Su Dolu Şarap Bardağı AKP’yi Adlandırmak

Yıllardır, İslamcılığın tescilli siyasal temsilciliğini üstlenmiş bir oluşumla olan organik bağlarına son vererek, onun edindiği kimi politik ve kültürel pratiklerden koparak, fakat aynı zamanda İslamcılığa mahsus bir çok öğeyi de muhafaza ederek kendisini iktidara taşıyan bir siyasi özneyi nasıl adlandırmalı? Bu zor bir sorudur; çünkü, her ne kadar Türkiye sağının geleneksel özelliklerinin bir çoğunu taşısa da, geldiği noktada AKP, Türkiye kapitalizminin ürettiği “nevi şahsına münhasır” bir siyasi oluşumdur artık. Bununla, uzun yıllardır bir siyasetsizleşme sürecinin yaşandığı Türkiye’de, AKP’nin özgün bir takım siyasi hamleler ile kendini geleneksel sağdan ve geleneksel siyasetten ayrıştırdığı iddia edilmiyor. Tersine, AKP’nin, Türkiye kapitalizminin tarihsel projelerini hayata geçirme görevini üstelenen cumhuriyet hükümetlerinin bir diğeri olduğu açıktır.

Neo-liberalizmin mantığının, kapitalizm içi aktörleri siyaseten birbirine benzettiği bir ortamda, bu aktörleri birbirinden ancak iktidarlarını meşrulaştırmada kullandıkları araçlar arasındaki nitelik farklılıkları, yani kullandıkları ideolojik motifler ve dışarıya sundukları kimlikler bakımından ayırt edebiliyoruz. Gerçi, bu ideolojilerin ve kimliklerin bu siyasi aktörlerin kimi politik hamlelerini şekillendirebileceği ve bunun da önemli olabileceği doğrudur. Fakat, bu hamle farklılıkları, Türkiye kapitalizminin çizdiği sınırlı çerçevenin içindeki alternatif hamleler arasındaki farklılıklardan ibarettirler. Gerici, sağcı, liberal, İslamcı, sosyal demokrat, sol-liberal gibi sözcükler, bugünün Türkiye’sinin koşullarında, aynı iktisadi projeyi, bu projenin mahiyetini değiştirmeyecek bir takım nüanslarla savunan ve bu bakımdan hayata geçirmek istediği toplum projesi açısından değil de öne çıkarılan ideolojik argümanlar, yani yüzeydeki görüntüleri bakımından farklılık arz edebilecek ve siyasetteki varlıkları da ancak bu yüzeydeki farklılıklara bağlı olabilecek düzen içi siyasi eğilimleri adlandırmak için kullanılan kavramlardır. Bu yüzeysel ayrımların özsel bir ayrıma denk düşmediği gerçeği asla akıldan çıkarılmadığı müddetçe, siyasi analizler için yararlı ve hatta zorunlu olduğu da düşünülebilir.

Peki, AKP’yi bu bilindik siyasi kavram setleriyle adlandırmaya kalkarsak onu nereye yerleştireceğiz? Öyle ya, bu siyasal oluşum, bir yandan bugün geldiği aşamada İslamcılığın, merkez sağın, liberalizmin kimi tipik özelliklerini göstermekteyken, diğer yandan da bu adlandırmaların hiçbirinin geleneksel içeriğinin tümünü birden kendi bünyesinde barındırmamaktadır. Bu sorunun başlı basma önemli olmasının nedeni, Türkiye siyasetinin geldiği bugünkü noktada, siyasi analiz yapabilmek için artık yeni kavramlara ihtiyaç duyduğumuzu göstermesi değil, Türkiye’deki iktidar mücadelesinin yeni bir özgül evreye girdiğini işaret etmesidir. Yani, AKP’yi adlandırırken yaşadığımız tıkanıklık, Türkiye’de siyasal ve toplumsal alanda bir takım önemli gelişmelerin varlığını sezdirdiği için önem taşımaktadır. Öyleyse, bu noktada önemli olan AKP’ye bir ad bulmak değil, bu ad bulma sorununun işaret ettiği toplumsal değişimin niteliklerini ve dinamiklerini anlamaya çalışmaktır. Daha da somuta inersek, aslında Türkiye’deki şeriatçı kadrolardan devşirilen siyasetçilerin öncülük ettiği bir oluşum olan AKP’nin, neden sadece bu İslamcı/muhafazakar kimliğiyle değil de bu kimliği gölgeleyecek başka başka kimlikleri vitrine çıkararak siyaset alanında varlığım meşrulaştırmaya çalıştığını anlamaya çalışmak, AKP’ye şeriatçı mı yoksa yenimuhafazakar mı denileceğini belirlemeye çalışmaktan çok daha yakıcı bir sorundur. Hatta denilebilir ki, birinci soruya tam yanıt vermeden ikincisine verilecek yanıtlar yavan, içeriksiz ve tarihdışı olacaktır.

ABD’de Cumhuriyetçiler ve onların toplumsal tabanı tarafından temsil edilen, hem bir yaşam biçimi, hem de bir siyasi eğilim olarak, neo-muhafazakarlık veya muhafazakar-demokratlık ile Türkiye’de AKP’nin ve AKP’nin desteğini aldığı kitlenin temayülleri arasında paralellikler kurmaya dönük ve bir ara hayli yaygınlaşan çabalar da aslında AKP’yi adlandırma sorunsalına verilmeye çalışılan bir yanıttır. Ama bu yanıt, biraz önce bahsettiğimiz eksiklikleri de bünyesinde barındırmaktadır. Başka bir deyişle, AKP’nin sergilediği özgül özelliklerden yola çıkarak Türkiye kapitalizminin ulaştığı evreyi anlamaya çalışma çabasından çok, sadece AKP’ye ideolojik bir ad bulup çıkarma çabasının kışkırttığı bir yanıttır bu.

Bilindiği gibi en genel hatlarıyla, neo-muhafazakarlık adı verilen siyasi ekol bir yandan ekonomi alanında sınırsız bir liberalleşme sürecinin sonuna kadar işletilmesi gerektiğini salık verirken, bir yandan da ekonomi alanında yapılacak bu düzenlemelerin toplumsal bir infiale yol açmasından ürkerek, sosyal yaşamda çözülmeyi ve bir takım marazi formları önleyici bir misyon biçtiği dinsel gelenekselciliğin, devletin, ailenin vb. korunmasını ve güçlendirilmesini savunur. AKP’yi adlandırmaya dönük tartışmalarda, ona neo-muhafazakarlık etiketinin verilmesi de neo-muhafazakarlığın bu oldukça soyut ve genel bağlamı uyarıncadır. Ve gerçekten de bu soyutlukta düşünüldüğünde Tayyip’i Bush’a benzetip AKP’yi neo-muhafazakar olarak tanımlamak tutarlı olabilir. Ama bu kategorik benzerlikten doğan tutarlılık tek başına, bugün, Türkiye kapitalizminde AKP hükümetinin kazandığı bir takım ayrıksı nitelikleri tarif etmeye, bu niteliklerin neden ve nasıl oluştuğunu anlamaya asla yetmeyecektir.

Sırf bir isim keşfedip rahatlama gayreti içine girildiğinde, içinde bulunulan soyutlama düzeyiyle bağlantılı olarak AKP’ye bir çok isim takmak mümkün olabilir, ama bu isimlerin hiçbiri tek başına Türkiye kapitalizmi ile AKP arasındaki ilişki hakkında bize ipuçları sunmayacaktır. Bu konuda en manidar örnek geçtiğimiz günlerde AKP yönetiminin ilkelerini ve pratiklerini Tayyipizm diye tanımlayan İsrail’in Türkiye büyükelçisinden gelmiştir. “Buyurun buradan yakın” dedirten bu yaklaşım da, AKP hükümetinin onu ABD’deki neo-muhafazakarlıktan ayıran bir çok farklı özelliklere de sahip olduğu hesaba katıldığında, en az AKP’ye neo-muhafazakar ismini takan anlayış kadar kendi içinde tutarlıdır; fakat bu tutarlılık son tahlilde hiçbir anlam ifade etmemektedir. Burada içerisine düşülen yöntemsel yetersizlik, örnek olsun, Türkiye’de kapitalizmin yeni yeni filizlenmeye başladığı Cumhuriyetin ilk yıllarının kendine özgü koşullarını, bir sui generis‘lik iması yapan ‘Kemalizm’ sözcüğüyle niteleyip işin içinden çıkmakla aynı nitelikte bir eksikliktir. Nitekim, cumhuriyetin ilk yıllarında, Türkiye’deki sınıf ilişkileri ile hakim siyasi ve toplumsal atmosferin ilişkisini hiçbir şekilde kurmadan, bu dönemi Kemalizm diye sihirli bir sözcükle ifade etmek ile içinde bulunduğumuz dönemi Tayyipizm diye adlandırmak, kaynağını aynı yüzeysel mantıktan almaktadır. Eğer, sırf kendine özgü bir takım niteliklerinin bulunduğundan yola çıkarak toplumsal fenomenlerin her bir tezahürünü sui generis olarak ele alacaksak, olgular arasında ilişki kurmanın ve bir takım karşılaştırmalar yaparak genel bir sonuca ulaşmanın ve sonuç olarak da bilimin ve analizin hiçbir anlamı ve değeri kalmaz. Bu bakımdan, bir adlandırma girdabının içine girmektense öncelikle AKP ve Tayyip Erdoğan gibi pek çok ilginç özelliği bulunan toplumsal aktörlerin Türkiye kapitalizmini çözümlemek açısından anlamlı olacak bir takım ilginçliklerinin neler olduğunu belirlemek ve bu ilginçliklerin hangi tarihsel ve toplumsal koşullar içinde oluştuğunu açıklamaya çalışmak, daha aydınlatıcıdır. Şimdi, bunu yapmaya dönük bir takım başlangıç önermeleri ortaya atmaya çalışalım.

İlk olarak şu söylenebilir ki, bugün AKP hükümetinin iktidara taşıdığı yeni siyaset tarzına, kendine özgü pratik ve söylemlere sahip yeni bir yaşam biçimi eşlik etmektedir; ve birinin alanı genişledikçe ötekinin alanı da daha çok açılmaktadır. Daha da açarsak, bugün siyaset ve iktidar alanında, İslami/muhafazakar özelliklerine ve kimliklerine, sekülerlik ve liberallik elbisesi giydirerek kendine alan açmakta olan bir siyasi oluşumun toplumsal hayattaki izdüşümü yine İslami yaşayışın bir takım asli özelliklerini korumaya ve hayata geçirmeye devam ederken aynı zamanda kendilik ve burjuvalık özelliklerini ve pratiklerini de kazanmış, ve kendini geleneksel şeriatçılıktan bu özelliğiyle ayıran bir yaşayış biçimidir.

İkinci olarak ve daha tartışmalı olacak biçimde şunu iddia edebiliriz: Geleneksel İslami kültürün hem siyaset alanında hem de toplumsal yaşamda uğradığı bu değişimler, toplumun İslami/muhafazakar kesimleri iktidar alanına ve kapitalizmin çarklarına dahil olduğu ölçüde daha da şiddetlenmektedir. Diğer bir deyişle, İslami/muhafazakar kesim siyaset alanında iktidar bloğu içerisinde egemen bir konuma gelmeye, toplumsal alanda da kent yaşamına daha çok müdahil olmaya çalışırken dönüşüme uğramak zorunda kalmaktadır. Bu durum, bizim en son 28 Şubat sürecinde de gördüğümüz gibi, Türk geleneksel gericiliğinin olduğu gibi kalarak, ‘merkezde’ kalıcı bir yer edinmesinin pek mümkün olmadığı anlamına geliyor. Bunun nedeni olarak neo-liberalizmin gereklerinin ve ulusal sermayenin çok uluslu şirketlerle ilişki ve iletişim içinde olma ihtiyacının Türkiye’deki İslami sermayeyi bir takım “küresel” değerleri benimsemeye zorlaması gösterilebilir; ve genelde de durumu açıklamak için bu yönde değerlendirmeler yapılmaktadır. Fakat, bu, bizim konumuz açısından, yani İslami siyasetin Erbakancı bir gelenekselcilikten, Tayyipçi bir “yenilikçiliğe” doğru geçişini açıklamak açısından doyurucu bir değerlendirme değildir; çünkü Türkiye’de geleneksel İslamcı siyasetin ve yaşam biçiminin neo-liberalizmin değerleriyle tamamen uyumsuzluk içinde olduğu iddiasının sağlam bir temeli yoktur. Neo-liberalizmin, tüm dünyada İslamcı siyasetin aktörlerini belirli şekillerde yönlendirdiği ve dönüşüme uğrattığı açıktır; fakat Türkiye’deki dönüşümün tam da bu nitelikte bir dönüşüm olduğu doğru değildir. Türkiye’deki dönüşümün salt uluslararası kaynaklı bir yapısal etkinin sonucu olduğunu iddia edenler, Türkiye dengelerinin asla kaldıramayacağı derecede ‘geleneksel’ olan Malezya’daki egemen İslami siyaset ve yaşama kültürünün nasıl olup da neo-liberalizmle gayet mutlu bir ilişki içinde olduğunu açıklamak durumunda kalırlar. Bu bakımdan, Türkiye’de AKP hükümetini izleyerek anlayabileceğimiz İslami siyasetin uğradığı özgül değişimleri Türkiye içindeki bir takım dinamiklerle açıklamak daha yerinde olacaktır.

Bu durumda, geleneksel İslamcılığın revizyona uğramasında biraz önce bahsettiğimiz bu dış etkenin payını teslim etmekle birlikte, bu revizyona Türkiye özgüllüğü kazandıran şeyi bulmak açısından şöyle bir önerme ortaya atılabilir: Türkiye’de hem siyasal hem de iktisadi iktidar alanına dahil olmanın tarihsel olarak inşa edilmiş ve süreç içerisinde az çok değişikliğe uğrayabilmiş belirli ölçütleri vardır; ve bu ölçütler Türkiye’deki egemen bloğunun içindeki bileşenler arasındaki güç dengelerini ve mücadeleleri yansıtan ölçütlerdir. Burada ölçüt derken sadece iktidar alanına fiziksel olarak dahil olmanın siyasal ve iktisadi güç eşiğini değil aynı zamanda o alanın kültürüne dahil olmak, o alandaki sembolleri ve ritüelleri anlamak ve paylaşmak için yeterli (tartışmalı bir deyim olmakla birlikte) “kültürel sermaye birikim” eşiğini kastediyorum. Başka bir deyişle, Türkiye’de egemen bloğa dahil olup bu blokta söz sahibi olmak hem ekonomik ve politik kaynaklara, hem de iktidar alanının “raconuna” hakim olmayı gerektirmektedir. Bu kültürel sermaye eşiğini günümüze kadar belirlemede en fazla söz sahibi olmuş aktörler İstanbul menşeli, kökleri eskilere dayanan ve kendisini TÜSİAD’da örgütleyen büyük burjuvazi ile artık kendisi de bir büyük burjuva grubu haline gelmiş TSK olmuştur. Bu iki grup hemen hemen aynı kültürel değer ve pratikleri paylaşmaktadırlar ve iktidar alanı tarihsel olarak bu grupların dünya görüşü tarafından şekillenmiştir. Elbette, iktidar alanındaki güç dengelerinde ortaya çıkabilecek kimi değişiklikler ve bu alandaki mücadeleler tarihin kimi uğraklarında, bu kültürel değer ve pratikleri bir takım değişimlere uğratabilmiştir.

İktidar alanında yıllardır varlığını korumakta olan güç odakları arasındaki mücadeleler çoğunlukla uzlaşı ile ve toplumsal ve siyasal alanda herhangi bir köklü değişime sebep vermeksizin yumuşak bir şekilde çözülürken, farklı toplumsal tabana sahip olan ve iktisat alanına dahil olabilmek için gerekli siyasal ve iktisadi güç eşiğine sonradan erişmiş, fakat iktidar alanının kültürel pratiklerine ve değerlerine henüz yabancı olan burjuva gruplar arasındaki mücadelelerin toplumsala yansımaları çok daha şiddetli ve dönüştürücü olmaktadır. Böylesi mücadelelere muhafazakar veya İslami bir dünya görüşünü benimsemiş ve bunu kapitalist güdülerine eklemlemeyi başarmış ve adına Yeşil Sermaye denilen İslamcı sermaye grupları ile onların siyasal temsilcilerinin (ki bu siyasi temsilci hep Milli Görüş hareketi olagelmiştir) iktidar alanında güç ve söz sahibi olma çabalarının yoğunlaştığı 1990’larda daha açık bir şekilde rastlanmaktadır. 28 Şubat sürecini egemen blok içindeki yerleşik güç odaklarının lehine çözülen böyle bir mücadele süreci olarak okumak mümkündür. Ne var ki, 28 Şubat süreci bu bahsettiğimiz “kabına sığmayan” yeni güç odaklarının iktidara susamışlığını bastırmaya kafi gelmeyecektir. Fakat 28 Şubat’ı takip eden mücadele süreci, bu İslami kökene sahip yeni burjuva güç odaklarının Türkiye’de iktidar alanına dahil olmanın belirli bir kültürel birikim eşiğine sahip olmayı gerektirdiğini idrak ettikleri ve bu eşiği veri aldıkları bir zeminde ilerlemiştir. Bu eşiği veri almak demek, bu İslami burjuvazinin tümüyle yerleşik güç odaklarının kültürel kalıplarına boyun eğdikleri anlamına gelmiyor. Burada söz konusu olan şey, 28 Şubat sürecinin ardından bu yeni İslami burjuvazinin kendi gücünün sınırlarına vakıf olması ve iktidar alanına dahil olmak uğruna kendi öz değerlerinden ödün vermenin artık bir zorunluluk olduğunu anlayıp, bu yönde bir takım adımlar atması, fakat bir yandan da iktidar alanının egemen değerlerine mümkün olabildiğince kendi rengini katmaya çalışmaya başlamasıdır. Yani egemen bloğu ilgilendiren burjuvazi içi fraksiyonlar arasındaki mücadelelerde, egemen kültürel anlayış bir yandan aktörleri etkileyip dönüştürürken, diğer yandan da aktörlerden etkilenip onlara özgü kimi özellikleri kendine katabilir. Başka türlü söylersek, bugün AKP’nin ve temsil ettiği İslami burjuvazinin iktidar bloğunda verdiği egemenlik mücadelesinden hem yerleşik burjuva kültürü, hem de İslami burjuvazinin kendisi etkilenmektedir. Recep Tayyip Erdoğan’ın resmi bir resepsiyonda şarap bardağı içinde su içmek durumunda kalması, iktidar bloğundaki diğer aktörlerin temsilcilerinin de su dolu şarap bardağına bardaklarını tokuşturmak durumunda kalmaları bu durumu pek iyi örneklemektedir.

Bu noktada şunu söylemek anlamlı olacaktır: AKP’nin doğrudan temsil ettiği belirli bir burjuva kültürel anlayışın, geldiği noktada, bir takım somut değişikliklere maruz kalması, salt bir takiyye olarak ele alınmamalı, iktidar mücadelelerinin oluşturduğu dinamiğin zorunlu bir tezahürü olarak görülmelidir. Yani, AKP’nin yaşadığı değişim, iktidara susamışlıktan kaynaklanan “samimi” bir değişimdir; ve bu değişim sadece bir siyasal partinin değil, tüm kentli, İslamcı muhafazakar burjuvazinin değişimidir; çünkü iktidar bloğunda etkin olmak isteyen sadece AKP değil, onun doğrudan temsil ettiği İslami burjuvazidir.

Türkiye’deki sınıf ve iktidar mücadelelerinin bu seyri gözetilmediği takdirde AKP’yi adlandırmaya dönük mevcut çabalar, bu siyasal oluşumu, örneğin neo-muhafazakarlık gibi, soyut ve kendinden menkul bir kategoriye zorla sokmaya çalışmanın ötesine geçemeyecektir. Böyle bir kavrayışa sahip olunduğunda mevcut iktidar mücadelelerinin sonucunda ortaya çıkan gerilimleri, örneğin salt muhafazakar-demokratlar ile liberal demokratlar ya da Tayyipistler(!) ile Kemalistler arasındaki gerginlik olarak kavramakla yetinilmek durumunda kalınır ki, içinde bulunduğumuz toplumsal sürecin bundan çok daha derin anlamları olduğu açıktır. Bu bakımdan, eğer AKP’ye ille de bir isim bulunup kullanılacaksa, bu isim iktidar ve sınıf mücadelelerinin mevcut seyri bağlamında kullanılmalıdır.