Tek Ülkede Sosyalizm ve Eşitsiz Gelişme

19. yüzyılda Rusya, Rus aydınları için “büyük ve kutsal bir ana”, Marx ve Engels için ise olsa olsa Avrupa’da düzenin jandarması ya da gericiliğin bir numaralı kalesiydi. Yine de tarihin bir cilvesi olarak ilk sosyalist ülke olma şerefi, “şu köylü” Rusya’nın oldu.

Kapitalizmin gelişme dinamikleri hakkında soyut ve evrensel bir model geliştiren Marx, Rusya söz konusu olduğunda bir parantez açma gereğini hissediyor ve geliştirdiği şemaların her ülke özeline “motamot” uygulanamayacağını, her ülkenin kendi gelişimi çerçevesinde ele alınması gerektiğini vurguluyordu. Rusya içerdiği “birikmiş” toplumsal çelişkileriyle Avrupa’da bir huzursuzluk kaynağı olabilir, özellikle 1871 Komün yenilgisinden sonra belli bir dengeye ulaşmış bulunan Avrupa’yı hareketlendirebilirdi. Ama bunun önündeki en önemli engel, Avrupa’daki hemen her ilerici ayaklanmayı acımasızca bastıran Çarlık otokrasisiydi. Bu noktada Rus devrimcilerine biçilen misyon, Avrupa proletaryasının önünü bu “heyula”dan temizlemek olarak belirginleşiyordu. İşçi sınıfı en azından Avrupa’nın bir kaç önemli merkezinde devrimini yaptıktan sonra, Rusya’da kır komünü (obşçina) eğer hala varlığını sürdürüyor olursa, bu durumda, Rusya kapitalist aşamayı yaşamadan sosyalizme geçebilecekti. Rusya’ya bunun ötesinde bir şans tanınmıyordu.

Marx, önceleri Fransa’yı, Komün yenilgisinden sonra ise Almanya’yı, devrimin patlak vereceği mekanlar olarak görmüştü. Ancak buradan Marx’ın Fransa’yı ya da Almanya’yı kapitalist sistemden koparılmaya aday birer “zayıf halka” olarak gördüğü sonucunu çıkarmamak gerek. Marx, bu ülkeleri daha çok, devrimin üretildiği ve ihraç edildiği yerler olarak değerlendirmişti. Marx ve Engels Avrupa’da herhangi bir an ve mekanda, yaklaşmakta olan herhangi bir devrimin gelişimini öngörebilmek için, o zamana kadar Avrupa’da yaşanmış olan devrim modellerine baktılar. Önlerinde 1789, 1820, 1830 ve 1848 devrimleri ve onların getirdiği tarihsel malzeme vardı. 1789, 1830 ve 1848 devrimleri Fransa merkezli olarak başlamış ve hemen bütün Avrupa’yı sarsmıştı. Tek istisnayı oluşturan 1820 devrimleri de, Fransa merkezli olmamalarına karşın yine birden çok ülkeyi yakalamış, Portekiz, İspanya ve Napoli’ye liberal anayasalar getirmişti. 1871 sonrasında Avrupa’nın gitgide statükocu bir konuma oturması ve Rusya’nın gözle görülür bir hareketliliğe girmesi üzerine, gözler doğuya çevriliyor ve devrimin merkezinin bir kez daha kaydığı tespiti yapılıyordu.

Devrimin merkezinin önce Fransa ve sonra Almanya olarak belirlenmesi, bütün bunlar bize Marx’ın siyaset alanına her girişte, eşitsiz gelişim yasasına ne kadar sağlıklı bir biçimde yaklaştığını göstermeye yetecektir. Marx, hiç bir zaman kapitalizmin gelişmişlik düzeyi ile sosyalist devrimin yaklaşması arasında doğrudan bir bağ kurmuyor ve devrimin merkezini her zaman Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin siyasi olarak en “sorunlu” olanında, en oturmamışında görüyordu.

Aynı düşünce mekanizmasını Kautsky’de de görmek ilginç olacaktır. Kautsky, daha 1902’de Iskra‘da yayınlanan “Slavlar ve Devrim” isimli makalesinde Rusya’nın gündeminde bir burjuva devriminin bulunduğunu, ancak toprak bir kez hareketlendiğinde devrimin kendisini burjuva hedefleriyle sınırlı tutamayacağını ve “daha ilerilere” gitmek zorunda kalacağını söylüyordu. Kautsky, Marx’ın Manifesto‘da Almanya için söylediklerini tek bir değişiklikle tekrarlıyordu. Manifesto‘da, Almanya’nın kendisini yaklaşmakta olan bir burjuva devrimiyle sınırlı tutamayacağı, çünkü bu devrimin vurucu gücünün proletarya olacağı, dolayısıyla burjuva devrimini çok kısa bir süre sonra bir proleter devriminin izleyeceği söylenmişti. Kautsky ise, aynı tezi bu kez Rusya için ileri sürüyordu.

19. yüzyıl marksistlerinin, sosyalist devrimin gelişme dinamiği üzerine düşündükleri, kısaca bunlardı. Ancak hiç unutulmaması gereken önemli bir nokta da, aynı dönemin marksistlerinin emperyalizm çözümlemelerindeki ciddi eksiklikleridir. Diğer bir deyişle emperyalizm analizinin marksist teoriye kazandırılması, 20. yüzyılın işi olmuştu.

Çelişkiler ülkesi Rusya

Rusya’da devrimi başlatmak kolay, sosyalist üretim ilişkilerini kalıcılaştırabilmek zordu. Bu, dönemin hemen bütün marksistlerince onaylanabilecek bir görüştü. Gerçekten de öyleydi!

Birinci olarak, Rusya’da oldukça devrimci bir rol oynayabilen bir devrimci demokrat köylü hareketi vardı. Gerçi köylülük, sosyalizm için mücadele etmiyordu ama yine de bu hareketlilik, düzende ciddi çatlaklar yaratıyordu. 1861’de Rusya’da toprak reformu gerçekleştirildiğinde, aslında bu reform, yoksul köylülüğe herhangi bir özgürlük getirmemişti. Feodal ayrıcalıklar ya olduğu gibi korunuyor ya da feodalizmden kapitalizme geçişin ara aşamalarında, köylülüğün durumunu daha da kötüleştiren üretim ilişkileri gelişiyordu. 1905 Devrimi de, köylülüğe “yeni bir” özgürlük getirmemişti. 1905’te köylülük, burjuvazinin dönekliğini çok açık bir biçimde gördü. 1917’de Bolşevikler, köylülüğün şahsında en doğal müttefiklerini göreceklerdi böylece.

Burjuvazi, altındaki sınıflar kıpırdanmaya başlar başlamaz, aristokrasi ile uzlaşır. 1 Böylelikle burjuva devriminin demokratik, ulusal, tarımsal görevleri programından düşer. Burjuvazi, geçici siyasi çözümler üretebilir ancak unutmamak gerekir ki, hiç bir çözüm böyle bir sıkışmışlık anında mutlak anlamda bir çözüm olmayacaktır. Belirli bir konjonktürde çözüm olarak gündeme getirilen bir politika, bir sonraki döneme kendisini çözümsüzlük olarak takdim eder. 2 1917’de Rusya burjuvazisinin başına gelen de budur.

Rusya’da burjuvazi, kendi düzeninin ayaklarının altından çekilip alınacağından korktuğu için aristokrasi ile ittifak yapmıştı, ama aynı tercih daha sonra Bolşeviklerin iktidara gelmelerinde çok önemli bir etken olacaktı. 3

Bu noktada, Lenin’in “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” adlı çalışmasında yaptığı kavramsal bir ayrıma dikkat çekmek yararlı olabilir. Lenin, bu çalışmasında kapitalizmin iki farklı yoldan gelişebileceğini söylüyor ve kapitalizmin “derinlemesine ve genişlemesine gelişimi” kavramlarını ortaya atıyordu. “Derinlemesine gelişme, belli bir yerde sanayi ile tarımın daha çok gelişmesidir. Buna, teknolojik ilerleme ile birlikte sermayenin organik bileşiminin artması ve aynı sanayi kolunda yeni alt kesimlerin oluşması demek de mümkün. Genişlemesine gelişme ise, kapitalist egemenliği yeni alanlara götürmek olarak ortaya çıkıyor.” 4 Aynı kaynak şöyle sürdürüyor: “…uzun süreden beri meskun yerlerdeki kapitalizmin gelişmesi, dış bölgelerin kolonileştirilmesi yüzünden gecikiyor. Kapitalizm, genişlemesine olarak kolaylıkla gelişebildiği için kapitalizmde varolan çelişkilerin çözümü geçici olarak erteleniyor. Bu nedenle, en ileri sanayi biçimleriyle yarı ortaçağ özelliklerini taşıyan tarım biçimlerinin birarada olması kuşkusuz bir çelişkidir. Eğer Rusya kapitalizmi, Reform sonrası dönemin başında sahip olduğu yerlerin dışına yayılma imkanına sahip olmasaydı, büyük işletmeli kapitalist sanayi ile kır kesimindeki arkaik kurumlar, (köylülerin toprağa bağlanmaları vb.) arasındaki çelişki çabucak, bu kurumların tümden ilgasına, Rusya’da tarım kapitalizmi için yolun temizlenmesine yol açacaktı. Fakat (fabrika sahipleri için) kolonileştirme süreci içinde dış bölgelerde pazar arama ve bulma ve (köylüler için) yeni bölgelere gitme olanağı, bu çelişkilerin keskinligini azaltıyor ve çözümünü geciktiriyor.” 5 Özetlemek gerekirse ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Tarım sorunu, Rus burjuvazisinin aristokrasi ile girdiği ittifakın çok doğal bir sonucu olarak çözümsüz kalıyordu. Bunun önemli bir nedeni de Rus kapitalizminin dışarıya yayılma olanaklarının bulunmasıydı. Ancak, bu yayılmacılık da, Çarlık Rusyası’ndaki ulusal sorunu şiddetlendiriyordu. Özetin özeti, 1917’ye gelindiğinde burjuvazi açısından ortaya çıkan görüntü tam bir açmaz anlamına geliyordu.

Her ne kadar tarım “sorunlu” olsa da, 20. yüzyılın başlarında Rus sanayisinin durumu belirli farklılıklar arzeder. Ancak, önce Lenin’e kulak vermek yararlı olacaktır: “Gerçeklikte, heterojen olgulara sahibiz. Her eyalette, tekelci endüstrinin yanında serbest rekabet vardır. Dünyanın hiçbir yerinde tekelci kapitalizm, serbest rekabetin olmadığı bütün üretim dallarında hakim olmadı, olmayacak da. Eski kapitalizmle tamamen yer değiştirmiş tam bir emperyalizm olsaydı, işimiz yüzbin kere daha kolay olurdu.” 6 “Bir kaç üretim dalında emperyalizme dönüşmüş eski kapitalizm var… gerçeklikte eski kapitalizm var… gerçeklikte eski kapitalizmin toprağı varlığını koruyor.” 7 “Kapitalist üretim tarzı hala dünyanın bütün bölgelerinde varlığını koruyor ve pek çok yerde emperyalizmin finans-kapitali hareketlendirmesi ve yoğunlaştırmasına karşın kapitalizm, daha az gelişmiş biçimlerine yaslanıyor. Dünyanın hiçbir yerinde, en gelişmişinde bile, kapitalizm en kusursuz biçiminde bulunamıyor. Almanya’da bile böyle bir şey yok.” 8 Lenin, tekelci kapitalizmin egemenliğini bütün üretim dallarında ve aynı anda kuramadığına dikkat çekiyor. Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası, tekelci aşamaya geçiş sürecinde de kendisini belli ediyor. Bu dinamik, Rusya’nın sanayileşmesini ve 20. yüzyıl başlarındaki durumu da açıklıyor. Bir yanda son derece artizanal sanayiler ve diğer (ve çok önemli) üretim dallarında (madencilik, metalürji, petrol) tröstleşen sanayi…

Bütün bunların sonucu olarak Rusya’da sanayi, belli başlı bir kaç üretim merkezinde yoğunlaşıyor, kimi sektörlerde ise, ulaşılan emperyalist aşamanın bir sonucu olarak proletaryayı büyük sayılar halinde biraraya getiriyordu. Bu noktada istatistiki verilere dayanmak hiç kuşkusuz ilginç olacaktır. Bütün sanayi işletmeleri içinde yüzden az işçi çalıştıran işletmelerin oranı, 1914’te Amerika’da yüzde 35 iken, bu oran Rusya’da yüzde 17.8’e düşüyordu. Binden fazla işçi çalıştıranların oranı ise, Amerika’da yüzde 17.8, buna karşılık Rusya’da yüzde 41.4’tü. Bütün bunların yanı sıra, Petrograd’da endüstri kesiminde binden fazla işçi çalıştıranların oranı yüzde 44.4, Moskova’da ise yüzde 57.3’tü. 9

Proletaryanın geniş kitleler halinde ve bir iki sanayi merkezinde bulunması, kuşkusuz sınıf bilincine ulaşmada önemli bir kolaylıktı. Bu durum, aynı zamanda proletarya için çabuk örgütlenme, haberleşme olanağı anlamına da geliyordu. Sonuçta, eğer devrim olacaksa, bir azınlık devrimi olacaktı. Ama bu mutlak anlamda bir olumsuzluk anlamına da gelmiyordu. Büyük ölçekli üretim, her zaman küçük ölçekli üretimden daha fazla bir oranda ekonomiyi manipüle etme olanağına sahiptir. Proletaryanın, ekonominin kilit noktalarını elinde tutması, bu olumsuzluğu ve küçük üretimin yaygınlığının getirdiği olumsuzlukları giderebilecek mekanizmaları da yaratabilirdi.

Sonuç olarak, 1917’ye gelindiğinde, Rus burjuvazisi açısından ortaya çıkan, tam bir çözümsüzlük, tam bir “sıkışmışlık”tı. Bu olgu, kendisini en çok tarım sorunu, ulusal sorun ve demokrasi sorunu alanlarında gösteriyordu. Bütün bu çözümsüzlüğün üzerine bir de emperyalist savaşın getirdiği yıkım ve ülkenin geniş bir coğrafi alana yayılmış olması sayesinde ülkenin uzun vadeli bir savaşımı sürdürebilme olanağına sahip olması da eklenince, ortaya Bolşevikler açısından oldukça avantajlı bir nesnellik çıkıyordu. Bu avantajı da ancak, marksizmin tüm teorik inceliklerini bilen, yaşamının büyük bir kısmını ekonomizm ile mücadeleye ayırmış bir parti değerlendirebilirdi.

Küçük üretim ve NEP

Kapitalizm belli başlı birkaç üretim kolunda emperyalizm haline geldi. Bu dönüşüm ise, emperyalist paylaşım savaşını ve savaşın sonunda genç sovyet iktidarını gündeme getirdi. Ama neresinden bakılırsa bakılsın bu, Rusya’da kapitalizmin “pılısını pırtısını” toplayıp çekip gittiği anlamına gelmiyordu. Daha 1918’de Lenin, Rusya’da “halihazırda” beş çeşit üretim tarzının varlığına dikkati çekiyordu. Bunlar en yaygın olanından en az yaygın olanına doğru sırasıyla:

  1. Ataerkil, yani önemli ölçüde doğal köylü ekonomisi,
  2. Küçük meta üretimi (Bu tahıllarını satan köylülerin çoğunluğunu kapsar.),
  3. Özel kapitalizm,
  4. Devlet kapitalizmi,
  5. Sosyalizm. 10

Temel sorun, Avrupa’da devrimci dalganın durulduğu, sosyal-demokratların düzeni restore etmeye soyundukları bir anda, Sovyetlerin sosyalizmi kurmada, kendi güçlerine dayanıp dayanamayacaklarıydı. Burjuvazinin siyasi yönetimden tasfiye edilmesi, büyük ölçekli üretim yapan fabrikaların devletleştirilmeleri, hiç kuşkusuz çok önemli bir adımdı, ne var ki düzenin varlığına yönelik en ciddi tehlike küçük üretimden geliyordu. “Orta köylü bir küçük meta üreticisidir. Bu da kapitalizmin ABC’sidir…” 11 , “Ya bu küçük burjuvaziyi denetim ve gözetim altına alırız… ya da onlar bizim işçi iktidarımızı devireceklerdir. Sorun budur. Sorunu sadece bu açıdan ele alabiliriz…” 12

Diğer yanda ise, en seçkin temsilcileri iç savaşta fiziksel olarak yokedilmiş nicel ve nitel olarak oldukça zayıflamış bir proletarya vardı ortada.

1918-1921 dönemi, Sovyetler’de Savaş Komünizmi olarak adlandırılan politikaların uygulandığı bir dönemdi. Teoriye “içsel” sayılamayacak bu politikalar temelde çeşitli cephelerde savaşmak zorunda kalan bir ülkenin kaynaklarının savaşın amaçlarına yönelik optimal dağılımını sağlamak amacıyla uygulamaya konmuştu. Ancak bu politika da, diğer çoğu politikada olduğu gibi “olumlu olan” ile “olumsuz olan”ı birarada ve aynı anda içermek zorunda kalmıştı. Olumluydu, çünkü savaşan bir ülkenin beslenme sorununu doğru bir tarzda çözmüştü, ne var ki tahıl üreticisi köylünün elinden bütün “artığı” aldığı için, köylünün daha fazla üretmesi için motivasyonu kalmamış ve tahıl üretimi düşmüştü ki, bu yanıyla da olumsuzdu.

1921’de Bolşevik Partisi içinde, “İşçi Muhalefeti” olarak adlandırılan kesim ortaya çıktı. Sendikalardaki bürokratik uygulamalar ve uygulayıcıları (Rudzutak, Tomskiy) eleştiriliyordu. Grubun liderliğini Kollontai ve Şlyapnikov çekiyordu. İşçi muhalefeti görüntüsel olarak sendikalardaki yönetimi eleştirerek ortaya çıkmasına karşın, gerçekte bu anarko-sendikalizmin parti içinde yeniden canlanmasıydı.

Bütün ülkenin ekonomisi sendikaların denetimine tabi kılınmalı, parti içinde, daha “solda” bulunabilecek ve gerektiğinde bürokratik uygulamaları eleştirebilecek bir muhalif kesim bulunmalıydı. İşçi Muhalefeti böyle düşünüyordu.

İşçi Muhalefeti’nin sloganları, 192l’de Kronstadt’ta ayaklananlar tarafından kullanıldı. Ayaklanmaya yurtdışına sürgüne gitmiş bulunan Beyaz Muhafızlar tarafından da “Yaşasın Bolşeviksiz Sovyetler!” sloganıyla destek geldi. Kronstadt, Leningrad’a yaklaşık 30 km uzaklıkta ve Baltık kıyısında bir kenttir. Bu bakımdan ayaklanma, hayati tehlike arz ediyordu. Ayaklanma bastırıldı; yine de bu olayda, kitlelerin genç sovyet yönetimine karşı duydukları hayal kırıklığını da görmemek mümkün değildi. Bu durumda NEP, işçi sınıfının fiziksel olarak yok olmaya yüz tuttuğu köylülüğün yönetimin aleyhine döndüğü, şehirlerde büyük bir kıtlığın yaşandığı, sanayi üretiminin savaş öncesine (1913’e) oranla hemen hemen beşte birine indiği, bir ortamda ve köylülüğe bir taviz olarak verildi. İşçi-köylü ittifakında çatlak vardı. Bunda köylülüğün payı varsa, proletarya da köylülük kadar sorumluydu. Bunu da Kronstadt olayları ile ispat etmişti.

Ama yine de konjonktürel olan ile yapısal olanı birbirinden özenle ayırdetmek gerekir. Bütün bu yaşananlara rağmen, sistemi tehdit eden ana düşman, hiç şüphe yok ki, küçük üretimin, küçük burjuvazinin yaygınlığıydı.

Lenin, daha başından itibaren sosyalizmin başarısını, işgücü verimliliğini kapitalizmde ulaşılandan çok daha yukarılara çıkarmaya bağlamıştı. Bu ise, sanayileşmenin bir an önce gerçekleştirilmesini dikte ettiriyordu. Sanayinin kurulması, yalnızca, emperyalist ülkeler karşısında varolabilmek, ekonomik bağımsızlığı sağlayabilmek için gerekmiyordu. Sovyet yönetiminin güçlü bir toplumsal desteğe ihtiyacı vardı. Bu toplumsal gücü, proletaryayı, ancak belirli bir sanayileşme politikası sağlayabilirdi. Sanayinin kurulması bu anlamda her şeyden önce, politik bir tercih olarak ortaya çıkıyordu.

Ama ne yapılabilirdi? Sanayileşmenin gereksindiği kaynakları Sovyet ekonomisi yaratamamıştı. Emperyalist abluka altında bulunan bir devletin dış kaynakları zorlaması; herhalde bu da olamazdı. Tahıl ihracatına gidip, gereken fonlar sağlanabilir miydi? Her şeyden önce, planlı bir üretim demek olan sosyalizm, hiçbir denetime gelmeyen, hiçbir şekilde kontrol edilmeyen küçük üretimin üzerine nasıl inşa edilecekti?

Böyle bir ortamda hükümet, tarıma yeni bir vergi sistemi getirerek, köylünün artığına tümüyle el koyan eski tahıl toplama sisteminden vazgeçti. Tahılın bir kısmı köylüden vergi olarak alınacak, kalanının üzerindeki tasarruf hakkı tümüyle köylüye bırakılacaktı. Savaş Komünizmi döneminde, köylünün elinden, ürettiği bütün artık alındığı için, köylülüğün daha fazla üretmesini sağlayacak herhangi bir dürtüsü kalmamıştı.

Hükümetin uygulamaya giriştiği politika devlet kapitalizmiydi. Ama şu noktayı önemle göz önünde tutmak gerekir ki, Sovyetler Birliği’nde NEP döneminde uygulanan devlet kapitalizmi ile kapitalist ülkelerde uygulanan benzeri politikalar arasında çok temel bir farklılık vardır: Birincisinde yöneten sınıfın proletarya olmasına karşılık, ikincisinde burjuvazi olması. Diğer bir deyişle farklılık, devletin farklı bir nitelikte olmasından kaynaklanıyordu.

Bu durumda bütün NEP dönemi boyunca genç Sovyet iktidarı, “bizzat kapitalizmin yarattığı” eşitsizlikleri gidermek amacıyla devlet kapitalizmi uygulayacaktı. “Küçük üretimden doğrudan doğruya sosyalizme geçmemiz mümkün olmadığı sürece, küçük üretimin ve değişimin basit bir sonucu olarak, bir miktar kapitalizm kaçınılmazdır. Ve, bunun için, küçük üretimle sosyalizm arasındaki ara bağlantı olarak, üretici güçleri artırmanın bir aracı, bir yolu olarak kapitalizmden yararlanmalıyız.” 13 “Özel sermayenin sosyalizme yardımcı olması çelişkili bir durum değil midir? Hiç de çelişkili değildir, bu reddedilemez bir iktisadi gerçektir. Ulaşımın son derece altüst bir halde olduğu, bir küçük köylüler ülkesi ulaşım sistemini ve büyük sanayiyi denetleyen proletaryanın siyasal rehberliğinde olan bir ülke söz konusu olduğuna göre, bundan şu sonuçlar çıkar: Birinci olarak, yerel değişim bugün için birinci derecede önem kazanır ve ikinci olarak sosyalizme (devlet kapitalizmi şöyle dursun) özel kapitalizm vasıtasıyla destek olma olanağı mevcuttur.” 14

Tarıma yönelik yeni vergi toplama sistemini, orta ve küçük ölçekli sanayinin ve ticaretin özel ellere bırakılması ve yabancı ülkelere verilen ayrıcalıklar izler. “…sovyet sistemi altında ayrıcalıklar nedir? Bunlar, küçük mülk sahibi (ataerkil ve küçük burjuva) unsura karşı, sovyet devleti yani işçi devleti ile devlet kapitalizmi arasında bir ittifak, bir blok, bir anlaşmadır. Ayrıcalığı olan kapitalisttir… (Ayrıcalıklar aracılığıyla) üretici güçlerin gelişmesiyle derhal ya da çok kısa bir süre içinde malların miktarında artış sağlanarak sovyet hükümeti kazançlı çıkar.” 15

Yine de NEP’in toplum içindeki kapitalist ilişkileri güçlendireceği kulakları güçlendireceği kesindi. Durumu kompanse etmek için şu politikalar uygulandı: Ekonomide daha fazla serbestlik tanınırken, siyasi diktatörlük güçlendirildi. Kırda, hükümetin doğal müttefiki olarak gördüğü tarım proletaryası, yarı-proletarya ve (elde ettiği artığı sermayeye çeviremeyen) küçük köylülüğün daha etkin desteğini sağlama yoluna gidildi. Küçük üretimin hiç değilse kooperatifler içinde örgütlenmesi teşvik edilerek, üretimdeki anarşiye son verilmeye çalışıldı. “Küçük mülk sahipleri kooperatiflerinden sosyalizme geçiş, küçük üretimden büyük üretime geçiştir, yani daha karmaşık bir süreçtir. Ancak, başarıya ulaşıldığı takdirde nüfusun daha geniş yığınlarını kapsayabilir, bütün yeniliklere inatla direnen, eski, sosyalizm öncesi ve hatta kapitalizm öncesi ilişkilerin derin ve daha güçlü köklerini söküp atabilir.” 16 “Kooperatif kapitalizmi, muhasebeyi, denetimi, gözetimi ve devletle (bu durumda sovyet devletiyle) kapitalist arasındaki sözleşmeye dayanan ilişkilerin kurulmasının kolaylaştırılması bakımından devlet kapitalizmine benzer… Milyonlarca insanın ve daha sonra nüfusun tümünün birleştirilmesini, örgütlenmesini kolaylaştırdığı için de (ve bu daha sonraki devlet kapitalizminden sosyalizme geçiş açısından büyük bir kazançtır) kooperatif ticaret, özel ticaretten çok daha yararlı ve kullanışlıdır.” 17

Devletin güvencesi, ağır sanayinin, demiryollarının, enerji ve hammadde kaynaklarının mülkiyetinin kendi elinde olmasıydı. Ekonomiyi tarım ve sanayi olmak üzere iki ana üretken kesime ayırıp incelemek, böyle bir basitleştirmeye gitmek oldukça işlevsel olabilir. Sovyetler Birliği’nde ekonomi ile politika o denli içiçe geçmiştir ki, “tarım” ve “sanayi” kavramlarının üzeri kazındığında alttan hemen “köylülük” ve “işçi sınıfı” çıkacaktır. Sovyet iktidarı hiç kuşkusuz işçi-köylü ittifakına dayanıyordu; ve böyle bir ayrıma gitmek gerçekte bu ittifakın iki üyesinin birbirlerine karşı olan konumlarını açığa vuruyordu. Bu ayrım sonucu ortaya çıkan tablo şudur: Tarım, kendisine tahıl üretiminde gereken makina, enerji vb.ni sanayiden alır. Karşılığında sanayiye hammadde ve tahıl sağlar. Tarım ve sanayi birbirlerinin ürettikleri mallan alır, birbirlerine ürettikleri malları satarlar. Ağır sanayinin demiryollarının ve enerji kaynaklarının sahibi olan proletarya, söz konusu karşılıklı bağımlılık ilişkisi nedeniyle tarımı manipüle edebilir.

Aynı olguya bir de tersinden bakılamaz mı? Yani tarımın geriliği, sanayileşmenin önündeki en ciddi engel haline gelemez mi?

Tarım sorunu üzerine tartışmalar

Tarımın geriliğinin sanayileşmenin önündeki en ciddi engel olabileceği düşüncesi, Sovyetler Birliği’nde NEP döneminin iktidar açısından en civcivli devrelerinde ortaya atılmış ve tartışılmıştı.

NEP 1921 Martı’nda hemen hemen yıkılmış durumda bulunan sanayiyi, ulaşım sistemini ve tarımı restore etme amacıyla kuruldu ve köylülüğe bir taviz olarak verildi. Köylülüğe ve özel ellere verilen tavizlerle, devletin elinde atıl kalan kaynakların değerlendirilebileceği ve iç ticaretin canlandırılabileceği düşünülmüştü. Savaş Komünizmi döneminde elinden kendi tüketimine ayırdığının dışında, ürettiği tüm artığı alınan köylü, tahıl üretimini kısmış ve şehirlerde korkunç bir kıtlık baş göstermişti. NEP dönemi ile birlikte, köylünün bu eski davranışından vazgeçeceği ve tahıl üretimini arttıracağı umuluyordu. Ama bir meta üreticisi olarak köylü, Sovyet iktidarı için değil, kendi çıkarı için üretimde bulunuyordu. Köylü tahıl üretimini karlı bulmadığı için kolaylıkla daha karlı alanlara (örneğin içki yapımına) yönelebiliyor, kentleri tahılsız bırakabiliyordu. Bir süre sonra sanayileşmenin tarıma bağlı olduğu düşüncesine ulaşıldı. Sovyetler ayakta durabilmek için sanayileşmek zorundaydı, bunu ise ancak dışarıya tahıl ihraç etmek ve karşılığında döviz elde etme yoluyla gerçekleştirebilirdi.

1923-24 yıllarında bu argüman etrafında Bolşevik Partisi içinde yeni bir ayrışma yaşanacaktı. Temel sorun, Rusya’da tarımın geriliğiydi. Buharin ve yandaşlarına göre bütün NEP dönemi boyunca, köylülüğün çıkarları gözetilmeliydi. Buna uygun düşen politika ise, sanayileşmenin oldukça düşük hızlarda gerçekleştirilmesiydi. Buharin, işçi-köylü ittifakının bütün NEP dönemi boyunca, her ne pahasına olursa olsun korunması gerektiğini savunuyordu. Karşı tarafta ise, Trotskiy ve Preobrajenskiy’in başını çektiği grup vardı. Sosyalist devrimin, bir burjuva devriminden olan farkı, kapitalist üretim ilişkilerinin feodal toplumun bağrında yeşermesine karşın, sosyalist üretim ilişkilerinin kapitalizmin bağrında yeşermemesiydi. Kapitalist üretim ilişkilerinin eski toplum içinde yeşermesini bir siyasi devrim izliyor ve burjuvazi açısından devrim bitmiş oluyordu. Oysa sosyalist devrim ya da proletaryanın iktidara gelmesi, sosyalizmin kuruluşuna doğru giden yolda ilk basamağı oluşturuyordu. Bu bakımdan yeni kurulan işçi iktidarının “ilk birikim”i sağlama gibi bir handikabı vardı. İşçi iktidarı kapitalizmin gittiği yolu izleyerek “ilk birikimi”ni sağlayamazdı. Preobrajenskiy, bu aşamada, “sosyalist birikim” kavramını ortaya atıyor ve kavramın içini “bir sosyalist ekonomi içinde yaratılan ve sosyalist üretimin unsurlarıyla sosyalist devlet arasında yeniden bir bölüşümüne tabi olmayan, doğruca, genişleyen yeniden üretime dönüşecek olan artı ürün miktarının, işler halde bulunan üretim araçlarına eklenmesi” olarak dolduruyordu. 18 O halde ne yapılmalıydı? Bu noktada Preobrajenskiy’in önerdiği çözüm, sanayinin gereksindiği fonların bir tür “tarım-sanayi eşitsiz mübadelesi” ile yaratılmasıydı. Diğer bir deyişle, sanayinin ihtiyaç duyduğu kaynağı, tarım sağlayabilirdi.

Önerilen politikaların doğruluğu onların ancak “uygun” olmaları ile mümkündür. “Sol” kesimin önerdiği politikalar uygulanacaksa, bu sadece etkin bir kitle desteğine dayanarak yapılabilirdi. Aşağıdaki tablo sol kesimin önerdiği politikaların uygunluğunu incelemek açısından ilginç olacaktır.

 

Tablo 1

 

Ya da daha uygulamaya konduğu andan itibaren kulakları güçlendireceği kesin olan bir NEP’e ne ölçüde bel bağlanabilirdi? NEP köylünün tahılını piyasaya getirmesini ne ölçüde sağlayabilirdi, ne ölçüde sağlamıştı?

Bu konuda 1926-27 yılı için oluşturulmuş olan bir tablo öğretici olabilir:

 

Tablo 2

Kulak, bütün bir NEP dönemi boyunca halinden hoşnut bir durumda semirip gürbüzleşmişti, kendi arzusuyla Kolhozlar’a girmeye de yanaşmıyordu. Böyle bir ortamda Buharin’in önerdikleri ne ölçüde doyurucu olabilirdi? Bu koşullarda kollektivizasyon son bir çare olarak görülecekti. Kollektivizasyon öncesinde ise, yönetim ardında etkin bir kitle desteği bulunduğuna güvenebilirdi. Ordu içindeki komuta heyetindeki partililerin oranı 1925’te yüzde 31.4’ken, 1929’da yüzde 48.4; erler arasındaki partililerin oranı da, 1925’te yüzde 16.3’ken, 1929’da yüzde 23.6 olmuştu. 19

Parti içinde gerek sol ve gerekse sağ kanatların önerdiği politikalar, sonuçta mutlak anlamda yanlış oldukları için değil, uygulamaların önerildikleri konjonktüre uygun düşmemesi nedeniyle reddedilmiş oldular…

Ama teorik bir sorun hala geçerliliğini koruyor: Tarım ile sanayinin birbirlerinin ürettiklerinin alıcıları olmaları çerçevesi içinde, tarımın geri yapısı sanayileşmenin önünde ne ölçüde ciddi bir engeldi? Rusya’da, tarımda küçük üretimin bu denli yaygın olması, hiçbir planlama ilkesine tahammül edemeyecek denli eski anarşist niteliğini koruması, sosyalizmin kurulmasını, sanayileşmenin gerçekleştirilmesini imkansız kılmıyor muydu?

Bu kötümser noktaya gelinmesindeki en temel varsayım, sanayinin mutlaka kendi dışından bir pazara (tarıma) ihtiyaç duyacağıydı. Sovyetler Birliği’nde, o dönemde, sanayinin önemlice bir zaman aralığı içerisinde kendi pazarını yaratacağı görüşü, henüz yaygınlık kazanmamıştı. Oysa pazarın boyutları, ayrılmaz bir biçimde toplumsal emeğin uzmanlaşmasına bağlıdır. “Dün muhtemelen, bir mal üreten üreticinin yaptığı çeşitli operasyonlardan birini meydana getiren bir operasyon, bugün bu bağlantıdan ayrılabilir, kendisini işin bağımsız bir kolu olarak kurabilir ve yarı-mamul ürününü bağımsız bir mal olarak pazara gönderebilir… Böylece… pazarın gelişmesinin sınırları kapitalist bir toplumda, toplumsal emeğin, uzmanlaşmasının sınırları ile belirlenir…” “Herhangi bir ürünün herhangi bir parçasını yapan insan emeğinin verimliliğini artırmak için, örnek olsun, o parçanın üretiminin uzmanlaşması, kütle üretimine elverişli ve dolayısıyla makina ve benzerlerinin kullanılmasına imkan veren (ve kullanma koşullarını yaratan) ayrı bir üretim olması zorunludur… Bu bir tarafta. Diğer taraftan, kapitalist toplumda teknolojik ilerleme, emeğin sosyalizasyonu demektir ve bu sosyalizasyon, zorunlu olarak, üretim sürecinin çeşitli fonksiyonlarında uzmanlaşmayı, bunların üretimdeki her kuruluşta ayrı ayrı, kopuk ve dağınık fonksiyonların yeni ve toplumun tümünün ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlayan ve bir kuruluşta konsantrasyonunu gerektirir.” 20 Ortaya çıkan sonuç, kapitalist bir toplumda pazarı oluşturan etkenin, emeğin uzmanlaşması olduğudur. Emeğin uzmanlaşma derecesi ise, makinalaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla sanayideki kalkınma hızını ayarlayarak pazar sorununa çözüm bulmak mümkün oluyor.

Sonuç olarak

  1. Emperyalizmin sosyalizm için “yaptığı”, üretimin yoğunlaşması ve emeğin toplumsallaşması olmuştur. Emperyalizmin, sosyalist planlamanın “yolunu düzlemesi” anlamında yapabileceği tek “katkı” budur. Yine de, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının tekelci aşamaya geçişte kendisini göstermesi, bütün üretim kollarında aynı anda ve eşit hızla tekelciliğe geçilememesi hiç şüphe yok ki, sosyalizme geçiş aşamasında karşılaşılan en önemli güçlüklerden biriydi. Tekel rekabeti yoketmiyor, onun yanında ve üzerinde yeralıyordu. Bu şekilde bir yanda dev tröstler, diğer yanda ise küçük üretim birlikte bulunabiliyordu. Çünkü tekel, Lenin’in de belirttiği gibi egemenlik ister, tekellerin egemenliğini kurması, küçük üretimin yokedilmeden kendi sistemine bağımlılaştırılması anlamına da gelir. Küçük üretimin yaygınlığı ise, sosyalist bir iktidarın, üzerine planlamayı oturtacağı altyapının gelişmemiş olması anlamında, yeni bir iktidar için önemli bir handikaptır. Sovyetlerde 1920’lerde uygulanan NEP politikaları da, bir anlamda bu derde deva arama çabasının bir ürünü olarak değerlendirilmelidir. Ağır sanayinin, ulaşım sisteminin, enerji kaynaklarının mülkiyetini elinde tutan bir işçi devleti, bizzat kapitalizmin yarattığı eşitsizlikleri gidermeye ve küçük üretimin dağınıklığını, onları kooperatifler etrafında toplamaya çalışarak bir tür devlet kapitalizmi uygulamaya girişmiştir.
  2. 1917 ve sonrasında Avrupa’da kabaran devrimci dalgaya yakalanan sosyalistler, sözkonusu nesnelliğe II. Enternasyonal ekonomizminden henüz kopamadıkları bir anda müdahale etme durumunda kaldılar. Emperyalist aşamaya bir kaç üretim dalında geçilmesine rağmen, bu yine de üstyapıdaki çelişkileri arttırmış, emperyalizmin yayılmacı eğilimlerinden ortaya bir paylaşım savaşı çıkmıştı. Ama aynı emperyalizm diğer taraftan da gelişmiş kapitalist ülkelerde, sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin talanından payını almış ve düzene fazla bir itirazı kalmamış “işçi aristokrasi”lerini de ortaya çıkartmıştı. Lenin II. Enternasyonal oportünizminin başlıca kitlesel tabanını bu kesimde görüyordu. Yaklaşan bir devrimci dalga ve karşısında işçi aristokrasileri, herhalde bu ikisi toplandığında ortaya bir” dünya devrimi” çıkamazdı. Sırf bu nedenle bile, “Tek Ülkede Sosyalizm” politikasının alternatifi oldukça muğlak ve temelsiz kalıyordu.
  3. “Tek ülkede sosyalizm, kapitalizmin evrensel boyutlarda yayılmacılık eğilimi taşıması nedeniyle geçersiz bir politikadır” demek, gerçekte Kautsky’nin ya da Plehanov’un 1917’yi değerlendirirken benimsedikleri ekonomist bakış açısını aynen paylaşmak demektir. Herhalde marksizm, altyapının üstyapıyı belirlemesinden öte birşeydir. Marksizmin ekonomizmden olan farkı ve ona olan üstünlüğü, tarihsel gelişimin motorunu sınıf mücadelelerinde görmesindedir. Elbette “irade” her sorunu çözemez. Ancak, iradi müdahalenin tek belirleyen olduğunu savunan görüş ne ölçüde reddedilmeli ise, aynı şekilde içinde sınıf mücadelelerine iradi müdahaleye hiç bir yer tanımayan tarihsel gelişim modeli de o ölçüde reddedilmelidir. Günümüzde, en azından Türkiye’de, troçkizmin tek ülkede sosyalizm pratiğini reddeden görüşleri, teorik temelini en çok şu “Kapitalist üretim tarzı evrensel olarak yayılma eğilimine sahiptir ya da kapitalist üretim tarzı ve onun gelişim dinamikleri ulusal sınırların yıkılmasına, ulusal özelliklerin yokedilmesine yol açmıştır. Artık evrensel olarak kurulmuş bulunan dünya pazarından tek bir ülkenin koparılması imkansızdır” ifadesinde buluyor. Bir tartışma da böylelikle başlamadan bitirilmiş oluyor. Yapılan, bu haliyle tam bir kolaycılıktır. Herhalde ciddi tartışmadan anlaşılması gereken bu değildir.

Dipnotlar

  1. 1848’de Marx, Prusya Devrimi’nin yenilgisi üzerine şöyle yazıyordu: “Halk yeni Prusya Devrimi’nden kendisi için haklar türetemesin diye, burjuvazi haklarını eski Prusya hukukundan türetti.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi eki içinde, Prusya Devrimi’nin Yenilgisi Üzerine s. 32)
  2. Örneğin, Alman burjuvazisinin daha 1848’te yaptığı bilinçli siyasi tercihin sonucu, Almanya ulusal birliğini 1933’te Hitler iktidara gelene kadar tamamlayamamış, ulusal birliğin kurulmasının getireceği avantajlardan (ideolojik ve siyasi birliğin kurulamaması, burjuvazinin dünya pazarına geç açılmasına sebep olmuştu. Alman burjuvazisinin büyük toprak sahipleriyle yaptığı ittifak sonucu tarım sektörü, feodal üretim tarzının önemli kalıntılarını içermiş ve bu nedenle, sanayiyi çok geriden ve güçlükle izlemişti. Kapitalist ülkelerde çok temel bir yasa olarak kendini gösteren tarım-sanayi eşitsiz gelişiminin bu ülkedeki sonuçları çok daha dramatik olmuştu. Dış pazara gerektiği gibi yönelemeyen, sürekli işsizlik durumu ile karşı karşıya kalan Almanya, bu haliyle Nazi iktidarına kadar emperyalizmin zayıf bir halkası ve emperyalist paylaşım savaşlarının bir numaralı körükleyicisi olmuştu.
  3. Oysa Fransa için durum, örneğin 1848’de çok farklıydı. 1789 Devrimi’nin eksiksiz yaşanması, feodal ayrıcalıkların tümden ilgası, 1848 Devrimi’nde işçilerin ittifak yapabilecekleri kesimlerin sayısını azaltmıştı. 1848’de Fransa’da köylülüğün bir bölümü, artık 1789’un düzene karşı başkaldıran köylülüğü değildi. O daha çok, Balzac’ın romanlarına konu ettiği “içten pazarlıklı” tefeci ve kapitalist ilişkiler bütününde yeralan köylü tipiydi. Nitekim aynı tutucu köylülük, Bonapartist rejimin en temel kitle tabanını oluşturacaktı.
  4. Yalçın Küçük, Bilim ve Edebiyat içinde, “Gelişme ve Eşitsiz Gelişme Yasası”, Tekin Yay, Ocak 1985, s. 566.
  5. a.g.e., s. 567.
  6. V.I.Lenin, Collected Works, Volume 29, s. 168.
  7. a.g.e., s. 168 – 169.
  8. a.g.e., s. 191.
  9. Yalçın Küçük, Planlama Kalkınma ve Türkiye, Tekin Yay, 4. baskı, s. 168.
  10. V.I.Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük içinde, “Aynı Vergi”, s. 422.
  11. V.I.Lenin, Collected Works, Volume 29, s. 170.
  12. V.I.Lenin, “İşçi Sınıfı ve …”, s. 424.
  13. a.g.e., s. 446.
  14. a.g.e., s. 45O.
  15. a.g.e., s. 44O.
  16. a.g.e., s. 444.
  17. a.g.e., s. 44l.
  18. Sosyalist Siyasal Düşünüş Tarihi, Mete Tuncay derlemesi, Bilgi Yay, 2. cilt, s. 715.
  19. Ömer Erzeren, “NEP Dönemi Sovyet Tarımı ve Stalinizm”, 11. Tez, sayı 8, s. 150.
  20. Lenin’den aktaran Yalçın Küçük, Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Kuruluşu içinde, Haziran Yay, 1. baskı, s. 311 – 312.