Titizlikle Eşelenmesi Gereken bir Alan: Otuzlarda Cumhuriyet’in “Irk” Sorunsalı

Zafer Toprak

Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji

İstanbul: Doğan Kitap, Nisan 2012

616 sayfa
 

Erken dönem Cumhuriyet sıklıkla ırkçı kadroların şekillendirdiği ve egemen olduğu bir dönem gibi sunulur. Bunda kuşkusuz Kemalizmin aydınlanmacılığının eksikli ve eklektik yapısının sunduğu “olanakların” payı büyük. Bu anlamda, inceleyeceğimiz tarihsel kesitin çok farklı veçheleri olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Yani bir yandan ilkçağa ait tarih bilgilerinin Kuran’a dayanılarak oluşturulduğu “mukaddes” tarih anlayışının terk edilip daha “bilimsel” temele oturtulmuş bir tarih anlayışının hakim olduğu, öte yanda Türk Tarih Tezi ve Türk Dil Tezi gibi baştan aşağı problemli kurguların oluşturulduğu bir kesit. Antropolojik çalışmalara içkin maddeci yöntemlerle oluşturulan tarih anlayışı, milliyetçi içerikle donanmış temelsiz tezlerin kanıtlanması için kullanılıyor. Aynı şekilde antropoloji bu dönemde doğa tarihinin kapsamlı çözümlemesiyle birlikte gelişiyor ve ders kitaplarında “hayat zinciri” gibi Darwinist özlü modellerin başatlaştırılmasına kadar varıyor. Ancak modelin 1940’larla birlikte terk edilmesi bir yana, benimsenmesinin de milliyetçi tezleri kanıtlama arzusu ve çabasıyla bir bütün olduğunu görmek gerek. Kalıcı olamamasının ve güdük kalmasının sebebi de budur diyebiliriz. Bu pratikler Toprak’ın kitabında detaylı bir şekilde yer alıyor.

Öte yandan 1930’ların “ırk” sorunsalının ve yarattığı sorunlu durumun güncel tezahürleri bulunuyor. O yılların uygulamalarının bugün AKP’nin kendisini meşrulaştırması için vazgeçilmez olan liberal-muhafazakâr tarih anlayışının kurgulanmasında da önemli işlevleri var. Dönemin “ırk” s orunsalı bu anlamda sürekli “deşilen” bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Güncel bir örnek olarak Başbakan’ın geçtiğimiz günlerde grup toplantısında dönemin antropoloji çalışmalarına gönderme yaparak “10 ayrı bölgede kafatasları ölçülmüş. Bizim millet tarifimiz bu olabilir mi? Bunun bizim dinimizde, bizim ruh dünyamızda yeri olabilir mi?”, “Rabbim ‘Sizi boylar halinde, kabileler halinde yarattık. Ta ki, tanışasınız’ diye buyuruyor. Ardından devam ediyor. Allah katında üstünlük takvadadır. Peygamber efendimiz de ‘Arap’ın Acem’e, Acem’in Arap’a üstünlüğü yoktur’ diyor.” ifadelerini gösterebiliriz. AKP’nin milliyetçi söylemden azade, Başbakan’ın sürekli dile getirdiği gibi “kucaklayıcı” bir parti olduğu algısının yaratılmasında erken dönem Cumhuriyet’in problemli çıkışları bir meşrulaştırma alanı olarak kullanılıyor. Liberal-muhafazakâr tarih yazımının oluşmasında en önemli dayanaklardan biri de, Cumhuriyet’in özellikle milliyetçi tezlerin meşrulaştırılmasına dönük yine bu dönemdeki pratiklerinin mümkün olduğunca sivriltilmesi ve bir silah olarak kullanılması olarak karşımıza çıkıyor. O kadar ki, AKP bu şekilde birçok çevrede milliyetçilikle ve ırkçılıkla bezeli dokusundan muaf kılınabiliyor.

“Irk” ve “ırkçılık” temalı konuları ve “millet”, “ulus” kavram setini Kemalizmin milliyetçilik anlayışıyla birlikte ve yine güncel başka bir örnekle ele alabiliriz. Kısa bir süre önce Birgül Ayman Güler tarafından alevlendirilen tartışma, bize tüm milliyetçilik anlayışlarının çekiştirilmeye çok müsait ve bir etnik unsuru üstün kılan muhtevasının, milliyetçiliğin çekirdek unsuru olduğunu kanıtlar nitelikte. Milliyetçiliğin reforme edilmesi çabasının da Güler örneğinde gördüğümüz gibi sorunlu ve temelsiz çıktıları oluyor. Eski milliyetçilik ve ulus paradigmalarının otuzlardan bu yana radikal değişimlere uğraması, ulus-devletlerin içerik değiştirip tahrip olması da milliyetçilik tanımlamalarının yenilenmesi için uygun bir zemin oluşturmakta. Burada Güler’in açtığı kapıdan girince de her etnik unsurun üstün-aşağı konfrontasyonuna tabi tutulacağı bir siyasal atmosferin ortasına düşülüyor. Bu anlamda, bahsettiğimiz kavram setini de tarihsel bir bağlama oturtmak meselenin bam telini oluşturuyor.

Toprak’ın kitabına baktığımızda ise Türkiye’de 1930’ların antropoloji çalışmalarını geniş bir bağlamda ele alan bir eserle karşılaşıyoruz. Kitap bize dönemin eğitim kitaplarının aldığı biçimi, yine bu dönemde yapılan bilimsel çalışmaları ve kongreleri, antropolojik anketleri ve dönemin antropoloji çalışmalarını ayrıntılarıyla sunarken, Cumhuriyet’in ideolojik-kültürel havzasının otuzlu yıllarda nasıl bir şekil aldığını ve ne gibi “aşırılıklar” barındırdığını pek çok açıdan görebiliyoruz. İlk bölümde antropolojinin oluşumu ve aldığı biçimler belirtildikten sonra diğer tüm bölümlerde Türkiye’de gerçekleştirilen antropoloji çalışmaları oldukça geniş bir bağlamda inceleniyor.

Genel bilgiler ve en büyük antropolojik anket:
Avrupa’ya kısa mesajlar

İnsanı biyolojik olarak inceleyen, onun ortaya çıkışını, geçirdiği evrim sürecini, genetik yapısını ve çevreye uyum sağlayışını elen alan antropoloji, 1930’lu yıllarda Türkiye’de belirli çevreler tarafından yoğun bir ilgi görüyor. Öyle ki 1932 yılı Temmuz ayında Ankara’da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde antropolojik çalışmalar da kapsanıyor (s. 81) ve bu sebeple antropolojik veriler esas alınarak yeni bir tarih anlayışı geliştiriliyor. 1931’de Türk Antropoloji Enstitüsü adıyla devam eden antropoloji eğitimi başlarda yalnızca mezarlıklardan kafatası toplanması ile gerçekleştiriliyor ve ileride ayrıntılarıyla ele alacağımız, o zamana kadarki en büyük antropoloji anketinin gerçekleştirilmesi ile tepe noktasına ulaşıyor. Sonrasında “Türk Antropoloji ve Etnoloji Enstitüsü” adını alan kuruluş bünyesinde yeni neolitik ve bakır çağı devirlerinden Selçuklu ve Osmanlı devirlerine kadar değişik tarihsel dönemleri kapsayan kafatası ve kemik koleksiyonu oluşturuluyor. Aynı yıllarda Batı dünyasının ünlü antropologlarından Eugène Pittard 1 da Mustafa Kemal ile sıkı bir dostluk kurarak Türkiye’de 1930’ların bilim dünyasının en önemli isimlerinden biri haline geliyor. Artık inşa edilen Türk kimliğini İslami bir yörüngeden çıkaracak ve İslamiyet öncesi tarihle ilişkilendirecek bir “rekonstrüksiyon”a gidiliyor. Bu yönelimi yapılandırmada kullanılacak dal ise antropoloji oluyor. Bundan sonra neredeyse tek somut veri olarak insan kemiklerinin incelenmesine geçiliyor ve çok geniş ölçekli antropolojik anketler düzenleniyor.

Antropoloji bütünüyle tıp bilimiyle iç içe gelişiyor ve Türkiye’de de Darülfünun Tıp Fakültesi başlarda bu açıdan işlevli oluyor. Bu dönemde Türkiye’de antropoloji çalışmalarının kuşkusuz en önemli figürü olan Şevket Aziz Kansu’dan da bahsetmek gerek. Kansu, Avrupa’da eğitim için açılan ilk sınavı kazanarak Paris’e tıp ve antropoloji eğitimi için gönderiliyor ve dönüşte Tıp Fakültesi’nde açılan sınavla doçent olduktan sonra, Ankara’da 1932’de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nin ardından da Mustafa Kemal tarafından Türk Tarih Tetkik Cemiyeti üyeliğine seçiliyor. 1933 Üniversite Reformu’ndan sonra kadrosu İstanbul Fen Fakültesi’ne naklediliyor ve otuz bir yaşında profesör olarak 1935 yılında Mustafa Kemal’in isteği üzerine kuruluş aşamasındaki Ankara Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi’ne antropoloji profesörü olarak atanıyor (s. 180). Toprak’ın belirttiğine göre o yıllarda Ankara’da böyle bir fakültenin kurulması toplumsal ve beşeri bilim alanında köklü bir paradigma değişikliğinin eseriydi. O yıllarda egemen olan ilgi alanlarının da yardımıyla “mukaddes” tarih anlayışının terk edilmesi için böyle bir kuruluş gerekli görüldü ve gereken altyapı da hazırlandı.

Kansu’nun Mustafa Kemal’in dikkatini çekişi de Birinci Türk Tarih Kongresi’ne rastlıyor. Avrupa’da ileri düzeyde bir eğitim alan Kansu, İstanbul Tıp Fakültesi’nde yaptığı incelemeler sonucu “Türk ırkına ait antropolojik saptamaları” açıklayan tebliğini kongreye sunuyor. Kansu, burada kafatası ölçümleriyle ilgili genel değerlendirmelerin ardından Yeni Kaledonyalı, Afrika zencisi, Neolitik adam, Fransız ve Türk insanı üzerinde yaptığı kafatası incelemelerini özetliyor ve kafatası karinelerinden Fransız ve Türk insanı sonuçlarının çok yakın, hatta aynı olduğu sonucuna varıyor. Kendisi Türk insanına ait fizyolojik özelliklerin Avrupa insanıyla benzerliğini ortaya koyan çalışmaların da sürdürücüsü olduğundan, bu tip ölçümleri büyük oranda Avrupa ile benzerlik tezinin içinin doldurulması çabası olarak görebiliriz..

1930’larda artık Avrupa menşeili ve esinlenmeli bir aydınlanma modelinden çıkıp Asya’ya yönelecek bir arayış gündeme girdiği ve kökleri Asya’ya dayanacak bir tarih anlayışının geliştirildiği görülüyor. Bu yıllarda dünya ekonomik krizi sonrası ekonomik “içe kapanma” hali kuşkusuz farklı şekillerde kültürel alana da yansımıştı. Bu anlamda başlarda milliyetçi söylemin kuruluşunda büyük rol oynayan sosyolojinin yerini antropolojinin alması da bu evreye rastlıyor. Bununla birlikte sosyoloji birçok açıdan modernleşmenin farklı bir evresini temsil edecek mahiyette bir alan. Kısacası Türkiye’de Durkheim’ın insanlığın geleceğine umutla bakan söyleminin ciddi bir yara aldığını (s. 183), sosyolojinin egemenliğinin değişen koşullarla birlikte sona erdiğini ve artık kökleri çok öncelere, tarihin derinliklerine dayanan bir ulus kurgusuna ihtiyacın doğduğunu söyleyebiliriz. 1930’ların aranışçılığı ve sosyolojinin yerini antropolojinin alması bu paradigma değişikliğinin ürünü olarak görülebilir.

Bu yıllarda öne çıkan antropolojik çalışma, Türkiye’de resmi ideolojinin oluşmasında da büyük katkıları olan Afet İnan’ın 1937 yılı Temmuz, Ağustos, Eylül ve Ekim aylarında Anadolu coğrafyasında gerçekleştirdiği ve 64.000 kadın ve erkeği kapsayan antropolojik anketiydi. Anket, yukarıda adı geçen antropolog Eugène Pittard’ın yanında çalışmalarına başlayan Afet İnan’ın doktora tezini oluşturuyordu. Bu çalışmada Türklerin, kafatası endeksleriyle ilgili kavramlar olan brakisefal veya dolikosefal olup olmadıklarına Avrupa’da da karar verilemediğinden, aslında “kanıtlayıcı” ve pek moda olan “biz bize benzeriz” ifadesinin dışarıya yönelik kurgusunun oluşturulmaya çalışıldığını söyleyebiliriz. Toprak’ın belirttiğine göre bu dönemde antropoloji çalışmaları alanında dolikosefal ari ırk tezlerine karşı, uygarlığın brakisefal kafa yapısıyla yakın bir bağının olduğu düşüncesi yaygındı (s. 111).

Mustafa Kemal’in emirleriyle devletin neredeyse bütün organları seferber edilerek gerçekleştirilen bu çalışmada tüm Anadolu coğrafyası on adet “mıntıka”ya ayrılıyor. Doktora tezi Cenevre Üniversitesi’nde Pittard’ın danışmanlığında hazırlanıyor ve nihayetlendiğinde İnan doktora ünvanını alıyor. Bu tez kitap halinde iki kez “L’Anatolie, le pays de la ‘race’ Turque” adıyla Fransızca ve bir kez de “Anadolu, Türk ‘ırkı’nın yurdu” adıyla Türkçe yayımlanıyor. Kitabın Fransızca nüshasıyla ilgili bir tanıtım yazısındaysa, o sıralar Türk Dil Kurumu’nun başuzmanı olan Agop Martayan, 2 bu tür çabaların “içyüzü” nü açıklama ihtiyacı duyuyor. Martayan bu yazıda kısaca Türklerin siyasi davalarını kazandıktan ve Avrupa milletleri içerisinde yerlerini aldıktan sonra kültür davaları için de savaşım verdiklerinden bahsediyor (s. 113). Ona göre Cumhuriyet’in bir kültürel atılım yapması gerekiyor ve bunu söylerken Batı’da “tahrif edilmiş” Türk algısına gönderme yapıyor. Yani Batı’ya göre Türkler sarı ırktandı ve Anadolu’ya da ancak 11. yy.da girdikleri düşüncesi hakimdi. Türklük ve Osmanlılık Batı algısında birbirine lehimlenmiş iki olguydu ve Kemalistler için bu, çözülmesi gereken bir sorundu. Martayan’a göre de bu algının temeli yoktu ve yanlıştı.

“Atatürk’ün öncülüğünde 30’lu yıllarda gündeme gelen Türk Tarih Tezi Türk tarihini Osmanlılarla değil neolitik devirde Orta Asya’dan başlatıyordu. Anadolu, tarih öncesi zamanlardan beri Türklerin mensup oldukları beyaz ırkın Alpin koluyla meskûndu ve buradaki halklar Orta Asya’daki Türk anayurdundan gelmişlerdi. Anadolu’nun en eski sakinleriyle Hitit, Selçuk ve Osmanlı Türkleri aynı antropolojik vasıfları gösteriyordu” (s. 114).

Afet İnan’ın çalışmasına Pittard’ın yazdığı önsözde de neolitik uygarlığın asıl yurdu Anadolu olarak belirtiliyor. Önasya ile Avrupa’nın tarihöncesi ilişkileri tarih, dil ve arkeoloji gibi disiplinler arasında sürekli temas noktaları oluşturularak anlaşılabilirdi. Ancak yine de antropoloji burada ilk sırayı alıyor. Aslında Afet İnan’ın çalışmasının en önemli çıktısı “uygarlığın güneşinin” doğudan yükseldiğini açıkça ifade ediyor oluşu olarak tanımlanabilir. İnan’a göre Avrupa şu an sahip olduğu medeniyeti “Doğulu köklerine” borçluydu. Bu noktanın daha net anlaşılması bu tip araştırmalarla nasıl bir kurgunun oluşturulmaya çalışıldığını gösterecektir.

“Avrupa’da mezolitik çağa son verenler Asya neolitikleriydi. Asya bu rolü üstlenmeseydi Avrupa binlerce yıllık göçebe avcılıktan kurtulamazdı (…) Eğer Asya toprağında, günlük hayatın oluşumunda derin değişiklikler olmasaydı, Avrupa’da bu hayat tarzı sürüp gidecekti. Avrupa uygarlık açısından Ön Asya’ya borçluydu. Coğrafi yönden Asya’ya bağlı olan Avrupa, aynı zamanda maddi varlığının esas temelleri açısından da Asya’ya bağımlıydı. Paleolitik ve Mezolitik Avrupa’nın çakmak taşı uygarlığı denilebilecek devri aşma olasılığı yoktu. Birbirini izleyen türlü dolikosefal grupların ırki oluşumlarında derin değişiklikler olmamıştı. Avrupa, yaşadığı avcılık evresini ilanihaye sürdürebilirdi” (s. 131-132).

Bu bölümü bitirirken, Afet İnan’ın ele aldığımız kapsamlı antropolojik çalışmasının Batı’ya bir çeşit mesaj niteliği taşıdığını belirtmeliyiz. Kapitalizmin beşiği Avrupa ile özdeşlik kurma çabası, sınıfsal karakterin ve bunun belirleyiciliğinde ortaya çıkan kaçınılmaz bir yönelimin sonucu. Uzun yıllar süren “tren kaçıyor” ruh halini bertaraf edecek ekonomik atılımın da gerçekleşememesi, kültürel-ideolojik alana yapılan ve fantezi boyutuna varan tipte bir yığınakla giderilmeye çalışılıyor. Sonuçta son derece eklektik ve içi boş bir tarih anlayışı ortaya çıkıyor. Bu bölümde aktarılanlar bu bağlamda değerlendirilebilir.

Antropolojiye ve “ırk” kavramına kısa bir bakış

Antropolojinin Türkiye’de akademik bağlamda gündeme gelen alanlardan ilki olduğunu düşündüğümüzde, Türkiye’de antropolojinin Cumhuriyet ile yaşıt olduğunu söyleyebiliriz. Antropoloji fiziki ve kültürel olarak ayrılıyor ve bu alanlar da kendi içerisinde çatallanıyor. Bu önemli bir ayrımdır zira antropolojinin hangi saiklerle kullanımda olduğunun anlaşılması açısından önem taşıyor. Toprak’ın aktardığına göre fizik antropolojiye Latin çizgisi de deniyor ve yine bu kol içinde üstün ırk kuramlarının uygulanacağı alan olan Germen çizgisi oluşuyor. Burada en önemli yan, bu iki çizginin 20. yüzyılla birlikte ayrılması (s. 57). Yani 20. yüzyılda Germen antropolojisi “ari ırk”ın saflığına dönük uygulama alanları arayacak, Latin antropolojisi ise sosyoloji ve diğer sosyal bilimlerle dirsek temasını yitirmeyerek daha “bilimsel” bir yan taşıyacaktı (s. 61). Ancak bu durumun milliyetçi tarih kurgusuna altlık oluşturma amacıyla kullanıldığı düşünüldüğünde, antropolojik çalışmaların millet inşasını çerçevelendirme ve milliyetçi kurguyu güçlendirme gibi saiklerle dolaşıma sokulduğunu da belirtmek gerek.

Bu olguyu belirttikten sonra, Cumhuriyet’in erken dönem tarihini yorumlarken, dönemin yaygın kavramlarının kullanılış biçiminin ve içeriğinin söz konusu dönemin koşullarının ürünü olduğunun altını çizmek gerekiyor. Özellikle ulus-devlet kuruluş sürecinde yardımına başvurulan kavramların içinin nasıl doldurulduğu büyük önem taşıyor. Bir açıdan Türkiye’de “ırk” sözcüğünün de iki dünya savaşı arası dönemde farklı bir içerikle kullanıldığını ve daha sonra deneyimlendiği gibi dışlayıcı değil, sorunlu bir bağlama da sahip olsa Toprak’ın belirttiği şekliyle “kapsayıcı” ve “bütünleştirici” bir saikle dolaşımda olduğu meselenin önemli bir boyutu:

“Irk kavramı Türkçede kullanılmaya başladığı ilk günden beri sorunlu bir sözcük olmuştu. Türk Ocakları ilk nizamnamesinde millet sözcüğünün ‘cemaat’ anlamına gelişi nedeniyle ‘ırk’ sözcüğünü kullanma gereği duymuş, ancak bundan kısa sürede vazgeçmişti. İki dünya savaşı arası ‘etnik’, ‘etnisite’ ya da bunlara tekabül edebilecek sözcük yoktu. Irk kavramı bu nedenle yaygın olmasına karşın etnik bir içerik taşımıyordu. Irk, cumhuriyet kadroları için ‘antropolojik’ bir kavramdı. Cumhuriyet’in ‘uygarlık’ anlayışı çok daha kapsayıcı bir nitelik taşıyordu. Temel sorunu Batı’ylaydı. Bu kapsayıcılık antropolojik veriler gereğiydi. Irk büyük ölçüde fiziki antropolojide kullanılan bir sözcüktü” (s. 580).

Öte yandan bu “bütünleştiricilik”, ulus inşası sürecinin milliyetçi omurgasına sahip olduğundan, tüm etnik unsurlar “Türk ırkı” içerisinde toplanıyor. Dolayısıyla antropoloji pratikleri dolayımıyla bir tür “bilimsel ırkçılık” olgusundan söz etmemiz mümkün hale geliyor. Sonuç olarak bu “kapsayıcılık” da bütünüyle eğik bir düzleme sahip.

Bu dönemde Cumhuriyet’in son derece parçalı ve dağınık toplumsal yapısına yapıştırıcı bir unsur bulmayı arzuladığı tarihsel bir gerçektir. Ancak Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının, ideolojiler alanında radikal değişiklikler gerçekleştirdiği yıllar olan 1930’lar için henüz bu kavramın Nazi pratiğinin sarsıcı etkisinden muaf dönemler olduğunu söyleyebilsek de, burada daha masum görünen kavram ve uygulamaları, Almanya’da Nazi iktidarının kendi yapısına eklemleyerek dönüştürdüğünü de hatırlamak gerekir. Aslında bir taraftan söz konusu pratiklerde bir “aynılık” olduğu ve bu anlamda dışlayıcı bir muhteva bulunduğu yadsınamasa da Toprak’ın aşağıda belirttiği durumu da göz önüne almamız gerekiyor:

“Cumhuriyet yıllarında antropoloji dar bir alana sıkışmıştı. Etnolojik bilgiden ırak bir antropoloji anlayışı vardı. Fizik antropoloji kültürel edinimle mesafeliydi; tarihin derinliklerinde kemik yapılarıyla uğraşıyordu. Bu nedenle, Tek Parti döneminde ırk sorunu hiç olmazsa bilim dünyasında etnik temele dayanmıyordu. İnsanlar Türk, Kürt, Laz, Çerkez gibi etnik ayrıma uğramıyor, brakisefal, mezosefal, dolikosefal türü fiziki tasnif görüyorlardı. Brakisefal bir Kürt ya da Laz, dolikosefal bir Türk’e oranla daha ‘mütekâmil’di…Son kertede Erken Cumhuriyet’in ‘ırk sorunu’ ‘defansif’ti. İçe değil dışa dönüktü. Batı’daki önyargılara, kalıtımsal mitlere karşı direnişi simgeliyordu. Türkler de Avrupalılar gibi ‘uygar’ bir ‘ırk’tan geliyorlardı” (s. 340-341).

Siyasal alanda dolaşımda olan her kavram, dönemin siyasal süreçlerinden etkilenip içerik değiştirebilir. Irk kavramının dönemsel muhteva değişimi, bize Cumhuriyet’in erken dönem pratiklerini hangi bağlama yerleştirmemiz gerektiği konusunda kuşkusuz çok yardımcı oluyor. Ancak bunların yanında bahsettiğimiz antropoloji bağlantılı pratikler son kertede evrensel ve yerel ölçekte bir üstün-aşağı ayrımı yaratıyor. Örneğin Toprak’ın aktardığına göre Kansu’nun bir çalışmasıyla ülkenin en fazla entelektüel yetiştiren bölgeleri sınıflanıyor. Kendisi her ne kadar sosyolojik ve kültürel parametrelere de bakmak gerektiğini söylese de, Kansu sonuçları “halkın anlayacağı dile çevirirse “deha”lar büyük bir olasılıkla brakisefaldi ve Anadolu’nun kuzeybatı ve doğusunda yerleşikti. “Gerzek”ler ise güneyde meskûndu” (s. 219).

“Irk” sorunsalıyla bağlantılı tarih yazımı

Türkiye’de tarih yazıcılığının büyük bölümünü uluslaşma süreçlerini tarihsel bağlamından koparma eğilimi oluşturuyor. Aslında bu yöntemi kullanarak yapılan her yorum, uluslaşma süreçlerinin sancılı yönlerini ve problemli yönelimlerini başatlaştırmayla birlikte oluşturuluyor. Yani söz konusu olumsuzluklar her yönüyle baskınlaştırılıp baş tacı ediliyor ve resmin diğer tüm parçaları ya yok sayılıyor, ya da uçlaştırılarak reddediliyor. 3 Bununla bağlantılı olarak Türkiye’de 1930’lardaki antropolojik çalışmaların doğası gereği “ırkçı” bir muhteva taşıdığını yadsımak mümkün olmasa da, bu alanı kapsayacak yorumların dönemin ulus inşası sürecinin bir bileşeni olduğunu belirtmek gerek. Aksi halde söylenen her şey liberal-muhafazakâr tarih kurgusunun bir parçası oluyor.

Dönemin antropolojik uygulamalarına yönelik tarih yazımında daha önce de belirttiğimiz gibi antropoloji, tek bir yere sabitlenemeyecek çok farklı içeriklere sahip ve kendi içinde çatallanan bir bilim dalı. Fiziki ve kültürel antropolojinin çeşitli niteliksel farkılılıkları olsa da, bir diğer açıdan bu alanların da kendi içlerinde bahsettiğimiz, örneğin ırk ıslahı anlamına gelen “öjeni” gibi uygulamaların varlığı ve son kertede “ıslah etme” yönelimine de yakınlaşan eğilimlerin varlığı yadsınamaz. Hatta 1930’lardaki antropolojik çalışmaların daha fazla “zorlandığında” oraya evrilebilecek bir bütünü çıkarması olasılığı yüksek. Fakat söylemek istediğimiz, tüm bunları örneğin Nazi pratiğiyle ilişkilendirirken dikkatli davranmak gerektiği. Zira Toprak’ta gördüğümüz bu yerinde titizliği başka yerlerde çok sık göremiyoruz:

Türkiye’nin kuruluşunda, meşruiyet temeli olacak ve modern devletin egemenlik bakımından özü olan ulusa kimlik taşıyacak çerçeve, büyük ölçüde Almanya’da kurumsallaşan arkeoloji-antropoloji metodolojisini izlemek zorunda kalmıştır. Bu yüzden Cumhuriyet’in başında klasik tarih yazıcılığı yerine arkeoloji ve antropolojinin öne çıktığını görürüz.” 4Bunun yanında Toprak’ın ifadelerine baktığımızda ulusa kimlik taşıyacak çerçeve için böyle bir metodolojik “zorunluluktan” bahsedemiyoruz. Türkiye’deki antropolojik çalışmaların altyapısının oluşturulması için Alman değil Latin “çizgisi” ile “bilimsel” bir rabıtanın kurulması söz konusu. Yani Türkiye’de antropoloji “ari ırk” tezlerine mesafeli Latin antropolojisinin “Orta Asya’dan göç” söylemini benimsiyor (s. 62). Bu durum Türkiye’deki antropolojik çalışmaları temize çıkarmasa da bu yönelim farklılığının altını çizmek önemli. Türkiye’de o yıllarda antropolojik çalışmaların öncüsü sayılabilecek bir figür olan İsviçreli Profesör Eugène Pittard da dönemin Alman çıkışlı veya esintili antropolojik yöntemlerine uzak olarak nitelendirilebilir. Nitekim dönemin bu alandaki antropoloji çalışmaları bütünüyle saçma modelleri ortaya çıkarsa da, birçok açıdan Alman “ari ırk” kavramlaştırmasını dışarıda bırakacak şekilde bir tarih kurgusu yapılandırılmakta. Nazan Maksudyan’ın 1925-1939 arası antropoloji pratiklerini incelediği çalışmasında ise dönemin “ırkçı” pratiklerinin meşrulaştırılması için “bilimsel” yöntemlerin pragmatik amaçlarla kullanıldığı, bunun için antropolojiye yönelindiği belirtiliyor:

“Irk kavramı, bilimsel çevrelerde, kuramsal temellerin atılması sırasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu unsurlarından biri olarak sürekli tekrarlanmaktadır. 1925-1939 arasındaki sınırlı dönemi kapsayan bu araştırma, resmi ideolojinin ırka dayalı tezlerini bilimsel tezler aracılığıyla meşrulaştırırken antropolojiden nasıl faydalandığını sergilemektedir (…) Dolayısıyla Türk Antropoloji Mecmuası’nın devlet tarafından bilinçli bir şekilde hayata geçirilen bir proje olduğunu ve derginin, milliyetin ırkçı inşasını bilimsellik kisvesiyle meşrulaştırması beklenen bir “bilirkişi” rolü oynadığını söylemek mümkündür.” 5

Cumhuriyet’in antropoloji yönelimi büyük oranda Avrupalı bir köken arayışının en somut çıktısıydı. Yıllarca tahrip edilmiş, zedelenmiş bir Osmanlı imajının yerine tarihsel kökleri daha eskilere dayanan ve bu yönde bir tarih kurgusu geliştirilmesi ihtiyacından doğan bir bütünden söz ediyoruz. Cumhuriyet’in kapitalizm yönelimi de, Avrupa ile kurulacak söz konusu rabıtanın bir an önce gerçekleşmesi için Kemalist kadroların itici gücünü oluşturdu. Bununla birlikte dönemin antropoloji uygulamalarından böyle bir köken arayışı için “faydalanıldığından” bahsedebilsek de, bir “kisve” olarak kullanıldığı yorumu fazla zorlama olacaktır. Toprak’ın kitabında antropolojinin “bilimsellik” yönüne yapılan vurgu, Maksudyan’da “bilimselliğin” bağlamsız ve köksüz bir olgu gibi sunulması olarak karşımıza çıkıyor. Ancak otuzların antropoloji çalışmaları söz konusu olduğunda bu tarz uçlaştırmalardan kaçınmak gerekiyor. Sonuç olarak söz konusu pratikler uluslaşma sürecinin eklektik yönünün somut tezahürleri ve bütünüyle Cumhuriyet’in sınıfsal karakterinin ve dönemin siyasal atmosferinin izlerini taşıyor. Bu karakterin dışarıda bırakılması ve çözümlemenin yalnızca bilimsel-kültürel alana hapsedilmesi ise oldukça sorunlu bir yorumlama şekli.

Öte yandan Cumhuriyet’in söz konusu yıllarda dinci ideolojiyi dışlayan ve maddeci bir içerikle donanmış “bilimsel” anlayışıyla, Türk Tarih Tezi gibi yeni bir tarih anlayışı kurgulamak yönündeki arzuların içiçe olduğunun da görülmesi gerek. Yani Maksudyan’ın kitabında görülen, dönemin “bilimsel” yönteminin “kadim” bir amaca hizmet etmesi gibi bir basitleştirme, Cumhuriyet tarihinin karmaşık bir bütün olduğunu görmezden gelip, dönemin tüm uygulamalarını aynı tipte bir “ırkçı” pratikler toplamı olarak sabitlemek, parçalanmış bir tarih anlayışını doğuracaktır. Oysa bu dönem, “ırkçı” çalışmaların uygulandığı bir dönem olmasının yanı sıra, son derece eklektik ve milliyetçi söylemle bezeli bir tarihsel geçmişin yaratımıyla, tarih öncesi kalıntıların dayanak oluşturduğu bir dönemin maddeci bir anlayışla deneyimlenen çıkışlarının oluşturduğu karmaşık bir bütün. Bu göz önünde bulundurulmadığı zaman otuzlardaki bu yönelimin “kurnazca” 6 benimsenen bir toplam olduğuna kadar esas bağlamından koparılan bir tarih anlayışı ortaya çıkıyor. Bu da her yere çekiştirilmeye müsait, “piçleştirilmiş” bir kurgunun ortaya çıkmasına yol açıyor. Hatta otuzların antropoloji çalışmalarının “ideolojik” olduğunu söyleyip, artık klasikleşmiş bir şekilde ne idüğü belirsiz bir yakıştırmaya kadar bile varılabiliyor. 7 Bu bölümü, tarih anlayışıyla ilgili Toprak’ın yerinde sözleriyle noktalayalım. Tarihçilerin temel kavramsal paradokslarından birinin süreklilik-kopuş sorunsalı olduğunu belirttikten sonra şöyle devam ediyor:

“Dün ile bugün arasında teleolojik bir bağ kurma çabası tarihçilerin sık başvurdukları bir yöntem. Türkiye gibi ulus-devlet inşa sürecinde gecikmiş ülkelerin sosyal ve beşeri bilimleri irdelendiğinde tarihçilik misyonerliğe en yatkın bilim dalı (…) Dünün koşullarından çok, günün beklentileriyle geçmişe bakılıyor. Öte yandan tarihle dirsek teması olan birçok yazar epistemolojik kaygılara öncelik veriyor. Günümüz değer normlarıyla geçmiş algılanmaya çalışılıyor. Temel hak ve özgürlükler, demokrasi, katılım ve benzeri kaygılar sanki ezelden ebede var olmuşçasına geçmişe yansıtılıyor. Dünü güncel normlarla yargılamaya çalışmak işin kolayına kaçmak oluyor” (s. 12).

Sonuç yerine bazı saptamalar

Türkiye’de 1930’lu yılların antropolojik çalışmaları geciken uluslaşma olgusuyla birlikte düşünülmeli. Uluslaşma süreçleri, özellikle bu topraklar gibi etnik-kültürel çeşitliliğe sahip yerler için ve gecikerek gerçekleşmesinden de kaynaklı son derece sancılı geçen momentler. Söz konusu süreçlerin mütemmim cüzü olan “tekleşme” eğilimi de bu sancıları tetikleyen en önemli etmen. Kuşkusuz bu durum, dışlayıcı bir takım pratiklerin gerçekleşmesini de beraberinde getiriyor. Çünkü söz konusu dönem başat olanın ön plana çıktığı, milliyetçiliğin söylemsel-deneyimsel iktidarını kurduğu ve tali olan unsurların da bu eksene eklemlenmesinin arzulandığı bir evre. Bu eklemlenme çoğunlukla başkalaşmayla birlikte gerçekleşiyor. “Tali” unsurlar kimi ödünler vererek başat olana “yapıştırılıyor”. Otuzlarda antropolojik çalışmaların egemen olma durumunu bu bağlamda da değerlendirebiliriz. Yani ülkedeki tüm etnik unsurların “Türk ırkı” diye bir alanın içerisinde anlamlandırılmasında bu çalışmalardan “bilimsel” bir temel oluşturulması için faydalanılıyor.

İki savaş arası dönemin ulus-devlet inşası için pek elverişli bir dönem olmadığını da söyleyebiliriz. Ekonomik darboğazı aşmaya çalışan Türkiye’nin, tüm dünyada içe kapanan ekonomi modellerinin hakim olduğu bir dönemde burjuva paradigmasının sınırları içinde kalarak kafasında canlandırdığı ekonomik atılımı o yıllarda gerçekleştirmesi olanaksızdı. Batı menşeili ekonomik bunalımın ülkeyi iyice harap duruma sokması dahi Türkiye burjuvazisinin Batı hayranlığının önüne geçememiş, yavaş yavaş ülke çapında yayılmaya başlayan hoşnutsuzlukları da Avrupalı kökler yaratmaya yönelik ideolojik-kültürel aşıyla giderme yolu izlenmişti. Otuzların antropoloji çalışmaları tam da buraya oturuyor. Bu durum, söz konusu dönemde henüz “köşeli” unsurların oluşmadığı ideolojiler alanında daha önce de bahsettiğimiz gibi son derece eklektik bölmeler yaratıyor. Bu durum da, Toprak’ın kitabında ayrıntılarıyla gördüğümüz gibi kültürel alanı temelsiz ve içi boş sıçrama modellerinin deneyimlendiği bir kompartman haline getiriyor. Dönemin “ırk” sorunsalını incelerken bunu da göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Öte yandan Kemalizmin milliyetçilik anlayışının bu dönemde yalnızca “ırk” sorunsalı üzerinden eleştirilmesine de kimi rezervler koymak gerek. Öncelikle söz konusu anlayış tek bir doğrultuya sahip, sarsılmaz bir blok değil, bütünüyle eklektik bir yapıya sahip. Dolayısıyla böyle bir anlayışı antropolojik çalışmalar dolayımıyla her döneme özgü bir “ırkçı çehre” ile bezemek doğru olmayacaktır. Kemalizmin milliyetçiliğinin bahsettiğimiz bu karakteri, geç uluslaşmış her toplumsal inşa süreçlerine özgü “esinlenme” olgusuyla birlikte düşünülmeli. Kemalizm, dünya kapitalist sistemindeki genel eğilimlere göre şiddetli bir biçimde savrulmuş, ona göre bir içerikle donanımlanmıştır. Daha açığı, otuzlardan farklı olarak kırklarda sistemde egemen konumda olan Nazi ideolojisinden “nasiplenme” böyle bir yapının ürünüdür. Bu olgu her türlü milliyetçilik anlayışına içkin bir durum olsa da bahsettiğimiz durumda önemli özgüllükler barındırmakta. Dolayısıyla örneğin Almanya’da Nazi düşüncesinin çok gerilere dayanan düşünsel-felsefi köklerinin bulunması 8 onun daha “köşeli” bir yapı oluşturmasını sağlarken, Türkiye’de böyle bir geçmişin olmaması, uluslaşma sürecinin doğal bir yönelimi olan yeni bir milliyetçi tarih kurgusunun inşasını çok daha eklektik bir görünüme bürüdü. Eklektizme yol açan önemli bir etmen olan aranışçılık ve Batı’ya bağlanma tutkusu da, ele aldığımız dönemde antropoloji dolayımıyla absürd denilecek formüllerin uygulandığı bir evrenin yaşanmasına yol açtı.

Bitirirken, incelediğimiz kitapla Toprak’ın, tarih yazıcılığında AKP saldırganlığına karşı durabilecek nitelikte bir çalışma ortaya çıkardığını söylemeliyiz. Buradan hareketle, bu topraklarda modernleşmeci kadroların hepsinin toptancı bir şekilde “ırkçı” olarak etiketlenip geçilemeyecek bir karaktere sahip olduklarını belirtmek gerek. Bu yakıştırmanın çok sık karşılaştığımız gibi savruk bir şekilde kullanılmaması gerektiğini de bu vesileyle söyleyebiliriz. Toprak’ın kitabında incelenen dönem “ırkçılık” bağlamında bir anlamda “niyet okuması”na tabi tutuluyor ve Cumhuriyet’in hep göz ardı edilen ancak AKP’ci tarih yazıcılığının öne sürdüğünün aksine hiç de hafife alınamayacak yönlerinin olduğu vurgulanmak isteniyor. Kısacası incelediğimiz kitap, AKP’nin kendisini meşrulaştırma aracı olarak liberal-muhafazakâr tarih yazıcılığı alanını karşısına alması açısından önemli bir çalışma olarak nitelendirilmeyi hak ediyor.

 

 

Dipnotlar

  1. İsviçreli antropolog ve etnolog. Cenevre Üniversitesi’nde profesör ve1937’de toplanan İkinci Türk Tarih Kongresi’nin fahri başkanı. Pittard, 1930’larda Türkiye’deki antropoloji çalışmalarına bir anlamda önderlik ediyor ve tarih öncesi kalıntıların çıkarılması ve incelenmesi işlemlerine de büyük oranda katkı koyuyor.
  2. 1934 Soyadı Kanunu sonrası Mustafa Kemal tarafından kendisine önerilen “Dilaçar” soyadını alacak olan Agop Martayan (1895-1979) Türk Dil Kurumu’nun ilk genel sekreteri ve Türk dili üzerine çalışmalarıyla tanınan, Türkçenin kökeni ve gelişimine dönük önemli çalışmalarıyla bilinen Ermeni dilbilimci.
  3. Konumuzla alakalı ve güncel bir örnek olması anlamında Ayşe Hür’ün 03.02.2013 tarihli Radikal gazetesinde yayımlanan “Ne mutlu ‘Türküm diyene’ mi? Ne mutlu ‘Türk olana’ mı?” başlıklı yazısını örnek verebiliriz. Hür burada her zamanki “yöntemiyle” Gobineau ve Pittard gibi farklı pozisyondaki kişileri ve olguları, antropolojik uygulamalara gönderme yaparak aynı tipte bir “ırkçılık” yörüngesinde sabitliyor. Bu tip yazıcılıkta yanlışı sunmanın yanında abartarak sunmanın da sık karşılaşılan bir durum olduğunu belirtmek gerek.
  4.  Aydın, Suavi; Cumhuriyet’in İdeolojik Şekillenmesinde Antropolojinin Rolü: Irkçı Paradigmanın Yükselişi ve Düşüşü, “Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Kemalizm” içinde, cilt2, İletişim Yayınları, İstanbul 2009, s. 348.
  5.  Maksudyan, Nazan; Türklüğü Ölçmek, Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi, Metis Yayınları, Mayıs 2005, s.182, 183.
  6. Age., s. 73.
  7. Age., s. 103. “İdeoloji”nin bu şekilde pejoratif kullanımı, liberal tandanslı her tarih yorumunda karşımıza çıkan problemli bir durum. Bu durum, muhafazakârlıkla liberalizmin söylemsel ortaklığını dışa vuran belirgin bir örnek. Keza egemen söylemin sola içkin olan her türlü eylemi “ideolojik” ilan ettiğini biliyoruz. Meselenin geniş bir kuramsal arkaplanı da olduğundan, söz konusu söylemin kriminalize etme amacıyla sıkça kullanıldığını belirtip geçelim.
  8. Lukacs, Georg; Aklın Yıkımı, Cilt 1, Payel Yayınları, Mart 2006. Lukacs’ın bu durumu detaylı bir şekilde incelediği Aklın Yıkımı adlı çalışmasında faşizme özgü “usdışılık”; anlayış ve aklın kötülenmesi, sezginin yüceltilmesi, aristokrat bir epistomoloji, sosyo-tarihsel ilerlemenin reddi, mitler yaratılması vb. gibi tarifleniyor ve Almanya’da faşist kurumsallaşmaya uygun zemin sunan düşünsel-felsefi gelenek ayrıntılarıyla açıklanıyor. Türkiye’de böyle bir geleneğin yokluğundan söz etsek de, otuzlardaki antropoloji pratiklerinin daha da uçlaştırılıp, “ırkçılığın” Almanya örneğindeki gibi bir hal alması da mümkündü. Ancak antropolojik çalışmalara verilen önem kırklarla birlikte terk edildi ve farklı bir evreye geçildi.