalde oldukça şaşırtıcı olurdu. Ancak bunu bir tür siyasal dokunulmazlık, “kurcalayınca çarpan” bir tarihsel miras olarak görmek gerekli. Çünkü, evrenselliği kabul gören teorinin aynı evrenselliği pratikte yeniden (ve çarpıcı bir biçimde) üretmesine pek tanık olunmadı. Yazımızda da sık sık vurgulayacağız, leninist örgüt bir “biçim” değildir, bu anlamda herhangi bir ülkede verili bir örgütlenmenin kalıba uygunluğunu sınamak oldukça güçtür ve gerçekten işin özü süreçlerle, devrim halkasına kadar uzanmış tarihsel eğilimlerle ilgilidir. Açıkçası bağrında leninist örgüt teorisinin birçok özelliğini taşıyan bazı devrim süreçleri veya bugün hâlâ varolan kimi yapılar leninist örgüt teorisinin ana temalarının tamamını hiçbir yerde yakalayamamışlardır.. Bu durumda şimdiye kadar genel kabul gören ve dokunulmazlık taşıyan leninist örgüt teorisinin evrensel temeli sarsılmamakla beraber, yeni tarihsel tanıklıklara gereksinim duyar hale gelmiştir. Bu gereksinim bugün bu teorinin tukaka edilmesinde bir neden olmasa bile bir rahatlık sağlamıştır. 70 yıl, eldeki tek örneğin otoritesini biraz olsun sarsmıştır, bu da son derece normaldir.

Bu normal olunca, leninist örgütün evrenselliği üzerinde biraz daha düşünmek gerekiyor. Evrensellikten söz edilecekse bu, bir teorik çerçevenin evrenselliğidir. Bu da, tek başına bir yapı ile sınırlı olamaz, tüm bir mücadelenin ve devrim teorisinin kapsandığı, en azından onlarla ilişkiye geçildiği bir teori olarak karşımıza çıkar. İşte, şimdiye kadar yaşanan devrim süreçlerinde örgüt teorisinin bütünüyle realize olmamasından sözederken bu denli kapsamlı bir çerçeveden bakıyorduk.

Peki, 20. yüzyılda tanık olunan devrim süreçleri, teorinin bütününü kapsayamadıkları oranda, birer devrim süreci olarak o teorinin evrenselliğini geçersiz kılmazlar mı?

Daha sonra, bu devrim süreçlerinden kimisinin fiilen yarattığı alternatif reorganizasyon modellerinin neden evrensel olamayacaklarına ve daha da önemlisi neden Türkiye’de hiçbir şansa sahip olmadıklarına değineceğiz. Ama şimdiden bir vurgu gerekiyorsa, gerekeni yerine getirelim: 1917’den sonraki devrim süreçleri, onun yörüngesinden bütünüyle kurtulamadıkları, taşıdıkları özgünlükleri ise hiçbir biçimde evrenselleştiremedikleri ve barındırdıkları zaafları ile 1917’de meyvesini veren teorinin evrenselliğini ve teorik arka planının sağlamlığını tehdit edemezler, ona bir alternatif teşkil edemezler…

Bu söylediklerimiz kimilerine kerameti kendinde, totolojik, eskimiş vs. gelecektir. Öyle ya, şimdiye kadarki deneyimlerden bir tanesi çekilip çıkarılıyor ve ardından gelen diğerleri onun özelliklerini barındırmadıkları için hem “bütünüyle kitaba uygun olmamak”la tanımlanıyor, hem de bu farklılıklarına rağmen teorik bir çerçeve oluşturma anlamında kayda değer bulunmuyorlar.

Sorun da burada düğümleniyor zaten. Evrensellik, her moment ve mekanda aynı etki, aynı dinamik ve aynı sonuç anlamına gelmez. Evrensel olan, kimi moment ve mekanlara ulaşamayabilir, bununla birlikte bu boşluklara rağmen tüm bir tarihsel süreçte ağırlığını hissettirebilir.

Bilimsel sosyalizmin 19. yüzyılın sonlarında baskın yorumu II. Enternasyonal deneyiminin damgasını taşıdı. Rus bolşevik hareketi, teorisi ve pratiğiyle Marx-Engels tezlerinin geliştirilmesi, belli zaman ve mekan boyutunda yeniden üretilmesidir. Ama, organik ve doğal uzantısı da değildir. Marksizmin 20. yüzyılda da anti-kapitalist hareket ve teoriler arasında ayrıcalıklı bir mevkiye sahip olabilmesi 19. yüzyılda kazandığı metodolojik özelliklerin yanısıra, bir o kadar da, leninizmin katkısına ve Ekim devriminin zaferine bağlıdır. Leninizm ve Ekim’in yer almadığı bir marksist sosyalizm tarihinin günümüze bugünkü prestijiyle (evet, bir prestijden söz ediyoruz; ısrarla!) uzanma şansı hiç yoktu. Bolşevizm kendi mücadelesine paralel olarak genel olarak marksizm için de bir reorganizasyon denedi ve başarılı oldu. Bir başarısızlık halinde marksizm bir dizi sağcı yorumun elinde kişiliksiz ve eşitler arasında en iddiasız bir reformist versiyon haline getirilecekti.

Leninizme bu kurtarıcılığı maleden en başta iktidar perspektifidir. İktidar perspektifi sosyalist devrim teorisinin biçimlendirilmesine olanak vermiş, bu teorinin iç mekanizmaları da aracın teorisini, önderliğin teorisini; örgüt teorisini yaratmıştı. Çeşitli alanlarda, felsefe, iktisat ya da siyasette tüm leninist tezler bu ögelerin oluşturduğu iskeletin çevresine örülmüştür. Yapının temeli ise mutlaka marksist yöntem ve teorinin kendisiydi. İnşaatın her dokusunda, temelinden çatısına dek varolan uyumda eşitsiz gelişim yasası mevcuttu. Evrensel katkı, böyle yaratıldı…

Bilimsel sosyalizme yaşama hakkını leninizmin kazandırdığını söyledik. İlginçtir, sonradan gerçekleştirilen başarılı-başarısız tüm farklı marksist reorganizasyon girişimleri de bağırlarında aynı damgayı taşıdılar. Kısacası leninist katkı, daha sonra bu katkıyı beğenmeyen ve inkar edenlerin de “tanım alanı” nı belirlemiş oldu. Diğer reorganizasyon girişimlerinin bu tâli konumları dışında, teorik açıdan da eksiklik olmaları kaçınılmazdı.

Ancak, Bolşevik deneyimin tek ülkede yalıtılmışlık koşulunda diğer modelleri otopsiye almaktan geri kalması, dolayısıyla kendini ifade edişte net ve ileri teorisizasyonlardan kaçınması, teorik evrenselliğe, pratik özgüllük yaftasının eklenmesine neden oldu. Ancak birazdan görüleceği gibi şimdiye kadar hiçbir yeni “model” kendi etrafında evrensel bir cazibe halkası yaratamadı, bu bir yana, kendi özgül pratiğini bile meşru kılamadı. Sözün kısası, ortada evrensel olma anlamında bir iddia varsa, o hâlâ leninist örgüt teorisinin tekelinde kaldı; kalacak…

Reorganizasyon Türleri ve Örgüt…

1.Devrim İhracı ve İlk Yıllar

II. Enternasyonal ve ona paralel olarak ele alınabilecek legal marksizm+menşevizm ve yukarıda değinilen bolşevizmi geçersek ilk olarak bolşevizmin bir yansısı çıkıyor karşımıza: Ekim sonrası günlerde kaçınılmaz olarak inişe geçen dünya devrimi modeli. Bu en eski marksist modelin söz konusu dönemdeki biçimlenişini öncesinden kesinlikle ayırmak gerek. Düzen değişikliğinin topyekûn bir tarzda algılanmasının doğal olduğu bir sosyal düşünce mirasına doğan ve bu mirası sürdüren marksist hareket, 17 Ekimi’ne de çoğunlukla evrensel bir yangının ilk kıvılcımı olarak baktı.

Oysa Bolşeviklerin inisiyatifi olmasaydı, sosyal-demokrat partilerden ayrışarak (ya da dönüşerek) komünist partilerin doğuşunun ne ölçüde gerçekleşeceği bugün ciddi bir soru olarak karşımızda duruyor. Böyle bir sorunun anlamı basit: Bolşevik tipi bir devrimin müstakbel önderi olan KP’lerin gerek toplumsal, gerek örgütsel birikimleri kendi iç dönüşümleri için yeterli hammaddeyi sağlamaktan uzaktı. Bu, kılıcını atmış bir modele “mahkûm” olan, üstelik de güçlü bir devrimci dalga nedeniyle nesnel olarak iktidara doğru itelenen yetersiz oluşumları iyice sıkıştırıyordu. Sonuçta sorun, geçici bir biçimde varolan çelişki ve canlılığın ilk sosyalist ülkenin korunmasına kanalize edilmesiyle geçiştirildi. Açıkçası III. Enternasyonal için başka yol da yoktu. Ancak buradan geriye, yine de eski perspektifin korunduğu, Sovyet iktidarının Avrupa, hatta dünya devriminin ilk durağı olarak değerlendirildiği bir alternatif model kaldı. Konumuz açısından bu model yeni ve etkili bir örgüt teorisi yaratamadı. 1917’deki model tek tek ülkelerde yeniden üretilmesi gereken ve coğrafik sınırlara sahip bir nitelikteyken, diğeri sınır tanımayan ve uluslararası proletaryayı eşzamanlı bir süreçte kaynaştıran özellikler taşıyordu. Bu özellikler “dünya devrimi” modelinin kendisine operasyonel bir örgüt teorisi yaratamamasını da beraberinde getirdi. Eşitsiz gelişim yasasının her siyasal iktidarda değişik iç ağırlıkları yoğurması ve devrimci örgütlenmelerin bu ağırlıkları birinci veri alması koşulu, giderek Trotskiy’in kişiliği etrafında somutlanan yeni modelin en zayıf yanını oluşturdu. Geriye, proleterleşmemiş bir teorik jakobenizm kaldı; hiçbir şeye yaramadı, inananlara iman tazelemekten başka!..

Burada vurgulanmak istenen, 1917 sonrasına doğan ve kısa ömürlü olan devrim ihracı modelinde bolşevikleşme dinamiklerinin dışlandığı değildir. Aksine, kendi içinde özgün tarihsel birikimlerin ürünü çelişik ögeler barındıran hareketlerin bağrında, bolşevikleşme yönünde bir itkinin doğması beklenir, doğmuştur da… Üstelik, III. Enternasyonal’in giderek “tek ülkede sosyalizm”in savunulmasında bir etkili araç olarak kullanılması, dünya devrimi, ya da “devrim ihracı” modelinin Avrupa’daki tüm ülkelerde saati 1917 Ekimi’nde durdurması kağıt üzerinde de olsa dünya devrimi modelinin leninist örgüt mirasının asıl taşıyıcısı gibi gözükmesine neden olmuştu.

2. Tek Ülkede Sosyalizm: KP’lerde II. Enternasyonal’in Yeniden Doğuşu

Rus devriminin tek ülkede sosyalizm mecrasına akabileceğinin işaretleri Lenin’in 20 yıllık literatüründe bol bol bulunabilir. Ama bu ayrık ses 20’lere gelinceye kadar yalnızca önemsenmesi gereken bir olasılık biçiminde algılandı ve elbette bir dünya devriminin dayanılmaz cazibesi yanında bu olasılık hep ikincil planda kaldı.

Ancak, ne zaman ki, dünya devrimi beklentisi gerçekçi ve ayakları yere basan devrimcilerde yerini Sovyetler’in savunulmasına bıraktı, işte o zaman bu yeni perspektife uygun yeni bir reorganizasyon zorlandı. Kapitalist ülkelerde dönemin gereklerine uygun örgütlenme arayışları gündeme geldi.

Tek ülkede sosyalizmin inşası ve korunması, dünya devriminin ilk adımı olarak benimsendi. Ve işte, burada 1917 ile kendi gelenek ve birikimlerinin ötesinde arayışlar ve zorlamalar içerisine giren Batı marksizmi yeniden kendisine dönme şansına kavuştu. Bugün tam bir el çabukluğu ile Stalin’e maledilen reformizm rüzgârı Avrupalı “komünist”in hiç de yabancısı olmadığı, 1917 ile bir kenara koymak istediği ama hiçbir zaman vazgeçemediği özellikleri sayesinde 1920’lerden sonra bugüne dek esmiştir.

Dönemin örgüt anlayışı ise bellidir: Demokratik merkeziyetçiliğin(!) işlememesi, politikaların dışarıdan belirlenmesi, örgüt içi tasfiyecilik, yaratıcılığa yer bırakmayan bir tekseslilik…

Biçimsel ögelerin bu biçimde sıralanıp eleştirilmesi bir eksikliktir ve bu sıkça yapılmaktadır. Ancak, dönem boyunca gerçekten varolan bu yanlışlıkların kaynağında bir kişiliksizliğin yattığının görülebilmesi, için bu yanlışlıkların iyice tanınması gerekmektedir. Avrupa solu, sözü edilen dönem boyunca, kendi iç dinamiksizliği yüzünden hep belirlenen olarak kalmış ve bütün hücrelerinin doğru-haklı-gerekli bir politika yararına tüketilmesine çanak tutmuştur.

Bu bölümde tek ülkede sosyalizm dönemi partilerinin egemen yapısını bir marksist reorganizasyon girişimi olarak ele almayı önerirken, ortada doğrusu ve yanlışıyla, kişilikli ve kişiliksiz insanlarıyla böylesi bir reorganizasyona imza atacak partiler olduğunu kabul etmiş oluyoruz. Bunun, geçmişe karşı nesnel yanı ağır basan, saygılı, ama eleştirellikte de gerekenin gerisine düşmeyen bir yaklaşım olduğunu düşünüyoruz.

Tek ülkede sosyalizmin korunmasına angaje olan bir politikalar bütünü, “destekçi” partiler için devrimci atılım öngöremez. Aksine, desteğin etkin olabilmesi, burjuva devletin politikalarını etkileyecek güce erişmeyi, bu da risk almayan ama güçlü bir statükoya oturmayı, kitleselleşmeyi, örgüt normlarında gevşemeyi gerektirir.

Komintern partileri kendi başına bir risk olan oto-likidasyon tehlikesini içeren bu yolu bilinçle ve biraz da bu politikalarda kendilerini buldukları için seçtiler. Sonuçta ortaya çıkan model birçok açıdan yeni değil, 1917 öncesine dönüş oldu. Kitlesellik, yasallık, burjuva demokrasisine uyum ve bir baskı grubu olmaya yönelik bir kaygı…

Böylelikle Ekim, kendi dinamikleriyle yeni bir “model” ya da çerçeve sunarken, eskiye dönüş anlamında olsa da kendi alternatifine de yol açmış oluyordu.

3. Cephelerden Devrim İthaline

Komintern politikalarının temel amaç -tek ülkenin savunulması- açısından başarıya ulaştığı rahatlıkla söylenebilir. Diğer partilere düşen pay için aynı sonuca elbette varamıyoruz. Komintern’in Avrupalı partileri, bazı istisnalar dışında birer yerleşik baskı grubu olma amaçlarına pek ulaşamadılar. II. Savaş’a doğru yükselen gericilik bu yolu tıkadı.

Avrupa’daki komünist partiler faşizm, savaş ve işgal koşullarında direniş hareketleri ve cephe üyeleri olarak varlıklarını sürdürdüler. Bu konuya fazla değinmek gerekmiyor. Ancak, bu dışsal zorunluluk Kızıl Ordu’nun Nazileri geriletmeye başlaması ile birlikte yeni bir boyut kazandı. Bir anda 1917 sonrasında kısa bir dönem görülen “devrim ihracı”na geri dönüldü. Direniş örgütlerinin en militan, en kararlı unsurları olan komünistler, Doğu ve Orta Avrupa’da Kızıl Ordu’nun kurtarıcılığında iktidara taşındılar. İç dinamikten aşağı yukarı bütünüyle yoksun bu değişimde pay dağılımı da elbette eşitsiz oldu. İktidar perspektifini çok daha derinlemesine sindirmiş, sınıfsal dinamikleri zengin ve örgütlenme deneyimi bol hareketlere muhalefet mevkii düşerken, bu özelliklerden fersah fersah uzak kimi hareketler bir anda sosyalist inşa sorunuyla karşı karşıya kalıyorlardı. Buralarda sosyalist inşa, gerçekten “sorun” oldu!

Bir Bulgaristan’ı bütünüyle dışta tutmak, diğer ülkeler arasındaki kimi farklılıkları mutlaka gözetmek kaydıyla, bu süreçte şöyle bir örgüt modelinin doğduğunu söyleyebiliriz: Sosyalizme doğru hamle yapmak için yetersiz bir iç dinamizmin siyasal otoritesinin Kızıl Ordu ve SSCB eliyle tamamlanması, kurulan yeni düzenin meşruluğu ve kitle desteğinin uygulanan politikalarda içerikten tenzilata gidilerek sağlanması… Bu örgüt-devrim modeli “dönüştürücü önderlik” nosyonunu dışarıda bırakarak iktidarın alındığındaki statükoyu koruyan mekanizmalara dayanıyordu.

Avrupa’nın göbeğinde sosyalist bir iktidarın tarım sorununu çözemeyişi, sosyalist ideolojinin kitleler düzeyinde Hıristiyanlığa alternatif olamayışı… Bu sonuçlarda “sosyalizme geçiş”in radikal olmayan biçiminin payına görmemek mümkün değil.

“Keşke yaşanmasaydı”, ya da “iktidarı almayıverselerdi” türünden gerici saçmalıklara düşmemekle beraber, savaş yıllarında yaşanan örgüt-devrim modellerinin de kalıcı-evrensel açılımlar sunamadığını teslim etmek gerekiyor. Hele hele bu modelin radikal bir söylem içerisinde bayraklaştırılmasına hiç tahammülümüzün olmaması zorunlu…

4. Ero-komünizm ve Konsensus

II. Savaş sonrasında oluşan yeni dünya dengesi, ileri kapitalist ülkelerdeki sosyalistlerin kendileri için yeni bir misyon arayışı içerisine girmelerini zorunlu hâle getirdi. Tek ülkede sosyalizmin kısıtlayıcı çemberinin içinden çıkan hareketlerin eline bu kez ciddi bir fırsat geçiyordu. Ancak, tek ülkede sosyalizm-faşizm-savaş dizisine bu kez Soğuk Savaş dönemi eklendi ve fırsatı kurutan yeni bir faktör ortaya çıkmış oldu. Soğuk savaşın emperyalist kamp için sağladığı inanılmaz ideolojik destek, Batılı marksistlerin soluk alma şansını kısıtlarken, SBKP 20. Kongresi, sosyalist ülkelerde silâhlı müdahaleye varan iç çalkantılar, yeni bir reorganizasyona devrimci ve bolşevik bir söylemin sızabilme şansını daha baştan kapatıyordu.

Öznel gücün inisiyatifine bağlı “seçişler”de kendi halinde bir nesnelcilik ile hiçbir şey açıklanamaz. Ama şimdi oturup düşünelim; kökeni II. Enternasyonal’de olan, bolşevizasyonu kalıcı ögeleriyle yaşayamamış, arada uluslararası altüst oluşlarda hep ikinci sınıf rollere çıkmış, kişiliksizleşip yaratıcılığı törpülenmiş, teorik çözümleme gücünü parti dışı sol entelijensiyaya kaptırmış, burjuva ideolojisi ve baskı aygıtlarının muazzam gelişkinlikte olduğu ülkelerde kısıtlanıp kalmış sosyalistlerin ne tür bir reorganizasyon içerisine girmeleri beklenirdi?

Bugünden bakıldığında girilen süreç, hiç de şaşırtıcı olmuyor. Direniş cephesi-Kızıl Ordu-iktidar modelinin nesnelliği ortadan kalkınca, geriye aslında bütün önceki dönemin ana temalarından birisi olan burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi, güçlü bir sendikal tabana dayanmak ve statükonun vazgeçilmez ögelerinden birisi olmak hedefleri kaldı. 1968’in devrimci demokrat yükselişi, bu projeye kendini kaptırmış geleneksel partiler üzerinde ciddi hiçbir etki yaratmadı. Sonuçta “çiçek açtı”; ero-komünizm 70’lerle birlikte reorganizasyonun nispeten sistemleştirilmiş formülü haline geldi…

Marksist hareketin verili koşullardaki bu çıkış denemesi, örgütsel yapıda bir yenilik getirmedi. Ancak daha önce ciddi ipuçları elde edilen düzen partisi kimliği, teorik revizyonizm ile birleşince işçi sınıfı bağları dışında diğer partilerden etkinlik ve örgütlenme biçimleri açısından hiçbir fark taşımayan örgütlenmelere ulaşılmış oldu.

Ancak çok açık, tüm bunlar bir reorganizasyon girişimidir. Bu girişimin ulaştığı örgütsel tarz elbette, bir devrimin aracısı olarak düşünülen veya ona yönelen bir örgütlenmeden çok farklı olacaktı. Ancak, bu tarz kendisine yine formüle edemedi. Tüm yetmişli ve seksenli yıllar boyunca “demokratik yanı ağır basan demokratik merkeziyetçilik” gevezeliği dışında hiçbir “yenilik” dışa vurulmadı. Zaten, böylesi bir formülleştirme zorlansaydı, sosyalizme geçiş çağında muhafazakâr partilerden hiçbir farkı olmayan bir model reorganizasyon adına sunulmuş olacaktı.

Devrim perspektifi olmadan leninist model de koskoca bir hiçtir. Örgüt teorisi, içinden öncülük ve iktidar kaygısı çıkartıldığında da ayakta duran bir biçimselliği barındırmaz. Bu nedenle demokratik merkeziyetçilik veya hücre çalışması hatta gizlilik hiçbir biçimde teorinin sacayağı olarak yutturulmamalı…

5. Batıda Glasnost: Sınıf İşbirliğine Doğru…

Her politika kendi karşıtını da beraberinde yaratır. Bu doğru. Ama karşıtın gelişip ciddi bir ifade tarzına evrilmesi için, nesnelliğin sunduğu olanaklar yine de temel teşkil ediyor. Batı Avrupa partilerine genel olarak göz gezdirildiğinde, kıtanın iki ucundan, 74’te Portekiz ve Yunanistan’dan esen radikalleştirici esintiler dışında, iki kategori saptamak mümkün oluyor: Ağırlaşmış, ero-komünist arayışlarda dengelenmiş kitle partileri ve ideolojik olarak çok da radikal olmadıkları halde bu kitleselleşmeye uzanamamış küçük “kadro” partileri…

Bu tabloda, Yunanistan ve Portekiz dışlanırsa, tek önemli marksist reorganizasyon girişiminin ero-komünizm olduğunu kabul etmek zorundayız. Ancak, kapitalizm koşulları altında reformcu bir sosyalizmin de sınırları vardır. Ero-komünizm bu sınırlarıi yeni bir sıçrama ve hamle yapmak için kendisini sarmalayan kabuğu çatlatamadı. Gelişiminin zirvesi kısa süreli koalisyon ortaklığı ve burjuvazi cephesinden “iyi kabul görmek” oldu.

Şimdi, 1985 yılından itibaren, yeniden hayat verici bir soluk aldırmasa da Sovyetler’de başlayan glasnost/perestroyka süreçlerinin artık kimsenin ciddiye almadığı ero-komünizme yeni bir motivasyon kazandırdığını görüyoruz.

Son birkaç yıldır, geleneksel sol partilerin bir SSCB dış politikasının ve iç demokratikleşmesinin getirdiği evrensel prestije, iki bu süreçlerin kapitalist ülkelerde daha yapısal bir detant ve sola hoşgörü yaratacağı beklentisine, üç sosyalist ideolojinin devrim, sınıf ayrımcılığı, diktatörlük gibi “itici” parçalarının likidasyonunun kan kaybını durduracağı öngörüsüne, dört faaliyetin işçi sınıfı merkezlilikten barış, silâhsızlanma, çevre kirlenmesi, kadın sorunu vb. globalizme kaymasının yeni bir taban yaratacağına, beş kapitalizmin bunalımının radikalleştirici etkisinden umudu kesmeye dayanan ero-komünizmden daha sağ bir yönelime girdikleri gözüküyor.

Ve burada da yeni bir örgüt modelinden söz etmek mümkün olamıyor. Yenilikler bu alana sıçramadığı için değil; bu denli sağ, sınıf uzlaşmacı çizgilere, sosyalist kimliğin sorgulanmasına vb. örgüt değil, örgütsüzlük denk düşüyor. Mantıksal sonuç, aslında bir oto-likidasyon anlamına gelen bir liberal gevşemedir. İşte İtalya örneği… Tek bir şey kaldı geriye; bıraksınlar o ismi…

Ama, sözü edilen mantıksal sonuca tam olarak ulaşılması pek mümkün değildir. Bu sonuç, uç yorumcuların elinde realize olabilecek, onun dışında daha ortalama yaklaşımlar egemen olacak, kimi istisnalarda ise radikalleşme eğilimleri gelişecektir.

Ne olursa olsun, bugün Avrupa partilerinin leninist devrim ve örgüt teorisine herhangi bir alternatif oluşturmaları olanaksız.

6. Marjinalizm ve Bir Olasılık

Buraya kadar belli bir kronolojiyi gözeterek bir tablo çizdik. Tabloda her dönemin baskın tonlarını resmetmekle yetindik. Ama herhangi bir kronolojik sıralandırmaya giremeyecek yaklaşımların varlığını da kısaca hatırlatmak gerek. İstisnasız her dönemde, genellikle ana hat örgütlenmelerin anti-tezi olan veya bu iddiayı taşıyan marjinal çizgiler varlıklarını korumuşlardır. Bu yaklaşım 19. yüzyılda federatif yapı arzeden uluslararası örgütlenmenin homojen kılınması, aynı anlama gelmek üzere marksist kılınmasına karşı ayak direten eğilimler biçiminde ortaya çıktı. Marx ve Engels’in anarşizme karşı mücadele ve polemiklerinde yansımasını sürdürdü.

Rusya’da anarko-sendikalizmle, sonra işçi muhalefetiyle, III. Enternasyonal’in hemen öncesi ve başlarında sol muhalefetlerle ifadesini bulan marjinallik eğilimi, SBKP ve Komintern’den tasfiye edildikten sonra troçkizmin katılımıyla bugüne üç koldan; anarşizm, troçkizm ve yeni solcu aydınlar halinde aktı. Farklılıklar taşımakla beraber bu üç kolun bir genel şemasını çıkarmak mümkündür. Bir türlü ciddi bir örgütsel alternatif oluşturamama sıkıntıları bir yana, şemanın belirleyici ögeleri şunlardır:

  • Organlaşmada doğması muhtemel bürokratizm sakıncasını bizzat organlaşmanın önüne koymak, organlaşmayı reddetmek veya en alt düzeyde tutmak…
  • Demokratik işleyişin merkeziyetçiliği ve çalışma disiplinini sıfırlayan geniş bir yorumu.
  • Kitle inisiyatifi ve katılımının teorik olarak en büyük örgütsel sigorta biçiminde değerlendirilmesi
  • Sınırsız genişlikte, yani sınırları belirsiz bir oluşum sevdası…

Geleneksel sol partilerin bir bürokrasi ve taban inisiyatifi sorunu olduğu gerçeğine bu ilacın deva olamayacağı kesindir. Nedeni basit: Bir örgüt, örgüt likide edilerek, ya da örgütün beyni ve kalbi olan “merkezi yönlendiricilik” lağvedilerek düzeltilemez. Yine de bu yaklaşımlar kümesinin geleneksel solun talihsiz denemeleri karşısında marjinal de olsa bir etki(tepki) yaratması olasıdır. Bu denemelerin karikatürlerinin yaşandığı Türkiye gibi ülkelerde bu olasılık bir nebze yüksek bile olabilir. Üstelik geleneksel soldaki sağ politik yönelimler ütopik bir sol söyleme sahip çıkan bu kesimlere bir şans daha verebilir. Sonrası… Sonrası bu kesimlerin yine yapısal özelliği, örgüt-dışılık nedeniyle, yoktur.

Ama sosyalist hareketin şu anki reorganizasyon rotasına bir diğer tepki mümkündür ve sinyallerini de vermektedir. Geleneksel sol içinde sosyalizme inançları, örgütün rolüne güvenleri, geleneksel değerlere bağlılıklarıyla ayırdedilen unsurlar mevcuttur. Dün bu unsurlar, o anki parti çizgilerinde ortodoks tutumlarla, ya da leninist özlemlerini saklı tutarak yer almış olabilirler. Önemli olan yıllardır adım adım sağa giden bir yola kimi kesimlerin daha fazla onay vermeyecekleridir.

Ancak bu kesimlerin sol bir aranışta mevcut zaman ve mekan göz önüne alındığında ne denli “radikal” olabilecekleri tartışmalıdır. Kimse, kalkıp da silik bir marjinalizmi göze almıyorlar diye örneğin Batılı marksistleri kolaylıkla eleştiremez. Bunun ötesinde açıktır ki, böylesi bir radikalleşme, leninizm olsa olsa esinlenir. Buralarda leninizmin evrenselliğinin pratik kanallara ulaşacağı tam bir bolşevik “revival” fazla hayalci olacaktır. Kastettiğimiz olasılık bu değildir; ve belki şöyle yaklaşık bir formülden söz edebiliriz: Leninist tezlerden esinlenerek geleneksel solun yerleşik sağ yapılanışını ciddi ölçüde sarsan, marjinal ama gelişmiş kapitalist toplumların sosyalist ve işçi hareketlerini dünya devrimci sürecinin içinde tutacak kadar da etkili bir radikal canlanma…

Bu olasılığın kendini en son ifade edebileceği alan örgütlenme olacaktır. Bu ciddi bir eksikliktir, ancak “marjinal” ama “etkili” olma şansını en kestirme yoketme yolu da, böyle bir canlanışın “klasik” ve statik leninist örgüt modelini(!) temel alması olacaktır.

Türkiye ve “Olamayacak” Olan

Yukarıda çizilen tablo, dünya devrim sürecinin bilinen üç sacayağından özellikle birini (kapitalist ülkelerde sınıf mücadelesi), kısmen de bir diğerini (sosyalist sistem) kapsıyor. Burada ulusal kurtuluş mücadeleleri bilinçli bir tercihle dışarıda tutuldu. Bu tercihin nedeni sanırız bu bölümde açıkça görülecek. Ancak, hemen belirtelim, ulusal kurtuluş motiflerinin marksizmde köklü ve evrensel bir reorganizasyon girişimine katkısı olabileceğine hiç inanmıyoruz…

Şimdiye kadar yaptığımız, marksizmde belli reorganizasyon tarzlarını formüle etmek ve bu tarzların Türkiye için bir fizibilite testine tabi tutulmalarını sağlayacak ön verileri toplamaktan ibaretti. Şimdi sıra, Türkiye’de hangi reorganizasyon girişiminin (üstelik evrensel çıkış yollarını da içerir bir biçimde) gelecek vadettiğinde…

Ancak buna geçmeden önce bir temel sonucu toparlamakta yarar var. Sözü edilen reorganizasyonların ürettiği örgüt modelleri, bizzat reorganizasyon girişiminden daha az. Önce, bolşevik model sonra yerleşik baskı grubu/kitle partisi modeli. Yeni solun eleştirel önermelerinin ise “yapıcı” olduklarında birleştikleri yegâne model geleneksel solun kitle partilerinin daha “demokratik”, gevşek bir türevi oluyor. Bunu da bir alternatif olarak değerlendiremiyoruz.

Burada dışta tuttuğumuzu söylediğimiz anti-emperyalist ulusal kurtuluş mücadeleleriyle örtüşen bir modelle sürdürelim: Hareketin temel alınması olarak adlandırılabilecek devrimci demokrasi modelini Türkiye’de yakinen tanıyoruz. Parti, “örgüt+hareket” ise, devrimci demokrasinin ihmal ettiği örgüt boyutudur. Böylesi bir modelin leninist örgüte sonradan entegre olduğu ve “klasikleştiği” deneyimler elbette mevcut. Ancak Türkiye için Latin Amerika ve Uzak Doğu’nun örnek alınabileceği, fikri bizzat devrimci demokratlar tarafından bile terkedilmiş olsa gerek. Geriye kontrolsüz bir kitle dinamizmi kalıyor. Sosyalizmle içsel bir alışverişi olmayan bu hat, müstakbel bir müttefik olarak görülebilir.

Bunlara ek olarak, devrimci demokrasinin kendi çerçevesinde de ciddi bir çıkış yapma olanağının daraldığı saptamasında bulunabiliriz. Toplumsal çelişkilerin işçi sınıfı zemininde öznelere duyduğu gereksinim yoğunlaşmıştır. Devrimci demokrasinin alanı orta sınıf tepkiselliğiyle işçi sınıfı zemininin çekiciliği arasında salınmakta ve sıkışmaktadır. Hiçbir zaman kendine özgü bir dinamizmi yitirmeyecek olsa da, devrimci demokrasinin kendilerine daha olgun modeller arayan kesimlerinin orijinal keşifler yapma olasılıkları zayıftır. Muhtemel olan, devrimci demokratların yeni sol ve geleneksel sol önermelerin çekimini hissetmeleridir. Bu durumda, bu kesimlere kalan, şimdilik, marjinal-militan bir mücadele tarzı ile yeni sol çıkışlı kitle partisi (özlemi) arasında yapılacak bir tercihtir.

Örgüt yaklaşımı içermeyen dış dinamik ağırlıklı model(ler) için söylenebilecekler de fazla yürek ferahlatıcı değil. Türkiye için bir teorik olasılık olarak özel dünya konjonktürlerinin olumlu bir ivme verebileceğine tümden kapıları kapatmasak bile, dış dinamiğin genellikle geriletici olduğunu, orta vadede bunun tersine işaret eden herhangi bir ipucunun olmadığını teslim etmeliyiz. Sosyalist sistemdeki gelişmelerin sağa çekici etkisi biliniyor. Bu etki bir yana sosyalist sistemin eskisinden çok daha kesin bir biçimde içe kapandığı görülüyor. Üstelik bu içe kapanışın sorunlarla aşırı yüklü kimi sosyalist ülkeleri bile “yalnız” bırakma olasılığı güçleniyor.

Türkiye’nin belli benzerliklerinin olduğu düşünülebilecek Akdeniz kuşağı partilerinin ya sağ ya sol yönelimde, ama beklemede ve aranışta olduğu görülüyor. Bu yelpazede enternasyonal uzanımlı bir dinamizme pek bir yer ayrılamıyor.

Geriye Orta Doğu kalıyor. İçerdiği dengesizlikler ve yoğun çelişki birikimi ile bu bölge çevre ülkeleri de beraberinde sarsıcı bir potansiyeli barındırıyor. Ama dengesizliğin dozajı ve büyük devlet politikalarının manevra alanı olması, üzerine fazla “yatırım” yapma şansını da siliyor. Orta Doğu, sosyalistleştirici bir dış dinamik modeli için güven vermekten uzak kalıyor.

Ve, kitle partisi/yerleşik baskı grubu olasılığı…

Mevcutlar içerisinde talibi en bol model bu olsa gerek. O ölçüde de güvencelerinin zayıf olması şaşırtıcıdır. Önce son derece determinist bir gerekçe: Türkiye kapitalizmi sosyalist hareketin yasal-açık alanla (içerdiği ideolojik gerilik ne olursa olsun) güçlü bir çıkışına izin verebilecek durumda değildir; bunun ekonomik güvencelerini elinde tutmamaktadır. Türkiye kapitalizmi bir toplumun yaşantısı için oldukça sık sayılacak periyotlarla sınıf mücadelelerinin baskı altına alınmasını gerektiren bunalımlarla pençeleşiyor. Baskı altına alma politikası, kitle partisine angaje olanların sandığından çok daha geniş kitlesel dayanakları da bulabilmektedir. Tüm sol kesimlerin gönül rahatlığıyla müttefikler listesinin başına yerleştirdikleri köylülük ve küçük burjuvazi, ideolojik belirlenimleriyle reaksiyoner politikaların hiç de “pasif” sayılamayacak tabanını oluşturabilmektedir. Bu çemberin kırılması, ancak bir devrimci durumda, o da ideolojik değil, siyasal olarak mümkün hale gelebilir. O momente kadar ise, sosyalist hareketin, her şeyin onunla başlayıp onunla bittiği bir yerleşik-legal meşruluğa yatırım yapması intihar olacaktır. Bu modelin belki de en onursuz türevi, düzenden icazet almak ve düzenin solu asimile etmesinin aracısı olmaktır.

Kitle partisi modelinin bir önkoşulu da, ülkede “dipten gelen bir dalga”nın varlığı olmalı. Türkiye sosyalist hareketinin çıkış arayışı zaten şu “dip”lere biraz olsun ulaşabilmeyi amaçlamıyor mu? Sonuç ya da hedefin önkoşul olacağı bir modele nasıl olur da gerçekçi gözüyle bakılabilir?

Türkiye’de Bolşevizm ve Yöntem

Türkiye solu, uluslararası dinamiklerin de etkisiyle bugüne dek üç önemli çıkış denemesi yaptı: Kurtuluş Savaşı ve sonrasının ulusal kurtuluşçuluğu temel alan, II. Savaş sonrası demokrasi mücadelesini hedefleyen ve 60’ların popülist motiflerle donanmış çıkışları… Hareketin 80’lerin sonu ve 90’ların başında şiddetle yeni bir dalgaya ihtiyaç duyduğu görülüyor.

Sol hareketin bugüne dek üzerinde yükselmiş olduğu motiflerin yükselişin bittiği momentlerde yıkıcı, geriletici bir etki yarattığı söylenmelidir. Aynı motiflerin bir dönem yükseltici, bir dönem boğucu etkide bulunmasının nedeni, bunların daha baştan sosyalizme dışsal nitelik taşıması olsa gerek. Kendisine dışsal olan kaynaklardan beslenen bir dalganın üzerinde yükselmek, ilk önce, kimlik sorununu çözmüş, varlığının ve sürekliliğinin güvencelerini almış bir hareketi varsayar. Türkiye sosyalistleri kendilerini tanımlamadan, siyasal varoluşlarını ifade edecek bir ideolojik-örgütsel-kadro yapılanmasını sürekli kılmadan en genel deyişle iç konsolidasyon sorununu çözmeksizin büyük politikaya soyunmuşlardır. Kimi zaman ana ideolojik-politik motiflerini burjuva akımlara kaptırarak, kimi zaman bu motifler dolayısıyla düzen içi politika düzleminde eriyerek ya da denetleyemedikleri etkinliklere ulaşarak, bu girişimden kayıpla çıktılar.

Evet, iç konsolidasyonun sağlanması için de “çevre” koşullarının uygunluğu aranır. Ama içsel ve “çevresel” süreçlerin paralel bir gelişme izlememesi, öznenin boğulmasından başka sonuç vermeyecektir.

Bir önceki bölümde, oldukça genel bir çerçeve içinde de olsa Türkiye için dış dinamiğin devrimci demokrat alternatifin ve kitlesellik/yasallık alanının olanaklarını değerlendirmeye çalıştık. Her biri ayrı bir çalışma konusu olmayı gerektiren bu başlıklar sol hareket için belli açılım kanalları ve örgütlenme tarzlarına denk düşüyor. Türkiye’de daha önce gündeme gelmiş çıkış girişimlerinin de bu soyut formülasyonlarla paralellikleri var. Birebir örtüştüklerini iddia etmeksizin yalnızca bir analoji olarak, ulusal kurtuluş motifli yükselişin belli bir dış dinamizm beklentisine ve modeline; demokratikleşme modelinin kitlesellik/yasallık alanına iyimser bir bakışa; popülist yükselişin, yer yer, hareketin örgütü geri plana ittiği bir modele yaklaştığı söylenebilir.

Buraya kadar izlenen yönteme ilişkin olarak okuyucu yanlış bir izlenim edinebilir. Türkiye’de bolşevizmin olanaklarının, diğer alternatif modellerin geçersizliğini göstererek olumlamak mümkündür. Ancak Türkiye’nin radikal solunda leninizm savunusu, bir “diğerleri olmaz, geriye bu kalır” diye; ikincisi, “leninizm her zaman, her yerde geçerlidir” türü bir kolaycılıkla gerekçelendirilmektedir. Her iki yaklaşımın teorik kifayetsizliği ve artık miyadlarını doldurmuş oldukları açığa çıkmıştır. Sorun, radikal bir modelin Türkiye’de de geçerli olduğunda “inat etmek” değil, bu modelin ülkenin özgün yapılanışı temelinde yeniden üretilmesi ve somut projelere tercüme edilebilmesidir. Radikalizm, bu anlamda bir marksist reorganizasyon çerçevesinde “anti-reformizm” gibi negatif bir tanımın ötesine taşınabilir.

Bolşevizasyonun Olanakları

Bolşevikleşme sürecinin Rus sosyal-demokrat hareketinin bağrında bir tabula rasaya doğmadığı noktasından sürdürebiliriz. Neydi Lenin ve çevresinin, ülkelerinde bolşevizasyon sürecini örgütleyebilmelerine olanak veren miras?

İlk önce dikkati çeken, Rusya’da neredeyse, yüzyıllık son derece etkili bir kültürel mirasın varlığıdır. Bu kültürel mirasın hiç de bir bütün olarak muhalif, devrimci bir geleneğin çerçevesine ait olduğu söylenemez. Ancak hiç de ilerici nitelik taşımayan ögelerin bile gelişkinlikleriyle kaçınılmaz olarak düzen dışına merkez-kaç itilimler yarattığı söylenebilir. Rus toplumunun iktisadi altyapıdan ideolojik-siyasi üstyapılara uzanan eşitsiz birikimleri, egemen düzenin her hücresinde çatlaklar yaratıyordu. Düzenin toplumsal dinamikleri kendi belirlediği sınırlarda massetme olanakları oldukça dardı. Mevcut toplumsal yapının teçhizatlandırılması hedefine denk düşen edebiyat ürünleri bile bu işlevi yerine getirmekten ziyade, eşitsiz birikimlerin ve düzenin çatlaklarının yansımalarını dile getirmeye dönüşüyorlardı.

Bu çok yönlü ve düzen dışına doğru zorlayıcı kültürel ortam, narodnik hareketin sarsıcı siyasi etkileriyle bütünlendi. Narodizmin sosyalist harekete devrettiği mirasta önemsenecek yön, bir siyasal hareket olarak elde edilen ve aktarılan kazanımlardan ziyade, mücadeleci bir ruhun yaratılması ve toplumda kitleler ve aydınlar düzleminde devrimci siyasete duyarlı alıcıların oluşturulmasıdır. Sosyal-demokrat hareket devrimci demokrasinin siyasi-kültürel etkinliğinin geliştirdiği bir hitap alanını veri olarak karşısında buldu. Bu hitap alanının düzen cephesinden saldırılarla püskürtülmesinin ekonomik olduğu kadar, yukarıda sözü edilen kültürel-ideolojik gelenekten kaynaklanan kısıtları da vardır.

Bolşevikleşme süreci Çarlık otokrasisi altında, legal değil ama, kitlesel bir siyasi meşruluğa böyle bir mirasla ulaşabildi. Gizli, dar, nicel genişlemeyi değil nitel gelişkinliği hedef alan bir modelin kültürel-ideolojik mücadele alanlarında da etkili olabilmesi böyle bir çerçevede mümkün oldu. Bolşevik çekirdeğin ideolojik mücadele, toplumun kültürel yeniden biçimlenişi ve yasallık alanlarının tahkim edilmesi konularında boyunu aşacak bir misyonu yerine getirebilmesine olanak veren, düzen dışı bir kültürel yapılanmanın tepesinde mevzilenmiş olmasıdır.

Buna ek olarak, bolşevikleşme sürecinin bir diğer düşünsel boyutu da şudur: Hareket genel bilimsel sosyalist teoriyi en gelişkin haliyle özümsemeyi başarmış, bu genelliği ülkenin sınıflar mücadelesinde yeniden üreterek şekillendirmeye büyük bir enerji harcamıştır.

Bolşevizasyon sürecinin Rusya’daki özgün mekan ve zaman çerçevesinin bu temel özellikleri, başka ülkelerde bolşevikleşme süreçleri açısından ışık tutucu olacaktır. Bugüne kadar Türkiye’de leninist iddialı hareketler, arkalarında gerekli derinliğe sahip olmaksızın ,bir modeli kendi somutluklarına transfer etmeyi düşlediler. Ortaya çıkan şekilci ve sığ bir leninizm türü oldu. Modelin kimi yanları yapay bir biçimde öne çıkarıldı; türlü türlü fetişler yaratıldı. Herkes kendince başka bir tür Lenincilik yapmış oldu; pek yol alınmadı…

Türkiye’de, açıkçası, Rusya’dakine benzer bir kültürel miras söz konusu değildir. Böylesi bir miras ile, geçmiş muhalefet geleneklerinin ördüğü bir alıcılar kitlesi yoktur. Evrensel sosyalist birikimin algılanışı oldukça geri düzeydedir. Bu birikimin Türkiye’de yeniden üretilmesinde şimdiye kadar ortaya çıkan beceriksizlik, sosyalist hareketin bu ülkede bir türlü siyasal ağırlığa kavuşamamasına neden olmaktadır.

Bu olumsuz tablodan çıkartılması gereken sonuçların, paradoksal bir biçimde, umutsuz olmadığını düşünüyoruz. Türkiye’de sözü edilen kategorilerin -düzen dışı kültürel-ideolojik birikim, etkileme çemberlerine sahip devrimci muhalefet, sosyalist teori, bunun Türkiye’de yeniden üretimi, tüm bunların taşıyıcısı olacak kadroların yetişmesi, olgunlaşması- hiçbirinin yolu tam anlamıyla kapalı değildir. Ve bu konuda Türkiye (ve benzeri ülkeler) önemli avantajlara sahiptirler. Örneğin Batı kapitalizmi toplumun kültürel-ideolojik birikimini, mutlak düzen dışı unsurlar da dahil olmak üzere, kendi potasında eritebilecek bir dengeye ve manevra kabiliyetine sahiptir. Çoğu azgelişmiş ülkede, ise sosyalistlerin bir başka sorunu vardır: Sıfır birikim, sıfır hitap kitlesi ve evrenselliğe ulaşamayacak öznel zorlamalar ile sonsuz bir bekleyiş arasındaki tercih!.. Yine Batılı marksist hareketler için evrensel teorik birikim zenginliği ve bunun doğrultusunda üretilen politikaların alıcılarının bolluğu ile, politikaların düzen içi geri niteliği, alıcıların siyasal duyarlılıklarının düşüklüğü arasındaki mesafe fazla açılmış bulunmaktadır. Yollar defalarca denenmiş, değişik kapılar açıla-kapana yalama olmuştur.

Türkiye’de ise sosyalist hareket açısından hiçbir nesnel ya da öznel güç bu derece aşınmamıştır.

Türkiye’de yukarıda tasvir edilen kategorilerin her birinde kısmi gelişmeler, daha önemlisi gelişme potansiyeli vardır. Burada ilk koşul, bu sürecin öznesinin biçimlendirilmesine ilişkindir. Türkiye sosyalistleri için teorik zenginleşme, teorik ihtilalcilik, bu yüzden önemli ve acildir. O halde önce kimlik sorunu ile karşı karşıyayız…

Ne kadar dar bir çevrede ne kadar yalıtılmış ve dışarı ses geçirmez olunursa olunsun, sosyalist hareketin her birimi derinlikli bir teorik birikimi özümsemekle yükümlüdür. Bu işin altından kalkamayan kollektivitelerin bir açılım ve yükseliş döneminde, genel hareketliliğin “belirlenen” çevre halkalarında öbeklenmesi kaçınılmazdır. İddialı olmak isteyen, önce kendisini dönüştürmeli ve donatmalıdır.

Bolşevik bir modelin olanaklı hale gelebilmesi, bu öncü adaylarını örgütlenme süreçlerine ek olarak iki alanı bizzat kendilerinin takviye etmesi misyonuyla yüklüyor. Bunlardan birincisi, toplumun kültürel-ideolojik üstyapısında sosyalizme kalıcı mevkiler açmak, ikincisi, sosyalist siyaset ve düşüncenin alıcısı bir kitlesel zemin yaratmak için legal çalışmayı güçlendirmek.

Bu iki alan daha uzun süre boş bırakılırsa, evrensel teori ve politikanın yeniden üretimi etkisiz bir marjinalizmin iç döngüsü halinde kısırlaşacak, pratik realizasyon ya da test edilme olanakları yaratılamayacaktır.

Türkiye’de bolşevikleşme sürecinin ve leninist bir reorganizasyonun, özgünlüğü temelde sözedilen yönlerin özel olarak tahkim edilmesine bağlı. Türkiye sosyalist hareketi için bir yenilenme gerekiyorsa, anlamı bu olmalıdır. Başka “yenilikler” bir yana, içeriksiz ve sığ leninizm yorumları, bu bolşevizasyon sürecinde hesaplaşılması gereken akımlara denk düşecektir. Yukarıda ipuçları verilen bu akımların bugün köşeli ifadelere kavuştukları, billurlaştıkları ve olgun siyasal-örgütsel somutluğa sahip oldukları iddia edilmemelidir: Dolayısıyla hesaplaşmanın ana mantığı ikna ve etkilemeye dayanacaktır. Sözü edilen bolşevizasyonda mesafe kaydedildikçe “yönelimler”in gerçek saflaşmalara yol açması beklenebilir. Şimdilik radikal kesimlerin içerisindeki tartışma ve yakınlaşmaların, bolşevizmin teorik özü ve Türkiye’ye uyarlanmasında yaratıcılık ile 17 sonrası geleneksel üslubun kalıpçı tekrarı arasında şekillenmesi muhtemel görünüyor.

Genel bir ifadeyle, kültürel-ideolojik alan ve yasal mücadelenin takviye edilmesi, 1980 sonrası sivil toplumcu tezlerle çağrışım yaratma riski taşıyor. Burada ne bir içeriksel benzerlik, ne de bu çalışmada önerilen modelin sivil toplumcu tezlerden destek alma ihtiyacı söz konusu. Gramsci’ci ideolojik hegemonya, sivil toplumun politik toplumu kuşatması gibi tezlerin reformist ve sınıflarüstü yorumlarıyla, burada geliştirilmeye çalışılan modelin farklılığı çok açık: İktidar perspektifi!

Reformist yorum, birincisi uzun erimli bir etkinlik arayışının sağlayacağı meşruluğu düzenin sıçramasız dönüşümünün olanaklılığına kadar genişletir. Bu bakış, üstyapılara yönelik ve yasallık alanlarının sosyalist mücadele için “yeterli” düzeyler olduğunu ifade eder. Son olarak da, bu etkinlik artışı ya da kuşatmanın, öncü örgütün-öznenin örgütlediği bir müdahaleye değil bir bütün olarak sınıflarüstü sivil toplum güçlerine atfedilmesidir. Bolşevizasyon sürecinin parçası olarak düşünüldüğünde ise, yukarıdaki faaliyetler tam tersine dönecek ve bir bütün olarak sosyalist mücadelenin zengin kapsayıcılığı içerisine alınacaktır.

* * *

Bu çalışmanın yazarları, Gelenek‘te daha önce iki ayrı ihtiyaca işaret etmişlerdi. Legal sol parti tartışmasının Türkiye’de sosyalizme geçiş sorunu çerçevesinde ele alınması, legal bir partinin bu süreçteki işlevi itibariyle teorileştirilmesinin gerektiği vurgulanmıştı, bu bir.1 İkinci olarak da, leninist örgüt ve parti kavramlarının ilişkisi, misyon ve niteliklerinin tanımlanması, kapsayıcı bir biçimde klasik geleneksel partilerin ve dar örgütlerin bu tanımlamada nereye düştüğünün açıklanması ihtiyacından sözedilmişti.2

Okuduğunuz çalışmanın son bölümlerinde, ortaya attığımız bu sorulara cevap oluşturmaya çalışacağız. Zorunlu olarak Gelenek‘te daha önce yer alan kimi yazılardaki bazı tezleri tekrar edeceğiz. Ancak yazımızın bütününde, daha net ve kalıcı çözümlere ulaşacağımıza inanıyoruz. Bu nedenle tekrarlar, yalnızca birer hatırlatma ve oluşturmak istediğimiz modelin her defasında vurgulanmadıkları takdirde eksiklikleri hissedilecek ögeleri olacak.

Yeniden Parti ve Örgüt Kavramları

Bolşevizmin belirli bir momentte elde hazır olan malzemenin uygun tarzda birleştirilmesinden ibaret durağan bir siyasal yapı olmadığı daha önce çok söylendi. Bolşevizm ne tek başına Ne Yapmalı, ne dar örgütün kendisi, ne RSDİP’in bütünü, ne 17 Ekimi’ dir. Bolşevizm bir yapı olmaktan ziyade bir süreçtir. İpuçları Plehanov’da bulunan, örgütsel ilkeler üzerine patlak veren ayrışmada su üstüne vuran, iktidarın ele geçirilmesiyle ürün veren ve tarihsel meşruluk kazanan bir süreç. Bu gelişimin her momentinde bolşevizmin motoru sayılabilecek bir özne mevcuttur. Ama sınırları kimi zaman partinin aşağı yukarı tümünü kapsayacak tarzda genişleyen, kimi zamansa Lenin ve çok yakın çevresine indirgenen bir özne…

Leninizm öznel faktörün rolünü teorileştirdi. Ama öznelliğe hemen yukarıda sözettiğimiz özel özne değil, bunun çevresinde örülen sınıf önderliği anlamını yükleyerek.

Şimdi, neden leninizmin kendisine ilişkin azgelişmiş teorisizasyonunda parti ile çekirdek örgüt kavramları arasında bir ayrım yapılmadığına değinmek gerekiyor.

Sorunun cevabı çok da karmaşık değil. Leninizm, dönemin ortodoks marksizmini köklü bir operasyona tabi tuttu. Bu operasyonun ne denli önemli bir ürün verdiği görüldü. Ancak, tek ülkede yalıtılmışlık, operasyonun içerdiği radikallik dozunun evrensel zemine taşınmasının önüne güçlükler çıkardı . Marksizmin geçirmekte olduğu iç sancı ve değişimleri hep kendilerine yontmaya meraklı Batılı marksistler Rusya’dan gelen evrensel katkıyı mümkün olan en az altüst edici sınırda tutmaya özel bir çaba gösterdiler. Bu, tek ülkede sosyalizm mücadelesiyle birleşince evrensel katkı ortalama tezlere mahkum oldu. Bu koşullarda öncülük kavramına genel olarak uzak kalmış olar Batılı marksistlerin karşısına ikinci bir öncü özne ile çıkmak gerçekten anlamsız ve olanaksızdı.

Burada bir ikinci soru gündeme geliyor: Bugün bu ortalama tezi radikalleştirmek neden gerekiyor? Buna verilecek cevabın birkaç boyutu var. Eğer bolşevizm, transfer edilmeye müsait bir olgu değil de yeniden üretilecek bir süreç ise, bu misyona aday kadrolar için tam bir teorik billurlaşma çoğu durumda zorunludur. Sonra, Türkiye sosyalistleri için bolşevikleşme olanaklı bir modelse, uzun dönemde teorik dayanakları gürültüye getirilmiş bir radikalizmin açacağı yaralar çok büyüktür. Ve sonuncusu, Türkiye sosyalist hareketinin değişik çevreleri, bugün zımmen ya da açıktan kendi reorganizasyon modellerini tartışma ve savunmaya açmış durumdalar. Reformizm, ulusal sorunun çözümünü kaldıraç alan yaklaşımlar; yeni solcu modeller, devrimci demokrat aktivizm ve leninizmin sığ yorumları… Bunların karşısına bilinen nakaratlarla mı çıkacağız, yoksa yeni bir hamleye olanak sağlayacak ölçüde iyi örülmüş ve Türkiye sosyalistlerine umut-geleneklere bağlılık-yaratıcılık anlamında çok şey vadeden bir geliştirilmiş teoriyi mi ileri süreceğiz?..

Parti ile çekirdek örgütün örtüşmezliği bir başka açıdan da önem taşıyor. Leninist parti iktidar için, iktidar perspektifinin realize edilmesi için ortaya çıkar. O halde partinin leninist anlamda inşası, devrimci durumun yakınlaşmasını öngerektirecektir. Burada küçük bir parantezle sorunu halletmek mümkün. Durağan dönemlerde parti örgütlenmesi işlevini yitirmeyecektir. Ama, birincisi, bir devrim aracı olmaktan çok iktidara hazırlanan bir siyasal hareket anlamını taşıyacaktır. Üstelik bu parti ile iktidar adayı leninist öncü parti, aralarında çok boyutlu geçişkenlikler olmakla birlikte özdeş sayılamazlar. 1917 Nisan Ekim arasındaki Bolşevik parti konumuz açısından çok önemli ve sık sık değindiğimiz bir örnektir. Her iktidar sürecinde benzer bir altüst oluş, ya da yeniden inşa gerekecektir. Hazırlığın siyasal hareketi anlamındaki parti, iktidarın alınması işlevselliğine kavuşmak için bir operasyondan geçirilir.

Parantezi kapatırsak, leninist örgütün partiden çok daha uzun bir varoluş alanı olduğu saptamasına dönebiliriz. Ancak, burada zaman faktörünün dışında bir “niteliksel” ayrım da söz konusu. Çekirdek örgüt, doğuşundan iktidara, her momentte uzun erimli bir bilincin ve perspektifin taşıyıcısı “kadro kollektifi” olarak anlaşılmalıdır. Parti ise, tekrarlıyoruz, örgüt+harekettir. Bu da yetmiyor; parti, iktidarı almanın aygıtıdır. Bu iki tanımı beraber düşünmek gerekiyor.

“Hareket” boyutunu dar örgüt kollektifinin tek başına yaratması olanaksız. Her şeyden önce bir sürecin motoru, sürecin bizzat kendisi olamayacağı gibi, diğer aygıtları da ikame edemez. Leninist anlamıyla örgüt, bir bilinç ve politika üretim merkezidir. Bu ürünün somut koşul ve momentlere adapte edilebilmesi, farklı açılım kanallarına sahip, hitap alanlarıyla çevrelenmiş ve onlara ulaşma araçlarını sürekli üreten daha kapsayıcı bir yapıyı gerektirir. Burada hukuki boyut yalnızca ilişkinin dışsal faktörlerle belirlenen tek bir yönüdür, o kadar. Bu boyutun da içerildiği anlamıyla hareketin sürekliliğinin güvencesi, kapitalist bir devlet örgütlenmesinin veri olduğu her koşulda, bizzat çekirdek örgütün kendisidir.

O halde varılan noktada farklı kavramlaştırmaları sıralamak toparlayıcı olacak: Çekirdek örgüt, siyasal hareket, leninist parti, durağan dönemlerin partisi…

Sanıyoruz netlik ayarına hâlâ gereksinim duyulan konu son iki kavramlaştırmayla ilgili.

İktidar momentinden uzak partinin niteliği bir soru işaretini gündeme getiriyor. Yazımızın önceki bölümlerinde işlenen farklı marksist reorganizasyon yollarını hatırlayalım. Böylesi bir parti için niteliksel açıdan kritik nokta, nasıl bir reorganizasyonun çerçevesinde oluşturulmuş olduğudur. Şu veya bu politik niteliği, partinin projesinde, bu projenin dolaylı anlatımı olan programında test edilmelidir. Projesi, söz konusu partinin içerdiği çekirdeğin manevra gücüne, müdahale yeteneklerine ilişkin ipuçlarını da yansıtır. Artı, partinin iktidar momentinde yeniden inşa edilebilmesi de yalnızca belirli bir projenin egemenliğine bağlıdır. Eninde sonunda nihai karar anı bu dönüşüme denk düşer. Bolşevik partinin önemli kesimlerinin Nisan-Ekim aylarında dönüşüme direnç bile gösterdikleri biliniyor.

Bu bölümü bitirmeden üç küçük başlık altında birkaç ilişkili konuya da açıklık getirmekte yarar var. Sırasıyla insan malzemesi, legalite-illegalite demokratik merkeziyetçilik ve tüzük.

a)İnsan malzemesi ve eşitsiz gelişim yasası

Dönüşüm bir başka tarzda da formüle edilebilir: Hareketin örgüte tabi kılınması. İktidar perspektifi ve tarih bilincinin taşıyıcı öznesinin, taşıdıklarını en net dışavurumu devrimci durum koşullarında söz konusudur. Bu anda örgüt, hareket, parti arasındaki mesafeler en aza indiriliyor; ek olarak örgütün en üstte yer aldığı bir faaliyet hiyerarşisi kesinleşiyor.

Hep sözünü ettiğimiz çekirdek örgüt-çevre halkalar ayrıştırması bu çerçevede belirginlik kazandı, sanıyoruz. Eşitsiz gelişme olgusunun işçi sınıfı ile siyasal temsilcilerinin arasında ve kendi içlerinde de geçerli olmasının sonucudur bütün bu kategori farklılıkları. Eşitsiz gelişmenin sosyalist örgütlenmenin her halkasında yok edilmesine yönelik bir çaba gösterilmelidir. Ama, varolan eşitsizlikleri gözetmeyen bir eşitlik varsayımı değildir bunun yolu. Genel örgütlenme içerisinde en temelde dual bir yapı kaçınılmaz ve gereklidir. İlk aşamada sorun çekirdek örgütün kendi içerisinde homojenliğe oldukça yakın bir niteliğe kavuşmasıdır. Eşitsiz gelişme mekanizmasının bu ilk çemberin içinde üremesi, bu çemberi zayıf düşürür. Ancak eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına yönelik bir çaba, eşitsizliğin örgüt ile parti ve hareket ilişkilerinde veri alınması da zorunludur.

b)Legalite mi, legalizm mi?

Legalite-illegalite konusuna daha önce değindik. Bunu genel olarak yeterli görmekle birlikte, Türk solunda iki ayrı duyarlılığa işaret etmek bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor.

Devrimci demokrasinin temel tutumu, geçmişte illegaliteyi fetiş haline getirirken, legal partiyi legalizm ile özdeşleştirmek, ama diğer yandan yasallık alanına kitle örgütleri aracılığıyla ve son derece kısır bir ekonomizmle yaklaşmak biçiminde tezahür ediyordu. Bu tutumun belirli kesimlerce aşılmakta olduğu, daha olgun yaklaşımlara yönelindiğini görmek sevindiricidir. Hassasiyet bu kez, illegalite fetişizminden legal parti kavramına geçişte gerek kendine, gerekse geleneksel sola güvensizlik olarak vücut buluyor. Bu durumda legal parti çalışması ile legalizm arasındaki farkın dikkatle işlenmesi görevi geleneksel solun radikal bölmelerine kalıyor.

İkinci hassasiyet yasal alanın daha güçlü tahkim edilmesi gereğinin programatik düzeyde bir zorunluluk olarak formüle edilmesini düşünen kesimlerde şekilleniyor. Türkiye kapitalizminin nitelikleri itibariyle yasal düzlemin esas olduğu saptaması, son derece kuşkulu, bulanık ve çıkışı olmayan bir saptamadır. Bunu kabul etmek mümkün değildir ve bunun adı, legalizmdir.

c) Demokratik Merkeziyetçilik: Kimin İçin?

İlk açıklığı, işlediğimiz kavramlaştırmaları gözeterek getirmek gerekiyor. Demokratik merkeziyetçiliğin her niyeti; yenmesi ve içeriğinin çoktandır boşalmış olması temelde örgüt-hareket-parti kavramlarının leninist bir yorumuna denk düşmeyen işleyişlerden kaynaklanıyor. Sorun yalnızca leninist pratiklerin az(!) olması da değil; yukarıda sözü edilen teorisizasyondaki eksikler demokratik merkeziyetçiliği tanımsız kılıyor.

Çok açık ve baştan koymak gerekli: Leninist örgüt için önde gelen işleyiş ilkesi, işlevselliktir. En gelişkin insan malzemesini içeren, alabildiğine homojen bir aygıtın içerisinde katılım, demokratik temsil, yönlendiricilik gibi konular tanım gereği mevcut olmamalıdır. Leninist örgüt için aslolan merkeziyetçiliktir. İşlevsellik, işleyişi kelimesi kelimesine belirlemelidir.

Bu denli kesin bir tablo örgüt ve hareketin bütünlüğü anlamına gelen partiye tam anlamıyla denk düşmeyecektir. Burada, insan malzemesindeki çeşitlenme, çalışma alanlarının zenginliği, çekirdek için hiç de anlamlı olmayan iç sorunları gündeme getirecektir. İşleyiş dinamizmini, partinin hareket boyutunun gerekli kılacağı demokratik mekanizmalar ile hareketi, genel olarak her zaman ama belirli momentlerde mutlaka kendine tabi kılma eğilimi gösteren çekirdeğin ilişkilerinden alır. Bu iki yön bir örgüt modelinin tanımının gereğiyse, ortaya şöyle bir formülasyon atmak yerinde olur: İşlevselliğin önünü kesmeyen bir demokratik merkeziyetçilik. Ve eğer, leninist partinin bir bütün olarak sınıfın dönüştürülmesi, iktidara taşınması sürecinde öznel müdahalesi öngörülüyorsa, o zaman şu da kesinkes telaffuz edilebilir: Leninist parti için de; ister beğenilsin ister beğenilmesin, işleyişin asıl yönü merkeziyetçiliktir: Gerisi vazgeçilmez bir aksesuar…

Tüm bu yaklaşımlar dizisi bir varsayıma daha dayanıyor: Bürokrasi leninist örgüt ve partinin sorunu değildir; bürokratikleşme bunlar için tehlike oluşturmaz. Bu görüşü varsayım olmaktan çıkaran tez, yine insan malzemesine ilişkin değerlendirmemizde içeriliyor. Leninist parti için bürokratikleşme tehlikesi ancak hareket olma özelliğinin yitirilmesi ve ilişkilerin düzenlenmesi için çıkarılan tüzük kurallarının bu hareketsizlik içerisinde temel canlılık(!) bağını teşkil etmesi ile mümkündür.

Legal Sol Parti ve Bolşevizm

Türkiye’de legal sol parti sorununa ilişkin tartışmaların ilkesel ve teknik açıdan yanlış bir zeminde sürdürüldüğü inancındayız. Sorunun özü, Türkiye sosyalist hareketinin bir bütünsel reorganizasyonu örgütleyebilmesinde düğümleniyor. Bu reorganizasyonu sosyalizme geçiş süreci ve özel olarak bu sürecin örgütlenme tarzı olarak algılamayı öneriyoruz.

Legal sol partiyi bu biçimde algılamak belirli koşulları gerektiriyor. İlki bir tercihe indirgenebilir: İktidar hedefini önümüze koyacak mıyız, koymayacak mıyız?.. Bu çok geri bir tercih düzeyidir; ama Türkiye’de TBKP programından beri gündemdedir bu tercih. İkinci adımda “nasıl bir reorganizasyon” sorusunun cevabı verilmeli. Kimileri legal partiyi nihai oluşum sayıp, yeterli göreceklerdir. Başkaları ise legalite alanını reddeden bir yaklaşıma sempati duyacaklardır. Ancak, legal sol partiyi nihai hedef olarak değerlendirenler ne kadar güçlenirlerse, kategorik reddiyeciler de o denli fazla tepki duyacak ve “bozucu” tutumlarına gerekçe bulabileceklerdir.

Legal sol partinin bu çerçevede işlevi, bolşevikleşme sürecinin maddi altyapısındaki boşlukların doldurulmasıdır. Türkiye’de sosyalizmin kültürel ve ideolojik alanlarda toplumu (en azından onun belli kesimlerini) bombardımana tutması ve verim alması gerekiyor. Sosyalist hareketin marjinaliteyi kısa dönemde kıramasa da, marjinalizme düşmekten kurtulması ve evrensel teorik birikimi, ülke politikasında yeniden üretmesi gerekiyor. Sosyalizmin kendine hitap alanları, kitlesel açılım kanalları yaratması da bu çerçevenin içerisinde ele alınabilir. Son olarak kadro sayısının artan kaynaklarla yükselmesi ve insan malzemesinde kalıcılığın sağlanması gerekiyor.

Bu işlevleri herhangi bir kadro odağının bizzat kendi yaratacağı organlaşmalarla yerine getirebilme şansı bulunmuyor. Legal bir partinin boşluğunu dolduracak bir başka aygıtın üretilebilmesi de aynı ölçüde çok zor gözüküyor.

Yazımızın önceki bölümlerinde kullanılan terminolojiyle, legal sol parti Türkiye’de sosyalist örgütlenmenin bugün mevcut bulunmayan siyasal hareket boyutuna denk düşüyor. Bu boyutun tamamını doldurmasa bile…

Söz konusu partileşmenin leninist parti kavramıyla arasında, bugünkü koşullar veri alındığında ciddi bir mesafe bulunuyor. Bu mesafe “bir gerçeklik” olarak değerlendirildiğinde ayrışma, birlik, iç işleyiş, program gibi konulardaki tartışmalarda bir ilk adım atılmış olacaktır.

Şimdi bu konulardan ayrışma sorununa değinmek istiyoruz.

Türkiye solu içinde “ayrışma” anlamında epey bir yol katedildiği açıktır. Bugün gelinen noktada bir tarafta programatik açıdan netliğe ulaşılmıştır. Kritik olan, radikal sıfatıyla anılan kesimlerin kendilerini tanımlama sorunudur. Bu yönde ciddi bir ilerleme sağlanamamıştır. İşte burada legal sol parti ile örgütsel birlik arasında (en azından şimdilik) ayrı gitmesi gereken iki süreç vardır ve radikal kesimler bu iki süreci birbirine karıştırmakla kendi bindikleri dalı kesmeye çalışmaktadırlar.

Radikal kesimlerin diğer kanattan ayrışması, bolşevikleşme sürecinin bir boyutudur. Bu, bir kimlik netleştirme ve somutta örgütsel birlik sorunudur. İkinci alanla bu sorunun örtüşmemesinin nedeni ve göstergesi çok açık: Radikal kesimlerin örgütsel birliği şu an legal sol partiye yüklenmesi gereken işlevleri karşılamaktan çok uzaktır. Kaldı ki, bu kesimlerin kendi kimlik oluşturmaları yeterince gelişmiş durumda değildir. Bu, gelişkinlik, kaçınılmaz olarak bir reorganizasyon çerçevesinde sağlanabilir. Bu durumda legal sol partinin bir dolaylı işlevi daha ortaya çıkmış oluyor. Legal bir partinin Türkiye solundaki muhtemel ve nihai ayrışma-birleşmeleri yansıtması hiç kimse için şaşırtıcı olmamalıdır.

Heterojen yapısı, basit anlamda farklı çevre ve geleneklerin içerilmesinden öte, legal bir partinin alternatif reorganizasyon projelerinin deneme ve test alanı olması demektir. Bu haliyle de tekrar açıkça söylemek gerekiyor, legal sol parti projesinin ne leninist örgütle, ne leninist anlamda partiyle örtüşmesi mümkündür. Ama bu, içerisinde yeralan oluşumların kendi “öz”lerini bozan ya da yaralayan bir özellik olmayacaktır.

Nasıl Bir Gelecek?

Şimdiye kadar çizdiğimiz tabloda, bu ülkede neyin mümkün ve gerekli olduğu konusuna açıklık getirmeye çalıştık. Görülüyor ki “öncülük” sorununun çözümünde bir dizi aşama iç içe geçecek, helezonik ve/veya kesintili bir hareket tarzını ortaya çıkaracak. Aşamaların bu denli grift hale gelmesi, aslında onları birer “aşama” olmaktan da çıkarıyor ve işte Türkiye solunun beli burada bükülmeye başlıyor.

Öncülük ve leninist modeli bu aşamaların herhangi bir momentinde yakalayabilmek, öncesi ve sonrası ile iç bağlantıların kavranabilmesine bağlıdır. Belki de bu denli tarihselci bir yaklaşıma alışkın olunmadığı için, sürecin kendisi sınırları gerçekten oldukça kalın çizilmiş aşamalara ayrılmak istenmektedir.

Buradaki tuhaflık, sürecin bütününün modelin özüne oturtulması (yani bolşevizmin özü olan özel bir öncülük misyonunun yerine getirilmesi) yerine, sürecin tüm aşamalarının ne olduğu aslında hâlâ pek net olmayan(!) bir şablona(!) en kısa yoldan dönüştürülmesi çabası içerisine girilmektedir.

Bu gerçekten tuhaftır.

Henüz netleşmenin ilk basamaklarında olan, kimsenin bilmediği 20-30 kişilik bir grup, önündeki gündem maddesini “işçi sınıfının devrimci partisinin kurulması” olarak deklare edebilmektedir. Leninizm bu kadar kısır ve kolay mı?..

Öyle olmadığı için her durumda “ideal parti”ye yönelik mesafeyi el çabukluğu ile kısaltmak isteyenler ondan iyice uzağa düşmektedirler.

Türkiye’de bu tür bir yaklaşım, yani verili andan “ideal parti”ye uzanacak en kestirme (öyle sanılan) yolu zorlamak ile teoriyi sürecin tümüne egemen kılan ve “ideal parti”yi en kritik dönemece doğuracak yaklaşım arasındaki tartışma, giderek önem kazanacaktır. İlk yaklaşım fraksiyonizm, oto-likidasyon ve inkarcılık turnikesinin yeni versiyonlarını besleyecek, öteki ise ya iktidarın aracını yaratacak, ya da sürecin bağlantıları yeterince işlenmediği için kendisini bir anda daha önce saydığımız “öteki” reorgarizasyon türlerinden birinin esareti altında bulacaktır.

Elbette iktidar aracı olunacak; ikinci duruma düşmemek için ise her durumda süreklilik kazanmış, “ideal” olmayan ama tüm geçiş ve halkalarında öncülük görevini yerine getirebilecek, bu anlamda herhangi bir momentte işlevi tükenmeyecek bir kadrolaşma ve örgütlenme gereklidir.

Bu ülkede böyle bir güvenceye sahip olanlar, leninizmi her tür nesnel ve öznel durumda şekli şemali belli bir partinin kurulmasına indirgeyenlere göre süreci kısaltma şansına daha fazla sahip olanlardır.

Geleneksel solun radikal kesimlerinde bu güveni duyanların egemen olması gerekiyor…

 

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×