Sosyalizm ve Toplumsal Propaganda
Kemal OKUYAN (SİP Genel Başkan Yardımcısı)
Savaş AL (ÖDP kurucusu)
Ahmet Hamdi DİNLER (Araştırmacı yazar eski TİP yöneticisi)
Yalçın CERİT (Eski TİP yöneticisi)
Murat SALMANER (SİP Siyasi Büro üyesi)
Kemal OKUYAN:
Hoşgeldiniz,
Biz bu toplantıları belli sayıda konuğumuzla birlikte, daha soma yayınlayacağımız ve sosyalist mücadele mirasımıza kalıcı belgeler haline getireceğimiz görüş alışverişleri şeklinde düşünmüştük, planlamıştık. Bunlardan ilkini iki başlık halinde bugün burada sizlerle birlikte gerçekleştireceğiz. Bu başlıklardan bir tanesi “sosyalizm ve toplumsal seslenme, toplumsal propaganda” üzerine olacak, diğeri ise öğleden sonraki bölüm “sosyalist hareket ve işçi sınıfı hareketi” üzerine olacak. Daha sonra bu toplantılar sırayla, bu toplantıyı takip eden Gelenek’te yayınlanacak. Dolayısıyla, ileriki aylarda başka konularda dostlarımızla birlikte toplantılara devam etmiş olacağız.
Şimdi ilk toplantı konumuza ilişkin yaklaşımlarımızı sunmak istiyorum.
Öncelikle burada, bu konuda bizlere görüşlerini sunacak olan Savaş Al’ın geçenlerde bizim partimiz için, SİP için yaptığı bir değerlendirmeden başlayacağım. Demişti ki Savaş arkadaşımız, “SİP leninist bir parti oldui ama henüz bolşevik parti olamadı”… Buradaki eleştiriden bizim anlamamız gereken nokta, SİP’in bolşevik olmaması değil. Savaş Al’ın değerlendirmesinde çok önemli bir yan var. Bolşevizm genellikle Türkiye’de bir örgütlenme tarzı olarak bilinir. Oysa Savaş Al’ın değerlendirmesinde bolşevizm bir siyaset yapma tarzı olarak gündeme getirilmişti. Dolayısıyla bir partinin leninist olup da henüz bolşevik olmaması aslında bütüncül bir sürecin henüz belli evrelerinde olduğumuza dair bir değerlendirmedir. Ben buradan başlamak istiyorum: Nedir siyasette bolşevizm
Bir örgütsel form olarak bolşevizmi burada anlatmaya hiç gerek yok. Ama siyasette bolşevik olmak, mutlaka toplumsal açıdan partinin kendi örgütsel varlığını aşan, kendi örgütsel gölgesinin, izdüşümünün çok ötesine geçen bir siyasal eklemlenmeyi gerçekleştirebilmiş olmasına bağlıdır. Dolayısıyla Rusya’yı örnek verirsek bolşevizm, kendi örgütsel varlığını, yani 1902-1903’lerdeki örgütsel varlığını süreç içerisinde siyasi bir eklenmeyle, siyasi bir toplumlaşmaya taşıyabildiği için bolşevizm olmuştur. Şimdi bu sorun var ve gerçekten de yalnız bizim için geçerli değil. Eğer Türkiye’de biz bolşevikleşmeden yalnızca bu işin ritüelini, bu işin örgütsel yapısını, kadro normlarını anlamayacaksak bolşevizmden iktidara yürüyen, gerçekçi, siyaset yapan bir hareketi anlamayacaksak; Türkiye’de gerçekten de bolşevikleşme sürecinin henüz oldukça uzağındayız. Bu bazı açılardan SİP’i de kapsıyor.
Peki siyasette bolşevizm nasıl gündeme gelecek? Sosyalist mücadelenin en önemli başlığıdır propaganda, veya bir başka deyişle toplumsal seslenme… Birincisi ben, günümüze dair kimi şeyleri hatırlatmak istiyorum: Propaganda, seslenme dediğimizde her şeyden önce devrimci hareket kendisini diğer siyasi hareketlerden propaganda tarzında da mutlaka ayırmalıdır. Yani bizim toplumsal seslenme biçimlerimiz hiçbir zaman burjuvazinin seslenme biçimlerine benzemez. Ancak bazı şeyleri sosyalistlerin kavraması gerekiyor. Kavramamız gereken şeylerden bir tanesi kapitalizmin insana ve sınıflara hitap ederken ekonomik davrandığı, yani zamanı iyi kullandığıdır. Bu açıdan burjuvazinin yalın olduğu bir dönemden geçiyoruz. Yani insan aklının esir alınmasında kapitalizm, işi hiç uzatmadan, doğrudan yöntemler kullanıyor. Yöntemlerin doğrudan olması incelikli olmaması anlamına gelmiyor. Ama şunu vurgulamak lazım, kapitalizm bugün geldiği aşamada, işçi sınıfına, emekçilere, geniş toplumsal kesimlere düşünmek için fazla olanak tanımıyor. Şimdi biz bunu kendi irademizle değiştiremeyiz. Dolayısıyla sosyalist hareket bir şeyi kavramak zorunda: Çok doğrudan, yalın seslenme biçimleri yalın propaganda biçimleri, bulmak zorundayız.
İletişim çağı denildi… Sosyalizmin çözülüşüyle birlikte kapitalizm kendisine yeni yakıştırmalar ararken bu çağa bir de “iletişim çağı” dedi. Ve biz de itiraz ettik buna. Ama bir gerçekliği vardı; gerçekten de iletişim alanında kapitalist sistemin, emperyalizmin elindeki olanaklar son derece etkili hale gelmişti. Ve bu olanaklar da zamanın iyi kullanılmasına, doğrudan insan aklına hükmetmenin yollarının bulunmasına dönük önemli gelişmeler sağladı. Sosyalist hareket bunu da veri almak zorundadır. Buradan bir noktaya geleceğim. Denilir ki sosyalizm, sosyalist hareket slogancılıktan vazgeçmelidir. Bugün kapitalizm, burjuvazi kendi egemenliğini sürdürürken acaba sloganlarından vaz mı geçiyor? Bizim derdimiz gerçekten de slogancı olmak mı? Yoksa gündeme hitap etmeyen, altı doldurulmamış çağrışımlar üzerinden slogancılığı yerleştirmek mi? Ben siyasetin (tabii geniş anlamında kullanıyorum) hiçbir zaman slogansız, çağrışım yapmadan, hedefi kısaltmadan, doğrudan adlandırmalar doğrudan hedef göstermeler olmaksızın yapılacağına inanmıyorum. Şu anda çağdaş siyaset sahnesinde, bizim düşman kampımızda yer alan siyasi akımlar çok açık bir biçimde sloganlarla yol alıyorlar. Geniş kesimlere doğrudan hitap yolunu buluyorlar, yani slogan teknikleriyle… Dolayısıyla bizim, sosyalist hareketimizin propaganda yöntemlerindeki acizlik, etkisizlik bizim slogancılığımızdan falan kaynaklanmıyor. Bizim hitap ettiğimiz kesimlerin güncel ve tarihsel sorunları ve beklentileriyle uyumsuz, ona yabancılaşmış sloganlar ve seslenme tarzları kullandığımız için etkisiz kalıyor. O nedenle slogancılıkla suçlanıyor Türkiye sosyalist hareketi, Türkiye solu. Yoksa hiçbir zaman, (altını çiziyorum buna örnekler vermeye çalışacağım konuşmamın sonlarında) bizim derdimiz sloganlar üzerinden yol almaktan kaynaklanmıyor.
Tersine, Türkiye sosyalist hareketi kendi derdini formüle edemediği için bugün toplumsallaşma açısından ciddi problemlerle karşı karşıya.
Ben daha önce bazı yazılarımda değindiğim bir konuya gireceğim buradan! Propaganda nedir? Propagandanın özünde, bir siyasi öznenin kendi programı doğrultusunda karşısındaki topluluğu çağırarak, yani kapsayarak ve dışlayarak bölmesi vardır. Propagandanın esası budur. Propaganda dediğimiz şey karşıtını hedef gösterir, kapsamak istediğini de kendi yanına çağırır. Dolayısıyla propaganda, tek başına insanları örgütlemeye, kendi yanına, kendi mücadelesine çağırma mücadelesi değildir. Propagandanın bir diyalektiği vardır. Aynı zamanda dışlarsınız, hedef gösterirsiniz ve bunu yapmadan hiç kimseyi kapsayamazsınız. Bu nedenle sosyalist propaganda, sosyalizmin propaganda edilmesi dediğimiz şey, mutlaka bir seslenmedir. Bu seslenme toplumun bazı kesimlerini dışlamaya dönüktür, hedef göstermeye dönüktür, diğer kesimlerini, ya da birlikte mücadeleyi öngördüğünüz kesimleri çeşitli araçlarla kapsamaya dönük bir seslenmedir.
Ben buradan güncel sorunlarımıza geçmek istiyorum. Sosyalist hareketin bugün temel sorunlarından bir tanesi hedef tanımlamada ortaya çıkıyor. Yani karşımıza alacağımız, hedef göstereceğimiz kendi siyasi mücadelemizdeki unsurları tanımlamada çok ciddi problemi var sosyalist hareketin. Bu problemlerden bir tanesi sosyalist hareketin bugün içinde bulunduğu ideolojik, programatik krizdir. Türkiye sosyalist hareketinin, ya da geniş anlamıyla Türkiye solunun unsurlarının önemli bir bölümü bugün ideolojik açıdan, programatik açıdan karşısına neyi alacağını bilmemektedir. Yani bugün hedef tanımlaması yapamayan; solda bir dizi siyasi özne vardır. Eskiden şablonlarla, sloganlarla işler idare ediliyordu. Birisi diyordu ki, oligarşi hedef, birisi tekelci burjuvazi hedef, biri faşizm hedef diyordu, bir şeyler deniliyordu. Türkiye solu siyasi arenada kendisine hedef göstermeye başladığı 12 Eylül’den belli bir süre sonra, son üç-dört yıl içerisinde bir hedef kısırlığı içerisine girmiştir. Yani neye karşı mücadele ettiği konusunda açık-berrak bir fikre sahip değildir Türkiye solu şu anda. Önce bunu çözmemiz gerekiyor, çünkü biraz önce de söylediğim gibi hedef göstermeden kapsamak mümkün değildir. Ne hedef gösterilebilir? Bir kere kapitalizm bir hedeftir, bir bütün olarak, bütün unsurlarıyla, siyasetiyle, sömürü mekanizmalarıyla, ideololojisiyle, kültürel yaşantısıyla kapitalizm elbette bir hedeftir. Ancak bu anlamda biz kapitalizme karşıyız demek, toplumsal seslenme açısından etkili, ya da yeterli bir yöntem değildir. Nedir o zaman? Bugün baktığımızda Türkiye’de kapitalizmin Öznelerine baktığımız zaman şunu görüyoruz (güncel gelişmelerle de bağlantı kurarak söylemek istiyorum): Ortada bir kere askerler var, yani silahlı kuvvetler var, bir öznedir. Karşı safımızda yer alan bir özne… Dinci hareket, islami gericilik var, faşistler, faşist hareket var, sermayenin bizzat kendisi var. Bunun dışında emperyalizm var. Bunların hepsi birbiriyle içice geçmiş, durumda ama propaganda teknikleri açısından bunların her biri ayrıştırılabilir şeylerdir. Biz bunların hepsi içice geçmiştir derken, bunların iç bağlantılarında ortaya çıkan ciddi gerilimleri, gerilim sonucu doğan aksaklıkları görmemezlikten gelemeyiz. İkincisi, daha önemli bir şey konumuzla ilintili olarak, sosyalistler hiçbir zaman “biz bunların hepsine karşıyız” diyerek güncel propaganda olanaklarını yitirmezler, çünkü hedef gösterme karşınıza aldığınız bütün içerisindeki zayıf, canalıcı noktayı seçmekle ilgili bir iştir de. Yani siyasetin, devrimci siyasetin en önemli parçalarından bir tanesini biraz önce saydığım ve benzer unsurlar içerisinde kritik noktaları, zayıf-güçlü noktaları saptayıp buna göre hedef belirlemektir. Bugün Türkiye solu bunu yapmıyor.
Türkiye solunun bunu yapmamasının altında biraz önce söylediğim ideolojik ve programatik sulanma ve belirsizlikler var. Bunun dışında açıkçası geçmişte biz hep söyledik, kendimize bu yüzden Sosyalist İktidar dedik; Türkiye solunun iktidar perspektifi yok diye… Türkiye solu iktidarı artık tamamen unuttu. Geçmişte demokratik halk iktidarı falan deniliyordu. Türkiye solu bir biçimde mutlaka iktidar olgusunu kendi önüne koyan projeler geliştiriyordu. Şimdi açıkçası Türkiye solunun bu tür bir arayışı neredeyse hiç kalmadı.
Sistemi çözmek, yani karşımızdaki bütünlüklü yapıya yönelik olarak can alıcı darbeler vurmak siyasette kilit sorundur. Bunun karşılığında hedef kitlemizi, yani yanımıza çağırmak istediğimiz kesimleri mücadele içerisine, yanımıza çekebilmemiz için karşımıza aldığımız, eleştirdiğimiz, teşhir ettiğimiz, yıkacağız dediğimiz mekanizmanın çözülmesine yardımcı olacak hedeflere kilitlenmek zorundayız. Bu da güncel siyasi gelişmelerle, artı o ülkenin, bölgenin tarihsel özellikleriyle belirlenebilir bir şeydir.
Peki güncel olarak bizim önümüzdeki dönemde, yakın gelecekte karşımıza aldığımız kesimler içerisinde nasıl bir ayrıştırma yapabiliriz ki, propaganda ve seslenme teknikleri açısından daha sağlıklı bir noktaya gelelim? Ne yazık ki (ne yazık ki diyorum çünkü Türkiye solunun bunda çok büyük bir payı var) bugün karşımıza aldığımız kesimlerin, biraz önce saydığım unsurların (askerler, faşistler, dinci gericilik, emperyalizm, burjuva siyasi partilerini bir bütün olarak sayabiliriz) içerisinde en güçlü olan, en az yıpranan kesim burjuvazinin bizzat kendisidir. Yani bütün dünyada sosyalistlerin sınıflar mücadelesinde en fazla üzerine gidip, işaret edecekleri ve etmekle mükellef oldukları düşman sınıf şu anda Türkiye’de ne yazık ki kendisini en kolay karşımızdaki sistemin bütünlüğü içerisinde koruyan, kendisini sıyıran ve güncel siyasi gelişmelerin öğütücülüğünden kurtaran kesim haline gelmiştir. Bu üç-dört yıl önce böyle değildi. Ama şu anda geldiğimiz noktada Türkiye burjuvazisi, yani bizzat patronlar karşımızda güçlü bir propaganda hedefi, bir zayıf nokta olmaktan çıkmış durumdalar. Şu anda yakın gelecek için Türkiye sosyalist hareketi sermaye bağlantısını, yani burjuvazinin bu kesimlerle olan bağlantılarını dikkate alarak üç hedef üzerinde yoğunlaşmak zorundadır. Bu konuda geç kalmamıza rağmen dinci gericilik kesinlikle önemli bir başlıktır. Hiçbir zaman ne.silahlı kuvvetler, ne sosyal demokrasi, ne bir başka güç dinci gericiliğe karşı mücadele başlığını bizim elimizden almamalıdır, alamaz. Emperyalizm, Türkiye sosyalist hareketinin şu anda unuttuğu bir faktör olarak önümüzdeki dönem kritik önem taşıyacaktır. Emperyalizm mutlaka bizim kilitleneceğimiz hedeflerden bir tanesi olacaktır. Çünkü bölgemiz ve Türkiye çok daha kişiliksiz, çok daha emperyalizmle uyumlu (her zaman uyumluydu belki ama) bir döneme girecektir. Bu bizim için çok büyük bir olanaktır. Emperyalizm karşımızda önemli ve yaralanabilir bir hedef oluşturacak.
Bir de karşı devrimin bu kadar tahkim edildiği esnada gene sermaye bağlantısı unutulmadan karşımızdaki zayıf nokta faşizmdir, faşist harekettir. Dolayısıyla Türkiye sosyalist hareketi hedef gözetirken en fazla bu üç tema üzerinde durma şansı elde edecektir.
Bunlar hedefler, dışlama başlıklarımız olmalıdır.
Buradan devam etmek istiyorum.
Yakın dönemde Türkiye burjuvazisinin sosyalist harekete yakıştırmak istediği rol yıkıcılıktır. Bu nedenle bu kadar ayyuka çıkmış, bu kadar kirlenmiş bir sistem bizim elimizi kolumuzu bağlıyor. Neden? Biz aslında dünyadaki birçok örnekten daha fazla propaganda yapma şansı ve hakkı veren bir sistemi yıpratamaz hale geldik. Yani yıkıcı faaliyet, yıkıcı bir etkide bulunmuyor şu anda, Türkiye kapitalizmi üzerinde. Bu nedenle sosyalist hareket önümüzdeki dönemde eylemiyle, propaganda çalışmasıyla, ideolojik mücadelesiyle yapıcı bir unsur olduğunu kanıtlamak zorundadır. Türkiye’de sosyalizm çok günceldir, gerçekten de çok güncel hale gelmiştir. Bunun için Türkiye sosyalist hareketi “ben yıkıcı misyonumdan daha çok yapıcı, yani kurucu misyonuma adayım ben bunun için mücadele ediyorum” demek zorundadır. Bu, Türkiye işçi sınıfı için de gerekli bir koşul, Kürt emekçileri, Kürt devrimci hareketi için de gereken bir koşul. Kürt devrimci hareketinin tıkanmasının en önemli nedenlerinden bir tanesi, yıkıcılıkta kalmasıdır. Bütün çabalarına rağmen, yıkıcılığı ön plana çıkmıştır. Ben bunu eleştirmek için söylemiyorum. Ama bugün Kürt devrimci hareketinin unsurları, Kürt emekçileri dahi ne için mücadele ettiklerini bilmiyorlar. Bunu ben de bilmiyorum. Kürt emekçilerinin ne için mücadele ettiği, Kürt kimliği düzene karşı, sömürüye, zulme karşı mücadele doğru bir şeydir. Ama yapıcı unsuru nerdedir bu işin? Bu belirsiz… Dolayısıyla önümüzdeki dönem hem Kürt emekçileri için, hem bizler için Türkiye sosyalist hareketi (belki burada en fazla tartışacağımız nokta budur) yapıcı bir kimliği olduğunu Türkiye toplumuna, ama en başta Türkiye işçi sınıfına anlatmalıdır. Türkiye işçi sınıfı tek başına kapitalizm teşhirciliğinden, sömürü karşıtlığından hiçbir mücadeleye taşınacak durumda değildir şu anda. Türkiye işçi sınıfının önüne somut, yapıcı, güncel bir sosyalizm projesi koymadığımız takdirde Türkiye solunun, Türkiye işçi sınıfı içerisinde hiçbir şansı olmayacaktır.
Diğer konuşmacı arkadaşlar “nedir bu sosyalizm somutluğu, güncelliği, nasıl taşınır, yapıcı olarak sosyalizm fikri” bunlar üzerinde sanıyorum duracaklardır.
Savaş AL
Merhaba arkadaşlar,
Kitlelere bir şey anlatırken iki yol belirliyorsunuz. Bunları Türkiye sosyalistlerinin bilmesi lazım.
İşçi, bizi, yani emekten yana olduğunu iddia eden bir partinin propagandasını dinlerken iki şeyi çok dikkatli süzer. Siz de o iki şeyin üzerine gideceksiniz.
Bir, onun tarihten gelen üretim içindeki kendi yaşam tarihi, ondan bahsediyorum, bizler de kendi yaşadığı süreçteki tarihinden gelen bir bilinci var. Bu “kendisi için sınıf anlamındaki bilinci değil… Kendinde bilinç, bu bütün kitlelerde vardır. Yani bir köylüde, az topraklı köylüde, esnafta, küçük sanatkarda vardır. Şimdi bu bilinci harekete geçirirken, bakın çok basit şeyleri anlatacağım, harekete geçirirken burjuvazinin tekil olarak, kapitalistin yaşam biçimini anlatacaksınız. Tekil olarak onun yaşam biçimini anlatacaksınız. Bundan sonra solun genel olarak bir yaşam biçimini kabul edemez görmesi lazım geldiği noktada, sorunun bu kısmının anlatılışında ise kapitalizmi anlatacaksınız. Yani sizin propagandanızda iki yollu bir açılım olacak. Bir, onun yaşamından gelen bilinç birikiminin yansımasını, tekil olarak kapitalistin hayatının yaşam biçiminin anlatılmasında şekillendireceksiniz. Onun yaşam biçiminin şu şu nedenlerle aşılması lazım geldiğini, ikincisi, onun yaşam biçimini hazırlayan düzenin nasıl değiştirilmesi lazım geldiğini anlatırken de kapitalizmi anlatacaksınız.
Şimdi burada somut projeler meselesine gelince bakın çok basite indirgeyerek gene bir şeyler söyleyeceğim. Yani bunlar öyle basit değil. Burada ben diğer arkadaşların teorik anlamda bu konuyu enine boyuna açacaklarına eminim. Ama benim söylemek istediğim, veya açmak istediğim başka bir yönü var.
Sosyalist hareket, yaşam alanına ilişkin olarak üç bölüme ayırdığımızda bir derece itibariyle şunu yapması lazım: Un, şeker, et, süt. Bakın bunlardan daha fazla değer üreten üretim alanları vardır, pamuk vardır, üzüm vardır veya başka bir şeyler vardır. Tarıma ilişkin söylediğim bölümde… Bu dört konuyu enine boyuna irdeleyip, Toprak Mahsulleri Ofisi, SEK, EBK gibi kurumlan inceleyerek toplumun önüne sunmak zorundadır. Kitle bunları görsün. Evet bu kadar basit.
Peki, endüstri alanına geldiğinizde, sanayileşme alanına geldiğinizde alt yapı dediğimiz yol, elektrik, kimya sanayi ve ekonomiye temel oluşturan ağır endüstri. Bu konuda bir kez sosyalist hareketin alabildiğince açık olması gerekir. Bu konularda gayet açık ve net olarak bir projesi olması lazım sosyalist hareketin. Sosyal hayata ilişkin olarak eğitim, sağlık ve devletin yapılandırılmasında nasıl bir devlet yapılandırması, düşündüğüne ilişkin açık ve net bir politika iletmesi lazım. Eğer bu politikaları üretemiyorsanız, bunlara ilişkin topluma söyleyeceğiniz şeyler zayıf olursa ikna edemezsiniz. Yani “yapıcılık” denen olay bu.
Diyeceksin ki bu topluma, bunlar senin temel ihtiyaçların, ana ihtiyaçların. Bunlar, bugünkü konuşmalar içerisinde Türkiye’de tartışılan sosyalizm, demokratikleşme, demokratik kurumların yapısı vs. ile mukayese edildiğinde, çok basit konular gibi gelebilir. Ama burada dikkat edebileceğimiz bir nokta var. Bakın, bunları neden söylüyoruz? Bütün teorik tartışmalarda demokratikleşme, demokrasi, ülkenin daha demokratik yapıya kavuşması denir. Türkiye’deki nüfusun yüzde 10’u, 12,5’udur, bunları tartışan insan sayısı. Bu yüzde 12,5’un sosyalist harekete örgütlenen ve güç olarak gelen kısmı ise yüzde 2,5’dur.
Yani politikacı profesyonelce hesap yapar. Sosyalist politikacı sosyalist insan profesyonel adamdır. Bizi bütün son 20 senedir çektikleri nokt,a yüzde 12,5’un üzerinde oynama noktasıdır. Bir defa ip sallandırdılar bize. Bütün bu görüşlerimiz yüzde 12,5’un üzerinde. Biz esas itibariyle, üretimin tam orta yerinde olan, üretimin ta başında olan ilişkilerden de, bu alana ilişkin söylemden de koparıldık. Bunlardan kopup başarılı olunamaz. Dünyanın hiçbir yerinde, ben sosyalist hareketlerin tarihini de okudum, farklı tarihlerini de okudum öyle bir şey yoktur. Türkiye sosyalist hareketi son 15-20 senedir, sosyalist biçimdeki propaganda yapma niteliğinden koparılmış, adeta yüzde 12,5’un etkilediği, bir de medya iletişim araçları falan hareket haline dönüşmüştür.
İşte Türkiye sosyalist hareketi yeniden iktidar olmaya aday olduğu ve bunun için mücadele ettiğini söyleyeceksek, ki buna katılıyorum, en müsait gündür. Ben, 1994 senesindeydi herhalde, Arslan Başer Kafaoğlu’nun Cumhuriyet’te veya Milliyet’te Belediye Başkanlığına aday olduğu zaman bir röportajını dinlemiştim. ’65’teki TİP bugün olsaydı, diyor, iktidara oynardık biz. Bu doğru! Yüzde yüz katılıyorum! Eğer bunu yapacaksak SİP içinde tartışacağız. Yani bu yüzde 12,5’u silelim atalım demiyorum topyekün de, başka yere geçelim diyorum. Biz o alanın içinde, o çıkmaz dar pasif dairenin içinde, buradayız ve kendi alanımızı açmak zorundayız, o alanı açtığımız zaman bu şekliyle tabii bu daha zenginleştirilebilir, Kürt sorunumuz vardır, başka sorunlar vardır. Bunlarla bir bütünlük içinde propagandamızı yürüttüğümüz zaman Türkiye sosyalist hareketinin büyük bir ivme kazanacağına ve yeni bir atılım gerçekleştireceğine inanıyorum. Çok teşekkür ederim.
Ahmet Hamdi DİNLER:
Şimdi arkadaşlar, demin Savaş Al da bahsetti, Türkiye sosyalist hareketi 1960-70 arasında toptan alternatif projeler üretti. Ve bu ürettiği alternatif projeler içinde yanlışlar da olabilir muhakkak. Fakat bu alternatif projeler sayesinde kitlelerle ilişkiyi sağlayabildi. Ama 70- 80 arasında maalesef hiçbir proje üretilemedi ve 60-70’in mirası yendi 80’de sosyalist hareket tıkanıklık içindeydi. Sorumluluğu yalnız 12 Eylül’de bulmak kolaycılık olur. Ve aynı zamanda sendikalar da tıkanıklık içindeydi. Ve onun için arkadaşların da söylediği gibi, mutlak surette alternatif projeler bulmamız gerekir. Ve şimdi onların neler olduğunu söylemek istiyorum.
Yalnız ondan evvel bazı noktaların, bu alternatif projelerin dayandığı noktaların önemle üzerinde durmak istiyorum. Bir defa her şeyden evvel günümüzde marksizme yapılan eleştirilere gerekli cevabı vermemiz lazım. Bugün dünyada marksizme ve marksist felsefeye bir tek doğru dürüst eleştiri geldi. Onun dışında hiçbir eleştiri gelemedi. Marksist felsefeyi eleştiremiyorlar. Dikkat ederseniz bütün gazetelerde bütün dergilerde hep SSCB’nin çözülüşünden kalkarak sosyalizme hücum ediyorlar. Bir tek Fukuyama diye bir CIA ajanı felsefeyi eleştirmek için şunları söyledi: Dedi ki, tarihin sonu… Sağ Hegelciliği savundu. Marksizm sol Flegelci olduğu için .yanlış bir felsefedir dedi; “yaşasın sağ Hegelcilik”. Felsefenin Hegelcilik ile bittiğini söyledi… Yaşasın Hegelcilik diyerek -o da tabii ne kadar doğru, o ayrı bir nokta- tek önemli eleştiri Fukuyama’nınki oldu.
Biz ise marksist felsefenin muhakkak surette tekrar gündeme gelebilmesi için yeterli propagandayı yapmıyoruz. Marksist felsefe bugün dünden daha canlı; bütün yöntemleriyle daha canlı, özellikle burjuvaziye karşı, burjuva ideologlarına karşı yapacağımız mücadelede marksist felsefenin ölmediğini, ölemeyeceğini, hala günümüze ışık tuttuğunu belirtmemiz lazım. Bakın bir tek felsefemize eleştiri yapamazlar. Yapmaları da mümkün değil. Bunu geliştirmemiz gerekir.
İkinci nokta: Marksizmdeki kavramlara çok dikkat etmemiz gerekir arkadaşlar.
Çünkü, ileride alternatif projelerde anlatmaya çalışacağım, özellikle cephe, ittifak, eşitlik, özgürlük, işçi sınıfı gibi kavramlara çok dikkat etmek lazım. Eğer bu kavramları iyi bir biçimde kullanamazsak, yanlış kullanırsak son derece yanlış neticelere sebep olur. Size bir örnek vermek istiyorum. Bu çok önemli bence.
1967’de ben Zonguldak il başkanıydım. Biliyorsunuz Zonguldak maden işçileri iki türlü: Bir yeraltı, bir yerüstü maden işçisi. 1965’te de o yeraltındaki maden işçileri tamamen şehri işgal etti, olaylar oldu. Biz dedik ki, maden işçileri yürüyor, gazete çıkardık. Gazete üzerinden devamlı hücum üzerine hücum, propaganda yapıyoruz. Tam dört sene sonra şunu anladım ki, yeraltında çalışan maden işçileri “işçi” değil. Nedir? Yan proleter. Niçin yarı proleter? Bildiğimiz halde bunu yakalayamadık. Bunların köylerinde toprağı var, bir ay gelip çalışıyorlar, ertesi ay köylerinde duruyorlar. Bilinç düzeyleri köylülük düzeyini geçmiyor. Biz, tam dört sene sonra bunu anladığımız an bizim gazetenin niteliği değişti. Gideceğimiz yerler değişti, konuşacağımız insanlar değişti, yapacağımız propagandanın niteliği değişti. Onları örgütleyebilmek için yaptığımız bütün mücadeleler bu arada boşa çıkmıştı…
İşçileri örgütleyebilmek ve onların lideri olacak, onları temsil edecek insanlarla ilişki kurabilmek için bu işçi sınıfı kavramına dikkat etmemiz lazım. Özellikle yarı-proleter nedir, ne değildir, -bunlar hep bilinen kavramlar gibi gözüküyor-ama benim hayatımın dört senesine mal oldu.
Şimdi arkadaşlar, bunun dışında önemli bir nokta var. Kapitalizmin en ileri düzeyi diye özellikle bizim dönmeler çok propaganda yapıyorlar gazetelerde. Geçen gün bir kitap okudum, Kapitalizmin Geleceği diye. İnanmazsınız, kapitalizmin ideologlarının, hem de kapitalizmin en önemli ekonomistlerinden birinin ödü patlıyor, kapitalizmin ne olacağından ödü patlıyor.
Ve ben bile korkmaya başladım. Ben kapitalizme “biraz daha yaşar” diyordum. Bu adam diyor ki, yakın bir zamanda kapitalizm gidecek, ne yapacağız, eyvah yok olduk… Şimdi bunların en önemli noktası korkuları. Bunların üzerine ne kadar hücum edebilirsek çökebilecek durumdalar.
Bizim Deniz Gökçe diyor ki, yüzde 5,8 işsizlik var Amerika’da; Amerika fevkalade iyidir, vs. Amerika’nın propagandasını Amerikalılardan çok daha iyi yapıyor. Bugün Amerika, hatta son zirvede Clinton da bahsediyor, yüzde 18 işçilik var, part-time işçilik, iki saatlik işçilik… bu tabii gösterilmiyor istatistiklerde… Bir de yüzde 14,8 daha var, hiçbir iş alanında olmayanlar, adam diyor ne yapacağız bunlarla, bizim ekonomimiz nereye gidiyor! Bugünkü kapitalizm için Mao’nun eski sözünü söylemekte yarar görüyorum: Kapitalizmin kağıttan kaplan haline döndüğüne inanıyorum. Bugünüyle özellikle. Ve bütün dünya kapitalist sistemi çok kötü durumda. Bu şimdi Avrupa’ya da sıçradı.
Şimdi önemli olan nokta, dördüncü bir nokta, Sovyetler Birliği’nde 70 senelik bir geçmişten sonra muhakkak Sovyetler Birliği’ni çok iyi incelememiz lazım. Sovyetler Birliği’ndeki yanlışları tespit edip, aynı yanlışları bir daha yapmamamız lazım. Çünkü kapitalizme hücum ederken, muhakkak sağlam temellere oturmak gerekir. Sosyalist hareket sağlam temellere oturduğu ölçüde hücumu iyi olur, hücumda muvaffak olabilir. Eğer çürük noktalar barındırıyorsa, muhakkak surette açık verir ve hücum geride kalmış olur.
Bir de sosyalist mücadelenin ve Türkiye’deki geçmişini çok iyi bilmek lazım. Özellikle 1960-80 arasını çok iyi bilmek lazım. Nerelerde yanlışlık yaptık, nerelerde doğru hareket edildi? Bunlara kısa kısa değiniyorum.
Günümüzde Türkiye’de sınıfların analizini ve Türkiye’de özellikle mevcut siyasi partilere oy veren halkın bu tercihlerinin nedenlerini inceleyebilmek için biraz tarihe dönmek lazım. Özellikle bizim ulusal kimliğimize…
Şimdi ulusal kimlik deyince hemen Kürt kimliği ortaya geliyor. Geçen gün bir televizyonda da gördüm. Kürt kimliği üzerine 5-6 kişi tartışmalar yaptı, hiçbiri birbirinin dediğine uymuyor. Türk kimliği üzerinde de biraz çalışmak lazım. Biz kimiz, neyiz? Anadoluluyuz ama nereden gelmişiz, nasıl yapmışız?
Demin Kemal arkadaşımız önemli bir şey söyledi. Dinci gericiliğe, ve özellikle milliyetçi veya faşistlere karşı mücadele ederken bu nokta çok önemli bence. Onların dayandığı noktaların ne kadar zayıf olduğunu belirtmemiz lazım.
Günümüzde bir de sendikaların durumunu çok iyi incelemek gerek… Şimdiki DİSK’in bugünkü durumunu anlayabilmek, ta 1908 senelerini incelemekle söz konusu olabilir. Özellikle kamu sendikaları; arkadaşlar, kamu sendikalarında hep başkalarına kabahat buluyoruz ama bu kamu sendikaları bugün çok kötü bir durumda. Bu kamu sendikalarını bu duruma getirenlerden hesap sormak lazım. Yüz bin kişilik koca bir potansiyel sadece Eğitim-Sen’de, yüz bin kişi; koca bir potansiyel. Yüz binlerce kişinin alanları doldurduğu bir sendika ve bugün son KESK’in yaptığı mitinge dikkat edin, kaç kişi var. Bunları iyi inceleyip, bunlara karşı da mücadele etmemiz lazım. Yani KESK’in bu duruma gelmesinin nedeni, başkası değil Türkiye’deki sosyalist harekettir. Türkiye sosyalist hareketi sorumludur, kamu sendikalarının bu hale gelmesinde. 300 kişiyle 500 kişiyle yürüyüşlerden Türkiye sosyalist hareketi sorumludur. Ama ta kuruluşundan bu yana gayet iyi incelenirse, nedenleri araştırılırsa çözüm bulunabilir.
Şimdi, bunlar önemli noktalar. Bu noktalar üzerinde iyi araştırmalar yapıp, iyi sonuçlar elde edebilirsek, bundan sonra sunacağım alternatif projelere ışık tutar. Yalnız, bu alternatif projeleri tek tek ele almak değil, bir merkezi planlamayla oluşturmak lazım. Biliyorsunuz, planlamaya karşı da çok büyük bir hücum var. Ama merkezi planlama hala günümüzde çok önemlidir. Ben merkezi planlamaya yapılan hücumları okudum; iyi bir eleştiri olsun, hakikaten yanlışları bulalım diye okudum. Fakat hiçbir tanesinde bulamadım.
Onun için şimdi anlatacağım şeyler, bir merkezi planlama içerisinde ortaya konulabilir. Birbirlerine bağlı konabilir. Ve bundan her birinin finansını, nasıl finanse edilecek, nasıl yapılacak, bunları da ortaya koymak lazım. Yani, tek tek değil bu alternatif projeler, her birisi birbirine bağlı bir biçimde ve bir merkezi planlama içerisinde… Yani biz sosyalist iktidara geldiğimiz zaman bunları yapacağız. İşte kaynakları budur diye kitlelere sunmamız gerekir.
Şimdi, bunun için ilk önce bir dış politikamızın oluşması lazım. Savaş, iyi hatırlar NATO’ya karşı nasıl mücadele edildiğini Türkiye’de. Korkunç bir mücadele verildi! Amerikan emperyalizminin gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerde bir hançer olduğunu gösterebilmek için çok mücadele ettik. Bugün NATO, kimsenin aklında değil. NATO unutuldu, NATO diye bir şey yok ortalıklarda. NATO’nun ne olduğunu tekrar kitlelere anlatmamız lazım. Bence çok önemli NATO. NATO’nun genişlemesi çok önemli. Evvelden ne deniyordu NATO sosyalist bloka karşı kuruluyor, şimdi sosyalist blok da yok. Peki NATO niye devam ediyor? Bunu muhakkak surette kitlelere anlatmak lazım.
Şimdi bir de şu var. Avrupa Birliği meselesi var dış politikada. AB diye bir birlik var, topluluk var. Biz buna karşı mıyız, değil miyiz? Karşıyız. Karşıysak neden karşı olduğumuzu çok somut olarak kitlelere anlatmak zorundayız.
Unutmadan, dünyadaki sermayenin uluslarasılaşması karşısında Türkiye’deki işçi sınıfının da uluslararası düzeyde nasıl mücadele ettiği ve edeceğini ortaya koymamız lazım. Bugün sermaye, biliyorsunuz, uluslararası hale geldi. Çok uluslu şirketlerin hakimiyetinde dünya. Bunlara karşı mücadele etmek gerekiyor. Ve ulusal düzeyde mücadele olmuyor. Uluslararası düzeyde mücadele oluyor. Tabii bu arada sendikaların ne kadar önemli olduğunu ve sendikada çalışan insanların nasıl özellikle teknik eleman olması gerektiğini, üç lisan bilmesi gerektiğini ve bunların dünyayı çok iyi bilmesi gerektiğini antrparantez söylemekte yarar var. Bu uluslararası şirketlerle uluslararası düzeyde mücadele edebilmek konusu, Türkiye’de işçi sınıfının mücadelesi, Avrupa Birliği ile de ilgili. Çünkü sorun bizim değil; ekonomi kötüye gitmiş, kötüye gitmemiş sorunu bizim değil, kapitalistlerin sorunu… Biz ulusal düzeyde onların menfaatlerini düşünecek değiliz.
Bizim asıl düşünmemiz ve bütün bu alternatif projelerden ortaya çıkartacağımız şey şu: İşçi sınıfının mücadelesinde hangi noktalar önemlidir İşçi sınıfı nasıl neden mücadele eder ve işçi sınıfının menfaatleri nereden kaynaklanır Bu düzeyde düşünerek bütün alternatif projelere yön vermemiz gerekiyor. Bu düzeyden kalkarak teorilerimizi üretmemiz gerekiyor.
Tabii bu arada milliyetçilik kavramıyla beraber Türkiye’nin Türki Cumhuriyetlerine olan politikası da çok önemli. Bir yerde okuduğum bir şeyi anlatayım. Türki Cumhuriyetleri’nde Fethullah’ın okulları var. O okulları, sağolsun Şahin Alpaylar Milliyet’te göklere çıkartıyorlar. Ve Fethullah hoca Nurcu. Bakıyorsunuz Said-i Nursi Şeyhi Teşkilat-ı Mahsusa üyesi. Teşkilat-ı Mahsusa İttihat Terakki’nin en meşhur örgütü. Onun bir numaralı üyesi de Saidi Nursi. Saidi Nursi de Kafkaslar’da çalışıyor devamlı olarak. Fethullah da oradan kopya çekiyor. Ve o zaman Alman Genelkurmayı’nın Hindistan’ı boğabilmesi için Orta Asya’da Turancılık ortaya çıkıyor. Bu Alman Genelkurmayı’nın birinci planı. İkinci planı da, Mısır’ı boğabilmek için islamcılığı ortaya çıkartıyor.
Şimdi Alman Genel Kurmayı kalktı, Pentagon var! Saidi Nursi’nin yerine de Fethullah gelir. Hiçbir değişiklik yok ortalıklarda, bunlar aynı biçimde hareketler.
Ama bu politikayı incelerken, bir noktayı da unutmamak lazım. Rusya ile Amerika’nın arası bozulursa Türkiye’nin de Türki hükümetlerle arasındaki ilişkiler bozulur. Bu açıdan bu politikaları çok iyi incelememiz lazım. Türkiye-Mısır-İsrail ilişkisini çok iyi incelememiz lazım. Milli Savunma Bakanı İsrail ile olan tatbikatlara Mısır’ın da katılmasını öngörüyor. Ve bence Türk ordusunun İsrail’le ortaklığının en önemli nedenlerinden birisi yüksek teknolojiyi alabilmek. Ortadoğu politikasını bu politikalar içerisinde ortaya koymamız lazım. Ortadoğu politikası çözülemediği müddetçe, İran gibi, Irak gibi ülkeleri incelemeden Kürt sorununu çözmek mümkün değildir. Onun için sosyalist hareketin çok iyi bir dış politikası olması lazım.
Bir diğer başlık Kıbrıs. Yunanistan’la en yakın ülke, halkların birbiriyle kardeşliği var, devamlı silahlanma iki tarafta… Kıbrıs meselesinde ne olmalıdır? Bizim Kıbrıs politikamız ne olmalıdır? Açınız TİP belgelerini, Kıbrıs hakkında TİP’in belgeleri, yanlıştır doğrudur tartışılır o ayrı konu, ama belgesi vardır. NATO hakkında belgesi vardır. Ege konusunda, Ege adaları konusunda politikamız ne olmalıdır?
Başka bir başlık, Türkiye’de alternatif proje olarak, tarımın sorunlarıdır. Türkiye’de 80’den sonra tarım unutuldu. Tarım denilen nesne unutuldu, tarım yok ortalıkta. Köylü yok adeta; oysa yüzde 50 hala köylü. Ama sosyalist hareket köylüyü unuttu nedense! Muhakkak suretle, köylülük bizim ittifakımız olacak mı olmayacak mı, onu bilemiyorum. Bir ittifak olursa, iktidara geçerse, müttefikin dediğini yapmak zorundayız. Ama köylülüğün hangi kesimleri ittifak olacak, hangileri olmayacak, bunu öngörmeliyiz. Onun için çok iyi bir sınıf analizi yapmamız lazım. Orman köylüleri var Türkiye’de. 8,5 milyon orman köylüsü. Bunlar yarı proleter. Çoğu gidip muhtelif yerlerde çalışıyor, sonra tekrar köyüne dönüyor. Bunlar bizim için ittifak mı, yoksa sosyalist iktidar onların haklarını mı koruyacak, sadece “biz senin haklarını koruruz” mu diyecek?
Bu arada özelleştirme kavramları çıkıyor. Süt, yağ ve et kombinalarının özelleştirilmesi, demin arkadaşımızın söylediği. Özelleştirmelerde maalesef birinci raundu kaybettik, biz Türkiye sosyalist hareketi. Yani özelleştirme kavramı Türkiye’ye girdi. Ama işçilere bakıyorsunuz, çoğu özelleştirmeden yana, bilinçli olarak televizyonu, gazetesi ile bütün işçi sınıfının beynini yıkadılar. Ne zaman özelleştirme kendisine dokunuyor, o zaman ben özelleştirmeye karşıyım diyor. O halde, birinci raundu kaybettik.
İkinci raundda biz her dalda, işte bildiğiniz gibi süt, yağ, et kombinalarının özelleştirilmesine ait gerekli incelemelerimizi yapıp ve diğer sanayilerle olan ilişkisini ortaya koyup özelleştirmeye karşı çıkmamız lazım. Bu diğer dallarda da öyle olmalı. Süt, yağ, et kombinaları çok önemli tarım açısından. Bunların özelleştirilmesine karşı propagandayı sadece süt, yağ, et kombinaları ve etrafındaki ilişkilerle beraber, yani tarım ilişkileriyle beraber ortaya koyup, onlarla propagandamızı yürütmemiz lazım.
Örneğin tarımsal satış kooperatifleri var. Bunlar nasıl olmalıdır? Tarım-İş, Çukobirlik. Tarım satış kooperatiflerinde özelleştirme yoluna girilip, efendim köylünün hakkını verelim, köylü kendi kendini idare etsin demeye kalktığınız zaman, onun da olumsuz yönleri var. Bir köyde adam sırf yönetime gelebilmek için milyonlarca lira döküyor; sözde köylünün hakkını koruyacak… İnanmazsınız köy gibi bir yerde 200-250 milyon lira harcanabiliyor, sırf yönetim kuruluna girebilmek için… Çukobirlik özelleşsin, köylünün eline geçsin, deniyor. Zenginlerin eline geçeceği belli değil mi!
Yerel yönetimlere geliyorum… Herhangi bir mahallede çalışma yapacaksınız; mahalleyle nasıl ilişki kuracaksınız? Muhakkak yerel yönetimlerin getirdiği olgular çerçevesinde ilişki kuracaksınız. Yerel yönetimlerin yeniden yapılanması diye bir meselemiz var. Bu yeniden yapılanma genel teorik düzeyde olmalıdır. Yeniden yapılanma, kitlelerin nasıl katılması ve hangi yöntemlerle uygulanması gerektiğini cevaplamalıdır.
Yerel yönetimler merkez yönetimin mali ve idari baskısından hangi ölçülerde bağımsız olmalıdır? Şimdi adam çıkıyor diyor ki, her şey yerel yönetimlerin olsun, eğitim de, sağlık da… Milli eğitimin yerel yönetimlerin elinde olması güzel bir şey gibi görünüyor. Peki Refah partililerin yerel yönetimlerde iktidarda oldukları yerlerde ne yaparsınız Ertesi günü bütün çocuklar başlarlar elifba’ya… Bu somut durum. Özelden kalkarak geneli çözümleyemeyiz, ama genel çözümlerimizin özel durumla muhakkak bir ilişkisi olması lazım. Sağlık meselesinde de aynı şeyler. Kürt meselesinde de bu yerel yönetimlerin içinde özel mevziler alınabilir. Bunu da düşünerek hareket etmek mecburiyetindeyiz.
Demin arkadaşımız çok güzel söyledi, ben bilmiyorum dedi… Ben de bilmiyorum, hiç kimse de bilmiyor Kürt sorunu hakkında. Açıkça birisi kalksın desin ki, ben şöyle bir çözüm öneriyorum… Ama laf ebeliği değil, öyle propaganda söylemi ile değil… Her sözü kirli savaşla başlatarak sorun çözülmez. Sorunu somut olarak nasıl çözeceğiz deyince susuluyor. Kalkıyor, ana dilde eğitim diye başlıyor… Ondan sonra, sen kendi çocuğunu anadilde okula gönderir misin, göndermezsin diye soruyorsun? Cevabı belirsiz kalıyor.
Somut olayları iyi inceleyebilmemiz için muhakkak surette bu yerel yönetimlere çok büyük bir ağırlık vermemiz lazım. Yerel yönetimlerde bir beldenin nasıl olması lazım geldiğini tetkik etmemiz lazım. Şimdi belediye hizmetleri var, uzun uzun onlara girmeyeyim. Belediye hizmetlerinin özelleştirilmesi meselesi var. Tabii bunların finans kaynakları sorunu var. Yerel yönetimlere ait mükemmel bir planımız olmalı. Ve her ilçeye, her ile, o genel plan çerçevesi içinde özel faaliyetler söz konusu olmalı. Örneğin bir yerde turizm olabilir, sanayi olabilir başka bir şey olabilir…
Yalçın CERİT:
Arkadaşlar, benim yapacağım konuşma ve daha sonra sorularınız olursa vereceğim cevap, propaganda ve ajitasyona dahil olacak. Bunu peşinen söyleyeyim.
Şunu söylemek istiyorum. Yükselen dalganın son zamanlarına kavuştuğunda, yükselen değerler, yeni değerler, işte biliyorsunuz, globalleşme, yeni dünya düzeni ve bu iç ve dış değişmelerde insanların yerlerini almaya çalışmaları, daha hızlı olan insanların da köşeyi dönme çalışmalarına girmeleriyle acele olarak insanlar hızla dönmeye başladılar. Durumlarını gözden geçirmeye başladılar. Ve bir yandan da tabii haksızlık yapmayalım, 12 Eylül rejiminin darbesinin derinliği bizim sistemde gene ayağa kalkacak olan, bizim sistemde de belli yanlış uygulamaların doğurduğu çöküntü bizi zayıflattı. İşçi sınıfının öncülüğü, onun ideolojisinin bağımsızlığı, bunlar unutuldu perdelendi ve bunların özde yanlışlığı, eksikliği değil, aslında bu cephenin geriye püskürtülmesi idi sonuç. Yani o bakış dediğimiz vaziyeti değil de hakim olacak unsuru görebilmekle yaklaştığımız zaman gene biz anlıyoruz ki, gene biz ayağa kalkacağız, gene biz haklıyız. Ama bugün bir perdeleme dönemi yaşıyoruz.
Onun için şöyle bir bakalım. Propaganda, ajitasyon ve bilinçlenme, eğitim işlerimiz ki bunlar içice giriyor. Yani sosyalist anlamda, propagandanın da zaten bu anlamda ele alınması gerek. Bilinç, eğitim, bilinç ve kavrama ve gönüllü kavrama gibi unsurları içeren sosyalistlerin propaganda anlayışı, klasik anlamda, burjuva anlamda propagandadan tamamen farklı oluyor. Güncel olarak Türkiye’de bütün bu baskı döneminin ve dış faktör, dış durumdaki olumsuzluklarımıza, iç durumdaki olumsuzluklarımıza, geriye püskürtülmemize rağmen, emperyalizm de burjuvazi de hiç rahat değil. İktidarda ama hiç rahat değil. Polis sayısını ordunun yarısına yaklaştıran bir toplum, rahat bir toplum değildir. Burjuvazi rahat değil.
Bir başka planda katılmıyorum ben -ki tartışmamız olsun Kemal yoldaşımızla… Nüfus iki misli artmadı 12 Eylül’den bu yana ama polis sayısı dört misli arttı. Ama mümkün değil. Beş insana, on insana bir polis dünyanın hiçbir yerinde burjuvazi besleyememiş, kuramamış… mümkün değil. Burjuvazi dökülüyor. Türkiye’de kapitalizm kendi üretim hızı, hacmi, ulusal gelirin artması, bunlar çok göreceli şeyler bir açıdan, bunlar bizi aldatmamalı ve bence burjuva partileri acz içerisinde, her şey dökülüyor. Biraz evvel söylediğimiz, zor, baskı altındaki durumumuza rağmen, önemli ölçüde mevzilerimizi kaybetmemize rağmen bizden korkuluyor. Alternatif olabilirsek işçiler, diğer çalışanlar, gençlik, aydınlar, teknik elemanlar, memurlar, emekliler arayış halinde yeni bir düzen istiyorlar. Memnun değiller.
Ne eksik? Alın işte yükselen değerler beri yanda taraftar bulurken, bizim değerlerimiz yeniden gündeme geliyor. Ahmet Hamdi bir yanına dokundu, ben de biraz izliyorum. Marksizm! tartışmaya başlayan, içeride ve dışarıdaki, bırakalım eski solcuları, yenilerinde meydana gelen tereddütler, bunu söylemek zorundayız, bizlerde, yeni kuşakta, bu yola girenlerde, belli tereddütler var. Bunda dışarıdan gelen basınç ve saldırının etkisi kanımca birinci planda. Bizim sübjektif faktör olarak ayağa kalkacak ve iktidara talip olacak gücümüz yok.
Devrim teorisi yeniden kendisini gösteriyor. Sübjektif faktör dediğimiz eksik olan şey. Aslan Başer’den bir alıntı yaptı arkadaşımız… Bence bugün de iktidar alınır Türkiye’de. Bir Susurluk olayı sözümona, bakın birkaç ay ortalığı oynattı yerinden. Ama biz bilinçli komünistler biliyorduk: Bunun peşine düşen örgüt olmazsa, bunu ileri götüren, genişleten, esas nedenleri açıklayan örgüt olmazsa, ve güçlü propaganda yapılmazsa sönecektir, sönebilir diye düşünüyorduk. Yahut kestiriyorduk… îşte size devrim teorisi, örgüt-parti teorisi. Türkiye’nin somutunda, gün gibi berrak.
Bunu şöyle bağlamak istiyorum. Kendimi propaganda ve ajitasyona kaptırmadan söyleyeyim; biz işçi sınıfına değerlerimizi çok pahalıya mal olmadan ulaştırabilirsek, -çok zengin değiliz- seslendirmemizi en ekonomik, en direkt şekilde ulaştırabilirsek, sanıyorum ki, SİP olmayabilir ama tarihte bu parti önemli bir işlev, önemli bir yol açmış olabilir. Elbette SİP de olmalıdır. Şunu hemen söylemek istiyorum. Propaganda ve ajitasyon ve bilinç taşıma, ki bunlar birbirine giriyor, bu yükselen yeni değerler şarlatanlığı altında Türkiye tarihinde 80’den bu yana, belki de cumhuriyetle yönetilen diğer ülkeler tarihinde de olmayacak kadar çürüyen, kokan bir dönem oldu liberalleşme adı altında.
Bizler, biliyorsunuz, kişilerle uğraşmayız ama, kişiler tarihsel gelişmelerin sonuçlarını ifade ederler. Yani yapana değil de yaptırana bak derler. Özal döneminde, 12 Eylül’ün süngüsü altında onun başbakan yardımcılığı yaptığı dönemle başlayan sözümona liberalleşme, rüşvetin, yükselen değerlerin, acele para kazanma ve köşeyi dönme yarışının içinde Cumhurbaşkanı, ailesi, kızı, hanımı falan mafyayla görüyoruz, çürümüş bir toplum hali gösteriyor. Neymiş, liberalleşme, yeni yükselen değerler varmış… Yok böyle bir şey arkadaşlar, ben buradan bir bağlantı kurmak istiyorum. Daha soma tartışmamız lazım. Okuyan yoldaşımızın açtığı konuyla. Burjuvazi hırpalanmıştır Türkiye’de. Ve bizim değerlerimiz dün de, yani daha dengeli gidersek Paris Komünü’nden bu yana ülkeye ve dünyaya, bizlere kalan miras açısından aldığımız zaman, 17 Devrimi’nin olduğu sene ve diğer sosyalist ülkelerdeki yükselen değil sahte, gerçekten varolan köklü değerleri düşündüğünüz zaman burjuvazi hiç de sağlam durumda değil. Biz bu değerleri mümkün olduğu kadar kolay anlaşılabilir, popüler bir dil, konuya hakimiyetin getirdiği somutluk ve basitlikle anlatabilirsek biz sosyalizmin ne olduğunu, arkadaşlarımız daha soma genişletecek sanıyorum, alternatif projeler dediğimiz şeyi belli bir öncelik sırasına koyarak geliştirebilirsek kazanabiliriz. Bu yer yer ölü toprağı gibi görünen ama parça parça patlamaların ve büyük birikimlerin, potansiyellerin örülmesi yalnız bizim marifetimiz olmayacak; tarihsel gelişmenin sınıf mücadelesinin de kendi rayına girmesiyle, temposu yavaş da olsa yürümesiyle bunlar örülebilir.
Buradan şeye girmek istiyorum. SİP, burjuvaziden ve onun ideolojisinden bağımsız bir parti, Türkiye’de artık biliniyor. Ama bu partinin topluma ulaşması, sürece önderlik edebilmesi gerekiyor.
Eksiği nasıl kapatabiliriz? Benim görebildiğim kadarıyla şu: Yakından biraz da uzaktan görebildiğim kadarıyla, bilinç taşıma olayı, bilincin dışarıdan taşınması olayı, kendimizi, biz demeyelim ama Türkiye’de şu tarihsel dönemde, SİP’in yetişmiş kadrolarına, bilinçli kadrolarına, kendilerini iyi ifade edebilirlerse, amaçlananın yani sosyalizmin, komünizmin ne olduğunu ve nereden hangi düzeyde, nasıl, kimlerle anlatabildiği takdirde, başta SİP’li kadrolar, Türkiye’de en sorumlu kadrolar diye düşünüyorum. Bunu size kraldan fazla kralcı olarak söylüyorum sanılmasın. Dışarıdan gördüğüm de bu benim. Yıllardır gördüğüm.
Daha yeni sizlerle yüz yüze geliyoruz. Bilinçli kadroların bilinç taşıma işinde SİP’li kadrolara çok önemli görev düşüyor. Ve ben şimdi kabul edemiyorum. Beni ikna ederseniz başka bir yol aramak için, ancak kabul ederim. Yoksa kabul edip kalmak değil amacım: İşçi sınıfının durumu değişti, sendikaların durumu değişti, sigortalı ve sendikalı işçi sayısı değişti, durumu değişti, sendikaların sarı yüzlerini dün gösterdiklerinden çok daha derin gösterdikleri doğrudur. Ama arkadaşlar, size yürek vermek, ajitasyon yapmak değil derdim. Hayır, bunun yolunu bulmak zorundayız. Ve bunun yolunu komünistler bulurlar, isterlerse. Artık o zaman geldi diye düşünüyorum. SİP’li kadrolar açısından, ben dahil, beraber çalışmak gerekiyor -bu da parantez.
En önemli, en kritik, en okuma yazmayla ve de mücadeleyle aşina olan sanayi dallarından, fabrikalardan, üniversitelerden tabii, kadro genişletmek için ve üniversitelilerle onların aileleri ile, mahalleleri ile, oralara gelebilmek için görüşmeler lazım. Bunlara, dağınık olacak ama, dokunup geçeceğim. Başka yolu yok. Çünkü, tarihsel bir hazırlık yapmak lazımdı.
62’den Ankara’dan başlayarak gözlemlerim oldu, uzatmadan dokunmak istiyorum. İşçilerle, emekçilerle nasıl bağ kurarız diye, Altındağ’dan, Mamak’tan, Ayaş’tan, oradaki ailelerin somut sorunlarından… Şimdi şartlar değişti, başka somut sorunlar var. Başka somut sorular kovalanabilir. O zaman gecekonduları güzelleştirme derneği, yol yapma, gecekonduya yol, su getirtme, otobüs getirtme gibi amaçları olan gecekonduları geliştirme, kalkındırma, güzelleştirme dernekleri kullanırdık. İki, gecekondu halkına, gençlerden de yararlanarak mutlaka, okuma yazma kursları açılırdı. Mesela, hep hayalini kurmak istiyorum. Üniversite hazırlık kursları halinde düşünülebilir o, oranın çocuklarına. Böyle bağlar kurarak oralarda ilçeler kurduk biz. Büyük şehirlerin varoşlarındaki ilçe kuruluşlarında bunlardan çok yararlandık. Sizlerden daha az sayıda ama sizler gibiydik, sınıfsal olarak, mensubu olduğumuz kesim bakımından aynı durumdaydık ve bir avuç insandık. 15 kişi kadar.
1962’yi anlattım. 63, yerel seçimleri kullandık. İlk defa radyodan, “gecekondulular, işçiler, emekçiler” sözleri çıktı ve yer yerinden oynadı. Çünkü belki farklı şartlarda, ama belli bir birikim vardı, arayış vardı, ona denk düştü. Aynı şey şimdi var demek istemiyorum. Ama bunlar birbirini tamamlayan çalışmalar oldu. Demek istiyorum ki, propaganda çalışmalarında yakıcı sorunları, sıcak sorunları ele almak, oradan yakalamak kitleyi ve oradan ilişkileri kurabilmek gerekir. Bildiğimiz, bilinen ama ne kadar yapılabilen bir yöntemdir, bilemiyorum. Zaten bizim propaganda çalışmalarımız bizim anladığımız anlamda propaganda çalışmalarımızla bilinç taşıma, örgütlenme, örgütleme çalışmaları geliştirilerek propaganda çalışmalarım güçlendirme, yani sebep sonuç ilişkisi içerisinde birbirini güçlendiren işler oluyor diye düşünüyorum. Ona dikkatinizi çekmek istiyorum. Bunun temel amacı, partinin kitlelerle olan ilişkisinin zenginleşmesi, yoğunlaşması, yani kitlelerden soyutlanmamış bir parti, soyutlanmayı gitgide azaltan bir parti olabilmekte propaganda önemli bir yer tutuyor.
Bir ifadenin doğaldan doğruya propaganda ile ilgisi var. Parti, öncünün kitle ile olan ilişkilerinin yaşama geçiş şeklidir. Partinin bu duruma gelmesinde bizim anladığımız manada propagandanın vazgeçilmez bir yeri vardır. Bir de bu konuda tutukluklarımız belki, kendi bilinçlenme çizgimizi düşünürken belli şeyleri reddeden, aile fertlerimiz kimi zaman buna dahil, reddeden ve bir üst düzeyde bilinçlenen biz, bu yeni durumumuzla tekrar aile fertleri bizi tanıyan ve bizim en iyi tanıdığımız kişiler olduğu için onlara bir farklı düzeyde yeniden yaklaşmamız, bizim propaganda konusunda belki işin alfabesi görevini yapacak bir kişidir, bizi çok iyi tanıyan, bizim de onları çok iyi tanıdığımız insanlar, aile fertlerinden başlayarak, oradan giderek kitleye yaklaşmak durumundayız. Yani sürekli ve sürekli aştığınız, eleştirdiğiniz, karşısında olduğunuz sistemin değerleri ve ideolojisiyle, bilinciyle dolu insanları reddederek biz yeni bir üst düzey kazanırız ama onlara tekrar dönmek zorundayız. Bu anlamda pasif kalma, hareketsiz kalma, kendi komünist, marksist, leninist bilinciyle işçi sınıfı ideolojisi bilincini kavramış olmakla yerimizde kaldığımız ölçüde, kitlelere gitme yolunu bulmadığımız ölçüde, deyim yerindeyse kendisi için marksist hale geliriz. Bu bizi içe kapalı doktrine bağımlı hale getirebilir. Biz bunu söylemiyoruz.
Biz birlikte yürüyerek durumu halletmek için öğreniyoruz marksizmi, leninizmi. Bu anlamda bilinçle doğrudan doğruya ilişkisi var, doğru propaganda yapabilmenin, yeterli propaganda yapabilmenin, kitleyle temas kurabilmenin yollarım bulabilmenin. SİP tam da bu durumda bence, tam da bu dönemde, en kritik dönemde. Çünkü, mesela broşürler. Ben hala “Ücretli emek ve sermayenin” broşür haline getirilerek eski gecekondusunu daire daire satan evlerde bile okuyucu bulabileceğini, dağıtılabildiği takdirde okuyucu bulabileceğini düşünüyorum. 1849’da yazmış Kari Marx. Sonra 1891’de Engels bunu gözden geçirmiş: “Marx 91’de yaşasaydı nasıl yazardı, aynı şeyi yazmazdı” diye değiştirmiş ve broşür halinde 1 Mayıs’ta Londra’da dağıtılmış. Ücretli emek ve sermayenin küçük broşürü…
Arkadaşların söylediklerine katılıyorum… Buradan atlayarak, köylü, köylü meselesini de görmezden gelmek, bence, gene, doktrinerliği aşmamış olmaktır. Onu kapitalizme karşı, onun yaşadığı kötülüklerin kapitalizmden doğduğunu, emperyalizmden doğduğunu anlatmak ancak bizim görevimiz, bizden başka kimse anlatamaz. Köylü kesimleri, topraksız köylüden başlayarak, orman köylüsünden başlayarak, yanınıza almak gerekir, mümkündür. İşçi sınıfı ile onların çıkarları birdir, yani şehirlerden onlara doğru yayıldığımızı düşünerek konuşuyorum. Bu anlamda da onlar için özel propaganda broşürleri gerekir.
Evet, bir de dokunmak zorundayım. Anti-emperyalist bilinç konusunda, anti-amerikan bilinç konusunda, kitlelerde yaratacağımız sarsıntılar yalnız bizim yapacağımız sarsıntılardır. Başkası talip değil, her şey Amerikanlaştı Türkiye’de, hele Türki Cumhuriyetlerin kapısı açılınca, para kazanma yolları çok da imkan dahiline geldi. Bunları da anlatmalıyız biz. Hamdi Dinler arkadaşıma katılıyorum ben. Anti-emperyalist daha da somutunda anti-amerikancı bilinç için broşürler, bildiriler dağıtmak zorundayız. İmzalar toplamak zorundayız. NATO diye bir olay oldu 66larda, yüz binlerce bildiriler, imzalar toplandı insanlardan. Vietnam’da Amerikan zulmü, işkencesi sergilendi, oradan edinilmiş fotoğraflarla beraber çadırlarda sergiler açıldı. Bir yandan insanlar Vietnam’daki zulme karşı Amerikan aleyhtarlığını seçerken, bir yandan da “NATO’ya hayır” kampanyaları yapıldı.
Bunlar Türkiye işçi sınıfı mücadelesi tarihinde var. Aynı olayların tekrar edilmesi şart da değil. Mümkün de değil, gerekli değil. Benzer şeyler bulunabilir veya başlatılabilir diye düşünüyorum.
Sonuç olarak şunları söylemek istiyorum. Toplumsal propagandada bir takım ilkelere dayanmalıyız. Kısaca not ettim. Demagoji ve “amaca ulaşmak için her araç mubahtır” yaklaşımı, bizim iltifat etmeyeceğimiz bir ilke olmalı. Gerek birebir konuşmalarımızda, gerek diğer yayın organlarıyla yapılan, gerek broşür ve bildirilerde. Türkiye’de komünistler çok çektiler, hala da yalnız bu yüzden bu kötü tohumların etkisinin, güvensizliğinin devam ettiği, diyalog zorluklarının devam ettiğini yaşıyoruz. Propagandada işçi sınıfının devrimci partisi üye kazanırken, üye kazanmak için propaganda yaparken rakip partilerden birkaç kişi kazanmak yerine yeni kitlelere ulaşmayı hedeflemelidir. Rakip partilerden eleman kazanmak için yapılan tartışmalar, vıdıvıdılar bizi kötü reflekslere götürdüğü gibi, o insanları kazansanız bile, o insanları, yarın değişik şartlarda başka parti de kazanır. O anlamda bu kadar profesyonel olmamak gerekir, zararları olabilir diye düşünüyorum.
Propaganda belki biri yaparken, gene aynı yere oynayan partiler veya orta sol partiler, aynı durumdaki partilerin örgütlerinin, şehirlerinin veya insan isimlerinin verilmemesine dikkat edilmelidir. Bu Perinçek partisinin de tarihinden gelen bir olayı bilirsiniz. Partinin elbet bildirilerinde de değişik mücadele biçimlerinde de dikkat çekici farklılıklar olmalıdır. Burjuvazinin ve burjuva partilerinin acz içinde, kriz içinde oldukları dönemlerde propaganda ve ajitasyona ağırlık vermeliyiz. Bütün gücümüzle, bütün imkanlarımızla… Bu hemen sonuç vermese bile, kitlelerin bilincinde kazınamayacak miraslar bırakır. Bir de her türlü genel, yerel ve ara seçimlere mümkün olduğu kadar aday göstererek girmek, gösteremiyorsak orada seçime de giremiyorsak, gene de o dönemden yararlanarak ajitasyon ve propaganda çalışmalarını yapmak lazımdır. Propaganda ve ajitasyon çalışmalarında, malzemelerinde, basın malzemelerinde, alfabeyi öğrenmeden, alfabeyi bilmeyen insanlara üniversite seviyesinde belge, bildiri verilmemelidir. Elbette sınıf çizgisi ve ideolojik arılıktan, ne kadar hakimsek ona, o somut durumda vazgeçmeden, bunlardan taviz vermeden yaklaşılmalıdır.
Murat SALMANER
Hepinize merhabalar,
Şimdi, ben şöyle bir noktadan başlamak istiyorum. Sıradan akla çok cazip gelen bir takım anekdotlar vardır. Onlardan bir tanesini aktaracağım. Biri şöyle bir şey. Sosyalizm mücadelesine şöyle ya da böyle bulaşmış belki hala daha içinde bulunan bir tipolojiyle çok sık karşı karşıya gelmişizdir. Bize şöyle derler: “Sosyalizm doğrudur ama gerçekçi olan, kitlelerin anlayabileceği, kitlelerin mevcut gündemine hitap edebilecek bir çalışma biçimi ya da bir siyasi çizgi, ya da bir ideolojik içerik olmak zorundadır.” Bunun dışında şöyle bir soru, -bunu ben kendi kendime soruyorum- çok sıradan ve basit bir soru sorulmalı gerekli diye düşünüyorum. Tabii ki solculara değil. Solculara dışarıdan bakan, onları seyreden kitleye. Onlara seslenen sosyalistlere, onlara hitap etmeye çalışan solculara bakan kütle açısından bir soruyu soralım, o kütleye bir sora yöneltelim.
Sol ne yapıyor? Yani bir fotoğraf karesi üzerinde, bir görüntü elde etmesini ve bu görüntüyü bize açıklamasını isteyelim biz sıradan insanlardan. 90 somasında sıradan insana bu soruyu yönelttiğimizde; sokaktan geçen insana, “sol ne yapıyor” sorusunu sorduğumuzda, hiç kuşkunuz olmasın, sosyalizmin s’si ile zayıf bağlantıları olan cevaplar verecektir. Sol ne yapıyor sorusunun karşılığı; “sol işkencelerde öldürülüyor”, “sol eziliyor”, “sol çok mazlum”, “sol bir biçimde direniyor”, “sol insan hakları savunuculuğu yapıyor”, “sol düşünce özgürlüğü savunuculuğu yapıyor”, ama sol sosyalizmi savunmuyor. Yani bugün yerleşik olan, solun kendisini vücuda getiren, cisimleşmiş ideolojik değerler içerisinde sosyalizmin yeri giderek silikleşiyor. 90’h yıllar boyunca Türkiye sosyalist hareketi bu yönde gelişen, bu yönde evrilen bir süreç yaşadı.
Ben, yürüttüğümüz tartışmanın iki etabı olduğunu düşünüyorum. Biz bu süreç karşısında, genel eğilim, genel yöneliş karşısında Sosyalist İktidar Partisi ve onu önceleyen çalışma, örgütlü çalışma süresince hep akıntıya karşı durduk. Ve bu akıntıya karşı duruşumuz, sonuç olarak sosyalist hareketin, sosyalizm mücadelesinin tarihsel birikimiyle uyumlu, son derece anlaşılır bir pozisyona denk düşmekle beraber çoğu zaman şu suçlamayla karşılaştık. Ya da şu boyun eğmeyle karşılaştık. Boyun eğiş ya da suçlama, aslında iki yüzlü bir yaklaşım. “Tamam siz haklısınız, doğruyu siz söylüyorsunuz, ama ne yapalım başka çare yok. Solu başka türlü bu topraklarda, 80 sonrasında ya da 80’lerin ikinci yarısından itibaren, hele hele 90’lı yıllarda, reel sosyalizmin çözülüşü yaşadıktan soma yeniden üretmenin, yeniden cismani bir şey haline getirmenin başka yolu yok.” “Tamam biz de sosyalistiz, gönlümüzde yatan aslan sosyalizmden söz ediyor, sosyalizmi besliyoruz biz gönlümüzde, ama sokağa çıkınca yapılacak işler farklı.” Şimdi bizim her şeyden önce bugün burada söyleyeceklerimizin ilk etabında bu söylediklerimle ilişkili şöyle bir giriş yer alması gerektiğini düşünüyorum ben. Burada yürüttüğümüz tartışmanın ilk etabında her şeyden önce sosyalizmin güncelliğinden söz etmeliyiz. Toplumsal propaganda diye bir sorunumuz varsa; toplumsal propaganda -burada da geçti- aslında bir toplumsallaşma sorunudur. Sadece belli araçları teknik bakımdan yeterli bir biçimde, yetenekli bir tarzda kullanma sorunu değildir. Reel olarak toplumsallaşma sorunudur. Çünkü propaganda hiçbir zaman, yani maddeci bir dünya görüşüne sahip insanlar açısından bir ikna süreci olamaz. Bir terapi olarak algılanamaz. Kitleleri karşımıza dizip, onları bir terapiye tabi tutup, ondan soma bilinçlendikleri bir noktada başka bir kapıdan dışarı çıkarıp, topluma, toplumsal mücadele alanına salmak şeklinde basite indirgenebilecek bir süreç değildir. Propaganda aslında eninde sonunda toplumsal hayatın var olan çelişkilerini, verilerini anlamlandırma ve yeniden anlamlandırmadır. Yani sonuç olarak biz var olanla iş görürüz. Bir anlamda muhayyel bir gelecekten söz etmek tam anlamıyla propagandanın karşılığını vermez, aslında var olanla iş görürüz. Ve bu anlamda bizim iddiamızın, sosyalizmin güncelliği bağlamında şu olması gerekiyor: Bugün toplumsal hayatın karşımıza çıkardığı tüm çelişkiler, tüm veriler sosyalizm ve sosyalizm mücadelesi açısından anlamandırılabilir.
Şimdi bu iddia marjinalizme bütünüyle kapalı, ya da darlığa bütünüyle kapalı bir iddiadır. Oysa ki, biz sosyalizmin güncelliğinde ısrar ettiğimizde, sosyalizmin güncelliğinin sosyalist hareketin Türkiye’de teorik olarak geçerli tek saptaması olduğunu söylediğimiz noktada bize hep marjinalizm suçlaması yöneltilirdi. Oysa ki bunun tersini iddia etmemiz, ve bu suçlamadan ilk kalemde kurtulmamız gerekiyor. Yani birincisi sosyalizm günceldir, bu güncelliğin önemli bir anlamı da daha doğrusu bu güncelliğin anlamının önemli bir ağırlık noktası da toplumsal hayatın sunduğu bütün çelişkilerin sosyalizm mücadelesi tarafından anlamlandırılabilir olmasıdır. Propaganda konusunda yetkinleşmekse bu bütünlüğü, bu zenginliği sosyalizme tercüme edebilmekle ilgili bir işlemdir. Şimdi biz kendimize dair bir şey söylemek istiyoruz. Hiçbir dönemde, az olsun, işte temiz, olsun saf olsun, küçük olsun ama bizim olsun şeyine, boyun eğişine mahkum olmadık; ki bu gerçekten bir boyun eğiştir. Yani aslında güçlü bir püritanizm izlenimi verse de, güçlü bir saflık arayışı, ilkelilik izlenimi verse de aslında boyun eğiştir. Yani siyasi iktidara oynama iddiası olmayan, bu iddiadan vazgeçmiş özneler kendi içlerine kapanırlar, kısacası hayatı dönüştüremeyen, hayatın kendisini dönüştürmesine engel olmaya çalışır ve kendi içinde bir tutuculuk geliştirir. Şimdi dışarıdan bakan insanların, işte bizim Gelenek kitap dizini çıkardığımız dönemde yaşadıklarımıza, daha sonra partiyi kurduğumuzda ortaya attığımız programatik çerçeveye yönelttikleri itiraz ya da kehanet “hayata uymayan bir şeyi savunuyorsanız yani sokakta sürmekte olan, fabrikalarda, işçi sınıfının yaşadığı gerçeğe uymayan bir şeyi savunuyorsunuz” şeklindeydi. “Belki doğruyu söylüyorsunuz, belki işte yüz yıl sonra haklı çıkacaksınız, belki inançlısınız, çok önemli bir şey yapıyorsunuz, kolay vazgeçmediniz değerlerinizden, ama hayata uymayan bir şeyi savunuyorsunuz” deniyordu bizlere. Bizim bunun öyle ya da böyle içerdiği değer atfına – çünkü bu bize bir değer atfediyor aynı zamanda; işte biz sağlamız, sağlam basıyoruz, püriteniz, ilkeliyiz vs. gibi kesinlikle prim vermememiz gerekiyor. Bizim iddiamız şu olmalıdır: Tam tersine biz Türkiye’de toplumsal mücadelenin akışına, onun gerçek çelişkilerine, gerçek verilerine uyan bir iş yapıyoruz. İspat etmemiz gereken şeyin bütünü de budur. Bizim toplumsal propagandamızın bir bütün olarak işaret etmesi gereken nokta özetle sosyalizmin güncelliğinde düğümlenmektedir.
Şimdi bunun iki etabı var demiştim. Birincisi bir saptamadır. Sosyalizmin güncelliğini teorik olarak saptarsınız. Türkiye’de kapitalizmin yarattığı çelişkilerinin sosyalizmi gerektirdiğini söylersiniz, Türkiye’de üretici güçlerin gelişme seviyesinin sosyalist bir kuruluşu imkan dahiline, tarihsel bir menzile soktuğunu ifade edersiniz, tüm bunları söylersiniz ama tüm bunları söyledikten sonra iş bitmez. Sorun işte bu toplumsal propaganda boyutunu bizim inceleme altına almamızı gerektiren, eğilmemizi gerektiren sorun sosyalizmin güncelliğinin teorik bir doğru olmanın ötesinde maddi bir gerçek kılınmasıdır.
Başa dönelim. Sıradan bir insana sosyalistler ne yapar diye sorduğumuzda alacağınız cevabın sosyalistler sosyalistlik yaparlar, şöyle bir toplum isterler, şöyle bir mücadele verirler, şöyle bir toplumsal düzen fikri etrafından toplanmışlardır; bunu propaganda ederler, bunu anlatırlar olmalıdır. Bu yanıtı elde ettiğimiz noktada aslında sosyalizmi, sol düşünceyi bu topraklar üzerinde sosyalizm ekseninde kurumlaştırabildiğimiz noktada, toplumsal algıyı, sizi kadraja alabilecek, sizi net bir şekilde gösterebilecek bir noktaya götürdüğünüz anda toplumsallaşmış bir hareket olmuşsunuz demektir. Bunu yapamadığınız noktada, henüz toplumsallaşmanın sınırında sayılırız. Toplumsal propagandayı yeterince yaygın, topluma seslenişimizi yeterince yaygın, yeterince becerikli bir biçimde yapamıyoruz anlamına gelir.
Geçenlerde arkadaşlarla bir siyasi değerlendirme yapıyorduk. Bunun sonucunda işte biz ne tür bir söylem kullanalım, ne tür ideolojik araçlarla veri olan bir duruma müdahale edelim diyorduk. Şöyle bir saptama çıktı. Bugün örneğin Susurluk gündemiyle ilgili olarak, yani Susurluk gündeminin sola açılan pencereleri toplumsal algıda öyle bir kurumsallaşma yaratmıştır ki, siz duvara sosyalizm yazdığınızda bunu insanlar demokrasi olarak okuyorlar. Tersinden okuyorlar. Yani sosyalizm Türkiye’de işte demokrasi mücadelesi veren, insan hakları mücadelesi veren bir topluluğa ya da bir özneye çağrışım yapıyor. Kendi gerçek içeriği üzerinden bir somut çağrışıma yol açmıyor.
Bizim yapmamız gereken şey, bizim önümüzdeki görev bu durumun değiştirilmesidir. Bunu yaparken bazı şeylere dikkat edeceğiz. Geçmişte biz bunu nasıl tartışırdık? 70-80 arasında bu bizim açımızdan bir devrim stratejisi tartışması idi. Devrim stratejisi başlığı altında yürüttüğümüz bir tartışmaydı. Sözgelimi TKP, geçmişte ulusal demokratik devrimi savunurdu. Bir aşama koyardı. Bunun gereği olarak da güncel pratikte sosyalizmi demokrasi ekseninde anlamlandırmaya çalışırdı. Şimdi bu devrimci strateji tartışması, bizim sosyalizmin güncelliğini gündeme sokabileceğimiz görece anlamlı bir çerçeve oluşturuyordu.
Bugün daha ötesine ihtiyaç olduğunu düşünüyorum ben. Şu bakımdan; çünkü geçmişte sosyalizmin güncelliğini gündemden düşüren, sosyalizmin güncelliğini geri plana iten açılımlar daha çok stratejik açılımlardı. Elbette ki bu açılımların olumlu ya da olumsuz veya bu açılımlar etrafında yürütülen tartışmaların Türkiye’de sol mücadele kültürünün sosyalist mücadele kültürünün oluşmasında olumlu ya da olumsuz, etkileri oldu. Bir değerler kümesi bıraktı bize; olumlu ya da olumsuz. Daha çok da olumsuz etkileri oldu. Ama sonuç olarak bir strateji tartışmasıydı. Çünkü nihai hedef tartışılmaz bir biçimde sosyalizm olarak konulmuştu. Oysa bugün hele hele 90lı yıllarda sosyalizmin güncelliğinin, sol kimliğin yeniden tarifi ekseninde geri plana düşürülmesinde sosyalizmin hepten inkar edilmesi yönünde bir arayış, ya da hepten inkar edilmesinin yarattığı bir tahribat yatıyor. Buna dikkat etmemiz ve önümüzdeki tartışmanın gündemimizdeki tartışmanın, aslında bir devrim stratejisi tartışması yani devrime hangi yoldan gidilir, “hepimiz bir yoldan aynı yere gideceğiz, hepimiz sosyalizmi istiyoruz, ama devrime hangi yoldan gidilir” tartışması olmadığım öncelikle bilmemiz gerekiyor.
Bu yüzden propagandayı, ideolojik seslenmeyi, bu yüzden daha fazla ön plana çıkartıyoruz. Yani bizim bugün sosyalist devrimin gündemde olup olmadığı tartışması üzerinden değil sosyalizmin bu topraklar üzerinde mümkün ve gerekli tek çıkış noktası olduğu tesbiti ve bunun propagandası üzerinden sosyalizmin güncelliğini geri plana iten anlayışlarla mücadele etmemiz gerekiyor. Bu sosyalizmin hepten gündemden düşürüldüğü, sosyalizmin şu ya da bu biçimde referans olma özelliğini yitirdiği bir sol kavrayışın ortaya çıkmasıyla ilgili bir problemdir. Bu sol kavrayış kendi ajandasına sosyalizm mücadelesinin geçmiş değerlerinin bütünüyle bağdaşmaz saydığı bir dizi öğeyi almıştır.
Sosyalizm çok değişik akımlar çerçevesinde dünya üzerinde var oldu. Ama bir biçimde özel mülkiyet karşıtlığını muhafaza etti. Emek sermaye çelişkisinde mutlak anlamda bir emek yandaşlığını muhafaza etti ve bu çerçeve içerisinde bir tarihsel karşıtlıkla kendi kimliğini buldu. Sol düşünce de böyledir. Yani sol düşünce de geçmişte, sözgelimi 80 öncesinde Avrupa ve Türkiye’de hep sosyalizmden ilham alan, sosyalizmden mülhem bir yapıya sahipti. Bugün ise sosyalizmin solun tanımı çerçevesinde yerleşik kıldığı değerler hepten terk edildi. Sosyalizmin barışık olamayacağı, solun barışık olamayacağı değerler kümesi içerisinde yeni bir sol kimlik yaratılmaya çalışıldı. Bu kimlik özelleştirmeye tam olarak bir türlü karşı olamadı. Bir tür özelleştirmeyi savundu. Özelleştirmenin mevcut uygulamaları ve onun yarattığı sorunlar karşısında bir tür özelleştirmeyi savundu. Ademi merkeziyetçi bir toplumsal düzen fikrim savundu. Sosyalizm buna yabancıdır. Çünkü sosyalizm, bireysel çıkarın, bireysel çıkar dürtüsünün merkeze alındığı bir toplumsal işleyişe yabancıdır. Tarihsel olarak bunun inkarıdır. Ama bu yeni sol kimlik, sonuç olarak o ademi merkeziyetçi yapılanmanın üzerinden bir toplumsal düzen fikri ortaya koymaya, ortaya çıkarmaya çalıştı.
Sonuç olarak buradan bizim ifade etmemiz gereken -demin de söylemiştim-sosyalizmin güncelliğine ilişkin kurgularımızda propagandaya ağırlık vermemiz gerektiğidir. Yani bizim sosyalizmi toplumsal algıda veri kabul edip bir devrim stratejisi tartışmasının üzerinden onun güncel olup olmadığını tartışmak yerine, sosyalizmin mevcut sol kavrayış açısından aslında bir veri olmadığını bilip sosyalizmi toplumsal hayatta toplumsal mücadelenin gündelik pratiklerinde veri haline getirecek bir propagandaya yönelmemiz gerekiyor.
Bir noktaya daha işaret etmek istiyorum. Sanıyorum benden önceki konuşmalardan birinde de değinilmişti. Kapitalizmin en önemli ideolojik argümanı, ideolojik dayanaklarından birisi, kendisinin insanlığın icat etmiş bulunduğu mükemmel ve bitimsiz, yani sonu gelmeyecek bir toplumsal düzen olduğunu iddia etmektir. Yani kapitalizmin en önemli ideolojik dayanakları, en merkezi ideolojik dayanağı kapitalizmin bir toplumsal düzen olarak kadir-i mutlak olduğu düşüncesidir.
Şimdi bu bahsettiğim yeni sol kimlik aslında özet olarak bu ideolojik argümana prim veren ya da bunu referans alan bir kimlik haline gelmeye başlamıştır. Dolayısıyla yeni bir toplumsal düzen fikri solun cephesinde giderek kaybolmaya başlamıştır. Veri olan bir toplumsal düzenin çelişkileri içerisinde muhalif pozisyonlar daha fazla ön plana çıkartılmıştır. Gerekçe şöyle ifade edilir; sosyalizm “gerçek hayata” uymamaktadır. Yani eğer gerçek hayatı sadece konjonktür olarak değerlendirirseniz, onu belli bir konjonktürde ortaya çıkan, şekillenen bir toplumsal algıyla sınırlandırılanız, bu doğrudur da. Sokaktan geçen insana sosyalizm nedir diye sorun, 80 öncesinde buna ilişkin çok daha zengin bir cevap üretebilecek, karşıtlık ya da yandaşlık ekseninde zengin bir cevap üretebilecek sıradan insan, bugün için bunu başka şeylere tercüme ederek, ya da başka şeylere indirgeyerek kafasında şekillendirmeye çalışacaktır. Dolayısıyla toplumsal algıda sosyalizm gündemde yoktur. Bu yüzden de propaganda aynı zamanda bu ortaya çıkan ve toplumsal algıda sol kimliğin kurumsallaşması açısından bizim son derece tehlikeli addettiğimiz gidişata da bir dur demelidir. Çünkü o gidişat kendisini sonuçta konjonktüre teslim etmektedir, yani sol kimliğin kendisini konjonktüre teslim etmesinden hız almaktadır. Eğer toplumsal algı sosyalizmi bünyesine alan ve sosyalizmi bir ideolojik değer olarak, bir siyasi hedef olarak, bir toplumsal düzen fikri olarak, güncel pratik içerisinde kesinleştirebilen bir kurumsallaşmaya uğrayacaksa bu aynı zamanda bizim dışımızdaki, sosyalizm dışı sol aranışları ya da düzen içi sol aranışları da derinden etkileyecektir. Çünkü onların toplumsal tabanında, onların toplumsal hitap alanında ciddi dönüşümlere yol açacaktır.
Sadece bir noktaya değinip bırakacağım. Aslında bu toplumsal propagandanın somut konusu olabilecek başlıklardan söz edecektim. Bizim topluma seslenme anlamında kullanabileceğimiz hayatın kendisine ait bir çok propaganda motifi vardır. Bunlardan sadece bir tanesinden söz ederek bitireceğim. Daha önce birçok konuşmada da bundan söz etme imkanı bulmuştum. Partili arkadaşlar hatırlarlar. Bugün sol, ne zaman bütçe açıklansa şu tartışmayı yürütüyor, hatırlayacağınız gibi. İşte, Türkiye’de bütçenin neredeyse yarıya yakın bir bölümü askeri harcamalara gidiyor. Neden? Çünkü Türkiye’de bir savaş sürdürülüyor ve savaş Türkiye toprakları üzerinde yaratılan toplumsal değeri yalayıp yutuyor. O zaman ve sonuçta bir bütçe tartışması eğer, toplumsal üretimin, yaratılan toplumsal değerin paylaştırılması sorunu gündemdeyse savaşa karşı bir tutum alış kaçınılmaz oluyor. Barışçılık kaçınılmaz oluyor. Oysa ki gözardı edilen bir nokta var. 70’lerde böylesi bir savaş yoktu. Bütçenin yine çok az bir bölümü eğitime, sağlığa, toplumsal yarar gözetilen hizmetlere aktarılıyordu. Şimdi daha çarpıcı bir tarafı var bu bütçe tartışmasının. Sanıyorum ’97 bu denk bütçe propagandasıyla oluşturulan bütçenin yaklaşık yüzde 40’ı -bunun zaman içinde yüzde 40’a varacağı hesaplanıyor- iç borç ödemesi adı altında bir takım kuruluşlara aktarılıyor. Şimdi bu iç borç ödemesinin muhattabı olan kuruluşlar Türkiye’de topu topu gerçekten de 100 ailedir. Yani topu topu belli başlı bildiğimiz alt alta kağıt üzerinde sıralayabileceğimiz holdingler. Bunun çok büyük bir bölümü yaratılan toplumsal kaynakları soğuruyor. Kendi bünyesine alıyor. Şimdi Türkiye’de “yaşasın sosyalizm” ve sosyalizm kodlamasını içinde geçiren bir sürü propaganda aracı üretilebilir ama en etkili propaganda motiflerinden birisi iç borçların iptal edilmesini savunmaktır bence. Çünkü Türkiye’de egemen sınıfın, kapitalist sınıfın toplumsal nüfuzunu onun egemenliğini reddetmeden ona köklü bir reddiye düzmeden, bunu savunmak mümkün değildir. Belki iç borçlarla ilgili bir tasarruf iddiasında bulunmak düzen içi bir konumlanmış gibi gelebilir. 90’lar Türkiyesi’nde belki başka dönemlerde değil ama bugün böyledir- iç borçların iptal edilmesini savunmak sosyalizmi savunmaktır. Başka bir şey değildir. Çünkü egemen sınıfın, burjuvazinin toplumsal nüfuzunu, toplumsal egemenliğini reddetmek, bu reddiyeyi gerçekleştirebilecek bir toplumsal düzen fikri üzerine kurulabilecek bir politikadır. Şimdi bahsettiğim o liberal dönüşümü yaşamış, liberalleşmiş solun bir kısmı, diyelim ki bunu söylediği zaman medyanın parlak ekranlarından, yaldızlı sütunlarından göreceksiniz bir anda düşüverir. Çünkü bunu savunmak sosyalizmi savunmaktır. Bunu savunmak ama muhayyel bir geleceğe ilişkin ütopyalar, temiz iyi niyetli ütopyalar yapmak değildir. Bunu savunmak bugünün sorunudur. Bizim işte bu toplumsal propaganda başlığı adı altında tartıştığımız, tartışabileceğimiz gündemin konusudur.
Teşekkür ederim.
(İkinci Tur Konuşmalar)
Kemal OKUYAN:
Şimdi, dostlar, on dakika sınırına uymak için, bayağı zorlanacağız aslında… Bu nedenle bana yöneltilen soruları öne çıkartacağım. Yalnız sanıyorum bir yanlış anlama oldu ilk konuşmada, ona yönelik de bir düzeltme yapmaya çalışacağım.
Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Burada yaşlı-genç gibi şeyler söylendi. Mücadele kuşağı açısından bir farklılık var burada, doğru, Murat’la benim mücadele kuşağım, ile üç arkadaşımızın daha doğrusu yoldaşımızın diyeyim, mücadele kuşağı birbirinden farklı. Ama ben ilk kez karşılaşıyorum böyle bir şeyle ve gerçekten çok mutlu oldum. İlk kez bizden önceki mücadele kuşağı, daha umutlu şeyler söylediler. Biz umutsuz olduğumuz için söylemiyorum. Bizi uyardılar. Yani, kapitalizmin yıkılabilirliğine dair üç konuşmacı da şaşırtıcı derecede fazla şey söyledi, ben bunun çok isabetli ve iki mücadele kuşağını birleştirici veya diğer mücadele kuşaklarını birleştirici tek faktör olabileceğini düşünüyorum. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum.
Şimdi, yıkıcılık-yapıcılık meselesinden başlayacağım. Arkadaşlar ben ekonomik konuşmak için, kısa tutmuştum, devrimciler yıkıcı olmaktan vazgeçemezler demiştim. Bunu bir kenara koyduktan sözlerime devam ettim. Devrim yıkıcı bir şeydir. Ancak, ben bugün kapitalizmden daha yıkıcı bir şey düşünemiyorum bile. Yani bugün dünyamızda kapitalizmin önüne ben daha yıkıcıyım diye çıkabilecek başka bir hareket yoktur. Bütün insani değerler, sosyalizmin yetmiş yıllık kazanımları, insanlığın kültürel birikimi, mirası tüm bunlara dair muazzam bir yıkıcı saldırı yürütmektedir kapitalizm. Ben bu yüzden sosyalizmin, bizlerin, devrimcilerin, ihtilalcilerin, kapitalizmi yıkmaya and içen insanların, kapitalizmle yıkıcılık yarışma girebileceğine inanmıyorum artık. Dönemimiz öyle bir dönemdir. Böyle bir ayrım var. Şimdi, sosyalizm, bir arkadaşımız sormuştu “bu sosyalizm, yeterince bugün toplumsallaşamadığı için mi yapıcı olmak lazım?” Bir yanı öyle, çünkü biz bugün yapıcı olmayı somut olarak sosyalizmin altını çizmeyi gerçekten toplumsallaşabilmek için de istiyoruz. Ama bu sorun yeni bir sorun değil ki…
Türkiye sosyalist hareketi toplumsallaştığım zannettiği 80 öncesi dönemde, 70 öncesinde belli açılardan gerçekten toplumsallaştı, doğrudur, ama 80 öncesinde bir “toplumsallaşma” sanısına kapılındı. O dönem de dahil olmak üzere, Türkiye sosyalist hareketi, Türkiye devrimcileri, polisiye vaka olarak görüldüler. Bu yeni bir sorun değil yani… Polisiye vaka olmak yıkıcılıkla sınırlandırılmış bir kimliktir. Yapıcı olmamak halidir. Dolayısıyla bugünün sorunu değil bu. Sosyalistler dünyanın her yerinde, yapıcı rollere soyunduklarını anlatmak zorundalar. Sanıyorum diğer konuşmacı arkadaşlar da bu konuda kimi vurgular yapacaklardır.
Şimdi bir arkadaşımız, bu toplumsal propagandada kendini dışlama, dışlama ve kapsama üzerinde durmuştu. Her konuda illa ki, dışlamamız gerekiyor mu? Şimdi yapıcı olduğumuz alanda alabildiğince kapsayıcı olacağız. Hiç kimseyi dışlamayacağız. Dünyanın hiçbir yerinde, iktidara, biz iktidara geldiğimizde şunları şunları nimetlerimizden faydalandırmayacağız, iktidarın cennetine sokmayacağız denmez. Bunu yaparız, “bir avuç” kapitalist bizim nimetlerimizden faydalanmayacak elbette. Ama hiçbir zaman, “sosyalizmin güzellikleri bir takım insanlara aittir” türünden bir propaganda yapılmaz. Demek ki yapıcı propaganda, zaten kapsayıcı propagandadır. Zaten kapitalizmin kendisi, dışlama paktı, yani bizim dışlayacağımız kesimleri kendi kendine üretir. Bakın dinci gericilik, bizim için on yıl önce bu kadar hedef gösterilecek bir şey değildi. Kapitalizmin krizi, kendi dinamikleri üzerine dinci gericilik bir hedef haline geldi, bizim açımızdan. Canlı, bir hedef haline geldi. Dolayısıyla hedefler kendisini yaratır. Kapsayacılık ise bizim işimizdir. Bu yüzden, “herkese eşit parasız eğitim” derken biz birilerini dışlamıyoruz, sistemi dışlıyoruz. Bugünkü varolan sistemi dışlıyoruz.
Bir arkadaşımız dedi ki, “kapitalizmin yıkılabilirliği üzerine biz bir şeyler söylemeyecek miyiz?” Son soru soran arkadaşımız. Çok iyi bir noktayı hatırlatmış oldu bu soru. Kapitalizm üç şeyi propaganda ediyor… Bunlardan bir tanesi bugünkü sistemin iyi olduğunu propaganda eder. İkincisi bunu geçerseniz, bunu aşarsanız, bu sistemin değişmez olduğunu, değiştirilemez ve yıkılamaz olduğunu propaganda eder kapitalizm. Bunu da aşarsanız, bu sistemin yerine hiçbir şey konulamayacağını propaganda eder. Dolayısıyla bu sistemin yıkılabilirliğine dair, bizim bir şeyler söylememiz lazım, ben buna katılıyorum. Benim sözünü ettiğim yapıcılık, zaten bunu kapsayan bir şey. Kapitalizmin yıkılabilir bir sistem olduğuna dair bugün toplumda büyük bir inançsızlık var. Memnun değil hiç kimse, ama diyorlar ki “kapitalizm yıkılamayacak, alt edilemeyecek”… Bakın diyorlar ki, “çetelerle bile başedilemedi.” Dolayısıyla, bizim yapacağımız yapıcı tarzın bir noktası da şu: Kapitalizmi hafife almak. Ben Ahmet Hamdi yoldaşıma katılıyorum, “kağıttan kaplan” değil belki ama, bu sistem çözülmeye aday, çözülme sinyalleri veren bir sistem. Bunu anlatmak zorundayız.
Ama bunu anlatmamız, “biz yıkarız’la olmayacak, yapıcılık vurgusundan kalktığımız, yerine bir şey konabilecek bu kapitalizmin ve yerine konacak olan şey de gerçekten de bugünkü cehennem azabında(yla) karşılaştırıldığında cennettir. Yani sosyalizmi cennet olarak biz hiçbir zaman tasvir etmedik ama, bugünle kıyaslandığında bizim kuracağımız sistem, bir yeryüzü cennetidir ve bunun propagandasının yapılması gerekiyor.
Son olarak bir yanlış anlama oldu demiştim. Bu da, Yalçın Abi işaret etti sürekli tartışmamız lazım diye, bu da, burjuvazi kirlenmiş midir, kirlenmemiş midir meselesi. Burjuvazinin iktidarı kirlenmiş ve tükenme noktasına gelmiştir. Bütün dünyada ama özellikle Türkiye’de. Ben bunu kastetmiyorum. Bu kirlenmede, somut olarak patron dediğimiz yaratık, az kirlenme şansına sahip olmuştur. Bu bir problemdir bizim için. Buna bir örnek vereceğim.
Türkiye’de bir devrimci demokrat hareket, 1996 yılının sonlarına doğru, TÜSİAD üyelerine, “halk düşmanlarıyla ilişkinizi kesin, eğer kesmezseniz biz size karşı mücadele edeceğiz” diye bir basın açıklaması yapıyor. Arkadaşlar dünyanın hiçbir yerinde, devrimci mücadele verilen hiçbir yerinde, böyle bir gafı, hangi programatik hata içerisinde olursa olsun bir hareket yapamaz. Türkiye’de bir hareketin, güçlü bir devrimci hareketin, bu metni basın açıklaması diye yollamasının ardında yatan nedenlerden bir tanesi, Türkiye burjuvazisinin Eczacıbaşı’nın, Sabancı’nın ve Koç’un halkla ilişkiler çalışmasının, propaganda çalışmalarının çok başarılı yürütülmesidir. Bugünkü kirlenme, Türkiye burjuvazisinden sanki bağımsız bir şey gibi gösteriliyor. Sistem kirli diyorlar, sistem kirli diyenler, Türkiye burjuvazisini merkeze oturtmuyor, bu bir problem. Ben demin o yüzden “burjuvazi bu sıralar kolay bir hedef teşkil etmiyor” demiştim. Biz burjuvaziyi yıpratmak zorundayız, etrafındaki koruma kalkanını aşmak zorundayız. Zahmetli bir iştir bu. Günübirlik bir biçimde olmayacak.
Son olarak kısa bir şey söyleyeceğim. İşçi sınıfı ve köylülük üzerine, bu yine tartışılacak anladığım kadarıyla, bunlar güncel sorunlarımız mıdır, değil midir. Tarım çok güncel bir sorundur. Ama ben altım çiziyorum, tarımın güncel bir sorun olmasının nedeni, işçi sınıfını ilgilendirdiği orandadır. Köylülük önemli bir sorun haline gelecektir sosyalist hareket için. Ama dünyanın hiçbir yerinde, işçi sınıfı hareketi kendi sınıfından önce, onla eşdeğer bir biçimde bir başka sınıfa, bir başka ara sınıfa öncelik veremez. Tarım sorunu önce işçi sınıfı üzerinden güncelleştirilmelidir ki, daha soma Türkiye sosyalist hareketi kendi toplumsal tabanına oturduğunda sınıf tabanına oturduğunda, köylülük denilen soruna biz girelim. Yoksa şu anda “köylülük de önemli, tarım da önemli” dememiz bir yanılsamaya yol açabilir. Yani burada hiçbir konuşmacımız buna işaret etti demiyorum, ama buna dikkat edelim. Bütün dinleyicilere ve konuşmacı arkadaşlara teşekkür ediyorum.
Savaş AL:
Şimdi çok klasik bir şey olacak belki ama, gerçekten ben bugün katıldığıma çok sevindim. Nedeni şu, açık net söyleyeyim, böyle hiç kıvırtmadan diyelim, tabiri caizse, ben şimdiye kadar Güler’i tanıyordum, işte içinizde oturanlardan bazıları, ve diyordum ki, ya ne kadar güzel teorik düzeye erişmiş insanlar; sosyalizmin bütün sorunlarını konuşuyorduk, ya diyordum ne kadar güzel yetiştirmişler kendilerini bunlar falan diyordum.
Fakat bugün, alınmayın öyle bazı bakımlardan yanıldım. Mesela burada öyle sorular soruldu ki, ben sorularda anlaşılmayan, yani o söylemden bu sorunun nasıl çıktığını anlayamadım.
Bir defa, Türkiye’de şu var arkadaşlar. Türkiye sosyalistleri, devleti kavramamışlar, ben 12 Eylül’den sonraki siyasi hareketlerde bunu gördüm.
Bunları anlatmayacağım. 10 dakikam var benim, çok kısa geçiyorum.
İki, iktidar sorunu, bakın şunu kavrayacaksınız, işte, öyle sosyalist olunur. İktidar demek, bambaşka bir olay. İktidar olmanız sizin şu veya bu oranda, gelişen şartlar karşısında mevcut somut durum karşısında geri çekilmenizi getirebilir. Dünyada bunun örnekleri var sosyalist hareketin tarihinde, sosyalist iktidarların tarihinde. Örneğin NEP döneminde 1923 açlık probleminden dolayı böyle bir geri çekilme var. Şimdi bunlara şöyle bakacaksınız: mülkiyet ilişkilerini, üretim ilişkilerini inceleyeceksiniz, iktidarda ben neyi başarabilirim, nerede geri çekilmeliyim, nerede atak yapmalıyım. Şimdi bu iktidar sorununda, iktidarın sizin elinizde olmasından dolayı büyük olanaklara sahip oluyorsunuz. Ha efendim, mesela işte, örnek NEP programında Lenin’e demişlerdir ki “sen küçük burjuva üretiyorsun”, “Kapitalizm üretiyorsun” falan… kılı kıpırdamamıştır, gülmüştür. İktidara böyle bakacaksınız biraz.
Şimdi, bir de sosyalistler şunu yapmadılar, esas senin sorunla bir bölümü ilişkili bunun. Sosyalistler propagandalarında konjonktürel durumun, kendilerine sağlayacağı niceliksel gelişimin, kitleselleşmenin üzerine oturmayı düşünemezler. Bakın onu kullanırlar, onun propagandasını yaparlar. “Kullanmak” yanlış bir tabir, yani o süreci yaşarlar, o süreçten sosyalist hareketin, kapitalizmin deşifre edilmesi anlamında, kendisini güçlen(dir)mesi anlamında politikalar üretir. Ancak konjonktürel durumun bize sağlayacağı o avantajı, güçlülüğünün üstüne oturmayı düşünemez. Sosyalist hareket ancak kesin kez üretimle ilişkili, ekonomik ilişkilerle ilişkili süreçlerin anlatımının sınıf bilincini doğurmasının üstüne politika oturtabilir. Kendi gücü de bunun üstüne oturur.
Yalçın’ın bahsettiği, Kemal’in değindiği Susurluk olayı. Susurluk olayı esas çelişkidir. Temel çelişki değil. Bakın esas çelişki, bir toplumun önüne o anda gelmiş ve toplumun bütün o anki davranış biçimlerini, reflekslerini belirleyen çelişkidir. Dünyanın hiçbir yerinde de temel çelişkiden devrim çıkmadı, hep esas çelişkiden çıktı. Ha şimdi, bu esas çelişki eğer siz sistemle ilgili bir yere götüremiyorsanız, bu olmaz, bu politika değildir, bu parti de değildir. Marksist parti değildir.
Marksist parti esas çelişkiyi sistemin kendi içinden çıkan bir şekilde görerek sisteme döndüren, sistemin yarattığı olduğunu gösteren ve onunla kitleleri arkasına alarak o sorunu çözmeye yönelen partidir. Yani, onu sosyalizmle ilişkilendirmektir.
Şimdi bir de şu var, Türkiye’de bir tek laboratuar var, başka laboratuar ben bilmiyorum, sizler biliyorsanız söyleyin: Türkiye İşçi Partisi. Türkiye sosyalist hareketinin legalite bölümünde laboratuar Türkiye İşçi Partisi’dir. Diğer partilerin zaman zaman yaşamışlıkları var falan filan önemli değil. Burada bakın bir tek önemli nokta var. Bunu Türkiye İşçi Partisi’ni yaşamış olanlar söyleyebilirler.
Türkiye İşçi Partisi Türkiye’nin partisiydi arkadaşlar. Türkiye’nin sınıf partisiydi. Türkiye İşçi Partili sosyalistler de Türkiye’nin sosyalistleriydi. Şimdi, bundan şunu kavrayacaksınız, başka bir şey kavramayın bakın, enternasyonalistliği de buradan geliyor. Ben 6 dönem örgütlenmeye çıktım. 6 dönem: 1. TİP, 2. TİP, TBKP, SBP, BSP, ÖDP.
Türkiye İşçi Partisi’nin o zamanından kalan insanlarının dışında legal parti taşıyıcısı insan bulamadım. Peki nereden geliyor bunlar, gökten vahiy mi indi bunlara sosyalist mi oldular? Hayır. Türkiye İşçi Partisi’nin Türkiye’ye ilişkin sunduğu projeler üzerinden sosyalist oldular. Ben bunlardan bir tanesiyim. Diğer iki arkadaş da öyledir. Bilmiyorum, eğer Fransa’da okuyup da öğrenmedilerse… Başka yerde öğrenmenin imkanı yoktu. Türkiye’nin böyle bir geleneği yoktu. Sosyalist hareketin böyle bir geleneği yok. TKP var, ama hep öyle olmuş marksistler. Yani ne olmuşlar? Gitmişler, okumuşlar, marksizmi öğrenmişler, marksist olmuşlar. Ama, Türkiye İşçi Partili olanlar, Kemal’in biraz önce söylediği, bak 70 öncesinde toplumsallığı vardı. Neydi toplumsallığı vardı? Kitlenin içerisinde projesiyle taraftar kazandı. İnsan yetiştirdi, partili yetiştirdi, budur bunun anlamı. Evet, eğer Türkiye’nin bir marksist partisini yaratmak istiyorsak, Türkiye’nin partisi olacak, Türkiye’nin sosyalistini yetiştirecek. Ne bu? Toplumsal projesiyle.
Hemen geçeceğim. Bir bilgi bilinç sorusu vardı… Şu var ama şimdi bakın arkadaşlar. Bilgi başka bir şey, bilinç başka bir şey. Dünyanın en bilgili insanı olabilirsiniz. Marksist olarak, marksizmi çok iyi bilen bir insan olabilirsiniz. Ama, o bilginin gerektirdiği düzeyde eylemliliği göstermiyorsanız, o bilgidir sadece. Bilinç değildir o. Bilinç, bilginin eyleme dökülebilmesi şeklidir. Bugün bana göre açık söylemek gerekirse, başka yönüyle eleştirilebilir, o ayrı bir mesele, dağda çarpışan bir Kürt, dağda çarpışmayan -herkes dağda çarpışacak diye de söylemiyorum- başka bir Kürt’ten o gerekli eylemliliği gösteremiyorsa bilinç bakımından daha geridir. Yani bilinç değil bilgidir, o bilince dönüşmemiştir. O eylemliliği taşıyamıyordur. Onun gereklerini yerine getiremiyordur.
Ben bugün, marksist bilinçteyim diyebilmem için marksist hareketin içinde olmalıyım. Bu eylemliliğin içinde olmak gerekir. Türkiye’de 50 bin tane Marksolog vardır. Ben ne yapayım onu. Bana o lazım değil. Bana o eylemliliğin içinde olabilecek kadar bilinçli olmuş insan lazım. Öbürü bilgidir. İstediğin kadar sahip ol.
Ha şimdi, soruya geliyorum. Ben onları şey için anlatmadım, yıkıcılık yapıcılık anlamında anlatmadım. Bir siyasi hareket, bir parti topluma nasıl bakacağını, evet, kelimenin tam anlamıyla söylemek zorundadır. Eğer, öyle projeleriniz yoksa o zaman şunu bana nasıl izah edeceksiniz?Devrimin ardından bir gün sonra bir tane fazla ekmek üretemiyorsanız o iktidarınız yaşamaz. Lenin söylüyor bunu ben söylemiyorum. Evet, bunu yazdık. Tüm bunlar şaka gibi gelmesin bize. Ya bu adam da nelerle uğraşıyor falan denilmesin! Ölürsünüz arkadaşlar, ölürsünüz hiçbir şey yapamazsınız. Eti, sütü, ekmeği şekeri üretebileceğinizi ve bunu halka ulaştıracağınızı anlatamıyorsanız… Dinlemez sizi adam, vereceksiniz ona ekmeği var, sütü, eti, okulu, eğitimi… Benim anlatmak istediğim bu.
Bakın çok güzel ifade etti Murat, dedi ki, bugün dedi iç borçların tasfiyesini söylemek sosyalistçe bir projedir, dedi. Evet, doğrudur, bu aslında teorik olarak baktığınızda yanlıştır. Ama doğrudur. Neden doğrudur? Burjuvazinin böyle bir projesi olamaz bugün. Burjuvazi yüklenemez böyle bir şeyi. Yapamayacaktır. Öyleyse burjuvazinin yapamayacağı bir iş, burjuvaziye ait, kapitalizme ait bir görünümde olsa bile, sosyalistler çözmek zorunda olduğundan sosyalistçe bir propagandadır. Dünyada bütün görevler böyle sosyalistlere kaldı. Dünyanın neresinde tam manasıyla kapitalistler toprak reformu yaptı? Sosyalistler yaptı. Peki toprak reformu sosyalist bir proje mi? Hayır. Burjuvazinin projesi, kapitalizmin projesi. Çözemedikleri için bizim iktidar sürecimizde yolumuzun üzerinde kapitalizmin çözemediği bazı sorunlar olacaktır. Ve biz bunları çözeceğiz. Ama bütünüyle sosyalizm bu diye, kendimizi oraya kilitlersek, o zaman yanlış yapmış oluruz.
Ben vaktim de geçti biliyorum, kısa keseceğim, ama Türkiye’deki sosyalist partilerin gerçekten insanlığın, insanın, işçi sınıfının, işte, esnafın, zanaatkarın, bilmem neyin, yaşaması anlamındaki sorunlara ilişkin projeler üretmesi lazım. Ve Türkiye İşçi Partisi’nin tarihine bakın, bütünüyle bunlar, biz mesela işte, kaç gram et tüketildiğini, kaç kilo süt tüketildiğini, kaç tane yumurta tüketildiğini dahi bu topluma anlatırdık. Ve derdik ki, bizim toplumumuz aç. Bizim toplumumuz bakılmaya mecbur. Biz şunları yapacağız, tavuk çiftliklerini şöyle yapacağız, et kombinalarını böyle yapacağız, süt üretim çiftliklerini böyle yapacağız derdik. Öyle toplumsallaştık.
Topluma gittiğiniz zaman, bunu söylemediğiniz zaman, adım atmanızın biraz zor olacağım düşünüyorum.
Peki teşekkür ederim.
Ahmet Hamdi DİNLER:
Şimdi arkadaşlar ben geçen seferden yarıda kaldığım, alternatif projelerden devam edeyim.
Yalnız bir nokta var. Şimdi, açıklık getirmek istiyorum: buğdaya zam yapıldı; şimdi buğdaya zam yapıldığı zaman, “eee fena değil mi köylüye zam yapıldı” hikayeleri anlatılır. Şimdi buna karşı çıkılmaz desteklenir gibi görünüyor. Ama dikkat edilecek bir şey var: Buğdaya zam yapıldığı zaman buğdayı kimin ürettiğini bilmek gerek. Bu buğdayın neticesinde meydana gelen ekmeği kimlerin yediğini görmezsek, yani sınıfsal bir tahlil yapamazsak sorunu çözemeyiz. Buğdayı üretenler, bakın buğdayı üretenler -burada rakamlarla var- büyük kapitalist çiftlik sahipleridir. Küçük köylüler kati surette buğday üretmezler yahut kendine yeterli buğday üretirler. Ama pamukçusundan tutun, çay, zeytin diğerleri hepsi dışarıdan un alır. Buna mukabil bir de 50’si şehirlerde oturur. İşçiler de ekmeği dışarıdan aldığına göre… Bu çay gibi, diğer zirai bitki gibi değildir. O zaman ne oluyor? O zaman bizim buğdaya yapılacak olan zamma sosyalistler olarak karşı çıkmamız lazım. Çünkü karşı çıktığımız zaman, hem tarımla ilgili, hem işçi sınıfının menfaatiyle ilgili, hem de şehirde oturanlarla ilgili olarak doğru yerde oluruz. Demek ki bunu bir sınıf tahlilinden geçirdiğimiz zaman herhangi bir olayı ona göre karşı olup olmayacağımız rahatlıkla ortaya çıkmış oluyor.
Şimdi başka bir nokta var Türkiye’de, Türkiye’de en önemli noktalardan birisi enerji konusu. Bakın Türkiye’de devamlı olarak bu nükleer enerjiyi yerleştirmek için elektrik kısıntıları yapılıyor, veyahut da Türkiye’de elektriğin yetmeyeceğine ait bir sürü propaganda yapılıyor. Halbuki %20’si de kayıp.
Ben bu nükleer enerjiyi iyi bir inceledim. Efendim, işte, karşı çıkanlar da şöyle karşı çıkıyorlar, efendim iyi korunamıyor, atıklar var gibi… Böyle sudan sebeplerle karşı çıkıyorlar. Halbuki, şu an incelediğim zaman, nitekim tabii ki bu incelemenin dışında bir nükleer enerji profesörü, Kılıç, aynen söyleyince her şey ortaya çıkıyor, bakın, profesör Kılıç ki, kendisi Amerika’da bir araştırma merkezinde görevli nükleer fizikçi, aynen şöyle diyor: Nükleer santralin bir gereklilikten kaynaklanmadığını, gerçekte nükleer silah teknolojisi elde etmeye yönelik bir siyasi tercih olduğunu söylüyor. Yani Türkiye nükleer silah yapacak.
Aslında bakın, altta neler var. Şimdi bu durumda, Türkiye’de sosyalist hareketin muhakkak savaş sanayisi üzerine çok iyi bir inceleme yapması lazım. Uluslararası şirketlere karşı mücadeleyi ön plana getiriyorsak, uluslararası şirketlerin Türkiye’yi silah sanayi veyahut da savaş sanayi çerçevesinde nasıl soyduğunu ortaya çıkarmak lazım. Ayrıca savaş sanayinin Türkiye ekonomisine yaptığı kötü etkileri de ortaya çıkartmamız lazım. Demek ki savaş sanayine karşı korkunç bir savaş açmamız lazım. Ama bunun, savaş sanayi üzerinde genel global iyi bir çalışmanın sonunda ortaya çıkması lazım. Ortaya çıktıktan sonra alternatif projelerimizin bir tanesi de savaş sanayi olmalıdır. Çünkü öyle şeyler yapılıyor ki Türkiye’de! Bu savaş sanayinin nerede, neyle üretildiği, dışarıdan neler alındığı veya da alınıp alınmadığını milyarlarca doların nasıl gittiğini, F16 uçakları nedir ne değildir, bütün bunları açığa çıkartmamız lazım.
O zaman acaba bu F16 uçakları dünyanın en mükemmel uçakları mı, değil mi? Acaba bunlara harcanan para doğru mudur, değil midir, bunları düşünüp muhakkak surette alternatif proje hazırlamamız lazım. Ha, başka iki tane önemli nokta var: Eğitim ve sağlık. Şimdii buraya geldiğim zaman arkadaşların hazırlamış olduğu bir kitabı gördüm. “Yüksek İhtisas Hastanesi’nde neler oluyor” diye. Çok sevindim. Neden? Türkiye’de sağlık problemi çok önemli. Türkiye’de sağlık meseleleri var ve özellikle sağlığın özelleştirilmesi konusu var… Sigorta şirketleri aç kurtlar gibi kapının önünde bekliyorlar. Bütün bu çerçevede, bir sağlık politikası olması lazım sosyalist hareketin.
İşte böyle kitapların çıkması, bu sağlık politikasının bir parçası olduğu zaman anlam kazanır. Ve bu sağlık politikası çerçevesi içinde bizim herhangi bir olaya sağlık meselesinde karşı çıkmamız lazım. Aynı şey eğitim sorunu. Şimdi, iki dakikada bir, eğitimde şu söyleniyor: Efendim düşünen insan, efendim özel üniversiteler, özel liseler… Yine solun bir eğitim politikası yoktur. Konunun ilgilileri yapamıyorsa ne yapalım? Öğretmenler yapamıyorlar, beceremiyorlar. Bilgi var, tek bir konuda sorsanız saatlerce anlatılabilir… Ama program, politika anlamında en ufak bir şey söylenmiyor. O zaman sosyalist hareket, bu işi ele alacak, bu adamları tek tek toplayacak ve bir eğitim programı çıkartılacak. Bu, ilkokuldan başlayacak, hatta okul öncesinden başlayacak. Bu sınavlar meselesini ortaya koyacak, yani alternatif olarak. Alternatif olarak proje konacak ve denecek ki biz sosyalist iktidarda bunu yapacağız. Peki, o zaman onun yapılabilmesinin bir parçası bile bu düzende gerçekleştirilebilirse fevkalade iyi olabilir.
Aynı şey, şimdi demin arkadaşın sorusuna cevap vereceğim, yerel yönetimler sorusuna. Yerel yönetimlerde de politikamız olması lazım. Herhangi birimiz, yerel yönetimlerde somut olarak bununla karşılaşabiliriz -ki olacak bu, ki oldu evvelden de İşçi Partisi zamanında, ki o zaman böyle bir politikamızın olmamasının eksiğini çektik. Oradan çok iyi biliyoruz. Oraya geçecek olan belediye başkanı, yapacağı bir sürü işler olabilir, ama elimizde iyi bir yerel yönetimler politikamız oldu mu, o çerçeve içerisinde çalışmış olur. O çerçeve içinde ona yardım verilir. O çerçeveler içerisinde halka yerel yönetimlerin nasıl olması gerektiği anlatılabilir. Yerel yönetimler bu nedenle, bugün sosyalist partilerin en önemli noktalarından bir tanesidir. Kitlelerle ilişkiye geçebilmesi için önem taşıyor.
Eğer burjuvazi kendisi yaparsa, biz yaptırdık diyeceğiz. Hiçbir şey yapamazsak, o yerel yönetimlerdeki programda, bir fırın yaptırtırsınız. O fırında da ekmek ucuza olur. Karşı propagandayı açarım o kasabada. O zaman ne olur? Ekmek 15 bin lira. Bizim halk görür “Ha demek ki bu şekilde oluyorsa, haa kim söyledi bunu? Sosyalist hareket. Bravo.” Yani burjuvazi programımızı çalar diye de kork-mayalım. Yüzde 90’m yapacak gücü de yok ya, keşke yapsalar.
Onun dışında enerji var ulaştırma var. Bakın şimdi ulaştırma çok önemli. Bir örnek vereceğim. Otobanlar yapılıyor. Bakın şimdi kalkın, İzmit’ten binin Ankara’ya kadar gidin: Yüzde beştir kullanım oranı. Ben diyorum ki bu otobanlara harcanan parayla Türkiye’de bütün Türkiye yolları çift yol olur. Ama, nedenlerini hepiniz biliyorsunuzdur. İşte Dünya Bankası veriyor, Dünya Bankası illa ki, otoban yapın diyor, sana dolarla kredi veriyor, bu arada %10’lar cebe iniyor, ondan sonra borçlanılıyor. Biz otobanlara karşı çıkmalıyız. O zaman karşımıza otomotiv sanayi çıkıyor. Ayrıca bütün bu sanayi dallarında, özellikle demir-çelikte, onu tabii soma anlatacağım, bizim bir politikamız olmalı. Çünkü bazı sosyalist arkadaşlar var, onların kitaplarım da okuyorum, adamlar tutuyorlar elektronik sanayi üzerinde yoğunlaşmamız lazımdır, diyorlar. Türkiye dünyadaki şartlar içinde elektronik sanayine yönelmeliymiş! Ama bir sanayileşmemiş’ toplumun nasıl elektronik sanayi üzerine yoğunlaşacağı, tartışılması gereken çok önemli noktalardan bir tanesi. Demek ki sanayi politikamız olabilmeli, ve bu sanayi politikasında Türkiye’de yüzde kaç işsizlik olabileceğini, ondan sonra işsizlik oranlarının nasıl olacağını anlatabilelim.
En önemli şeylerden bir tanesi özelleştirmeye karşı yeni kamu iktisadi teşekküllerinin kurulması. İşsizlik halledilemiyor. Yüzde 20, yüzde 25’e geldi Türkiye’de işsizlik. Yeni kamu iktisadi devlet teşekkülleri dedik. Peki yeni kamu iktisadi devlet teşekkülleri diyen insanın karşısında soru sorarlar: Efendim bu parayı nereden bulacaksın O zaman demin arkadaşlara söylediğim bir şey çok önemli: Bütçe.
Ee deminden beri anlatıyoruz, planlama denilen kavram da budur zaten.
Ondan sonra enflasyonla nasıl mücadele edilecek? Tamam şunları şunları yaparsak enflasyonla mücadele çok basit olarak halledilir. Yapılamaz. Ama bütün bunları bu çerçeveyi “enflasyonla mücadele mi? Şunlar yapıldı mı bitmiştir.” Ama biz her yaptığımızın, eğitimden tutun, sağlıktan tutun, bütün yaptıklarımızın finansmanını, planıyla beraber bütçesiyle beraber ortaya çıkarmalıyız. Bunun da adına kalkınma planı denir. Merkezi planlama denir.
Demir-çelik meselesini zaman darlığı yüzünden geçiyorum.
Son iki dakikada da NATO meselesini cevaplandırmak istiyorum. Şimdi NATO’ya karşı çıkmanın çok önemli olduğunu tekrar vurgulayayım. NATO Amerika’nın dünyadaki hakimiyetini gösterir. NATO olduğu sürece senin bütün ordun, bütün her şeyin bağlıdır Amerika’ya. Şimdi NATO’dan çıkma meselesi aynı zamanda anti-emperyalist mücadelenin bir parçasıdır. Ve buna, biz arkadaşlarımla beraber, bu konuya çok önem verdik, özellikle 1970’e kadar, ki şunu anlatmaya çalıştık: Amerika demek NATO demektir, NATO Sovyetler Birliği’ne karşı kurulmuş değildir, o göstermeliktir dedik. Ve nitekim şimdi haklı olduğumuz çıktı. Türkiye İşçi Partisi’nin haklı olduğu çıktı. Ve çünkü hakimiyet altında tutmak istiyor. NATO’ya karşı muhakkak mücadele, mücadele en ön planda yapılmalıdır.
Bir de kimlik mücadelesi var bence. Şimdi o kimlik mücadelesinde, mücadele değil bir kimlik meselesi var. Şimdi Türkiye’de Türk kimliği 1071’den başlıyor. Türkiye kurulana kadar getiriliyor Türk kimliği diye. Halbuki biz Anadolulu insanız. Bizim geçmişimiz Anadolu. Biz binlerce yıllık uygarlıkların temsilcisiyiz. Bunu hiçbir zaman unutmamamız gerekir. Ve o zamandan bu yana geçmiş olan bütün uygarlıkların sonucunda “biz” ortaya çıktık. Biz bunların hepsine sahip çıkmalıyız. İşte bu arada eski eserler var; onların da hepsine sahip çıkmalıyız ki, yerel yönetimlerin en önemli meselelerinden bir tanesi de eski eserler politikası olması gerekir. Eğer 1071’den bu yana Türk kimliğine gelmeye başlarsak, bu Türk kimliğinin ne olduğunu, o zaman Türki cumhuriyetlere kadar gider, lisanını bilmediğimiz Türki cumhuriyetlerle Turancılık imparatorluğu çıkar, ondan sonra nereden geldiğimiz belli olmadan bir de bakarsınız ki yeni Türk imparatorluklarının, farkına varmadan temellerini atmış oluruz, yeni turan imparatorluklarının. Onun için biz, tarihimize önemli ölçüde bakmalıyız. İşte bu Fatih meselesinden tutun, vs. bunları da ön plana getirmek zorundayız -ki yavaş da olsa yapılıyor ve bu çok sevindirici- özellikle Osmanlı, Kurtuluş savaşı incelenmeli. O zamana kadar bu geçmişimizi de çok iyi incelememiz lazım. O açıdan, bu kimlik meselesinin üzerinde durmamız gerekir.
Yalçın CERİT:
Şimdi propagandaya ilişkin önerilerim var; onları hızla söylemek istiyorum. Bu özelleştirme olayı iyi açıklanmadı. Özelleştirmeye niçin karşı SİP, niçin karşı olmalı komünistler? Bununla ilgili yayınlar yapılmalı. Gerekiyorsa gerekçeli. Yeni gerekçelerle karşı çıkmak lazım, diye düşünüyorum. Çünkü, mesele yalnız Kamu İktisadi Teşekkülleri, kamu yararı, işte o da devletindir, devletçilik, devlet kapitalizmi meselesi falan değil. Onun ötesinde kısa ve uzun vadede topluma yararlı olan, toplumun kendi temel ihtiyaçlarını mümkün olduğu kadar ucuza giderebildiği imajı, ideolojik planda burjuvazinin saldırısıyla karşı karşıya. O bağı kurarak özelleştirme konusuna zengin argümanlar geliştirmek lazım. Karşı olmak ve öneri getirmek, konuyu derinleştirmek lazım propaganda için.
Başka bir önerim var benim: Formülasyonu, hemen aklıma geldiği şekilde söyleyeceğim; yeni dünya düzenine karşı komünist enternasyonalin yeniden ayağa kalkma çabası, bir kapı açma.
SİP bunun öncüsü olabilir. Hatırlayamıyorum, Avrupa partilerinden birisi bunu önerdi. Galiba Troçkist partilerden birisiydi, şimdi iyi hatırlayamıyorum, ama mesela SİP, Yunan Partisi ve Portekiz Partisi’ni yanma alarak böyle bir şeyi önerebilir. Ve basit anlamda SİPi savunmak için söylemiyorum. Komünistlerin yeni bir platformda, değerlerimizi, aşılamamış değerlerimizi ve yeniden çözüm önerebilenlerin komünist olduklarını, artı, şu veya bu şekilde uygulama yanlışlarından dolayı, kriz halinde olan, Lenin ülkesinde mafyanın cirit attığı durumların da artık sona ereceği perspektifi ortada, yeni arayışlar var. Onları görüyoruz. Bu açıdan da böyle bir kürsü, yeniden böyle bir kürsü enternasyonel kürsü yararlı olur. SİP bunun, görevlisi olabilir, kovalayıcısı olabilir ve yararlı olur. Propaganda açısından da yararlı olur ayrıca.
Bir de, böyle kokuşmuş ve başarısız, sosyalizmden sosyalizmi geliştirmeye çalışan ülkelerdeki başarısızlıklara rağmen, kapitalizmin ve Amerikan emperyalizminin azgınlığının, saldırganlığının hala devam ettiği ve sanıldığı gibi, bu anlamda gerginlikleri azaltan, barışçı -onların anladığı manada- bir havayı hakim kılamadıklarım görüyoruz. Bu kapitalizmin özünden de geliyor. O anlamda, yeniden değerlerimizi öne çıkaran -uluslararası komünist hareketin değerlerini-artı Türkiye’de özellikle bu herkese bulaşmış kokuşmanın, çürümenin, kirliliğin alternatifi olarak, Türkiye’de özellikle ve de giderek dünyada, komünistlerin gerçek yurtsever olduklarını, kahraman yiğit insanlar olduklarını, toplumların sömürüden kurtuluşu için mücadele eden 14-15 yaşındaki çocukların yaşları büyütülerek idam edilen bir ülke olduğunu, bu anlamda hem onlara sahip çıkan sosyalizmin nasıl bir değer, sosyalistlerin nasıl insanlar olduğunu göstermek görevimizdir. İnsanların çarpıtılmış, aşındırılmış belleğini yeniden harekete geçirerek, sosyalizmi gündeme getirmekte böyle bir çabanın da yararlı olacağına inanıyorum.
Yapıcı propaganda konusunda çok şey söyleyemem. Çünkü başka bir panel konusu.
Alternatif projeler üzerinde durdu arkadaşlarım. Elbette kısaca dokunup geçmek istiyorum.
Temel hedefi solun gelişmeleri, güncel kazanımları, kitlenin nabzım tutarak sağlamak gereken kazanımları, esas amaca, sosyalizm amacına bağlamak şartıyla, belli yapıcı, yani alternatif getirici projeler geliştirilmelidir. Bunlar iktidar olduklarında şunları yapabiliyorlar bugün yapılamayan şunları yapabiliyorlar, ve bunu öneriyorlar. Bu bir yapıcılık ifade ediyorsa, o anlamda algılıyorum ben. Böyle şeyler olabilir, olmalıdır. Bunun reformizmle bir ilgisi yok. Önemli olan partinin karakterini, çizgisini, amacını bu somut, güncel, gerçekleştirilebilir kazanımlara, projelere bağlayabilmesidir. Onu eksik bırakmamak lazım. Mesela şöyle yabancılıklar, laf atmak için söylemiyorum ama, çok yabancı geldi bana da, böyle trafik işareti gibi afişlerin üzerine işte, savaşa son filan yaptınız mı, yahut 1 Mayıs deyip de ne olduğu renginden bile soluk, okunamaz bir şeyler oldu mu, gidip kamyoncuya işte, helal olsun vatanı kurtardın sana hediye veriyoruz falan oldu mu, bunlar reformizm bile değil tabiri caizse. Sosyalizmi aşman belleklerde yeniden canlandırmanın yolu da bu değil. Demek ki bu alan da boş. Bu alan da bize düşüyor.
Murat SALMANER:
İzin verirseniz bana yöneltilen sorulardan önce, bu yapıcılık yıkıcılık meselesine değinmek istiyorum. Şimdi hepinizin bildiği bir kuraldır. Sosyalistler yapıcıdırlar ve yıkıcıdırlar ya da yıkıcıdırlar ve yapıcıdırlar. Bu ikisi hep beraberdir. Bugün yapıcılık vurgusunun daha fazla ön plana çıkacak şekilde bu tartışmada gündeme getirilmesinin özel bir anlamı var. 80li yıllardan önce dünya kapitalizmi yapıcılık iddiasını, yani kitleler nezdinde onları kapsayan, refaha kavuşturan bir sistem olduğu iddiasını da yüklenerek ideolojik meşruiyetim sağlıyordu. Bugün ise, dünya kapitalizmi böyle bir iddiadan vazgeçmiştir. Bu bence önemli bir nokta, dikkate değer bir noktadır. Bugünün kapitalizmi yıkıcılığını, yıkıcılıkla gerekçelendirmek eğilimindedir.
Örneğin eğitim insanlara ne için verilir? Sadece, birileri fabrikatör olsun, işletme müdürü olsun, ya da vasıfsız işçi olarak fabrikalarımızda çalışsın diye değil. Kapitalizmin aklı böyle çalışmaz. Eğitim aynı zamanda insanlığa ait bir misyondur, roldür. Kapitalizm örneğin bugün, paralı eğitimin uç noktada yüceltilmesiyle bu rolü terk etmiştir. Kapitalizm artık tümden yıkıcı bir yüzüyle karşımızdadır. Dolayısıyla, yıkıcılık “niçin yıkıcılık, neyin yıkıcılığı” sorusunu anlamlandırmanın da ötesinde, kendisinde bir ideolojik ağırlığa sahip olmaktadır günümüzde. Kapitalizm yıkıcı yüzünü göstermiştir ve yıkıcılık neredeyse bugün içinde yaşadığımız ve içinden geçtiğimiz dönemde barbarlıkla eşdeğer bir anlama kavuşmaktadır. “Düzeni biz yıkacağız” vs. bunlardan hiçbir şekilde vazgeçmiş değiliz. Ama yıkıcılığın neden, niçin nasıl sorularından bağımsız, kendinde özel bir ağırlık taşıdığım ve kapitalizmin bugünkü yüzüne ilişkin bir yanı ifade ettiğini dikkate almak lazım. Yıkıcılık kötüdür bugün dünya üzerinde. İçinden geçmekte olduğumuz çağda yıkıcılığın kötü yönü sergilenmektedir. Çünkü kapitalizm gerçekten refah iddiasını kaybetmiştir. Toplumun önemli bir kesimini uçurumdan aşağı itip, hegemonya alanında tutabileceği orta sınıfları gözeten bir yapılanma, yani toplumun neredeyse üçte birini gözeten bir yapılanmaya bürünmüştür. Yıkıcı bir yapılanmaya bürünmüştür. Bu yüzden yapıcılık vurgusunun içinden geçtiğimiz dönemde, özel bir önemi olduğunu ben de düşünüyorum.
Şimdi, baştan sorulan soruları sırayla ele alırsak; ilk olarak toplum projesi olarak sosyalizmin gerçekçiliği ve bu gerçekçiliğin anlatımı üzerinde durmuştum ben… Orada dikkat edilirse şunu söylemiştim: Sosyalizmin güncelliği bahsini ele alabileceğimiz iki etap var. Birincisi, bilimsel olarak sosyalizmin bu ülkede kurulabilir olduğunu göstermek. Bunu kendimize de kanıtlamak zorundayız, çünkü bunu yapma işine soyunuyoruz. Bugünden düşünmek zorundayız: Bu ülkede merkezi planlama nasıl hayata geçirilir? Bütün sektörlerde toplumsal üretim dengeli olarak nasıl gerçekleştirilir? Hangi sektörlerden vazgeçilir? vs.. Yani sosyalizmin toplum projesi olarak gerçekleştirilebilir olduğuna dair bilimsel zekamızı sürekli çalıştırmak zorundayız.
Ama işin propaganda ile ilgili boyutu başka bir etap oluşturuyor. Sosyalizmin gerçekçiliğinin bilimsel argümanlarıyla, bilimsel değişkenleriyle aynen kitleler nezdinde, toplumsal algıda yer edinmesi, cisimleşmesi mümkün olan bir şey değildir. Bizim yapacağımız şey bu bilimsel- teorik çerçeveyi aynen kitlelere taşımak değildir, kesinlikle böyle bir şey değildir. Kitlelerdeki algı, toplumsal algı sosyalizmin genel toplumsal meşruiyetini sağlayan algı, her zaman eksikli, geri ve parçalıdır. Bunu biz kabul etmek durumundayız. Sözgelimi sosyalizm mücadelesinin belli bir tarihsel kesitinde, belli bir toprakta emekçi erdeminden söz etmenin mutlaka bir değeri vardır, onun sosyalist mücadeleye sunduğu bir katkı vardır. İnsanların kendilerini bir sınıf içinde varsaymaları, sınıfın bir parçası olarak, sınıf kardeşleriyle birlikte olduklarını hissetmeleri açısından bu anlamlı bir ideolojik öğedir. Biz bunu karşıya almayız, ama marksizm bunun karşıtım yazar. Marksizme göre emeğe ve emekçiliğe yönelik güzelleme doğru bir şey değildir. Çünkü, marksizm çalışmanın zorunlu olmaktan çıkarıldığı bir toplum tasarımına sahiptir. Marksizm bunu öğretir. Ama yine de kendi ideolojik mücadele pratiğimiz içerisinde, yandaş öğelerle, karşıt öğeleri bir biçimde ayrıştırır ve üstelik de bu ayrıştırmayı, döneme göre, seçtiğimiz siyasi araçlarla farklılaştırarak gerçekleştiririz. Mesela “ulusal gurur”, bugün söyleyebilir miyiz sosyalizme bütünüyle yabancı, sosyalizmin enternasyonalist içeriğine, evrensel kimliğine bütünüyle yabancı bir öğedir? Söyleyemeyiz. Dünya üzerindeki ilk işçi devrimi girişimi olarak addedilen Paris Komünü tam da bunun üzerinde yükseldi. “Vatan tehlikede” çığlığı üzerinde yükseldi ilk işçi devleti dünya üzerinde. Komün de nasıl başladı biliyor musunuz? Ulusal muhafızların kendi ceplerinden ödedikleri paralarla döktürdükleri topların işgal kuvvetlerine teslim edilmesini ulusal gururlarına yediremedikleri için başladı. Sonuçta az önce söylenmişti sosyalizme, sosyalist iktidara bizi taşıyacak gelişmeler, bu gelişmelerin ideolojik algıdaki, toplumsal algıdaki karşılıkları öngörmediğiniz şeyler olabilir. Mesela bir örnek daha vereceğim ben: Dreyfus davası. Fransız sosyalistlerinin bir bölümü o zaman Dreyfus davasında bir tutum almıyor, bu burjuvazinin sorunudur diyor. Sonuçta askeri yapının kurmaylarından biriyle ilgili bir ihanet suçlaması var. Pekala biliniyor ki, bu ihanet suçlamasının aslında çok ciddi toplumsal dayanakları var. Lenin örneğin altını ısrarla çiziyor ve “yanlış yaptınız” diyor. Doğru olanı işte Jaures’ler yapıyor ve çok ciddi bir toplumsal kanal açıyor, çok ciddi bir toplumsallaşma zemini yakalıyorlar. Burada bir pragmatizm yok. Anti-semitizme karşı, sonuç olarak, etnik ayrımcılığa karşı bir tutumu sergiliyorlar. Bu sosyalizmin ruhuna son derece uygun bir şey. Ve Dreyfus davasında taraf olarak bunu toplumsallaştırıyorlar. Dolayısıyla, bizim sahip olduğumuz ideolojik tasarruflarla, bunların sistematik hali, öncünün, siyasi öznenin ideolojik kimliğiyle, bunun kitlelere mal olduğu düzeyler arasında mutlaka bir eşitsizlik olmak durumundadır. Bu eşitsizlik yoksa, bu eşitsizliğin olmadığını varsayarsak, bizim bir leninist öncülük teorisinden söz etmemiz de anlamsızlaşır. Dolayısıyla kitlelerdeki algı sosyalizmin eşiğine kadar, hatta sosyalist kuruluş sonrasında bile, sosyalizmin, sosyalist toplum projesinin bilimsel formuna ya da bilimsel çerçevesine uyumsuz olabilir. Hatta onunla çelişebilir de görünebilir. Nazım’ın bir şiiri vardı. Sanırım Kültürevi ekinde geçtiğimiz sayılardan birinde basılmıştı. Bence o çok iyi anlatıyor. Kışlık sarayı kimler basıyor, işte bir tane köylü basıyor, toprağım olacak diye gidiyor. Şimdi toprak mülkiyeti vaadi sosyalizme ilişkin bir kategori olabilir mi? Ama eğer bu vaad eşitlikçi toplum özlemiyle birleşebiliyorsa, doğrudan iktidara yönelen bir gücü bir araya getirebiliyorsa, bu gücü açığa çıkarabiliyorsa sosyalizme ait bir öğe olarak iş görebilir aynı zamanda. Sosyalizmin bir toprakta gerçekleşmesini sağlayan bir ideolojik öğedir.
Şimdi burada bir noktaya daha dikkat çekmek gerekir. Burada anladığım kadarıyla böyle kısmi bir huzursuzluk oldu. Madem bu kadar yapıcılık yapacağız, eğer biz bu düzendeki bu düzende yaşanan sorunlarla ilgili olarak, daha iyisini biz yaparız iddiasıyla ortaya çıkacağız, devrimin güncelliği nerede kalıyor gibi bir soru ortaya çıkıyor. Bence gereksiz bir sorudur. Burada en önemli garantör siyasi öznenin kendisidir. Propaganda deyince aklımıza daha çok ideolojik süreçler gelir. Bir anlatım vardır işin içerisinde, söze dökülür, görsel araçlara dökülür vs. ama siyaset doğrudan maddi süreçleri değiştirmeyle ilgili bir şeydir. Yani siz bir siyasi müdahalede bulunduğunuz zaman, bir kitleyi harekete geçirirsiniz ve o kitle artık eskisi gibi değildir. Yani siyaset bir duvara vurulan bir çekiç gibidir, balyoz gibidir. O duvarı yıkarsınız, değiştirirsiniz. İdeolojik süreçler daha farklı işler. Tasarımlar vardır, kurgular vardır. Tek başına ideolojinin maddi bir dönüştürücülüğü yoktur. Bu yüzden de insanları ikna ederek devrim yapamazsınız, bu da çok basit bilinen bir gerçektir. Bu öncünün rolü ve ideolojik konumlanışı, bence bizim yarattığımız, etki alanımızda yarattığımız ideolojik süreçlere hakim olmamız açısından son derece kritik bir öneme sahiptir. Şimdi eğer biz sosyalizmin güncelliğinde temellenen bir konumlanışa yerleşiyorsak, öyle bir konumlanışa sahipsek, örneğin ulaşım sorununa, sağlık sorununa, konut sorununa, devrimci demokrasinin ya da liberal solun yaklaştığından çok daha ötesinde yaklaşırız. Her insanın sağlıklı konutlarda yaşama hakkının insanlığın bir kazanımı olduğunu savunabilmemiz lazım. Ha bu konut güzel olmayabilir. Yani sahip olduğumuz toplumsal kaynakların derecesine göre küçük olabilir, sorunlu olabilir ama her insan bu hakka sahip olabilir. Keza, ulaşım ve sağlıkla ilgili de bizim yaklaşımımız farklıdır. Muhaliflik ve muhalefet mefhumundan ve direniş mefhumundan yola çıkan yaklaşımlar bir toplum projesine sahip olamadıkları için ne kadar radikal olursa olsunlar sistem içinde kalmaya mahkum olurlar. Benim aklıma TİP örneği geliyor açıkçası. Bu öncü konumlanışını yitirilmesi bakımından… TİP çok önemli bir şeyi başardı Türkiye’de. Türkiye sol hareketinin bu topraklarda uzun bir süre üzerine yaslandığı bir toplumsal birikimi yarattı. Şimdi ama bunun, topluma yayılan, tabana yayılan bu birikimin bir noktadan sonra yönlendirilmesi, iktidara taşınması gibi bir misyonun ısrarlı bir biçimde sürdürücüsü olmak gibi bir ihtiyaç vardır. TİP bu ihtiyacı yerine getiremedi. Bu birikimin toplumsal algıdaki güncel biçimlenişine tabi olmayı seçti ve Türkiye Komünist Partisi’nin kuyruğuna takılarak işte bildiğimiz demokrasici bir yörüngeye oturdu. Kısacası öncülük rolü bizim garantimizdir, sigortamızdır. Benzer örnekler Fransız Komünist Partisi için de verilebilir. Fransız Komünist Partisi belediyeciliği ile ünlü partidir ama iktidar perspektifini yitirmiştir.
Yöneltilen somlardan birinde propaganda kanalları açısından, sanatçılarla ilişkiden ve eylemin kendisini anlatmasından söz edildi. Katılıyorum, eylem kendisini anlatır. Eylemin kendisi bir propaganda kanalıdır, bunun tartışılır bir yanı yok, ama bir ek yapılabilir. Örgütlülük de bir propaganda kanalıdır. Örgütlülük de başlı başına bir medyadır. Sonuç olarak örgütlülük hem bir propaganda konusudur, hem de bir propaganda kanalıdır. Çünkü örgütlü olan insanlar birbirleriyle iletişim halinde olan insanlardır ve harekete geçirilebilirler. Ha biz propaganda deyince aklımıza işte görsel-sözel anlatım araçları ve bunlara yüklenmiş temalar geliyor. Oysa ki bu tür araçları da gündeme almak lazım.
Sanatçılar konusunda da arkadaşımızın sorduğu sorunun iki açılımı var. Birincisi sanatçılarla ilişki yani sanatçı kategorisiyle, sanatçı nüfusuyla ya da sanatçı toplumuyla ilişkinin propaganda değeri bir tartışma konusu. İkincisi de sanatçıların propaganda başlığı altına alınabilecek ürünlerinin yani sosyalist mücadeleye katkılarının değerlendirildiği başka bir tartışma konusudur. İkincisine dair bir örnek verip geçelim. Örneğin, ben sosyalizmi Nazım Hikmetin sosyalizm şiirinden daha iyi anlatan bir metinle karşılaşmadım; çok ciddi bir propaganda belgesidir. Mayakovski’yi biliyorsunuz. Mayakovski bir propaganda şairi, propaganda ressamıdır. Sonuç olarak sanatçıların bu propaganda etkinliğine katılımım bizim önemsememiz bunun gerçekleşme kanallarım canlı ve diri tutmamız gerekiyor.
Şimdi sanatçılarla ilişkiler konusuna gelince bu çok ikircikli bir konudur. Benim kişisel görüşüm sanatçı hiçbir koşulda kendiliğinden devrimcileşmez. Sanatçılığın büyük bir çoğunlukla tutucu bir yanı vardır. Şolohov vs., Emil Zola bunların tutucu bir yanı var. Çünkü gerçekliği anlatırlar. Onlar bu gerçekliği anlattıkları oranda biz o gerçeklikte tam da sosyalizm mücadelesinde üzerine yasladığımız değerleri, çelişkileri, verileri buluruz. Dolayısıyla baştan koyulması gerekiyor, sosyalist hareketin sanatçılarla ilişkisini, sanatçıların siyasi tercihinden bağımsız olarak sıcak tutması gerekiyor. Bence bu böyle, sözgelimi Balzac monarşist bir adamdır, gericidir, ama sosyalistlere, devrimcilere, ilham veren bir adamdır aynı zamanda. Bir tasnifçi yaklaşımdan kaçınmamız gerekiyor; hangisi devrimci, hangisi değil diye.
Ama bence protokolcü bir yaklaşımdan da kaçınmamız gerekiyor. Sanatçılarla ilişki konusu onlarla yan yana görünmekten ibaret olmamalı. Dikkatimi çekti Ufuk Uras’a son birkaç ay öncesine kadar “ÖDP büyüyor mu” diye soruyorlardı ve o sürekli aynı cevabı veriyordu. “Evet büyüyor, Türkan Şoray da partimize katıldı” deyip duruyordu ve bunu sürekli tekrarlıyordu. Bence bunun bir değeri yoktur… Ayrıca zaman zaman tercihte de bulunmak gerekir çünkü sözgelimi Bedri Baykam’la bu anlamda kurulacak bir ilişkinin de anlamı yoktur. Arkadaşımızın yönelttiği soruyla ilgili, sanatçılarla ilişkilerimiz ne olacak sorusuna karşılık olarak yaklaşımımızı belki özetleyebilir diye aklımıza gelen bir etkinlik planım. aktarayım sizlere. Kendi aramızda konuştuk ama yapamadık. Kanal D’nin Adalet Ağaoğlu’na ödül vermiş olması gibi, bizim de Elia Kazan’ı aşağı yukarı aynı zaman diliminde buraya geldiğinde mutlaka bir biçimde ağırlamamız gerekirdi, yani orada ona “ödül” olarak bir ihanet belgesi teslim etmek sonuçta bize yakışan bir iş olurdu, anlamlı bir propaganda olanağı yakalamış olurduk.
Hepinize Teşekkürler.