Tarihsel Süreç İçinde Kent

Sınıf mücadelesinin bir sonucu da bu mücadelenin devletin yapısını ve işlevlerini büyük ölçüde etkilemesi ise, kapitalizmin, kentleri yeniden yapılandırıyor olması da, sermaye sınıfının çıkarlarından bağımsız ele alınamaz.

Lefebvre ve Poulanzas’ın ifade ettiği gibi:

“Modern kent çelişen çıkarların en önemli çatışma alanlarından biridir. Bu mücadeleler sadece kentsel mekanda değil, aynı zamanda kent mekanı üzerine de verilmektedir. Kent mekanı bu mücadelelere sahne ve konu olurken çatışmada yer alan toplumsal sınıflar bilinçli ya da bilinçsiz, mekanı yeniden üretir ve dönüştürür. Bu bağlamda kentte ve kent üzerine verilen mücadeleler de iktidar odağında yer alır. Mekanı denetleyebilmenin kendisi bir iktidar mücadelesini gerektirdiği gibi, her iktidar mücadelesinin de mekanı denetlemeye yönelik bir stratejisinin olması başarısının ön koşuludur. Kent, toplumsal iktidar mücadelesinin taşıyıcısıdır. Bu nedenle de iktidar ilişkilerini korumayı ya da değiştirmeyi hedefleyen her toplumsal grup için kent üzerinde belirli bir denetimin kurulması yaşamsal bir öneme sahiptir. Kent mekanının üretim, yeniden üretim ve dönüşümünde sermaye birikim süreçlerinin önemli bir rol oynadığını biliyoruz.”

Bununla bağlantılı bir ek daha yapacak olursak kentsel mekan emeğin yeniden üretildiği alandır.

Sermaye, tarihsel süreç içerisinde doğrudan kâr sağlamayan, ancak emeğin yeniden üretimi için mutlak gerekli olan sağlık, eğitim, konut, ulaşım, altyapı gibi alanları devletin sorumluluğuna vermiştir. Elbette, yukarıda belirtildiği gibi sınıf mücadelesinin kazanımlarıyla birlikte büsbütün sermayenin kurguladığı bir sonuç doğurmadıysa da (dolaylı maliyet) bu durum önemli bir zaman dilimi için sermayenin genel yönelimiyle büyük bir çelişki göstermemiştir.

Kapitalizmin tarihsel süreci içerisinde kent ve kentsel politikalar sermaye sınıfı açısından bazı işlevler kazanmıştır. Bu işlevler özetle şöyle sıralanabilir:

-Sermaye birikiminin sürmesi için gerekli olan kentsel altyapının sağlanması; başka deyişle kendisi doğrudan üretken olmayan, ancak üretim süreci için zorunlu olan ulaşım, altyapı, iletişim gibi hizmetler.

 -Üretimin örgütlenmesi ve yeniden yapılandırılması için kent planlaması ve kentsel yenileme.

 -Nitelikli işgücünün oluşturulması için eğitim.

 – Bu arada emek gücünün yeniden üretimi de ancak ortak tüketim aracılığıyla olanaklı hale gelmiştir. Örneğin; kiralık konut, sağlık, eğitim ve kültürel hizmetler gibi alanlar, emeğin günlük yeniden üretimini sağlamaktadır.

-Ayrıca, bu süreç içerisinde toplumsal düzen ve kontrolün de, gerek meşruiyetinin sağlanması, gerekse olağanlaştırılması (işsizlik yardımı gibi) bir diğer işlevi olmuştur.

Bu bileşimin içeriğinin belirlenmesi, güncel siyasal mücadele verileri açısından bakıldığında, siyasal mücadelenin bir sonucudur. Örneğin, emek gücünün üretimine ağırlık veren bir kombinasyonda iktidarın daha çok çalışan sınıflar lehine müdahalelerde bulunması söz konusu iken, sermayenin ihtiyaçlarını ön plana koyan bir müdahale anlayışı sermayenin bu ihtiyaçlarıyla doğrudan ilişkili hedeflere odaklanır.

Sermaye sınıfı, kentleri ve kentsel alanları ekonomik anlamda soyutlayarak ona bir değişim değeri atfetmiş, kentsel mekanı, arsa ve binaları spekülasyona açmıştır. Burada değişim değeri kullanım değerine göre daha fazla önem kazanmaktadır. Bir değerler sistemi olan kapitalizmin doğası da bunu gerektirmektedir. Kapitalistler için bir yerin toplumsal, tarihsel ya da anıtsal değeri, ancak değişim değerine katkısıyla ölçülmektedir. Başka bir deyişle:

“(…) kapitalizm geliştikçe sermayenin evrimi, üretim ve tüketim süreçleri, ayrıca toplumsal taleplerin karşılanması için, kentsel yapının temelinde yer alan ortak tüketim araçları giderek daha gerekli hale geldi. Ortak malların çoğunun üretimi ve yönetimi özel sermaye için genellikle kârlı değildir, en azından sermayenin kâr etmesi için gerekli ön koşullar dışarıdan bir müdahaleyle sağlanmadığı sürece…”1

Günümüzde sermaye-kent ilişkisi

Sermaye için bugün değişen nedir ki, devlete terk etmiş olduğu kentsel hizmetler alanına bu kadar ısrarla yönelmektedir?

Bu sorunun yanıtı birbiriyle ilişkili iki sürece işaret etmektedir. Öncelikle, düşük kâr marjları, aşırı yoğunlaşmış sermayeyi yeni kâr alanı olarak gördüğü kentsel hizmetlere yöneltmiştir. Bu, sermayenin öylesine genel bir yönelimidir ki, sermayenin farklı bir yönelimi ve söylemi temsil eden herhangi bir kesimini bulmak mümkün değildir. Örneğin, sosyal demokratından muhafazakarına, Avrupa Birlikçisinden milliyetçisine kadar tüm burjuva söylemler konu kentsel hizmetlerin özelleştirilmesi olduğunda aynı noktada birleşmektedir. Bu durum, yönelimin genelliğinin yanı sıra sermaye açısından gerekliliğini de gözler önüne sermektedir.

“Uluslararası sermaye, sınıfın gücüne ve sınıf mücadelesinin koşullarına göre, işine gelen hangisiyse ona, neresiyse oraya yönelmektedir.” 2

Konunun diğer bir boyutu ise temsiliyet kriziyle ilişkilidir. Kapitalizmin üst üste yaşadığı ekonomik krizler elbette siyasi krizlerle iç içe gelişmektedir; temsiliyet krizi kuşkusuz bununla ilişkilidir ve ikisi birlikte ele alınmalıdır. Açıkçası, burjuva demokrasisi bir “katılım” sorunuyla karşı karşıyadır. Bu durumda, toplumsal alanın sermaye için hazır hale getirilmesi gerekmektedir. Sermaye sınıfı 70’lerden sonra içine girdiği temsiliyet krizini aşmanın bir yolu olarak “yerel”i ön plana çıkaran bir ideolojik açılım yapmış, yereli demokrasinin beşiği ilan etmiş, “toplumsal uzlaşma”, “ortak çıkar”, “katılım” “yerinde yönetim” vb. kavramlardan oluşan bombardımanla önemli ölçüde etkili de olmuştur.

Yeni birikim modeli arayışları, yerel yönetimler söz konusu olduğunda sözü edilen ideolojik açılımı, post-modernizm, post-marksizm, post-fordizm üçlemesi üzerine kurmaktadır. Her üç kavramın ortak yanı aydınlanma karşıtlığıdır.

“Post-modernizmde sanatı ve yaşamı yorumlarken bilinmezlik, tarihsizlik varken, post-marksizm söz konusu olduğunda yine dünyanın bilinememesine bağlı olarak dönüştürme, ilerleme nosyonlarını reddetme biçiminde, post-fordizmde ise üretimin standartlaşmasına, ucuzlamasına, işçi sınıfının varlığına, ilerlemeye, kalkınmaya karşı çıkış olarak kendini göstermektedir.” 3

Katılım, yerinde yönetim, demokrasinin beşiği, toplumsal uzlaşma, ortak çıkar gibi kavramların, toplumu önemli ölçüde etkileyebildiğini söylemiştik. Peki bazı sol çevreler nasıl oluyor da bu ideolojileştirmelerden fazlasıyla etkilenebiliyor? Öncelikle “yerel”in demokrasinin beşiği sayılması türü yönelimlere bakalım. Sınıfsal bakış açısından yoksun sol kesimler, emek-sermaye çelişkisi yerine tarihsel tüm kategorilerden bağımsız olarak bir “kötü” (devlet) tanımlaması yapıyor ve yaşanılan yeri “sivil toplum”un bir parçası olarak görüp daha “demokratik” olduğunu iddia ediyor. Oysa, verili bir alanın analizi yapılmaksızın, o alandaki toplumsal ilişkiler ve çelişkiler ortaya konmaksızın önsel olarak orayı “demokratik” ilan etmek en azından yüzeysel olacaktır. Örneğin, bir aşiret reisinin belirli bir yerellikte tüm oyları belli bir siyasi partiye belki de silah zoruyla yönlendirmesi, ülkemiz için uç bir örnek midir? Bu durumda sözü edilen örneğin “yerel”, olan bitenin de “demokratik” olduğu nasıl söylenebilir? Oysa, yerel yönetimler ve devlet bir bütünün parçalarıdır. Üstelik, bu bütün içinde birincisi ikincisi tarafından daha fazla belirlenmektedir. Konuya bir sonraki bölümde yeniden döneceğiz.

Türkiye’de durum

Kapitalizmin 1970’lerle birlikte girdiği krizin sonucu olarak yeni kâr alanlarına yöneldiği tespitini daha önce yapmıştık. Bu krizle birlikte 1980’lerin sonunda Sosyalist Bloğun çözülüşü, sermayenin kamu hizmeti alanını ticarileştirmesini, işçi sınıfı mücadelesinin de ideolojik siyasi olarak zayıflamasıyla kolaylaştırmıştır. Başta bir deyişle bu süreç, post-modernizm, post-marksizm, post-fordizm üçlemesiyle hem hızlanmış hem de güçlenmiştir.

Uluslararası sermayenin yönlendiriciliğinde gelişen bu ticarileştirme süreci GATS (The General Agreement on Trade in Services – Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) ile süregelmiş, 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü bünyesine taşınmıştır. Böylece, devletin görevi olan iletişim, eğitim, enerji, bankacılık, sağlık, sosyal güvenlik, ulaşım gibi kamu hizmetleri piyasaya devredilmiştir. Bunlar, Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşlar aracılığıyla kredi karşılığı yapılması zorunlu işler olarak ülkelere dayatılmaktadır.

Türkiye kapitalizmi bu sürece 24 Ocak Kararları’yla adım atmış, 12 Eylül darbesiyle uygulama zeminini hazırlamış ve bugün Kamu Yönetimi Reformu ana başlığındaki tanımlanan Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Yerel Yönetim Reformu, Personel Rejimi Yasası ile işin içine tam boy dahil olmaya çalışmaktadır. Yazı çerçevesinde üzerinde duracağımız başlığın yerel boyut olduğunu söyleyerek devam edersek; bu yeniden yapılandırmayla hedeflenen, kamu hizmetlerini ve kentsel alanı yerel yönetimlere devretmek ve bir ara mekanizma olan yerel yönetimler eliyle de tümüyle piyasaya açmaktır. Yerel Yönetimler Reformu kapsamındaki Belediye Kanunu Tasarısı’nın 12. Maddesinde bu açıkça ifade edilmektedir: “Belediye kendisine düşen görevleri, mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir”. Burada belediyelerin görevleri sayılmakta, görevlerin yerine getirilmesinde hemen her fıkrada “işletmek yada işlettirmek” ifadesi kullanılmaktadır. Böylece belediye hizmetleri zamanla ticari hale getirilerek sermayeye devredilecektir.

Tasarı şu pasajlarla devam ediyor:

“Madde 13 – e) Belediye içme veya kullanma suyu tesisleri, havagazı, doğalgaz merkezi, ısıtma tesisleri, toptancı halleri, çöp ve benzeri atıkları bertaraf tesisleri ile belediye sınırları içinde toplu taşıma sistemleri kurmak, kurdurmak ve işlettirmek hak ve imtiyazlarına sahiptir.

h) Belediye, belde hizmetlerini yerine getirmek amacı ile taşınır ve taşınmaz mal almak, iç ve dış borçlanmada bulunmak, gerektiğinde borç almak, vermek, tahvil çıkarmak, bağış kabul etmek, dava açmak, tahkim usulü ile ihtilafları çözmek hak ve yetkisine sahiptir.

o) Belediye, görevleri dahilindeki hizmetleri, özel hukuk kişileri aracılığı ile yerine getirebilir…”

Böylece belediyeler hizmetlerini yalnızca ticarileştirmeyecek, ulusal ve uluslararası sermayeye de, gerek doğrudan gerekse krediler vb. aracılığıyla borçlanarak alan açacaklardır. Mevcut durumda bile belediyelerin, kısılmış kaynaklarla kendi hizmetlerini yerine getiremediği, uluslararası sermaye kurumlarına halihazırda krediler yoluyla ne kadar borçlandıkları düşünülürse, bu yasalarla kendilerine devredilen hizmetleri sunmalarının olanaksızlığı ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla iki seçenekle karşı karşıya kalacaklardır: ticarileşmeyi kendi eliyle, hizmetleri ücret karşılığı satarak gerçekleştirmek veya uluslararası sermayenin kurumlarından kredi almak…

Aynı kanun tasarısının 4. maddesinde “katılım” başlığı altında ise, “Belediye, belde halkının ve sivil toplum kuruluşlarının kamu hizmetlerine iyi yönetişim anlayışı içinde katılmasını teşvik eder, kolaylaştırıcı önlemler alır” denmektedir. Yönetişim kavramıyla ifade edilmek istenen “devlet ve toplum” arasındaki uçurumun açıldığı ve bunun durdurulması gerekliliğidir. Yönetişim uygulamasından kasıt, özel sektör, STK ve bürokrasinin temsilcilerinden oluşan bir modelin uygulanmasıdır. Burada belirleyici olan elbette sermayedir.

Özellikle ülkemizde ilgili çevreler katılım ilişkisinde emekçi – halk tarafının bulunmadığı saptaması üzerinden çözümleme yapmaktadırlar.

“…Katılma ilişkisi yönetilenlerle devlet arasında bir ilişkidir. Taraflardan birinin bulunmadığı ya da bir tarafın ötekini etkilemesinin tümüyle olanaksız olduğu ortamlarda, bir ilişki de söz konusu olamaz.”4

Katılım, ancak işçi sınıfının toplumsal örgütlenmesi aracılığıyla iktidara etki etmesi ile mümkündür. Sınıfı içermeyen bir katılımcılık mümkün değildir.

“Sorun klasik katılım biçimleri ile (belediye meclisi vb) bir tarafın (emekçiler) ötekini (devlet)- devletin çizdiği sınırlar dışında – etkilemesinin olanaksız olmasıdır. Bu olanaksızlık, bir ‘olanaklılık yanılsaması’ olarak yeniden üretildiğinde Türkiyeli solcuların, emekçi kesimleri başka bir toplum projesine yönlendirmeleri olanaksız hale gelir.5 ” Dolayısıyla, kapitalizmin belirlediği koşullarda “katılım”, “yerinde yönetim” ,”toplumsal uyum” gibi kavramlarla yerel iktidarlar peşinde olan çevreler, yukarıda açıkça görülen bir biçimde, bu alanları bir biçimiyle sermayeye açmak zorunda kalacaklar, böylece aracı konumuna düşeceklerdir.

Son zamanlarda sıkça işittiğimiz “dünya başkenti” Ankara, “dünya şehri” İstanbul söylemi, buraların sermaye sınıfına peşkeş çekilmesini anlatmaktadır ve ancak bu ölçüde “dünya şehri” olunabilmektedir. Kentlerin tarihsel ve kültürel değerleri, ancak değişim değerini artırdığı ölçüde anlam kazanmaktadır. Daha açığı burjuvazi kentleri bir kez daha soyutlayarak ona bir değişim değeri atfetmektedir. Farklı olan bu değişim değerinde insanların özgül ağırlığı artmıştır. İnsanlar artık kentli değil müşteridir. Parası olan, sınırları içerisinde tüm demokratik haklardan faydalanır. Elbette hizmetlerden de…

Solun soldan uzaklaştığını, solculuğunu terk etmeye başladığını anlamamıza yarayan bir kavram olan “toplumsal uzlaşma” bütün direnç noktalarının enerjisini boşaltmış, sermaye sınıfının dikensiz bir gül bahçesinde istediği gibi sömürmesine olanak tanımıştır. Sendika liderleri birer toplumsal uzlaşmacı kesilmişler, ortak çıkardan bahseder hale gelmişlerdir. Yani patronların kâr marjlarını yükseltme isteğinden başka gerçek bir anlamı olmayan “toplumsal uzlaşma”, özellikle Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra hikmet aranır bir hale gelmiştir.

Bu koşullarda, yerelleşmenin bir demokratikleşme süreci olduğunu iddia etmek ise ancak kapitalizmin ideolojileştirmesinin parçası olmakla sonuçlanabilir. Buradaki demokratikleşme ancak sermayenin sınırları içinde onun demokrasisi olarak kalacaktır.

Günümüzde mücadele dinamikleri

Bütün bu anlatılanlardan sonra “yerel” önemsiz midir diye bir soru olursa, buna cevabımız kuşkusuz hayır olacaktır! Kentler, bir yandan emeğin yeniden üretildiği, bir yandan da sermayenin kârını maksimize ettiği alanlardır. Emeğin yeniden üretilmesi barınma, eğitim, sağlık gibi fiziksel koşulların ötesinde ideolojik olarak da yeniden üretilmesidir.

Emeğin yeniden üretildiği alan işçi sınıfının yaşadığı alandır. Artık işçiler çalıştıkları fabrikanın kenarında oturmuyorlar. Bir yandan sınıf içinde farklılaşmalar olurken diğer yandan teknolojik gelişme ile birlikte farklı alanlarda çalışan bir çok insan aynı mekanı paylaşıyor; işsizinden, mavi yakalısına, kamu emekçisine kadar işçi sınıfının bütünü yaşadıkları alanlarda ideolojik etkilenim altındadır. Yani ideolojik mücadele daha önem kazanmıştır. Kastedilen sınıfsallıktan ürettiğimiz söylemlerimizi toplumsal formasyonun tümüne yöneltmemiz gerektiğidir; ve ancak çeşitli dolayımlarla mümkündür. Bu da öncelikle kentsel alanda işçi sınıfını kuşatmış ve her anlamda nüfuz etmiş olan ideolojik, siyasi yapılanmaya sosyalist ideoloji yoluyla müdahale etmekten geçer. Çünkü sermaye-emek çelişkisinde işçi sınıfı da toplumun diğer kesimleri gibi toplumsal oluşumun bütünü tarafından belirlenmektedir.

Sosyalistler, sermayenin kendi içindeki mücadeleye taraf olmayı bir kenara bırakarak, sermayenin egemenliğine karşı işçi sınıfı mücadelesini öne çıkarmalıdır. Bunu yaparken de emeğin yeniden üretimi süreciyle (gerek fiziksel koşulların gerekse ideolojik yeniden üretim), sosyalizm programı arasındaki bağları kurarak, kentsel mekanda sürekli, kalıcı ideolojik siyasi girdiler yapmalıdırlar.

 

Dipnotlar

  1. Manuel Castells; Kent Sınıf İktidar; s. 212
  2. Metin Çulhaoğlu; Varoşlar ve Kent Yoksulluğu: Sınıf Mücadelesinde Mekan ve Bütünlük Sorunları; Sosyalist Politika; Sayı 10; Eylül 1996; s. 89.
  3. Ceyda Işık; Sosyalist Politika; Sayı:3; Aralık 1994; s: 79.
  4. Cem Eroğul; “Devlet Yönetimine Katılma Hakkı”; İmge Yayınevi; 1991; s.228
  5. Ceyda Işık; Sosyalist Politika; Mart 1999; s.57