Stratejide Reformizm Çıkmazı: Avrupa’da Devrim mi Oluyor?

“Tarihsel gücün bir zaferiydi bu. Mücadele içinde tek çizgi geçerli olabilirdi, strateji sadece bir yöne doğru olabilirdi. Ahlak kavramının politikada insanlar arası ilişkide olduğundan başka ölçüyle değerlendirilmesi gerekiyordu, burada gidilecek yolu belirleyen şey, duygular değil yararlılık derecesiydi.”

Direnmenin Estetiği, Peter Weiss

 

 

Tarihinin en büyük katılımlı ve yaygın ayaklanmasını geride bırakan Türkiye’de, toplumsal rahatsızlığın ve iktidar partisini kabullenmeme halinin nasıl örgütleneceği sorusu, solun gündeminde haliyle ilk sıraya yazılmış durumda. Türkiye tarihinde görülmemiş sayıda insanın sokağa çıkması ve kısa süre öncesine göre oldukça ileri bir siyasi çıkış yapması, toplumsal yapının üzerindeki ölü toprağını atmak için yıllardır mücadele eden solun doğal olarak gözünü kamaştırdı.

Haziran Ayaklanması’nın “aslında ne olduğu” üzerine çok söz söylendi. Söylenenlerin önemli bir bölümü, gerçekten de isabetli sayılabilecek değerlendirmeler. Ancak artık doygunluğa ulaştık. Direnişe çeşitli bağlamlarda açıklama getirmek adına artık çok yeni mecralara ulaşmamız mümkün görünmüyor.

Oysa Türkiye’de sosyalizmin geniş kesimlerle buluşması anlamında, “derdimize” çare bulunmuş değil. Ortadaki tek muğlaklık da “Gezi’nin aslında ne olduğu” sorusu değil. Mesele, bir strateji tartışması eşliğinde ele alınabilecek yanlar taşıyor. Strateji tartışmaları ise, yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da sol hareketlerin tasnif edilmesinde başlıca kriterleri sunmaya devam ediyor.

Süreklileşen ekonomik ve siyasi krizlerle çalkalanan iki Avrupa ülkesinde, İspanya’da ve Yunanistan’da “sol adına” yaşanan gelişmeler ve özel olarak iki siyasi hareket, hem strateji tartışmalarında üzerinde durulması gereken özellikleri barındırdıkları için, hem de Türkiye’deki potansiyelin değerlendirilmesi adına örnek olarak sunuldukları ve kimi kesimleri heyecanlandırdıkları için gündemimize daha fazla girmeye başladı: İspanya’dan Podemos ve Yunanistan’dan SYRİZA.

Türkiyeli solcular için SYRİZA’nın adının daha çok duyulmuş olmasının bir nedeni Yunanistan’ın Türkiye’deki sol düşüncenin ilgi alanına daha çok girmiş olması ise, diğer neden SYRİZA’nın Podemos’a göre çok daha eski bir hareket olmasıdır. Zira Podemos bir parti olarak adını henüz bu yıl duyurmuş bulunuyor. 1

Bu hareketlerin yükselişinin, bahsi geçen ülkelerde bir “sol yükseliş”e tekabül edip etmediği bir tartışma konusu. Podemos ve SYRİZA’nın beslendikleri kaynakların gerçekten devrimci bir yükselişe imkan tanıyıp tanımadığı tartışılabilir ve tartışılmalıdır da. Diğer yandan, bu hareketlerin, kendi tarihleri ve üzerinde yürüdükleri yol açısından tartışma götürmeyen ve açıkça savunulan bir çizgileri var ve sosyalizmin geleneksel yorumu açısından bu çizgi, reformist hareketlerin tipik özelliklerini taşıyor. O halde buradan hareket ederek varabileceğimiz bir nokta ve önemli bir soru ortaya çıkıyor: İspanya ve Yunanistan’da yaşananlardan heyecanlanmalı mıyız ya da Podemos-SYRİZA çizgisi gerçekten ezber mi bozuyor?

Daha açığı, İspanya ve Yunanistan’da devrim mi oluyor?

İspanya ve Yunanistan’da devrimci niteliğini ısrarla koruyan komünistlerin bütün bu soruların sorulmasını bile tuhaf karşılayacaklarını not edelim ve “ithal” yöntemlerin bir şekilde alıcı bulmayı her dönemde başardığı ülkemizde bir anda ilgi toplayabilen bu soruların yanıtlarına dönelim.


 

Podemos “yeni” sayılabilir mi?

Podemos ve SYRİZA, dışarıdan bir gözle bakıldığında oldukça benzer olmalarının yanı sıra, ikili ilişkilerde de oldukça yakınlar ve birbirlerinden etkilenen, hatta “aynı yolda” yürüdüklerini ifade edebilen partiler. SYRİZA, geride bıraktığı seçim performansları ve popülerliği nedeniyle benzeri reformist hareketler arasında “ağabey” rolü üstleniyor. Podemos ise, SYRİZA’nın üstlendiği misyonlarla ortaklık taşımasının yanı sıra, oluşumu itibariyle kendiliğinden harekete daha fazla yaslanıyor. Podemos’un Türkiye dahil çeşitli ülkelerdeki bazı kesimler için “örnek” olarak gösterilebilecek yanı da bu. Bu haliyle SYRİZA’ya göre Podemos’un daha çok gündeme getirilmesi, hatta taklit edilmesi muhtemel görünüyor. Bunun mümkün olup olmayacağını önümüzdeki süreçte göreceğiz.

Podemos ve SYRİZA arasındaki ilişkiye değinilmesinin nedeni şu: Üyesi olduğu “aile” bir kenara bırakıldığında, Podemos’un “sıfırdan” ve benzersiz bir gelişim çizgisi izlediği, dolayısıyla sol adına büyük imkanları temsil ettiği ileri sürülebiliyor. Resmi kuruluşundan dört ay sonra 1 milyonun üzerinde oy alan ve gelecek seçimlerin galibi olabileceği konuşulan bir partiden bahsediyoruz. Çok özel koşullarda da olsa, bir partinin hızla güç kazanması, uzun süredir siyasete bir güç olarak dahil olamayan Türkiye solunun bazı kesimlerini, “kestirme” yollara davet ediyor. Türkiye’ye de benzer modelde bir hareketin gerektiğini düşünen ya da en azından Podemos’tan alınabilecek dersler olduğunu belirten 2 kesimlerin ruh hali burada aranabilir.

Oysa bu iddiaya itiraz edilmeli. Kitlesel hareketlerin ürünlerinden birisi olması gerekçesiyle “sıfırdan” inşa edildiği ileri sürülse de, Podemos’un yürüdüğü bir yol var ve bu yolun tarihi çok eskilere dayanıyor. Podemos dünya solundaki başlıca ayrım ekseninden bakarsak, “yeni” sıfatını hiçbir şekilde hak etmiyor ve sosyalizm adına önemli mevziler kazanma imkanına sahip değil. Bu yol, uzlaşmacı ve reformist sol hareketlerin derslerle dolu tarihidir.

Diğer benzerleriyle “görüntüdeki” fark şurada: Örneğin SYRİZA’nın geçmiş deneyimlerde düzen için tehdit oluşturmamış olması ve hatta bunu başlı başına bir strateji olarak sunması, gelecekte neler yapabileceği üzerine düşünürken önemli bir veri olarak kabul ediliyor. Podemos’un “yeni” ve benzersiz kabul edilmesi ise onu bu derslerden görünürde azade kılıyor. Oysa bu ilişki içerisinde söylemek gerekiyor ki, Podemos kaderini dünyadaki reformist partilerle çoktan birleştirdi ve bu anlamda aynı tarihin bir parçası haline geldi. Bunun nedenlerine değineceğiz ancak Podemos’a yakıştırılan “yeni” sıfatına şimdiden itiraz etmek gerektiğini belirtmek durumundayız. Daha da vahimi, Podemos’un mevcut taleplerinden bile geri adım atması için, iktidar hedefine yakınlaşması gerekmedi. Podemos’un yeniliği, uzlaşmacılığın dozunu artırması oldu.


 

Seçimler ve sonuçlarının anlattıkları

Hareketlerin adını duyurmalarına ve “sol yükseliş” türü bir olguya kaynaklık etmelerine, en başta seçim performansları neden oluyor. Öncelikle bir parantez olarak söylemek gerekir ki, bahsedilebilecek birçok zaafının yanı sıra, ülkemizdeki sol düşüncenin, seçim başarılarına mutlak olarak bağımlı bir “değer biçme” algısı var. Solun topluma nüfuz etmesinde ve hedeflerine yönelmesinde seçimlerin rolü yadsınamaz ve kimi başarıların seçimlere yansıması gerektiği şüphe götürmez bir gerçektir. Ancak bu hareketlerin gündemimize girmelerine vesile olan seçim performansları, her nasıl oluyorsa diğer bütün değişkenleri ezip geçme kudretine sahip ve bu “değerleme” algısı, nereden bakarsak bakalım sorunlu bir politik stratejinin izlerini taşıyor. Seçim sonuçları, bir hareketin doğru yoldan gittiğine yönelik, diğer bütün özelliklerinin ve politik içeriğin üstünü örten bir etkiye sahip olamaz. Kimi zaman, bunu eleştirmenin bile seçim başarısına sahip olmadan meşru sayılamayacağı telaffuz edilebiliyor. Şimdilik bunu burada bırakalım ve eldeki verilere, yani bu hareketlerin seçim performanslarına da yansıyan “yükselişe” dönelim.

Aleksis Çipras liderliğindeki SYRİZA’nın seçim performansının Türkiye’de tanınmasında, solda yaratılan heyecanın dışında, “komşunun başına gelenler” türü anti-komünist bir içerikle yapılan haberlerin etkisi var. 2007 genel seçimlerinde yaklaşık yüzde 5 oy alan hareket, yerel ve genel seçimlerde oylarını önce 10-12 bandına, 2012 Haziran seçimlerinde ise yaklaşık yüzde 27’ye çıkararak ciddi bir sıçrama gösterdi. Son olarak cumhurbaşkanı seçimleriyle ilgili sürecin erkene alınması dolayısıyla “bu kış komünizm gelebilir” başlıklı haberlerin 3 arttığı görülüyor. Bunun nedeni, herhangi bir cumhurbaşkanı adayının meclisteki oylamalarda 180 oya ulaşamaması nedeniyle erken seçimlere gidilecek olması ve SYRİZA’nın anketlerde ilk sırada gösterilmesi. Özetle, Yunanistan’da SYRİZA’nın isminin çok daha fazla konuşulacağı bir döneme girdiğimizi söyleyebiliriz.

Podemos ise henüz 2014 Ocak ayında, İspanya’da kitlesel hareketlerin tanınmış unsurlarından Öfkeliler Hareketi’nin devamı olarak kuruldu ve bundan dört ay sonra yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, yeni kurulmuş bir partiye göre oldukça yüksek oy olarak parlamentoya beş temsilci göndermeyi başardı. Dolayısıyla partinin başlangıcını, 2011 yılındaki sokak hareketine dayandırmak mümkün.

Partinin elinde, kurulduktan sonraki ilk ciddi sınavı olan seçimlere girerken Öfkeliler Hareketi’nden devredenlerden çok daha fazlası vardı: Televizyon programlarındaki popülist söylemleriyle adını duyuran “karizmatik” bir lider, Pablo Iglesias. Iglesias bugün Podemos ile birlikte anılıyor olsa da, Venezuela ve Bolivya hükümetlerinin tanıtım çalışmalarında aktif rol almış bir isim.

Hareketin ve partinin görünen yüzü Iglesias’ın ün kazanmasında LaSexta isimli televizyon kanalının özel bir rolü oldu. Kanalın beklentisinin, Iglesias’ın “sol oyları bölme” potansiyeli olduğu konusunda genel olarak uzlaşılsa da, bu durum Iglesias’ı baştan aşağı bir komplo malzemesi olarak görmek için yeterli değil. 4 Iglesias’ın sol oyları bölmenin ötesinde politik olarak durduğu yer halihazırda yeterince sorunlu. Bunlara daha sonra değineceğiz. Şimdilik seçimlere bakalım.

Podemos kurulduktan bu yana, Iglesias’ın ekranlardaki performansına da yansıyacak şekilde, kemer sıkma politikalarını ve İspanya’nın süreklileşen darboğazını söylemlerinin ilk sırasına yerleştirdi. Seçimlere de benzer bir imajla girildi. Parti (birçok durumda Iglesias’ın kendisi) ülkede halkın belini doğrultmasına asla izin vermeyen durumdan, “siyasi kast” olarak nitelediği burjuva siyasetçilerini sorumlu tutarak iki partili dengeyi hedef aldı. İktidardaki Halk Partisi ve ana muhalefetteki Sosyalist Parti (PSOE)’nin yarattığı ipoteği kırma söyleminin alıcı bulduğu görülüyor. Bu iki partinin toplam oyu 2009 seçimlerine göre bir hayli düştü.

İspanya’daki ekonomik darboğaz kendisini çok keskin verilerle hissettiriyor. Toplamda yüzde 26, gençler arasında ise yüzde 56’ya varan işsizlik oranlarından bahsediliyor. İspanya başka bazı örneklerle kıyaslanırsa, bu verilerin siyasete özgün etkilerde bulunabildiği ülkelerden birisi. Ekonomik krizin sınıf siyasetinin önünü açmasına uygun bir siyasi-ideolojik güç dengesi olmasa da, var olan partilerin kitle tabanını kaybetmesine ve “yeni” etiketli bir gücün yükselmesine uygun bir ortam olduğu söylenebilir. Buna etki eden faktörler arasında, Türkiye’deki gibi kemikleşmiş bir politik bağlanmanın olmaması ve Avrupa’nın birçok ülkesinde endişe yaratacak ölçülere varan faşist yükselişten bahsedilememesi de var.

Podemos, görüldüğü üzere “yeni tipte siyaset” retoriğini iyi kullanıyor. Öyle ki, bunu yalnızca merkez burjuva partilerine yöneltmediği de biliniyor. Ülkedeki önemli güçlerden birisi sayılan ancak liberal Avrupa Sol Partisi’ne üye İspanya Komünist Partisi ve Birleşik Sol5 da, Podemos’un bu hamlelerinden nasibini alıyor. Iglesias’ın “partinin yüzü” olmasına giden yolda, Podemos’un kuruluş çalışmalarını yürüten unsurların hedeflerinden birisi, “geleneksel soldan hoşnut olmayan kesimlere ulaşmak” olarak tanımlanıyordu. Dünyadaki geleneksel sol çizginin bir parçası olmayan İspanya Komünist Partisi’ni bile “stalinist” görerek kendisini bu partiye koyduğu mesafeyle tanımlayan Podemos için sağcılık henüz doğum anında kendisinde yer bulmuşa benziyor.

Ekranlarda girdiği sert tartışmalarda bankalara, yolsuzluğa, işten çıkarmalara, vergi kaçakçılığına ve hatta kimi zaman NATO, AB gibi emperyalist birliklere açıktan saldıran Iglesias çok kısa zamanda popüler oldu. Neticede hareket AP seçimlerinde 1,2 milyon oy aldı ve ülkenin dördüncü büyük siyasi gücü ha-line geldi. Daha da ilginci, Podemos “rüzgarı” esmeye devam ediyor ve 2015 yılındaki seçimlerde partinin seçimlerin galibi olabileceği konuşuluyor.

Bu tuhaf yükselişte önemli olduğu görülen olgulardan birisi de, İspanya’daki merkez siyasetin Podemos’a gösterdiği refleksin, Podemos’un oturmaya çalıştığı “değişimci” pozisyonu beslemesi. Podeos her ne kadar her fırsatta düzen değişikliği değil reform istediğini ortaya koysa da Podemos’un yükselişinde tabanın değişim umudunun da etkisi var ve bu konumu gerek partinin kendisi, gerek sağ unsurlar dolaylı olarak besliyorlar. Örneğin, Iglesias ve ekibinin Latin Amerika bağlantıları sürekli vurgulanıyor ve buradan anti-komünist bir girdi yaparak Podemos’un engellenebileceği düşünülüyor. 5 Oysa görülen o ki, Latin Amerika bağlantısı Podemos’un ülkedeki imajı için hiç de olumsuz bir etkiye sahip değil. Latin Amerika bağlantısının stratejik ve ideolojik çizgiye etkilerine ise daha sonra değineceğiz.

Konu popülizm ise, geniş kitlelere alttan alta “radikal” görünmek ve politik çizgiyi sürekli sağa kırmak makbul olabiliyor.

Neticede Podemos’un yeni kurulan ve “kitle hareketi” bağlantılı bir oluşum olarak yükselmesi, içerikle çok ilgilenmeden oy oranlarına bakan ve “yeni mücadele yöntemleri” konusunda uluslararası alana temelsiz bir iştahla gözünü diken kimi kesimlerin heyecanlanması için yeterli verileri sunuyor. Oysa bunun boş bir beklenti olduğunu görmek için çok fazla zaman geçmesi gerekmedi. Bunun iki nedeni var: Birincisi, Podemos oy tabanını genişletse de gittikçe daha geri hedeflere angaje oluyor ve ortalama bir sosyal demokrat harekete yakınsayarak reformizmin ortak kaderini paylaşıyor. İkincisi ise Avrupa’daki ve özellikle de İspanya’daki bu yükselişin Türkiye’ye ve benzeri ülkelere “örnek” olabilmesi birçok açıdan imkansız görünüyor.


 

Reformizmin eğik düzlemi: “Program” ve talepler

Yunanistan’daki SYRİZA ile birlikte düşünüldüğünde, her ülkenin kendi özgün şartlarına yaslanan, ama benzer tepkileri arkasına alarak öne çıkan bu hareketlere reformist niteliğini veren bir “talep-program” döngüsünden bahsedebiliriz.

Podemos’un stratejisi için ilk söylenebilecek olan, Öfkeliler Hareketi ile arasında stratejik olarak herhangi bir fark bulunmadığıdır. Bahsedilenlerden birisi siyasi parti, diğeri ise sokak hareketi olunca, bu aynılığın arızi olduğunu belirtmek durumundayız.

Kemer sıkma politikalarını hedef alarak yükselen ve 2011 yılında doruk noktasına ulaşan hareketlilik bir “talepler” zeminine basıyordu. Bunun bir kitle hareketi için tipik olduğu düşünülebilir. Kendiliğinden bir hareketin siyasi programa sahip olması için politik öncünün devreye girmesi gerektiği deneyle sabittir ve tersinin istisna düzeyinde bile örneği görülmez.

Hareketin serüveni ise burada sona ermemiş, sokak hareketine dayanan bir politik partiyle sürmüştür. Podemos siyasi parti formuna ulaştıktan sonra bile, radikal bir siyasi program yerine çeşitli talepleri içeren bir stratejiyi merkeze almış ve bunun mantıksal sonuçlarını göstermiştir.

Taleplerle sınırlı bir mücadele rotasının partiye uyarlanmasının açık bir reformizm davetiyesi olduğunu artık deneyimlemiş bulunuyoruz. Kendiliğinden kitle hareketinin ufkuyla yetinmenin faturasının ne olduğunu da…

Baştan söylemek gerekir: Leninizmin konuya ilişkin tezi açıktır ve Podemos’un serüvenine bakıldığında göreceğiz ki bu tez bir kez daha doğrulanmıştır. Kapitalizme karşı girişilecek bir mücadelenin ufkunu belirleyen programın kaderi, “ya tam, ya hiç” ilkesiyle belirlenir: Sınıfsal uzlaşıya dayanan her politik hamle ve düzene verilen her taviz (tersinden, düzenle hesaplaşmayı göze alamayan bir talepler siyaseti) burjuva demokrasisinin restorasyonuyla ve kitlelerin enerjisinin çalınmasıyla sonuçlanmak zorundadır. Dolayısıyla, Podemos’un da içerisine girdiği yönelimin mantıksal sonucu, yeni bir düzen arayışıyla umutlanan kitlelerin düzen dışına çıkmasına engel olunmasıdır. İspanya örneğinde bu durum, taleplerden ne ölçüde ve hızda geri adım atıldığına bakılarak anlaşılabilir.

Peki devrimci bir hattın “talepler”le hiç işi olamaz mı?

Eğer bunlar “asgari program/azami program” ikiliğinde değerlendirilmeyecekse ve birincinin her durumda ikinciyi boşa düşürdüğü bir döngüden uzak durulacaksa, ara hedefler ve talepler sınıf siyasetinin gündeminde anlamlı birer öğe olarak yer alabilirler. Aksi taktirde, gidilecek yer sınıf uzlaşmacılığı ve reformizmden ötesi olamaz. Bu artık “kitabi” bir bilgi bile değil. Başta Avrupa’nın kilit coğrafyaları olmak üzere dünya genelinde stratejiye ilişkin ayrımlar, başka bazı öğelerin yanı sıra buradan çiziliyor ve ne yazık ki bu gerçeğin inkarına dayanan hareketler toplumsal rahatsızlıkların heba edilmesinin örneklerini vermeye devam ediyor.

“Döngü”den kastımız ise şudur: Podemos ve benzeri hareketler, nihai olarak varacakları noktayı henüz yolun başında reformizmin gölgesinde yeşererek belirliyorlar ve ortaya çıkışlarının ilk anından itibaren düzen için tehlike arz etmediklerinin sinyallerini vermeye başlıyorlar. Ancak bu hareketlerin toplumdaki belirli tepkileri denetim altında tutmak ve düzen dışı seçeneklere yönelmelerini engellemek adına gerçek bir işlev görebilmeleri için, üzerinde hareket edebilecekleri bir özerklik alanına ihtiyaçları var. Bu, düzen adına üstlenilmiş bilinçli ve sistematik bir misyon olmasa da, nesnel bir konum olarak anlaşılmalı. Soldaki boşluğu doldurmalarına yarayacak türden, üst düzey bir popülizmle etki alanlarını artıran bu hareketlerin kaderi, güç kazanmalarıyla orantılı olarak başlangıç düzeyindeki taleplerden bile geri adım atmaları ile çiziliyor. Biraz daha yakından bakalım.

SYRİZA yükselişinde Yunanistan’daki emekçi sınıfların tepkilerinin soğurulmasının en zararsız yolu bu olduğu için ve söz konusu vaatler gerçekleşmediğinde fatura yine sola kesileceği için 6 reformizm düzenin bekası adına işlevli kılınabiliyordu. Bu döngünün kurallarından birisi tam olarak budur: Reformizm yükselişe geçtiğinde bunun “solun yükselişi” olarak görülebilmesinin bütün nedenleri yavaş yavaş ortadan kalkar, çünkü yükselişin tek yolunu “zararsız olduğunu kanıtlamak” olarak gören bir hareketin sağa kayışının sınırı yoktur. Yükselen hareketin artık solda yer almadığı görülür, eğer iş işten geçmediyse… Hırvat yeni-solcu yazar Srecko Horvat The Guardian’a yazdığı değerlendirmesinde, iktidara yakın olan sol partilerin yeterince radikal olmadıkları ve sosyal demokrat olmakla eleştirildiklerini söylüyor. 7 İşin aslı, Horvat’ın örneklerini muhtemelen her seferinde reformist partilerden seçmesi ve bu partilerin bahsedilen gelişim sürecini hep benzer şekilde yaşamaları. Dolayısıyla sosyal demokratlaşma eleştirisinin gerçeği yansıttığını söyleyebiliriz.

Benzeri hareketlerin yükseliş yaşadıktan sonra başarısız olması durumunda ise fatura yine sola kesileceği için solun bu döngüden mevzi kazanarak çıkma şansı yoktur. Reformizm kazanırsa sola kazandırmaz, kaybederse sola kaybettirir.

Podemos örneğinde, Birleşik Sol da dahil olmak üzere ülkedeki mevcut duruma bir şekilde bulaştığı düşünülen partilerin alternatifi olarak ortaya çıkan bir hareket ne kadar popülizme ihtiyaç duyarsa, Podemos o kadar popülist olmuştur. Bu “konum belirleme” dönemi olarak görülebilir. Iglesias’ın televizyon ekranlarındaki sivri çıkışları ve partinin öncüllerinin Ocak ayındaki açıklamaları buraya denk düşer. 2014 yılının sonuna geldiğimizde ise döngünün ileri evrelerinden birisine tanıklık ediliyor: Başlangıç şartlarında ortaya konan hedeflerden geriye pek az şey kaldı ve Podemos’un neden bu düzene alternatif olarak görülebileceği sorusunun neredeyse tek bir cevabı bile yok.


 

Ortak kader: Geri adım

Devrimci bir içerikle ortaya konulmayan hedeflerden geriye ne kaldığına bakalım.

Podemos’un kurucularının Ocak ayında verdikleri demeçlerde ve açıklanan bir manifestoda, özel bankaların kamulaştırılması talebinden bahsediliyordu. Alejandro Lopez bu talebin, sosyalist iktidar uygulamalarından birisi olan kamulaştırma olarak değil, zor durumdaki bankaların borçlarının kamulaştırılması olarak anlaşılması gerektiğini belirtiyor ve bu talepten bile geri adım atıldığını söylüyor. 8 Bunun yerine önerilen şey, “mali sistemin yurttaşların yararına uyumlulaştırılması” olmuştur. Ortada kamulaştırmanın adı bile kalmamıştır.

Yine Ocak ayında, enerji şirketlerinin kamulaştırılması isteniyordu ancak bu öneri de “önemli işletmelerin belli kısımlarında kamu idaresinin yeniden kurulması” şeklinde değiştirildi.

Vergi kaçakçılığı ve yolsuzlukla ilgili talepler ise, el çabukluğuyla dönüştürüldü. Bu maddeler genel olarak krizin kapitalizmin doğal sonucu olduğunun belirtilmesi ve mülkiyet ilişkilerinin dönüştürülmesi hedefi yerine, kar hırsıyla hareket eden bazı kapitalistlerin sorumlu tutulduğu bir hale sokuldu.

Podemos işten çıkarmalarla ilgili ise, “kâr eden şirketlerin işçi çıkarmalarının yasaklanması” gerektiği yönünde bir talebe sahip. Herhalde şirketlerin en çok kâr etmediklerinde, yani muhtemel bir kriz anında işçi çıkardıkları Podemos’un bilgisi dahilindedir. Podemos’un bu manifestosu, işçi çıkarmayı alenen meşru görüyor.

NATO, AB, dış ilişkiler… Geri adımlar buralara doğru uzanıyor. AB konusunda Ocak ayında görüş bildirmeyen Podemos, ilerleyen aylarda işbirliği sinyalleri vermeye başladı. Başlarda NATO’dan çıkılması gerektiğini ifade eden parti, daha sonra NATO’nun ve emperyalist birliklerin Ukrayna, Libya gibi çatışma bölgelerindeki faaliyetlerine karşı çıkmadı. İktidar olduğu taktirde NATO üyeliğini referanduma götüreceğini belirten Podemos açık bir geri adım atmış oluyor.

“Arap Baharı” tabir edilen dönüşümlere, Ortadoğu’daki emperyalist saldırganlığa ve Ukrayna’daki gelişmelere ilişkin tavır söz konusu olduğunda dünya solunun çok net bir ayrışmaya sahne olduğunu vurgulayalım. Uzlaşmacı hareketlerin yüz yılı aşkın bir süredir “tutarlı” davrandıkları başlıklardan birisi de emperyalizmin vizyonuyla paralellik göstermeleri oldu. 9 Avrupa Sol Partisi’nin de açıklamasında 10 belirttiği gibi “Suriye’de barışçıl çözüme ulaşılması adına demokratik güçlerin yanında durmaya hazır”lardı. Bahsedilen “demokratik” güçler El-Kaide dışındaki silahlı güçlerdir ve sayısız katliama imza atmışlardır.

Bütün bunlar sürpriz değildi. Başlarda “korkutmamak” adına sosyalizmi telaffuz etmeyen bir hareket, eğer büyüyebilirse, böyle büyüyor. Ve ne tuhatır ki, Türkiye’deki sosyalistlerin bundan heyecan duyması bekleniyor.

Benzeri bir gelişim seyrinin SYRİZA için de geçerli olduğu söylenebilir. İspanya’da olduğu gibi Yunanistan’da da, henüz koalisyon bir ihtimal halindeyken SYRİZA’nın bazı sendikalarda düzen partileriyle birlikte maaşların düşürülmesi anlaşmalarına imza atması tartışma yaratmıştı. 11 Bunun yalnızca bir hazırlık olduğu anlaşılıyor çünkü SYRİZA yükseliş döneminde Türkiye dahil birçok ülkenin solundaki kimi kesimleri heyecanlandıran ortalamacı çizgisinden bile geri düşmüş durumda. 2013 Mayıs ayındaki seçimlerden ikinci parti olarak çıkan SYRİZA’nın “karizmatik” lideri Çipras’ın Yunan Girişimciler Federasyonu (SEV) toplantısında söylediği ve daha fazla tartışmaya gerek bırakmayan şu sözler hâlâ hafızalarda:

“Sosyalizm eşittir Sovyet iktidarı artı elektri.kasyon. Bu cümle, elbette geçmiş bir zamana atıfta bulunmaktadır. Bu günün tarihsel koşullarını göz önünde tutarak biraz da gelişigüzel diyebiliriz ki: Gelişmişlik eşittir demokrasi artı yatırımlar. Özgürlükler, sosyal haklar, eşit ücret, işçilerin katılımı. Artı girişimcilik, yenilikler, kaynak ve sektördeki işgücü yatırımının ülkeyi ve ekonomiyi ileriye götürecek şekilde planlanması.” 12 

Bu sözlerin sahibi ve partisi SYRİZA’nın Türkiye’deki sol camiada yarattığı heyecanı düşününce utanmak gerekiyor. SYRİZA’nın sağa kayışındaki sınır ise henüz çizilmiş değil. Özellikle cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki belirsizliğin ve SYRİZA’nın önde gösterilmesinin yarattığı basınç altında, başta finans merkezlerine yaranma çabası olmak üzere partinin “yönetmeye aday” olduğunu kanıtlamak üzere attığı geri adımların haddi hesabı yok. Financial Times haberine göre 13 piyasalarda panik yaratan gelişmelerin ardından Çipras’ın ekonomiden sorumlu ekibi Londra’da finans dünyasının kilit unsurlarıyla ve Yunan oligarklarıyla “güvence” görüşmeleri yapmaya başladı. Eski Sermaye Piyasası Kurulu Başkan Vekili Yiangos Charalambous, Çipras’ın taktik değiştirdiğini ve iş dünyasıyla daha dostane ilişkiler kurduğunu belirtiyor.

Belirsizlik ortamı, radikallik retoriğiyle reformizmin birarada var olabilmesinin koşullarını ortadan kaldırıyor ve iktidar hedefine yakınlaştıkça daha da uzlaşmacı bir yol tutulduğu görülüyor.


 

Öncülük, parti ve kitle hareketi

Strateji tartışmalarına paralel olarak, Podemos ve SYRİZA’nın da bir parçası olduğu Avrupa Solu ekolü 14 için komünist parti geleneğinin temel taşlarına mesafe koymak bir kuraldır ve bunun biçimsel sayılabilecek bazı boyutlarının bile politik-ideolojik ayrımlarda iz düşümü olduğu saptanabilir. Hatırlatmak gerekir ki, komünist parti geleneğinin doğumunda, bolşevizmle işaretlenen tarihsel uğrak bir tüzük tartışmasında somutlanmıştı. Kitle hareketliliğiyle siyasetin bağının nasıl kurulacağı sorunu, önemini hiç yitirmedi. Strateji tar-tışmalarında kimi zaman önemsiz görülen motiflerle varlığını sürdürdü.

Bugünlere gelindiğinde ise, konu kitle hareketiyle ilişkiler olunca “akan suları durduran” bir fetişle karşı karşıya kalıyoruz: taban inisiyatifi ve yerelcilik. Po-demos bu konuda, leninizmin kitle dinamiğiyle kurduğu müdahaleci ilişkiye alerji gösterenleri tatmin edecek uygulamalara sahip.

Partinin göz kamaştıran özelliklerinden birisi, ülke genelinde kayıtlı iki yüz bin üyeye sahip olması. “Çevre” adı verilen yerel örgütlenmelerin sayısının beş yüzün üzerine çıktığı ifade ediliyor. Öfkeliler Hareketi’nden bugünlere gelinirken Podemos’un en çok ilgi duyulan özelliklerinden birisi bu “çevre” örgütlenmesi olmuş. Kararların birlikte verildiği yerel inisiyatifler olarak tanımlanan bu oluşumların tabandan yükselen bir demokrasi anlayışının yapı taşları olduğu ileri sürülüyor.

“Kulağa hoş gelen” yönelimlerin yaldızını kazıdığımızda, liberal solun başarısızlıkla malul örgütsel yaklaşımlarını ve toplumsal hareketleri siyaset alanında zayıf düşüren hastalıklı tutumu görmek mümkündür. İddiamız, halktaki rahatsızlığın ve tepkilerin siyasi mücadele labirentinin derinliklerinde kaybolması ve giderek sönümlenmesiyle sonuçlanan başarısızlığın bir kader olmadığıdır. Bu sonucu leninizmin inkarının faturası olarak görmek durumundayız. Nedenine biraz daha yakından bakalım.

Podemos stratejik yanılsamaları bir yana, örgütsel olarak “demokrasi ve taban inisiyatifi” iddiasına paralel olarak sakat doğmuş bir hareket ve bunun politik tercihlerle doğrudan ilişkisi var. Ortaya çıkan sonuç ise, kitle dinamiğini belli bir doğrultuya sokabilen bir partiden çok, neden parti formuyla devam edildiği sorusunu sorduran bir dağınıklık hali oluyor. Zira bu soruya verilebilecek akla uygun tek yanıt, “seçimlere girmek için” parti kurulduğu yönünde.

Üye sayısının genel olarak şişirildiği, internetten form dolduran herkesin üye yapıldığı gibi eleştiriler olsa da, buradaki tek sorunun üyelik süreci olmadığı not edilmeli. Yerel çevrelerin oluşturulmasında, politik amaç birliği etrafında biraraya gelen taban örgütlenmeleri yerine, “farklılaşabilen çıkarlar” çerçevesinde birbirleriyle bile rekabet etmeleri olası görünen yapılar tercih edilmiş. Radikal Demokrasi çizgisinin liberal demokrat yaklaşıma en fazla yakınlaştığı nokta da tam olarak burası. Ortak amaç çerçevesinde biraraya gelmelerinin vesilesi olacak bir programın yokluğunda, bahsedilen çevrelerin, abartıldığı gibi birer “şura” örgütlenmesi olarak düşünülmesine imkan yok.

Talepler siyasetinin bir yorumu olarak biraraya getirilmeye çalışılan her bir “kimlik” kendi politik gündemini çıkarları doğrultusunda belirleme özerkliğine sahip. Partinin toplumsal öbekleri belirli bir siyasi programın yörüngesine sokma girişimi olmadığı gibi bahsedilen “çevre”lerin benzer bir politik yönelimi icra etmesini sağlama şeklinde de bir görevi de yok. “Politikayı farklı şekilde yapmak” 15 biçiminde allanıp pullanan ve kitle katılımının öncelikli olduğu vurgulanan bu tarzın aslında “politika yapmamaya” eş değer olduğu belirtilmeli. Nedeni ise, bir siyasi partinin varlık nedenini teşkil etmesi gereken şeyin, ülke ölçeğinde işleyen merkezi siyasetin sınıfsal bir perspektifle tabana yansıtılmasının gereksiz görülmesi. Şabloncu bir katılım anlayışının kısırlığı, ülke ölçeğindeki siyasi konuların toplumun tüm dokularına nüfuz etmesi anlamına gelecek bir amaç birliğinin kurulamamasında somutlanıyor.

Aşırı müdahaleci bulunan leninist anlayışın ise, taban örgütlenmesini “büyük siyaset” alanında söz söyler hale getirmeyi hedeflediğini belirtelim. Hangisinin toplumsal anlamda daha ileri bir katılımı içerdiği açıktır.

Diğer yandan, Podemos’un çevre örgütlenmesinin önemli noktalarında du-ran kişilerin kariyerist olduğu ve bireysel çıkar peşinde koştuğuna yönelik eleştiriler bir hayli fazla. Leninizmin “yönetici kast” oluşturduğunu söyleyerek merkeziyetçilik karşıtı örgütlenme pratiklerine alan açan liberal sol için büyük hayalkırıklığı olsa da, komünistler için şaşırtıcı değil.

Podemos, “demokratik işleyiş” adına biçimsel ve imaja dayalı uygulamaları öylesine merkeze alıyor ki, geride bıraktığımız program tartışmasına bile bulaşan hastalıklı bir “katılım” sistemi oluşmuş durumda. Podemos’un yerel “çevre”lerinin temsilcileri, siyasi bir programdan önce yerelciliğe dayalı örgütsel anlayışın kesinleştirilmesini talep ediyor. 16 Yani politik bir amaç disiplinini öncelikli kabul etmek yerine, “ilk olarak hiyerarşiyi tukaka ilan edelim” deniyor.

İşin en tuhaf yanı ise, Podemos’un parti programının da internetten oylamaya sunulması. Üyelik kıstaslarının oldukça belirsiz olduğu bir ortamda, amaç disiplininden yoksun bir taban örgütlenmesi çerçevesinde, üyelerin oylarıyla belirlenen bir programın devrimci bir içerik taşıması şaşırtıcı olurdu. Karşımızdaki, ne dersek diyelim, kendiliğinden bir hareketin parti maskesi takmasından fazlası değildir ve dolayısıyla partinin üyelerinden bahsedildiğinde “öncü örgüt”ü anlamak için hiçbir neden yok.

Buradan “üyelere güvenilmediği” sonucu çıkarmak yersizdir. Tarihte belirli insan topluluklarına duyulan güvenden daha önemli olan, özne-nesne ilişkisi bağlamında kurulan dinamik ilişkidir ve kendiliğindenlik ile örgüt bu ilişkinin farklı yerlerinde yer almaktadır.

“Kendiliğinden hareketlerin en önemli özelliği ‘öz kaynaklara’ yaslanmaları ve başka dinamiklerle etkileşim ve eklemlenme sistematiğine sahip olmamalarıdır. Bu aynı zamanda amaç disiplininden uzaklaşma anlamına gelmektedir. Dolayısıyla kendiliğinden hareketler, kendi kendilerine bir bağlama yerleşmekte güçlük çeken hareketlerdir. Onların genellikle yerel deneyler olarak karşımıza çıkmalarının temel nedeni de budur. Başka dinamiklerle etkileşim ve eklemlenme sistematiği geliştirmeden merkezi siyasetin yoğunlaştığı alana giremezsiniz, bu sistematik de belli bir bağlama yerleşmeyi gerektirir.” 17

Podemos’un kitle dinamiğini layık gördüğü yer burasıdır. Tabanı kendiliğinden kitle dinamizminin sınırlarına hapsetmek ve partinin politik alanda alabildiğine sağa kayması birbirini bütünler.

Diğer yandan, ilgi çekici bir gelişme, partinin büyümesiyle birlikte, imaja dayalı oluşturulan ve merkeziyetçi bir katılım mekanizmasına göre oldukça geri uygulamaları içeren bu işletim sisteminin aksamasının yarattığı rahatsızlık oldu. Bu durum, biçimsel demokratik süreçler ve gerçek bir politik alternatif olmanın gerektirdiği güç ile çelişmeye başladı.

SYRİZA ve daha sonra da Podemos, “devrimin bir yüzü olmayacak” diye sözde reddettikleri ve diğer demokratik şablonlar gibi her şeyin başına koydukları “lider kültü” sorunundan yola çıkıp, her birisi birer karizmatik lidere sahip hareketler olarak bu süreci tamamladılar. Yunanistan’da Çipras, İspanya’da ise Iglesias, bahsedilen tuhaf ilkenin delik deşik edilmesinin birer sembolü olarak öne çıktı. Liderin olup olmamasını şablonlarla ifade etmeyen ve sınıf mücadelelerinin ihtiyaçları doğrultusunda esneme gösterebilen leninizmin aksine, bu hareketler güç kazanmalarının popüler yüzlere bağlı olduğunu sezdiler ve artık yetkileri gittikçe artırılan birer lidere sahip olmalarını gerekçelendirmeye çalışıyorlar.

Podemos’un popülerliğini borçlu olduğu Iglesias bir genel sekreter ve yetkileri sınırlanmış çevreler önerdiğinde ortalık ayağa kalkmıştı. Ancak harekete karakterini veren “lidersizlik” gibi vurguların bir kenara bırakılması görüşü artık daha sesli ifade ediliyor. Hatta bu tezler etkili bir örgüt gerekliliğine işaret etmeye kadar ilerletiliyor. 18 Hareketin liderlerinden Juan Carlos Monedero’nun “radikal demokrat” toplulukların aynı zamanda “radikal şekilde etkisiz” olduğunu itiraf etmesi bu tezlerin en ağır ifadesi olarak görülebilir.

Ekim ayının ortasında Podemos’un siyasal proje, örgütsel yapı ve etik belge isimlerine sahip çıktılar veren “Yurttaşlar Meclisi” toplandı ve toplantıya damga vuran tartışmalardan birisi, hareketin liderliğini yürüten ekibin “işleri sıkı tutmak” adına parti formunun bazı nüvelerini temsilcilere dayatma çabasıydı. Bu, baştan beri işlerin merkezine konulan ilkelerin çiğnendiğini düşünen katılımcılar tarafından veto yedi. Partinin Avrupa Parlamentosu üyesi yöneticilerinden Teresa Rodriguez’in şu sözleri, işlerin ciddiye binmesinin ardından, biçimsel katılım mekanizmalarının partiyi aslında zayıf düşürdüğünün pişmanlıkla itiraf edilmesiydi aslında: “Seçimleri kazandıktan sonra piyasaların üzerimizde baskı kurmaya çalışacağından, üst sınıflarınsa ayrıcalıklarını kaybetmemek için direneceğinden şüphe duyan yoktur herhalde?” 19 Rodriguez’in “nereden çıktı bu taban inisiyatifi” dediğini duyar gibiyiz.

Buraya birden bire gelinmedi. Podemos’un üyesi olduğu evrensel çizgi leninizme sistematik ve istikrarlı biçimde saldırırken, “parti olmayan parti”, “müdahaleci olmayan siyaset”, “lidersiz hareket” türü biçimsel vurguları hep en önde tuttu.

Leninizm, tarihin hiçbir döneminde bir saplantı değildi. Bu pişmanlığı alt edebilecek bir tarihsel derse dayanıyordu: Manipülasyon ve ideolojik saldırı yetisi muazzam gelişmiş olan burjuva düzenine karşı sınıfın şimdiye kadar işleyen en güçlü yönteminden şaşmamak gerekiyordu. Leninizm, düzen karşıtı potansiyeli değerlendirmenin en verimli yolunun, sınıf siyaseti ve merkezileşmiş öncü örgütlenme olduğunu iddia ediyordu. Bu aynı zamanda, katılım mekanizmalarının bütünüyle farklı bir içerikle donatılmasını ve taban inisiyatifi fetişine prim verilmemesini gerektiriyordu.

Tarih bir kez daha leninizmi haklı çıkarırken, İspanya ve benzeri ülkelerdeki potansiyelin heba edilmesi ihtimali, haklı çıkmayı önemsizleştiriyor.


 

Teorik dayanak: Radikal demokrasi ve refah devleti

Güncel pozisyonların her seferinde somut durumun tahliliyle belirlendiğini varsaymak ise gerçeğe uygun düşmüyor. Daha önce söylendiği gibi, dünya solundaki ayrımların oldukça eskiye dayanan bir tarihi var ve üzerinde durduğumuz hareketler bu ayrımların bir yakasında yer alıyorlar. Dolayısıyla İspanya’daki ve Yunanistan’daki hareketlerin teorik arka planları, hareketlerin kaderi olarak ifade ettiğimiz uzlaşmacılığın şaşırtıcı olmadığını ortaya koyma özelliğine sahip. Bunlara, çok fazla detaya girmeden ve konumuzla bağlantısı oranında göz atmakta fayda var.

1980’lerin ortasından itibaren özellikle bazı anahtar kelimeler eşliğinde solun dünyasına hakim olmaya başlayan postmarksizmin bu konuda özel bir etkisi olduğunu saptamak mümkün. Ernest Laclau ve Chantal Mouffe’nin 1985 yılında yazmış olduğu ve ülkemizde liberal sol yazının temsilciliğini üstlenen Birikim Yayınları’nın Türkçe’ye çevirdiği “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” kitabı, bugün de tartıştığımız kimi tezlerin hangi yollardan geçerek ilerlediğini anlamak bakımından önemli. Amacımız bahsedilen ekollerin bütünlüklü bir eleştirisi değil elbette. Amaç marksizmin tahribiyle sosyalizm mücadelesinin sulandırılması girişimine ve bunun politik çıktılarına aslında ne kadar aşina olunduğunu hatırlatmak.

Yunanistan ve İspanya’daki hareketlerin doğrudan ya da dolaylı olarak beslendikleri kaynaklar arasında postmarksizmi de sayabiliriz. Çünkü özellikle radikal demokrasi ve sivil toplum tezlerinin en açık şekilde ifade edildiği tarihsel uğrak bu olmuştur. Ortaya atılan görüş sınıf siyasetinin inkarına dayanan bir strateji denemesidir. Marksizmin (geleneksel sınıf siyaseti olarak da anlayabiliriz) sınıf indirgemeci olduğu ve yeni toplumsal hareketler ile farklı direniş biçimlerine alan tanımadığı ileri sürülür. Buradan elbette ki siyasete sınıfsal bir bakışın yerini, yeni toplumsal mücadeleler ekseninden yürütülecek bir “radikal demokrasi” mücadelesi almıştır.

Bütünlük arayışının ve topluma yönelik sınıf perspektifinden yapılan bir tasnifin postmarksizmde yeri yoktur. Siyasetin araçları da “radikal” şekilde değiştirilmiş, siyasetin yan yana duran ve birbirini belirlemeyen kimliklerin konumları üzerinden kurulabileceği öne sürülmüştür.

Daha da ileri gidilmiş ve toplumsal kurtuluş ve devrim fikrinden vazgeçilmiştir. Reformizmin teorizasyonuna dayanak oluşturan girişimlerden birisi de budur:

“Sol-kanat projeyi demokrasinin radikalleşmesi olarak tanımlıyoruz. Bu bir tabiyet ilişkisine karşı yürütülen her türlü mücadeleyi kapsar fakat onlarla sınırlı değildir. Bu aynı zamanda marksizmle bir kopuştur çünkü örgütleyici ilkeleri her şeyden önce demokratik idealler olan eşitlik ve özgürlüktür. Bunlar halen modern kapitalist devletlerin egemen gruplarının retoriğinde mevcut ideallerdir. Öyleyse biz önceki toplumdan radikal bir kopuş gerektiği fikrini -devrim fikrini- bıraktık. Kendi siyasetimizi liberal kapitalizmde tatmin edilemeyen ancak zaten var olan fikir ve değerlerin radikalleştirilmesi olarak anlamaya başladık.” 20

Kapitalizmin yıkılmazlığı fikri buralardan pişerek bugünün reformist hareketlerinin ufkunu belirlemiştir. Örokomünizmin özellikle 70’lerden itibaren Avrupa’daki sınıf hareketini soktuğu rota, marksizmin bu denli yıpratılmasına olanak tanımış, evrimini “liberal sol” olarak tamamlayan ve solda tanımlamanın bile oldukça zorlama sayılabileceği bir kanaldan bugünlere gelmiştir. Konumuzla ilgisi, çok benzer motiflerin bugünkü yaygınlığıdır.

Bir başka unsur ise, sosyal demokrasinin adıyla anılmasına rağmen yeni-sol partilerin lugatında genişleyen bir yere sahip “refah devleti” adlandırması. Refah toplumu ve bolluk gibi albenisi yüksek terimlerle yeniden gündeme getirilen refah devletinin geçmişine detaylı şekilde girmeye gerek yok. Sosyal demokrasi imzasıyla tarihteki yerini alan refah devleti tezinin yeniden dirilmesinin mümkün olduğunu söylemek çok zor. İkinci Savaş’ın ardından çok özel koşulların ürünü olarak tarih sahnesine çıkan bu biçimin bugün için tek önemi, reformizmin politik ufkunun oluşturulmasına ilham veriyor olması. Liberalizmin sosyal devlet pratiklerine savaş ilan etmesinin ardından, zamanında “refah devleti” tezlerinin paralelinde uygulamaya sokulan kimi sosyal uygulamaların savunulması bir mevzi olarak önemliydi. Oysa reformizm bu uygulamaları gerisine düşülmemesi gereken birer mevzi olarak değil, mücadelenin ileri ufkunu belirleyen unsurlar olarak idealize etti.

The Guardian’daki köşesinde bu durumu “yeni-solcu partilerin çelişkisi” olarak ele alan Srecko Horvat, refah devletinin emekle sermaye arasındaki tarihsel uzlaşının bir ürünü olduğunu bu partilerin de gayet iyi bildiğini ancak aynı kavramda somutlanan uygulamaların sağlık, eğitim, barınma ve sosyal güvenlik alanlarındaki direncin son mevzisi olduğunu söylüyor ve “refah devleti” vurgusunu meşru görüyor. 21 Oysa bütün bunların iktidar perspektifine sahip sınıf siyaseti tarafından da mücadelenin mevzileri olarak ileri taşınması mümkündü. Özellikle Yunanistan’da KKE tarafından verilen güncel mücadeleler buna örnek gösterilebilecek nitelikte. Horvat, bu ihtimali hesaba katmak istemiyor.


 

Latin Amerika parantezi

Özellikle Podemos’u etkileyen bir diğer dayanak noktasının, Latin Amerika’da 21. Yüzyıl Sosyalizmi adıyla paketlenen strateji ve özellikle de Venezuela bağlantısı olduğu söylenebilir. Venezuela ile derin ilişkileri olduğu yönündeki karşı propagandanın abartıları bir yana, özellikle hareketin liderliğini yapan ekip ve Pablo Iglesias için Venezuela bağlantısı bir sır değil. Bunun bir “tabiyet” ilişkisi olduğunu söylemek güç. Ancak stratejiye ilişkin başlıklarda teorik arka planın biraz da bu coğrafyadaki gelişmelerden ilham aldığını söylemek mümkün.

Latin Amerika’da emperyalizme meydan okuyan deneyimleri önemsizleştirmeden söylemek gerekir ki, bu coğrafyadaki ilerici hareketlerin sosyalizme yönelme arayışlarını temsil eden ideolojik çerçeve, Avrupa’daki reformist çizginin meşruiyet kaynağı olarak işlev görmüştür. Bundan elbette ki büyük devrimci Hugo Chavez’i ve çağrısını yaptığı “21. Yüzyıl Sosyalizmi”ni bütün olarak sorumlu tutmak doğru değil. Ancak eleştirel bir yaklaşımla ifade edersek, 21. Yüzyıl Sosyalizmi tezinin, özellikle Batı marksizminin ideolojik girdilerine maruz kalan Avrupa’daki toplumsal mücadelelere yönelik, reel sosyalizm deneyimlerine mesafeli olmayı öğütleyen ve sınıf uzlaşmacılığına kapı aralayan bir etkisi var.

Bu tez aslında, Latin Amerika ve özellikle Venezuela için bir siyasi program olmaktan çok, emperyalizmle mücadele, geçmiş sosyalizm deneyimlerine mesafelenme ve sosyalist değerleri içeren ideolojik bir çerçeve anlamına geliyor. 22 Aynı dönemde benzer bir çağrıya katılan diğer ülkelerde ise mülkiyet ilişkilerinin dönüşümü ve sosyalist hedefler daha da geri plana atılmış durumdaydı. Özetle, Latin Amerika bağlantısının Podemos için stratejik geriliğin meşruiyet kaynaklarından birisi olarak işlev görmesi üzücü olsa da bir gerçek.


 

Türkiye’de tutar mı?

Son olarak, Avrupa’nın iki kilit ülkesinde, Yunanistan ve İspanya’da yükselen reformizmin Türkiye’de örnek olarak gösterilmesi ya da bu hareketlerden dersler çıkarılması gerektiğinin ileri sürülmesi üzerine, bahsi geçen ülkelerle Türkiye’deki politik atmosferi karşılaştıran bazı notlar düşmek mümkün.

Türkiye’deki siyaset mekanizmaları ve egemen siyaset anlayışının dayattığı kurallar, merkezileşmiş ve net bir siyasi hattı zorunlu kılıyor. Programın sulandırılması ve talepler siyasetinin merkeze alınması gibi bir stratejinin Türkiye’de karşılık bulması mümkün değil. Örneğin Radikal Demokrasi çizgisinin yöntemini benimsediğini yer yer ifade eden HDP’nin sol kulvarda önünü açamamasının nedeni, Kürt siyasetiyle eş görülmesinin her şeyin önüne geçmesi değil sadece. Türkiye’de kimliklerin ve grupların birlikteliği üzerinden yaratılan bir düzlemin, burjuva siyasetinin karmaşık (ve acımasız) yapısıyla başa çıkması mümkün değil. Bunun başlıca nedeni, siyasi mücadelenin eninde sonunda sivrilmiş vurgulara sahip olma zorunluluğu ve ayrıştırıcı niteliği.

Özellikle İspanya’da kemer sıkma politikaları ve kapitalizmin azgın yüzünü temsil eden ekonomik gündemler siyasete özel bir etkide bulunuyor. Belirli bir ekonomik talep etrafında biraraya gelinmesi ve bunun diğer politik bağlantıların önüne geçmesi durumu, Türkiye için geçerli olamaz. Türkiye’de şimdiye kadar yaşanan en büyük kendiliğinden toplumsal patlama, Erdoğan’ın bir nefret odağı olarak sınırı aşması üzerine kuruluydu ve muazzam bir etki kazandı. Oysa gerek ekonomik, gerekse hak ve özgürlüklere ilişkin “düzenlemeler” ve devletin sınıf tavrının vücut bulduğu uygulamaların şimdiye kadar sınırı kaç kere aştığını saymak bile mümkün değil. Bu hamleler kitleleri kendiliğinden biraraya getirmek için yeterli olmuyor.

Yunanistan’da SYRİZA’nın, İspanya’da Podemos’un oy topladığı kesimlerin düzenle bağı, Türkiye’de sosyalist hareketin hitap edeceği kesimlerin bağına göre oldukça farklı. Türkiye, her ne kadar büyük bir tatminsizlik ve inançsızlıkla da olsa, örneğin ana muhalefet partisinin oy kitlesinin kolay kolay koparılamadığı bir ülke olarak ilginç bir görüntü çiziyor. İspanya’da Podemos’a oy verenlerin bir kısmının “kendisini başka bir yerde evinde hissetmediği” ifade edilirken, 23 Türkiye’de iktidar partisine veya ana muhalefete oy veren büyük oy depolarının angajmanlarının bu ölçüde zayıf olmadığı çok açıktır. Haziran Direnişi ölçeğinde bir hareketin bile örgütsüz ve programsız kalması durumunda bu kategorileri sarsamadığı bir tablodan bahsediyoruz. Direniş, tersinden bakarsak, Türkiye’deki siyasi kategorilerin dayanıklılığını test etmiştir. Aynı zamanda bunun ancak merkezileşmiş ve net bir programa sahip bir partinin müdahalesiyle değiştirilebileceğini de…

Türkiye sağcılığın güncel olarak ciddi güç kazandığı ve gerici-faşist akımların dişe dokunur bir tarihe sahip olduğu bir ülke. İspanya ve Yunanistan elbette ki bu konuda “daha bakir” coğrafyalar sayılmazlar. Üstelik Yunanistan’da Altın Şafak türü neo-nazi bir yapı güç kazanırken… Ancak Türkiye’nin özelliği, solun kendi tarihsel hamlesinin bu akımlarla ideolojik ve siyasi düzlemlerde doğrudan karşı karşıya gelişi zorunlu kılmasıdır. Gericilikle cepheden mücadele etmeden solun mevzi kazanması mümkün değil. Bu durum da öncü partinin toplumsal hareketliliğe yön ve hedef gösteren işlevini olmazsa olmaz kılıyor. Sınıf siyasetinin, eğitim politikasındaki gerici uygulamaları, muhafazakarlığın kadın üzerindeki tahakkümünü ve dolayım gerektiren benzeri gündemleri içerebilmesi de ancak öncülük misyonunun icra edilmesiyle mümkündür.

Türkiye, özellikle de Gezi’den sonra, toplumsal mücadeleler ve özellikle de kendiliğinden patlak veren dinamikler açısından oldukça “yorucu” bir ülke haline geldi. Bu, aynı zamanda diktatöryal gücün sokak hareketini manipüle edebilme yetisinin artması demek. Toplumsal patlamaya anlık müdahalelerle yön vermek ve geri çekilme-hamle yapma anlarını saptamak sınıfın aklını temsil eden bir öncüyü gerektiriyor. Bunun için parçalı mücadelelerin yan yana gelişiyle oluşmuş bir düzlem yerine, farklı mücadeleleri de içerebilen merkezileşmiş bir siyasi akla ihtiyaç var.

İdeolojik mücadelenin ayrıştırıcı etkisi ve siyasete yansıması bakımından Türkiye’de öncü örgütlenmenin olmazsa olmaz bir konumu var. Teorik arka planı güçlü olmayan hiçbir hareketin doğru hedefler saptaması mümkün görünmüyor. Evet, toplumsal dinamiklere yaslanmak bir hareketin ideolojik repertuarını canlı ve işlevli hale getiriyor. Ancak kendi ufkunu kitle dinamizminin gösterdikleriyle sınırlayan bir örgütlenmenin, Türkiye gibi kitle mücadelesi deneyimi hayli zayıf olan bir ülkede yolunu temizlemesi mümkün değil.

Türkiye’de (ve elbette bahsi geçen ülkelerde de) merkezi siyasetin bütün boyutlarıyla kitleselleşmesi gerekiyor ve öncü örgütlenmenin tabandaki faaliyeti açısından öncelikli gündem bu olmak zorunda. Bu konu, Avrupa ülkeleri için de geçerli sayılabilir. Örneğin milyonlarca kişiyi sokağa döken bir direnişin en büyük dayanaklarından birisi, dolayım gerektiren bir başlıktı: dış politikadaki başarısızlık ve Suriye hezimeti. Sosyalizmin kitle tabanını ortalama bir oy deposundan ayıran en ciddi niteliksel farklardan birisi, siyasetin farklı boyutlarına bağışık olması ve örgütlülüğü merkezi siyaset alanına nüfuz etme aracı olarak görebilmesi olacak. Örneğin Podemos ve benzeri hareketlerin “taban inisiyatifi” ve biçimsel demokratik uygulamalarında asla olamayacak şey budur.

Devamı da getirilebilir. Meselemiz yalnızca, bahsedilen yöntemlerin Türkiye’de “tutmayacağını” ortaya koymak değil. Eğer Türkiye’de de benzer bir kitleselleşme süreci yaşansaydı, aynı İspanya ve Yunanistan’daki komünistlerin yaptığı gibi, sınıf siyasetinin mevzi kazanması ve sosyalist iktidar hedefi gereği reformizmin gerçek yüzünü teşhir etmek gerekecekti. Diğer yandan Türkiye’de tutmayacağının söylenmesi, bu hareketlere öykünmeyi gündeme getirenlerin memleketin kimi gerçeklerinden bir hayli uzaklaştıklarının gösterilmesi bakımından önemli.


 

Hayaletin hakikisi ve sahtesi

Sözün özü, strateji tartışmalarında, dünyadaki ana eksenlerin, yani liberal yeni-sol ve geleneksel komünist çizgi ayrımının ışığında yorumlanabilecek bir örneğin de, kendisine atfedilen bütün özelliklere ve “yeni” olma iddiasına karşın Podemos olduğunu iddia ediyoruz. Aynı zamanda, hem bahsi geçen Avrupa ülkelerinde, hem de Türkiye’de, toplumda biriken enerjinin ancak devrimci niteliğe sahip bir gücün varlığında değerlendirilebileceğini ileri sürüyoruz.

İlk sorunun yanıtı açık: Avrupa’da devrim olmuyor. Avrupa’da dolaştığı iddia edilen hayalet de komünizm hayaleti değil. Öte yandan Avrupa, devrimci potansiyeller taşımaya devam ediyor.

Bunu saptamak yeterli mi? Elbette değil. Ne dersek diyelim, İspanya ve Yunanistan’da, reformist hareketin üzerinde yürüdüğü ve sola açılma potansiyeli barındıran bir tıkanma var ve bütün bu saptamalar, bu potansiyelin nasıl değerlendirilebileceği sorusunda düğümleniyor. Burada iddia edilen, solun geleneksel çizgilerine yaslanan bir politik toparlanmanın dengeleri temelden değiştireceğidir aynı zamanda.

Bu ülkelerdeki komünist hareketin ısrarlı çabalarını ise görmezden gelmek mümkün değil. Çok özel tarihsel koşullarda ülkesindeki sol potansiyelin devrimci kanallara aktarılmasını hedefleyen Yunanistan Komünist Partisi (KKE), son olarak erken seçim ihtimali üzerine bir açıklama yaptı ve aday ismine bakmaksızın cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot edeceğini bildirdi. SYRİZA’nın tefecilerle görüşerek yönetimi üstlenmeye çalıştığını ifade eden KKE, mevcut ihtimallerin toplumu, halk karşıtları arasından “en iyisini” seçmek üzere pasif birer izleyiciye dönüştürmeyi amaçladığını belirtiyor. İspanya’da ise Podemos’u ve bu partiyle ittifak gündemini tartışan İspanya Komünist Partisi’ni teşhir eden ve bu partileri mevcut düzen partileriyle aynı değirmene su taşımakla eleştiren İspanya Halklarının Komünist Partisi (PCPE) ısrarlı bir mücadele yürütüyor.

Bu bir yol ayrımı ve böyle olduğunun kanıtı olabilecek birçok parametre var. Podemos ve SYRİZA örneklerinde de, bu ayrımın yalnızca program ve strateji bağlamında değil, solun geleneksel çizgisine karşıtlık halinde tasarlanan bütün “yeni-solcu” özelliklerde saptanabildiğini görüyoruz.

Bir kez daha, komünist hareketle konulan politik ve örgütsel mesafenin, düzene yakınlaştıran ve sol potansiyel için bir zaaf haline gelen etkisini gözlemliyoruz. Örgüt, öncülük, merkeziyetçilik, kitle hareketiyle ilişki, katılım tartışmaları… Her birisinde yapılan tercihler birbiriyle ilişkilidir ve yukarıda bahsedilen açmazlarla neden-sonuç ilişkisi içindedir. Her şeyden önemlisi, bu yoldan bir yere varılamaz.

Bunları uzun uzadıya tartışmak ne kadar gerekli? Türkiye’de, özellikle de Haziran sonrasında, toplumsal direncin örgütlenmesini bahsedilen biçimlere havale etme niyeti var olduğu sürece, önemli!

Türkiye, toplumsal direncin düzen dışı dinamikleri beslemesi ve sosyalizme yol veren kırılma noktalarına yerleşmesi için büyük olanaklar sunan bir ülke. Yunanistan, İspanya ve benzeri ülkelerden çıkan derslerin kritik önemde olduğunu bilmemiz gerekiyor.

Bir daha hazırlıksız yakalanmamak için!

Dipnotlar

  1.  Podemos, İspanyolca’da “yapabiliriz” anlamına geliyor. Kemer sıkma politikalarını hedef alan “Öfkeliler” hareketine dayandırılan bu parti 2014 Ocak ayında resmen kuruldu ve çok kısa sürede ülkedeki üçüncü parti haline geldi. SYRİZA ise (Radikal Sol Koalisyon) 2004 seçimleri öncesinde Yunanistan’da geleneksel solun dışında kalan çeşitli grupların biraraya gelmesiyle kuruldu ve benzer şekilde etki kazandı. Önümüzdeki dönem her iki parti de girecekleri seçimlerin galibi olma potansiyeli taşıyorlar.
  2. Bu görüşü paylaşanlar arasında yer alan Erkin Özalp, Podemos’un anti-kapitalist bir programa sahip olmadığını, bir partiyi de andırmadığını ifade ederek gerçekçi davranıyor. İşin tuhaf yanı, bu tespitlerin hemen ardından Özalp’in Podemos’u “kitle dinamiğiyle siyasi iktidar mücadelesinin ne şekilde kurabileceği konusunda” dersler çıkarılması gereken bir hareket olarak tanıtması. Kitle dinamiğiyle siyasi iktidar mücadelesinin bağları programsız ve partisiz de kurulabiliyorsa, komünist partilerin buradan “ders çıkarmak” yerine kepenklerini kapatmaları gerekiyor. Avrupa Solu’nun kimi kesimleri de tam olarak bunu düşünüyor. http:// ilerihaber.org/yazarlar/erkin-ozalp/podemos/355/
  3. Bu kış komşuya ‘komünizm’ gelebilir!, Radikal, 11 Aralık 2014 http://www.radikal.com.tr/ dunya/bu_kis_komsuya_komunizm_gelebilir-1248972
  4. Jonas Foldager, “Spain: -Where did Podemos come from and why has it been so successful?”, http://www.marxist.com/spain-where-did-podemos-come-from-and-why-has-itbeen-so-successful.htm
  5. Juan Nagel, Is Spain About to Embrace Chavismo?, Foreign Policy, 19 Kasım, http:// foreignpolicy.com/2014/11/19/is-spain-about-to-embrace-chavismo/
  6. Aytek Soner Alpan, “SYRİZA nedir?”, Komünist Dergisi, 17 Mayıs 2012 (Yazıya erişim: http://haber.sol.org.tr/dunyadan/syriza-nedir-haberi-55068)
  7. Srecko Horvat, “Europe’s new left parties can make the dreams of 1968 come true”, The Guardian, 6 Kasım 2014, http://www.theguardian.com/commentisfree/2014/nov/06/europe-new-left-parties-1968-syriza-podemos-united-left
  8. Alejandro Lopez, “Spain’s new Podemos party a political fraud”, World Socialist Web Site, 30 Nisan 2014, http://www.wsws.org/en/articles/2014/04/30/pode-a30.html (Çeviri: Sendika.org http://www.sendika.org/2014/11/bir-politik-sahtekarlik-olarak-podemos-alejandro-lopez/)
  9. Alper Birdal’ın Uluslararası Komünist Dergi’deki yazısında belirttiği gibi, 1. Dünya Savaşı sırasında kapitalizmin girdiği derin kriz ve savaş ortamıyla bugün arasında ilginç benzerlikler var. Bunlardan birisi de oportünizmin Libya ve Suriye’deki emperyalist saldırganlığa verdiği destekte somutlanan fonksiyonları ve yüz yıl önceki paylaşım savaşında 2. Enternasyonal solunun kendi burjuva sınıflarının yanında saf tutması. Alper Birdal, “Opportunism and the So-called ‘Arab Spring’ the Lucrative Business of Revolution Under Imperialism’s Command”, International Communist Review, 4. Issue, 2013-2014
  10. Avrupa Sol Partisi’nin açıklaması, “We are against NATO and any other military intervention in Syria”, 14 Temmuz 2012, Berlin
  11. Aytek Soner Alpan, “SYRİZA nedir?”, http://haber.sol.org.tr/dunyadan/syriza-nedir-haberi-55068
  12.  soL gazetesindeki köşesinden aktaran Odysseas Roussos, 18 Mayıs 2013, http://haber.sol.org.tr/node/73214
  13. Kerin Hope, “Greece’s radical left Syriza seeks to soften its sharp edges”, FT, Atina, http://www.ft.com/cms/s/0/577efe3a-8080-11e4-9907-00144feabdc0.html#axzz3LbilTk00
  14. Bahsi geçen çizginin politik-teorik düzlemlerde farklı adlandırmalara ve öncüllere sahip olduğunu söyleyebilsek de, geleneksel sol çizginin ve leninizmin inkarı bağlamında düşünürsek, tüm nüanslara rağmen bu çizgiden Avrupa Solu olarak ortak bir kategori oluşturmamız mümkün görünüyor.
  15. Nathan Bolton, “SYRİZA and Podemos: doing politics differently”, RS21, 31 Ekim 2014 http://rs21.org.uk/2014/10/31/syriza-and-podemos-doing-politics-differently/
  16. Neal Michiels, “Podemos’un muazzam potansiyeli”, Başlangıç dergisi, http://baslangicdergi.org/podemosun-muazzam-potansiyeli-neal-michiels/
  17.  Kemal Okuyan, Ne Yapmalı’cılar Kitabı, Yazılama Yayınevi, 2013, s. 68
  18. Bu konuda en “açık sözlü” yazılardan birisini kaleme alan Paolo Gerbaudo, SYRİZA ve Podemos örneğindeki lider performanslarının artık kabul edilmesi gerektiğini, lidersizliğin sevimsiz bir argüman olarak hareketin üyeleri tarafından aşılmaya başlandığını ileri sürüyor. Bu dönüşümü daha geniş bağlamda düşününce, leninizme yöneltilen temel bir eleştirinin altının ne denli boş olduğunu da görebiliriz. Demek ki hiyerarşi alerjisi ve yerelcilik fetişi, işler ciddiye binene kadar “ilke” olarak görülüyormuş. Leninizmin tercihi ise işleri başından itibaren ciddiye almak yönünde. Paolo Gerbaudo, “Leaderless no more”, 11 Aralık 2014, Open Democracy, https://www.opendemocracy.net/can-europe-make-it/paolo-gerbaudo/ leaderless-no-more
  19. Neal Michiels, “Podemos’un muazzam potansiyeli”, 11 Kasım 2014, Başlangıç dergisi. baslangicdergi.org/podemosun-muazzam-potansiyeli-neal-michiels/
  20.  Laclau ve Mouffe ile söyleşi, “Kalpler Zihinler ve Radikal Demokrasi”, Haziran 1998 Red Pepper çev: Asena Günal, Birikim 113, s.48
  21. Srecko Horvat, “Europe’s new left parties can make the dreams of 1968 come true”, The Guardian, 6 Kasım 2014 http://www.theguardian.com/commentisfree/2014/nov/06/europe-new-left-parties-1968-syriza-podemos-united-left
  22. Esin Saraçoğlu, “Chavez’in 21. yüzyıl sosyalizmi”, 26 Mayıs 2010, soL Haber Portalı, http://haber.sol.org.tr/bizimamerika/chavezin-21-yuzyil-sosyalizmi-28777
  23. Tom Walker, “Spain’s Alternative Political Party Podemos Is Growing in ‘Circles’”, 5 Eylül 2014, Global Voices, http://globalvoicesonline.org/2014/09/05/independent-political-party-podemos-spreads-across-spain/
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×