Söyleşi: Alper Birdal’la “Hegemonya Bunalımı ve Çin” kitabı üzerine

Alper Birdal’ın yeni kitabı Hegemonya Bunalımı ve Çin: Emperyalizmin Krizi, Uluslararası Değer Zincirleri ve Çin’in Yükselişi geçtiğimiz hafta Yazılama Yayınları tarafından yayınlandı. Kitapta ABD, Almanya ve Çin’de yerleşik olan sanayi sermayesinin birbirine bağımlılığı ve Çin’in kısmen bu bağımlılık kanalıyla büyük bir ekonomik güç haline gelmesi ile emperyalist sistemde süren hegemonya krizi arasındaki ilişki ele alınıyor. Alper Birdal’la, kitabın kimi ana başlıklarının yanı sıra çağrıştırdığı bazı soruları da içeren bir sohbet ettik.[1]


Yeni kitabınız Hegemonya Bunalımı ve Çin: Emperyalizmin Krizi, Uluslararası Değer Zincirleri ve Çin’in Yükselişi geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Kitabı kaleme alırken temel amacınız neydi?

Aslına bakarsanız ben işe bir kitap yazmak niyetiyle başlamadım. Uzun zamandan beri Çin’in uluslararası ekonomideki artan etkinliğinin emperyalist yapıda köklü bir dizi değişimi beraberinde getirmekte olduğu tartışılıyor. Öte yandan özellikle son 10-15 yılda Çin’in iktisadi alandaki etkinliğinin siyasi alanda da bazı tezahürlerini görmeye başladık. Bazı Marksist entelektüeller bu durumu bir hegemonik değişim süreci olarak okuyorlar; bazılarıysa böyle bir değişimin olmadığı, Çin’in yükselişi gibi görünen sürecin arkasında Batı emperyalizminin son 30-40 yıldaki yönelimlerinin esas belirleyici olduğu görüşünde.

Bu sorular bizleri, örgütlü Marksistleri, elbette yakından ilgilendiriyor. Zira emperyalist güçler arasındaki paylaşım kavgasının ve bunları belirleyen dinamiklerin hem uluslararası hem de ulusal ölçekte sınıflar mücadelesi üzerinde yansımaları var. Örneğin özellikle 2008 krizi sonrasında ivmelenen ve politik bir karakter de kazanan Rusya-Çin yakınlaşması dünya açısından olduğu kadar ülkemiz için de önemli sonuçlar doğurdu. Sadece Suriye ya da Libya savaşı değil; Kanal İstanbul tartışmasından tutun, 5G teknolojisine geçiş sürecinde Türkiye’nin kimden yana pozisyon alacağına kadar, ülkemiz emekçilerini doğrudan ilgilendiren bir dizi başlık sayabiliriz bu bağlamda.

Benim de üyesi olduğum Türkiye Komünist Partisi bu başlıklarda, özelde Çin’in dünyadaki konumu, emperyalizmin son on yıllardaki yönelimleri ve benzeri konularda, bana göre çok önemli yanıtlar üretti. Ama çok dinamik bir süreçten geçiyoruz ve ürettiğimiz yanıtların zamanın gerçeklerini açıklama ve onlara müdahale etme gücünü tekrar tekrar test etmek zorundayız. Aslında ben işe böyle başladım. Aklımdaki temel soru ürettiğimiz yanıtların halen geçerli olup olmadığını test etmek, doğruda durmaktaki ısrarımızı güçlendirmek ve açıkta kalan noktaları belirgin hale getirmekti. Bunu başarıp başaramadığımı bilmiyorum; bu artık okurların vereceği bir karar.

Sorunuzun başlangıcına dönecek olursak, dediğim gibi, aslında ben yola bir kitap yazmak amacıyla çıkmamıştım. Ama sonuçta ortaya kitap hacminde bir çalışma çıktı.

“Uluslararası değer zinciri” kavramını biraz açar mısınız? Nedir bu değer zincirleri?

Bu sorunun hem çok basit hem de çok karmaşık yanıtları var. Basit yanıt şu: elimize aldığımız metaların kabaca yarısı uluslararası değer ya da meta zincirlerinden çıkıyor. Bu daha çok şu anlama geliyor: bir ürünün üretilmesinde gerekli olan girdilerin bazıları bir ülkede, bazıları başka bir ülkede üretildikten sonra nihai hale gelen ürün son tüketiciye ulaşıyor. Örneğin Boeing’in ürünleri 70’e yakın ülkede üretiliyor.

Uluslararası değer zincirlerinin daha farklı biçimleri de var elbette. Örneğin uluslararası tekstil markaları, ürünlerini son tüketiciye daha yakın coğrafyalarda üretme eğilimi gösteriyor. Mesela Zara’nın, Mango’nun vs. birçok ürünü Ortadoğu, Balkanlar vs. pazarlarına satılmak üzere Türkiye’de fason olarak üretilip Zara, Mango vs. markasıyla bu pazarlarda satılıyor.

Bunlar sorunun basit olan yanıtları. Aslında birinci örneği dikey, ikinciyi yatay entegrasyon kavramlarıyla açıklamak mümkün. Uluslararası değer zincirlerine baktığımızda entegrasyonun dikey biçimi daha yaygın. Ama bir değer zincirinin merkezinde duran yapı genellikle bu entegrasyon biçimlerinin her ikisini birden kullanıyor. Dolayısıyla değer zincirlerini sadece dikey ve yatay entegrasyon kavramlarıyla tasnif etmek mümkün değil. Dahası metalar, üretim süreci boyunca kurulan zincirinin halkaları arasında birçok kez gidip geliyor; yani bir meta son halini alana kadar bazı örneklerde yüzlerce kez sınır geçiyor. İşte bu nedenle bir de kavramın daha karmaşık bir tarifi var. Dolayısıyla tek tek metaların izini sürmek yerine değer akışına bakmanın daha anlamlı olduğu görüşündeyim.

Kitapta esasen ABD ve Almanya’nın imalat sanayileri ile Çin imalat sanayisinin karşılıklı bağımlılığını ele alıyorsunuz. Bu konudaki temel bulgularınızı aktarır mısınız?

Çalışmanın merkezinde bu üç ülkenin durmasının sanırım anlaşılır nedenleri var. Kitapta belirli bir sistematik oluşturmaya çalışarak şu sorulara yanıt aradım: Bu üç ülke arasındaki değer akışı zaman içinde nasıl değişti? Ülkeler arasında değer akışının özellikle yoğunlaştığı sektörler hangileri? Başka bir deyişle uluslararası iş bölümünün kritik halkalarını ve zaman içindeki değişimini anlamaya çalıştım. Ardından bu bağlamda ilgili ülke-sektörlerin karşılıklı bağımlılıklarının nasıl değiştiğini göstermeye gayret ettim. Sonra da bu değişimin morfolojisine, ana dinamiklerine, özellikle birim emek üretkenliği ve bir tür kâr oranı göstergesi üzerinden bakmaya çalıştım.

Bütün bu soruları yanıtlayabilmek üzere Gröningen Üniversitesi tarafından hazırlanan World Input-Output Database’in 2016 sürümünden yararlandım. Bu veriler 2000-2014 arasını kapsıyor. Bu hayli kritik bir dönem, çünkü 2000’lerin ilk yarısı Çin’in uluslararası değer zincirlerine eklemlenme sürecinin çok büyük ivme kazandığı yıllarken, bana göre halen içinde olduğumuz 2008-2009 sonrası dönemde Çin’in uluslararası iş bölümüne eklemlenme dinamiklerinde önemli değişiklikler yaşanıyor. Dolayısıyla veri seti bu kırılmanın kendisini görmek için yeterli uzunluğa sahip.

Görebildiğim kadarıyla Çin 2000’lerin ilk yarısında imalat sanayiinin bir dizi sektöründe hızlıca uluslararası değer zincirlerine entegre oluyor. Bu dönemde halen ABD, Almanya ve Japonya merkezli zincirlerin en alt halkalarında üretim yapıyorken, 2008 sonrasında artık zincirlerin daha fazla basamağında ve daha çeşitli bir spektrumda üretim yapıyor. Haliyle bu durum ülkeler arasındaki geriye ve ileriye doğru bağlantılara da yansıyor. Çin, dönemin başında daha büyük oranda ABD ve Almanya menşeli değeri işleyen, dolayısıyla onlara özellikle girdi bağımlılığı yüksek bir konumdayken, 2008 sonrasında bu durum tersine dönüyor.

Bu açıdan ülkeler arasında farklılıklar da olduğunu belirtmek gerekir. Genellikle Almanya-Çin ilişkisinde bu tersine dönüş daha erken başlamış olmasına karşın, ABD-Çin ilişkisinde daha çok 2008-2009 sonrasında yoğunlaşıyor.

Çin kuşkusuz değer üretiminin olağanüstü yoğunlaştığı, çok önemli bir ülke; ama kimi diğer güney ve güneydoğu Asya ülkeleri, örneğin Bangladeş, Endonezya veya sizin kitabınızda değindiğiniz Hindistan da ABD ve Almanya ile benzer ilişkilere sahip değiller mi? Çin’i özel kılan nedir?

Çalışmada ulaştığım sonuçlar, Çin’in uluslararası değer zincirlerinde önemli roller üstlenen ülkeler arasında benzersiz bir konumu olduğunu gösteriyor. Çin’in özgünlüğü yalnızca çok sayıda sektörde ve çok büyük miktarda üretim yapıyor olması değil, giderek artan sayıda sektörde daha büyük çeşitlilikte ve daha üst teknoloji segmentlerinde üretim yapıyor olması. Çin’de emek üretkenliği diğer ülkelere ve Batı’ya göre çok hızlı artıyor, çünkü yatırım oranları çok yüksek. Öte yandan emekgücü maliyeti halen Endonezya, Brezilya, Hindistan gibi başka kritik halkalarla karşılaştırılabilecek ölçülerde düşük. Bu iki dinamik Çin’e değer zincirleri mimarisinde benzersiz bir avantaj yaratıyor.

Ancak elbette bunun da bir çelişkisi var. Çin’de değer zincirlerine en çok entegre olan sektörlerde kâr oranları nispeten düşük. Bu da belirli bir vadede Çin’in sermaye birikim hızını etkileyecek ve bahsettiğimiz avantajı olumsuz yönde değiştirecek gibi görünüyor. Ancak Çin bütün bu süreç boyunca uluslararası değer zincirlerine bağlanırken, onları da kendisine bağımlı hale getirdi. Bu nedenle Çin’in avantajını yitirmesi aynı zamanda emperyalist tekelleri de doğrudan etkilemekte, çünkü Çin bu yapı içerisinde kolaylıkla ikame edilebilecek bir ülke değil.

Uluslararası değer zincirleri çerçevesinde ABD ve Almanya ile Çin arasındaki imalat sanayii bütünleşmesi dünyayı daha barışçıl bir yer haline getirmez mi?

Tam tersine, bana kalırsa bu durum dünyayı daha tehlikeli bir yer haline getiriyor. Dediğim gibi, Batılı tekeller Çin’i kolaylıkla gözden çıkarıp, üretimlerini başka coğrafyalara taşıyamaz. Dahası Çin artık daha önce Batılı tekeller için ürettiği pek çok metayı tek başına üretebilir durumda ve bu da Çin’in doğrudan Batılı tekellerle rekabeti artırma ve kendi değer zincirlerini oluşturma olanağı bulunduğu anlamına geliyor. Tekeller çağında rekabet her zaman bir ölçüde karşılıklı bağımlılığı da ifade eder, bunu yadsımaz. Ama böyle bir rekabetin kızışması, ki hali hazırda kızışıyor, ancak ve ancak daha büyük kavgalara vesile olabilir. Bu nedenle dünya bugün daha büyük bir savaş tehlikesiyle karşı karşıyadır ve daha fazla belirsizlikle yüklüdür.

ABD ve İngiltere’nin her yıl büyük miktarda cari açık verdiği, buna karşılık Almanya, Çin ve Japonya’nın yaklaşık aynı miktarda cari fazla verdiği bir uluslararası durum sizce uzun erimde sürdürülebilir mi?

Bir süredir IMF, Dünya Bankası, UNCTAD gibi kurumlar uluslararası değer zincirlerinin kısalma olasılığı üzerinde tartışıyor. Bu aslında Donald Trump döneminde Çin’le başlatılan “ticaret savaşları” esnasında yoğunluk kazandı ancak pandemi de bu tartışmaları canlandıran bir işleve sahip. Biden yönetiminin de daha ilk günlerinden itibaren Çin’e yönelik politikaları, daha önceki durumun tek başına “Trump faktörüyle” açıklanamayacağını gösteriyor.

Uluslararası değer zincirlerinin kısalması, emperyalist tekellerin üretimlerini daha çok kendi “doğal” hinterlandlarına taşımaları anlamına geliyor. Bu elbette birçok üretim faaliyetinin de tekrar yurtiçine dönmesi demek. Nesnelerin interneti, yapay zekâ, 3 boyutlu yazıcılar gibi gelişmekte olan yeni teknolojilerin de üretimi son tüketiciye yakınlaştırma olanağını artıracağı iddia ediliyor. Eğer bu kısalma, öngördükleri şekilde gerçekleşirse ABD’nin cari açık sorunu bir nebze azalabilir ve Çin de daha çok iç pazara yönelir.

Ancak ben bunun öyle kolay gerçekleşebileceğini düşünmüyorum. Çünkü bu aynı zamanda dolar senyorajının ve uluslararası ticaretin beraberinde getirdiği spekülatif rantların da alanını daraltır. Bunlar emperyalist tekellerin mevcut kompozisyonunda köklü değişiklikleri gerektirir ve her biri büyük kavgalara konu olur.

Emperyalist-kapitalist sistemle böylesine güçlü ekonomik bağlara sahip olan Çin’in aynı zamanda sosyalist olduğunu iddia etmesinde bir çelişki yok mu? Sosyalizm ekonomik anlamda emperyalizmden kopmayı gerektirmez mi?

2021’de dünyada en çok dolar milyarderine sahip kişi sayısı itibarıyla Çin birinci ABD ikinci sırada. Çin’de 1058, ABD’de 696 milyarder var ve Çin’in milyarder sayısı kendisini takip eden üç ülkenin toplamından yüksek. Yanlış bilmiyorsam Çin, milyarder sayısı itibarıyla ilk kez 2019’da ABD’yi geçip dünyada birinciliğe yükseldi ve belli ki aradaki farkı artırıyor. Öte yandan benim hesaplamalarıma göre 2014’te Çin imalat sanayiinde birim emek maliyeti ABD’ninkinin %49,2’sine eşitti. Böyle bir ülkenin sosyalist olduğundan söz edilebilir mi? Sosyalizm en başta eşitliktir, emek sömürüsünün ortadan kaldırılmasıdır. Çin’de bunların hangisinden söz edilebilir ki?

Çin elbette kapitalist, hatta bana göre artık kapitalist-emperyalist bir ülke. Ancak Çin’de kapitalizmin özgün tarihsel gelişimi, ülkenin büyüklüğü ve kaynakları ve daha birçok faktör nedeniyle Çin kapitalizmi üst yapısal olarak Batılı kapitalist ülkelere tam anlamıyla benzemiyor. Çin de diğer emperyalist ülkeler kadar mevcut emperyalist hegemonyanın bir bileşeni, ancak bu özgünlükleri nedeniyle aynı zamanda mevcut emperyalist hegemonyanın krizini derinleştiren en önemli faktörlerden de bir tanesi.


[1] Bu söyleşi ilk olarak 28.06.2021 tarihinde soL’da yayımlanmıştır.