TBKP Programı Hangi Yenilikleri Getiriyor?

Son günlerin en çok tartışılan konularından biri, hiç kuşkusuz, TBKP Program Tasarısı. Bunun böyle olmasının nedeni de, sanırım tasarının -Mehmet Ali Aybar’ın “güler yüzlü sosyalizm”e ilişkin kimi tezlerini saymazsak- Türkiye solu açısından taşıdığı yenilikler. TBKP Program Tasarısı üzerine, Türkiye’de yayınlanan dergilerde  -yeterli sayıda olmasa bile- hayli yazı yayınlandı. Ama görüldüğü kadarıyla, bunların arasında en ilginci Gün dergisinin Nisan 88 tarihli 38. sayısında yer alan yazıydı.1

Taşıdığı bu özellik nedeniyle, Gün‘deki yazıyı incelemeyi gerekli görüyorum. Yalnız, hemen belirteyim ki, bu inceleme Gün tarafından ileri sürülen tezleri doğrudan çürütmeyi amaçlamayıp, daha çok teoriye getirilen “yenilikleri” göstermeyi amaçlıyor. Dolayısıyla, inceleme, Marksizm’in-Leninizm’in kurucularına sık sık atıfta bulunuyor. Yazıda ve TBKP Program Tasarısı’nda öne sürülen tezlerin tek tek, ayrıntılı biçimde ve ayrı yazılar halinde incelenmesi ise, yaşanılan büyük önem taşıyor.

Gün‘deki yazıyı ilginç kılan unsurlardan birisi, yazının program tasarısını savunmasına karşın, herhalde bu savununun yetersiz kalma olasılığına karşılık “işi sağlama almak” için, hareketin yargılanmasında programın temel alınmaması gerektiğini söylemesi: “Nasıl ki bir politik hareket sınıf savaşımıyla özdeşleşemeyen bir programla kendisini kandırmayı sürdüremezse, başkaları da yalnızca programıyla o hareketi yargılayamazlar.

Kısacası şu: Program her şey demek değildir. Bu madalyonun arkasında ise, şöyle yazılı: Program hiçbir şey demek de değildir.”2 Programın her şeyle hiçbir şey arasında bir şey olduğunun anlaşıldığı bu “açık” ifadeye ilerde yeniden döneceğiz. Şimdi yazının savunu kısmına geçelim.

Teoride Yaratıcılık?

Yazının savunu kısmı, yine “işi sağlama almayı” amaçlayan bir anlatımla başlıyor. Marksizm-Leninizm’in donmuş bir öğreti olmadığı, diyalektik materyalizmin yaşayan gerçekliği yakalamak olduğu, uzun uzun anlatılıyor. TBKP’nin de yeni program tasarısıyla bu yeteneği gösterdiği belirtiliyor: “Bilimsel sosyalist hareket, Marksizm’in ve Leninizm’in evrensel özüyle 1970’lerin hemen başında buluşmuş, ancak bütünleşmesini 12 Mart döneminin ertesinde tamamlanmıştır. Teorinin özündeki değişme dinamiğini kavrama ve kendini bu değişime uyumlaştırma yetisini ise, içinde bulunduğumuz dönemde kazanmaktadır.”3

Yazı gerçekten “sağlam” bir önerme getiriyor; çünkü Marksizm-Leninizm’in bir dogma olmadığını bizzat Marx ve Lenin söylüyor. Ne var ki bu konuda, revizyonistlerle bilimsel sosyalistleri ayırdeden önemli bir ölçüt var. O da, teoride yenilik yaparken Marksizm-Leninizm’in “dar sınıfsal bakış”ını yitirmemek. Ayrıca Marksist-Leninist teoride değişiklik yapanların, yaptıkları değişikliği haklı göstermeleri için sağlam kanıtlar getirmeleri gerekiyor; çünkü politik mücadele varsayımlara değil, gerçeklere dayanmaktadır. Görebildiğimiz kadarıyla ise, TBKP söz konusu ölçütü -sınıfsal bakışı- terketmeyi baştan bir gereklilik sayıyor. Ayrıca programın teoriye getirdiği yenilikler için sağlam ve ayrıntılı kanıtlar da getirilmiyor. Program tasarısında, “ulusal sanayiye katkıda bulunan işadamları”, “oligarşi”, “çoğulcu sosyalizm”, “demokrasi güçleri” vb. kavramlar ve teoriye getirilen “yenilikler”, ne programda ne de başka belge ve yazılarda ayrıntılı bir şekilde incelenip, kanıtlanmıyor. Ne TBKP Program Tasarısı’nda, ne de onu savunan yazılarda, kanıtlama gereği hissedilmeyip, desteksiz bir iyi niyet havası estiriliyor. Bu iyi niyet havası TBKP’nin kendine ilişkin değerlendirmelere de hakim. İşte bir örnek: “TBKP, böylelikle Ortodoksluktan ayrılmadığı gibi, Ortodoksluğu yeni politik kültürün jandarması olarak da görmüyor.”4 Bütün bu ifadelerden TBKP’nin gerçekten de çok “marifetli” olduğu anlaşılıyor.

Proletarya Diktatörlüğü Neymiş?

Yazıya göre, TBKP proletarya diktatörlüğünü hala savunuyor: “Proletarya diktatörlüğü, özünden ve değerinden bir şey yitirmiş değildir. TBKP Program Tasarısı’nın da böyle bir lüksü olmadığı görülüyor. Ne var ki, proletarya diktatörlüğünün bir iktidar biçimi olarak (italikler benim-C.G.) yeni özellikler kazanması, teorik yenilenmeyi zorlayabilir.”5 Yazıyı okumayı sürdürdüğümüzde bu yenilenmenin gerçekten de zorlandığı görülüyor: “Barış ve Demokratik Yenilenme Programı… Teorik içeriği boşaltılarak, yalnızca kendi öznelliğini açıklamak için kullanılmaya başlamış olan “politik çoğunluk” kavramını, sayısal çoğunluğu kazanmayı da amaçlamakla ve çoğulculuğu öngörmekle de birleştiriyor.”6 Böylece anlaşılıyor ki, TBKP’nin proletarya diktatörlüğüne getirdiği yenilik “çoğulculuk”un öngörülmesi. Çoğulculuktan anlaşılan ise, TBKP Program Tasarısı’nın yazdığına göre sosyalizmi kabul etmeyen akımlara da siyasi örgütlenme hakkını verilmesi. Bu akımlar arasında, TBKP’nin bugün demokrasi güçleri arasında saydığı DYP ve RP gibi akımlar da var. Kısacası, burjuvaziye sosyalizmde örgütlenme hakkı öngörülüyor.

Proletarya diktatörlüğünün ne olup olmadığının tartışılmasına, bir kabalaştırmayı düzelterek başlamak gerekiyor. Proletarya diktatörlüğü bir iktidar biçimi değil, kapitalizmden sosyalizme geçiş sırasında sosyal devletin içeriğidir. Sosyalist devlet ise proletaryanın iktidarını yürütmesinin bir aracıdır.

Marksist devlet teorisi, devletin biçiminin ve içeriğinin ayırt edilmesini içeriyor. Örneklersek monarşi, burjuva demokrasisi ve faşizm devlet biçimlerini ifade ediyor. Oysa ki, hem burjuva demokrasisinin, hem de faşizmin sınıfsal içeriği aynı: Burjuvazinin diktatörlüğü. Benzer şekilde, Sovyetler ya da halk demokrasileri de devlet biçimlerini ifade ediyor. Ama bunların sınıfsal içeriği aynı: Proletarya diktatörlüğü. Konunun önemi şurada ki, proletarya diktatörlüğünün bir iktidar biçimi olarak kabul edilmesi, ileride proletarya diktatörlüğünün -“ortodoksluğun” kanıtlanması için bile olsa- savunulmayıp, toptan reddedilmesi için açık kapı bırakıyor. Ayrıca “iktidarın biçimi” gibi anlamsız bir kavram kargaşasına yol açıyor.

TBKP’nin konuya getirdiği yeniliği anlayabilmek için, Marksizm-Leninizm’in klasiklerine atıfta bulunmak gerekiyor. Lenin, Bolşevikleri sayısal çoğunluğa aldırmamakla, Kurucu Meclis’i dağıtmakla, burjuvaziye karşı gereksiz şiddet kullanmakla vb. suçlayan eski Marksist Kautsky’e karşı yazdığı Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky adlı kitabında konuyu ayrıntılı bir şekilde inceliyor. Başlarda, proletarya diktatörlüğünün Marksist teori açısından taşıdığı önem vurgulanıyor: “Ama her şeye karşın Kautsky’nin broşürünün başlığı Proletarya Diktatörlüğü’dür. Marx’ın doktrininin asıl özünün bu olduğunu herkes bilir.”7 Proletarya diktatörlüğünün Marksist teori açısından taşıdığı önem böylece vurgulandıktan sonra proletarya diktatörlüğünün ne olduğu anlatılıyor. “Diktatörlük doğrudan zora dayanan, hiçbir yasanın sınırlamadığı bir yönetimdir.

“Proletaryanın devrimci diktatörlüğü burjuvaziye karşı proletarya tarafından zor kullanılarak kazanılmış, zor kullanılarak sürdürülen ve hiçbir yasanın sınırlamadığı bir yönetimdir.”8

Burada bir parantez açmak zorunlu. Kapitalist toplumlarda burjuvazi bazı koşullarda işçi sınıfına bazı haklar tanımak durumunda kalabiliyor. Örneğin, Batı Avrupa’da komünist partiler kurulabiliyor, sendikal özgürlükler var vb.9 Oysa ki, sosyalist toplumda işçi sınıfının böyle bir lükse sahip olma şansı yok. Bunun nedenleri -ki bu nedenler aynı zamanda proletarya diktatörlüğünün niçin gerekli görüldüğünün de nedenleridir- Marksizme göre şöyle:

1-Burjuvazi, işçi sınıfı iktidarı alıp kendisini mülksüzleştirmeye başladığı, yani ‘elindeki cenneti’ yitirdiği için öfkelenir. Bu konuda burjuvaziden anlayış beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır.

2- Bu nedenle burjuvazi elindeki tüm olanaklarla proletarya iktidarına karşı savaş açar. Bu savaşta ise proletaryaya göre bazı avantajları vardır:

-Mali gücü hala vardır, çünkü bu bir gecede burjuvazinin elinden alınamaz.

-Bürokrat ve asker kadrolarla yakın ilişkileri hala vardır. Devlet yönetme ve askerlik sanatını proletaryadan daha iyi bilmektedirler.

-Uluslararası sermaye ve onun örgütleriyle bağlantıları vardır. Bu bağlantıların ne kadar önemli olabileceği yakın geçmişte iki örnekle -Şili ve Afganistan- bir kere daha doğrulanmıştır.

-Burjuvazinin küçük burjuva yığınlar ve hatta işçi sınıfının bazı kesimleri üzerindeki ideolojik etkisi hala sürmektedir. Tarihsel materyalizmi yalnızca el kitaplarından okumuş olanlar bile, ideolojinin üretim ilişkilerine göre daha geç değiştiğini ve yeni bir toplumsal sistemde de varlığını şu ya da bu ölçüde ve uzun bir süre koruduğunu bilirler. Kaldı ki, kapitalist üretim ilişkileri de devrimden sonra bir gecede ortadan kaldırılamazlar. Bunun yapılması bir tarihsel dönemin tümünü kapsar. Bu arada kapitalist üretim ilişkileri burjuva ideolojisini yeniden üretmeye devam ederler.

-Bütün bu nedenlerden dolayı küçük burjuvazi yalpalar; birgün işçi sınıfının peşinden gider, ertesi gün ise burjuvazinin.

3- Bütün bunlara şu eklenmelidir: Burjuvazi, bir sınıf olarak kendisini yok etmedikçe proletaryayı ortadan kaldıramaz. Onunla yan yana yaşamak zorundadır. Oysa ki, proletarya sınıfsız topluma geçmek için burjuvaziyi ve onunla birlikte bir sınıf olarak kendisini ortadan kaldırmak durumundadır. İşte bu nedenle de, sosyalist demokrasi burjuva demokrasisinin içerdiği kimi “özgürlükleri” içermemek durumundadır.

Parantezi kapayarak, yine Proletarya Diktatörlüğü ve Dönek Kautsky adlı yapıta dönüyorum.

Lenin, Kautsky’nin, bu konuda Marx ve Engels’in farklı düşündüğünü kanıtlamak için yaptığı tahrifatı sergilemek amacıyla, Marx ve Engels’ten alıntılar yapıyor. Alıntılara geçmeden önce, Lenin’in yapılan tahrifat konusundaki sözlerini aktarmayı uygun buluyorum (okuyucu, burada kendisine “aşina” gelen bir şeyler bulabilir). “Kautsky, diktatörlük sözcüğünün, sözcük anlamında, tek bir kişinin diktatörlüğü anlamına geldiği biçimindeki apaçık saçmalığı ortaya koyarak, önce bir el çabukluğu yapmış, sonra bundan aldığı güçle, Marx’ın sınıf diktatörlüğüne ilişkin sözlerinin ‘bu yüzden’ sözcük anlamında kullanılmadığını (yalnız bir sözünde diktatörlüğün kullanıldığını, onun da devrimci zor kullanma anlamında değil, burjuva demokrasisi altında çoğunluğu ‘barışçı’ yoldan kazanma anlamına geldiğini) söylemiştir.”10 Engels’ten yapılan alıntılardan biri ise şöyle: “Bu baylar” (otorite aleyhtarları) “hiç devrim görmüşler midir yaşamlarında? Elbette, devrim olanaklı olan en otoriter şeydir; nüfusun bir kısmının, tüfek, süngü ve top gibi söz uygun düşerse, otoriter araçlar kullanarak, kendi istemini nüfusun öteki kısmına zorla kabul ettirdiği bir eylemdir. Yenen taraf, egemenliğini, silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla sürdürmek zorundadır.”11 Görüldüğü gibi, Engels’in sözleri yalnız proletarya diktatörlüğünün niteliğiyle ilgili değil; aynı zamanda, nüfusun çoğunluğu sorununa ilişkin ipuçlarını da içeriyor. Diğer alıntıyla devam edelim. “Devlet, proletaryanın, düşmanlarına karşı kuvvete dayanarak baskıyı örgütlemek için, savaşımda, devrimde kullanmak zorunda olduğu geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halk devletinden sözetmek tam bir saçmalıktır. Proletarya devriminden sonra da devlete gereksinim duyacaksa, bunu özgürlük adına değil düşmanlarını baskı altında tutmak için duyacaktır. Ve özgürlükten söz etmenin olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak varolmaktan çıkar.” (Engels’in Bebel’e mektubu, 28 Mart 1875). Oldukça açık. Marksizm’in kurucuları proletarya diktatörlüğünde burjuvaziye siyasi örgütlenme özgürlüğünün tanınmasını öngörmüyorlar. Buradan, Gün yazarının ve TBKP Program Tasarısı’nın gerçekten de “yenilik” getirdiği anlaşılıyor. O halde, birbirine bağlı sorunun yanıtı verilmek durumundadır: Gün yazarı, proletarya diktatörlüğünü, Marksizm-Leninizm’in kurucularına göre farklı bir şekilde mi yorumlamaktadır, yoksa artık proletarya diktatörlüğü gerekli değil midir? Kim bilir, belki burjuvazi de “eski” özellikleri yitirmiş ve TBKP gibi “dar sınıfsal bakışı” terk ederek, “yeni bir düşünce tarzı” benimsemiştir.

Sayısal Çoğunluk

Önce şunu belirterek başlayalım: Gün yazarı konuya Marksist bir açıdan değil, biçimsel açıdan (daha doğrusu liberal açıdan) yaklaşmaktadır. Üstelik bu yalnız yazılar için geçerli de değildir. Referandumda evet oyu verilmesini savunan bir yazıda şu satırlar yer almaktadır. “Yasaklar keyfidir ve anti-demokratiktir. Eğer hukukun üstünlüğü demokrasinin vazgeçilmez koşulu ise, böyle bir yasaklamanın (liderlerin siyaset yasağı C.G.) olmaması gerekir. Türkeş örneği burada ayrıntıdır. Demokrasi bir bütündür ve çifte standartlara demokrasilerde yer yoktur.”12 Oysa ki, “Bir liberal için ‘demokrasiden’ genel olarak söz etmek doğaldır. Ama bir Marksist şunu sormayı hiçbir zaman unutmaz: ‘hangi sınıf için?'”13 Eğer Gün dergisi, burjuva demokrasisinin ya da liberalizmin sesi olsaydı, bu yazılanların üzerinde durulmayabilirdi. Ama Gün dergisi Ortodoksluğu elden bırakmadığına ve üstelik sayısal çoğunluğu Lenin’in de savunduğunu kanıtlamaya çalıştığına göre, bizim de Lenin’e atıfta bulunmamız zorunlu:

“(Önce, özel mülkiyet hâlâ varken, sermayenin yönetim ve boyunduruğu hala sürerken, bırakın nüfusun çoğunluğu, kendilerini proletarya partisinin yandaşı olarak tanıtsınlar. Ve ancak ondan sonra parti devlet iktidarını ele geçirebilir ve geçirmelidir.)” Kendilerine sosyalist diyenler, gerçekte burjuvazinin uşakları olan küçük burjuva demokratları böyle söylüyorlar.

“Oysa biz (Bırakın devrimci proletarya burjuvaziyi yıksın, sermayenin boyunduruğunu kırsın, burjuvazinin devlet aracını ezsin, ondan sonra zafer kazanmış proletarya sömürücüler pahasına, proleter olmayan emekçi halkın gereksinmelerini karşılayarak, böylece onların çoğunluğunun destek ve sempatisini düzenli biçimde kazanabilecektir) diyoruz.”14

Bunun nedeni ise şu: Genel olarak sömürü toplumlarında bilinç eşitsiz gelişir. Yani toplumun farklı kısımları farklı zamanlarda ve farklı düzeylerde bilinçlenir; çünkü eğitim görmek, kitap okuyabilmek vb. belirli bir mali gücü ve boş zamanı gerektirir. Ayrıca, burjuva ideolojisi, sosyalist ideolojiden, köken bakımından çok daha eskidir. Çok daha gelişmiştir ve burjuvazi egemen sınıf olduğu için çok daha fazla yayılma şansına sahiptir. Bu durum, Lenin’in yukarıda alıntı yapılan yazısında da tartışılmıştır.

“Küçük burjuva demokratları, onların bugünkü belli başlı temsilcileri, ‘sosyalistler’ ve ‘sosyal-demokratlar’, emekçi halkın, kapitalizm altında, yüksek düzeyde sınıfsal bilince varabileceğini, dayanıklı bir kişilik geliştirebileceğini, yüksek bir algılama gücünü kazanabileceğini ve belirli bir sınıf ya da belirli bir partiyi izleyerek, uzun kavga denemelerinden geçmeden yalnız oylama ile ya da önceden karar verebilme olanağı sağlayacak zaman, bu imgeden önce kendileri korkmalıdır.

“Bu salt bir düştür. Bu Kautsky, Longuet ve McDonald türünde bilgiçlik taslayan ve duygusal sosyalistlerin uydurdukları duygusal bir öyküdür.

“Kapitalizm, eğer bir yandan yığınları ayaklar altında çiğnenmiş, ezilmiş, korkutulmuş varlık olmaya, anlaşmazlığa (kırsal bölge!) ve boşvermişliğe tutsak etmeseydi ve diğer yandan, burjuvazinin elinde, yığınların ve emekçi halkın gözünü boyamak ve akıllarının etkinliğini azaltmak vb. amaçlar için dev gibi yalan dolan aracı vermeseydi zaten kapitalizm, kapitalizm olmazdı.”15 Emperyalizm döneminde bilimsel-teknik devrimin meydana gelmesiyle ve kitle iletişim araçlarının (özellikle de TV) devreye girmesiyle ise, bu “yalan dolan aracı” çok daha yetkinleşmiş, nerdeyse toplu beyin yıkama çağı denilebilecek bir döneme girilmiştir. Emperyalist yığın kültürü, hem emperyalist ülkelerde, hem emperyalizme bağımlı ülkelerde (hatta, Gorbaçov’un belirttiğine göre, bir ölçüde sosyalist ülkelerde) kitleleri etkisi altına almıştır. Bu durum, bilincin eşitsiz gelişmesi olgusunu had safhaya çıkarmıştır. Ülkemizde, televizyonun köylere kadar girdiğini, oysa ki buralara burjuva demokrat basının bile ulaşamadığını düşünecek olursak, manzaranın ciddiliği iyice ortaya çıkmaktadır. Bütün bunlara ek olarak, köylülüğün -örneğin, Rusya’daki gibi- devrimci geleneklere sahip olmayıp, geleneksel olarak cahil, anti-komünist ve dinsel önyargılara sahip olduğu ve sağ partilerin oy deposunu oluşturduğu; burjuvazinin ise (‘ulusal sanayiciler’ de dahil) burjuva demokrasisinin kırıntılarına bile tahammül edemediği bir ülkede, Avrupa havası teneffüs etmemiş sosyalistler “sayısal çoğunluk” kavramın anlamakta zorlanırlarsa, Gün yazarı buna şaşmamalıdır. Herhalde Türkiye sosyalistleri henüz “gerçekçi” politika yapmayı öğrenememişlerdir!..

Gerçekçi Politika Yapmak

Yazıdaki, TBKP Program Tasarısı’na ilişkin temel argümanlardan biri de “gerçekçi politika yapmak”. “Ülkedeki politik güçler oranı, bağımlı-tekelci militarist oligarşiyi kesin yenilgiye uğratma, ekonomide ve iktidar yapısında devrimci dönüşümlere yönelme hedefleri ile mücadeleyi gerçekçi kıldığında, Barış ve Demokratik Yenilenme stratejik aşaması tamamlanmış olacak ve Komünist Partisi bu durumda stratejik amaç ve görevleri yeniden belirleyecektir.”16 Yani, devrimci dönüşümlere yönelme hedefleri ile mücadele olanaklı görülmemektedir. Üstelik, TBKP Program Tasarısı’nda, Marksist-Leninist partilerin devrim durumu oluşuncaya kadar oturup bekleyemeyeceği ve inisiyatifli politika yapılması gerektiği belirtilmektedir. Gün yazarına sormak gerekir. Acaba bilimsel sosyalistlerin mücadele anlayışlarıyla, sosyal demokratlarınkini ayıran nedir? Acaba Bolşevikler devrimci dönüşümlere yönelme hedefleriyle mücadeleyi asla terketmedikleri için inisiyatifsiz politika mı yapmışlardır? Belki Lenin’in şu sözleri konuyu biraz aydınlatabilir: “Özlemi duyulacak olan mücadele, mümkün olan mücadeledir ve mümkün olan mücadele belli bir anda verilmekte olan mücadeledir. Bu, kendini pasif olarak kendiliğinden-gelmeliğe uyduran sınırsız oportünizm eğiliminin ta kendisidir.”17

Program Önemli midir?

Yazının başlarında, program konusuna yeniden döneceğimizi belirtmiştik. Gün yazarı da aynı şeyi yapmış ve yazısının sonlarına Marx’tan bir alıntı koymuş. “İleriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme, bir düzine programdan daha önemlidir.”18 Bir yazar ya da filozof (tam anımsamıyorum) şöyle bir söz söylemiş: Tarihte, daha önce söylenmemiş hiçbir söz yoktur. Sanırım aynı şey kimi “yenilikçi” tezler için de geçerli; çünkü yazının başından beri gördüğümüz gibi, tartışılanlar hep geçmişte de tartışılmış şeyler. Aynı şey, Marx’tan yapılan alıntıyla savunulan tez için de geçerli: “Böylece, fikrin donup kalmasına vb. karşı yukarı perdeden söylemiş cümleleri, teorik düşüncenin gelişmesi konusunda ilgisizliğin ve zavallılığın izlediğini görmekteyiz…Hareketin pratik öneminden ve pratik başarılarından ötürü, pek az teorik eğitimi olan, giderek teorik eğitimden tamamen yoksun bulunan birçok kimse harekete katılmışlardır. Bundan Raboçeyo Dyelo’nun19 , bir zafer edasıyla, Marx’ın gerçek harekette her adım, bir düzine programdan daha önemlidir yolundaki sözlerini aktarmasının ne kadar yanlış bir tutum olduğunu anlayabiliriz. Bir teorik kargaşalık döneminde Marx’ın bu sözlerini tekrarlamak, bir cenazede gözü yaşlı kadınları gözünüz aydın diye kutlamaya benzer. Üstelik Marx’ın bu sözleri ilkeler bölümünde eklektisizmi sert bir şekilde eleştirdiği Gotha Programı’ndan alınmadır. Marx, hareketin liderlerine eğer birleşeceksiniz hareketin pratik yararları için aranızda anlaşın, ama asla teorik tavizlerde bulunmayın diye yazmıştı. Gene de aramızda onun adına teorinin önemini küçültmeye çalışanlar var.” 20

Burada program tartışmasına ayrıntılı bir şekilde girmek istemiyorum. Yalnızca şunu belirtmek istiyorum: Devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz. Eğer olabilseydi Marksist partiler, üzerinde yoğun tartışmaların, mücadelelerin yapıldığı programlar değil, pratik çalışma kılavuzları hazırlarlardı.

TBKP Program Tasarısı savunurlarına önerim ya tasarıyı ciddi bir şekilde, gerekçeleriyle savunmaları ya da bunun bir pratik çalışmalar kılavuzundan başka bir şey olmadığını söylemeleridir. Hem yeni açılımlar adı altında büyük teorik atılım havarisi kesilmek, hem de programın pek önemli olmadığını söylemek, en azından dürüst bir tutum olmaz.

Bugün Türkiye geleneksel solunda iki çizgi çok belirgin biçimde netleşmeye başlamıştır. Bunlardan biri, son ‘açılımlarıyla’ tam boy reformizmi benimseyen çizgi, diğeri ise sosyalizmin radikal geleneklerine sahip çıkan çizgidir. Yazılması gereken, ilkesiz birlikteliklerine kapılmayarak gerek bu iki çizgi arasında, gerekse çizgilerin kendi içinde bir oturmuşluğa yönelmektir. 12 Eylül sonrasında bilimsel sosyalizme yapılan ideolojik saldırılar (sivil toplumculuk, alternatifçilik vb. son olarak da TBKP Program Tasarısı) ve bunların yarattığı “teorik kargaşalık dönemi” daha yoğun müdahaleyi gerektirmektedir. Türkiye bilimsel sosyalistleri için öncelikli görev budur….

Dipnotlar

  1. Bu yazı yazıldığında henüz Yeni Açılım dergisi çıkmamıştı.
  2. Cömert Seçkin; “TBKP Program Tasarısı’na Bakmak” Gün Dergisi, sayı: 38, Nisan ’88, s.26
  3. agm. s.27
  4. agm. s.27
  5. agm. s.27
  6. agm. s.28
  7. V. Lenin; Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s.81
  8. age. s.85
  9. Kuşkusuz, bu “özgürlükler” düzen sınırları içinde kalmak şartıyla geçerlidir. Ayrıca, ciddi siyasi bunalım dönemlerinde bunlar derhal hiçe sayılır.
  10. age. s.85
  11. age. s.89, (Marx ve Engels Eserleri, cilt I, Moskova, 1962, s.639)
  12. “Referandumda Niçin Evet?” (Gündem yazısı) Gün Dergisi, sayı:30, Ağustos ’87, s.3
  13. V. İ. Lenin, age. s.83
  14. V. İ. Lenin, “Kurucu Meclis Seçimleri ve Proletarya Diktatörlüğü Teorisi” içinde Tan yayınları, s.62-63
  15. V. İ. Lenin, age. s.55
  16. Cömert S.; “TBKP Program Tasarısı” Gün Dergisi, sayı:38, Nisan ’88, s.28
  17. V. İ. Lenin, Ne Yapılmalı?, Evren Yayınları, s.64
  18. Marx’ın, Gotha Programı’nın Eleştirisi’yle ilgili olarak Bracke’ye yazdığı mektup. Aktaran Gün Dergisi, s.28-29
  19. Raboçeyo Dyelo: Ekonomist bir dergi.
  20. age. s.32-33
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×