Türkiye burjuvazisinin bitmeyen Kıbrıs öyküsü
Bitmesi mümkün olmayan bir öykü de diyebiliriz.
Kıbrıs, çoğumuz için, Doğu Akdeniz’de arada sırada kabaran sürtüşmelerin hatırlattığı bir toprak parçası olabilir. Aslına bakarsanız bu görece iyi bir resimdir. Türkiye’nin geneli için Kıbrıs kumarhanedir, oteldir; vergiden muaf kalmanın yolu, tatil dönüşü içki getirmenin bahanesidir ya da susuz geçen askerlik anılarının kaynağıdır, “Allah’ın unuttuğu” yerlerden birisidir.
Daha doğru olan bu resim Türkiye kapitalizminin Kıbrıs’a ve bölgeye bakışını aşağı yukarı özetliyor. Kıbrıs Türkiye kapitalizminin kirini akıttığı ve akladığı, işine gelince hatırladığı ya da bir piyon olarak tahtanın bir köşesinde sakladığı parçasıdır.
Bunların hepsi doğru ve doğruluğunu koruyacak olsa da artık bunun ötesini ileri sürmek ve formüle etmek zorundayız.
Kıbrıs Türkiye burjuvazisi için unutulması mümkün olmayan bir anıdır. Gençlik ihtiraslarının bir meyvesi olarak orada durmaktadır ve Türkiye kapitalizminin oluşturmak zorunda olduğu öyküde önemli bir rolün sahibi olacaktır.
Türkiye burjuvazisi öyküsünü arıyor
Her egemen sınıf kendi çıkarlarını toplumun genel çıkarı gibi sunmak zorundadır. Kapitalizmin tarihsel serüveni, ulus devletin oluşumunu ve kapitalist sınıfın kendi bahçesinde egemenliğini ilan etmek zorunda olduğu bir dönemecin kalıcı izlerini taşıyor. Devlet bu sınıfın elinde ve sınıflar mücadelesinin içerisinde işlevlendi; işlevleri çeşitlendi.
Bu doğrultuda “genel çıkar”ın inşası bir resmi ideolojiyi gerektirdi. Türkiye gibi geç dönemin ürünü bir ulus devlet için epey ilginç özellikler taşısa ve çeşitlense de bu özelliklerin genel çıkarda buluşması Türkiye kapitalizminin gelişimi boyunca her dönemeçte ayırt edilebilirdi.
Bir dünya savaşı, alt üst oluş henüz yeni bitmişken, 29 buhranı ve buhranın ürünü olan ekonomi politikalarının izlerinin görülebildiği bir dünyada, dengelerin nasıl şekilleneceğinin henüz takip edildiği ve burjuva sınıfının daha yolun başında olduğu bir dönemde Türkiye kapitalizmi de kendi kuluçka döneminin başlarındaydı. Dış ve iç politikayı belirleyen bir ekonomik yönelim, barış söylemi ve Misak-ı Milli üçlüsü bu kuluçka döneminin ihtiyaçlarını karşılayacak bir öykü yaratabildi.
Bu öyküde, resmi ideolojide, sınıflar üstü bir toplum ve genel çıkar söylemi bulunuyordu. Bu bugün bile pek çok kişi tarafından anlaşılamasa bile asıl meseleydi. Çünkü on yıllar sonrasında bu asıl mesele kendisine dar gelen bu öyküyü bir kenara atmaktan çekinmedi.
Semiren ve kabına sığmayan Türkiye burjuvazisi Misak-ı Milli’ye de sığmayacaktı, sığamazdı; ama Kıbrıs düşünsel-duygusal bir illüzyon ile bu sınırlara dahil edilebilirdi. Genel barış söylemi tipik bir biçimde ihtiyaca uyduruldu, Kıbrıs’a barış getirmek isteyen silahlı kuvvetler 1974 yılında adanın önemli bir bölümünü işgal etti.
Kıbrıs Harekatı’nın ülke içindeki etkisine baktığımızda daha fazlası da söyleyebiliriz. Türkiye burjuvazisinin yeni öyküsünün başarı hanesine yazıldı… Harekatın meşruiyetinin yarattığı basınç zaten “kökü dışarıda” olmakla ve antikomünist dalga ile ağırlık altında kalmış dönemin Türkiye solunu iyice zor durumda bıraktı. TİP de dahil olmak üzere dönemin Türkiye solu kimi hatalarla boğuştu.1
Buralardan dersler çıkarmak mümkün elbette. Ancak öykünün devam ettiğini bilmemiz gerekiyor. Bu öykünün yeni başlıklarının ülke içindeki ideolojik iklimde ne gibi etkileri olabileceğini bilmek, sınıfsal belirginliği yok eden “Türkiye’nin çıkarları” söylemini delecek zayıf noktaları aramak hatta karşı saldırıya hazır olmak gerekiyor. Türkiye kapitalizminin ve emperyalist sistemin çelişkileri bunları bize verecek olsa da uyanık olmak gerekiyor.
Özetle, “ikna” yanıyla, siyasal üstyapı anlamında gösterdikleriyle, fırsatları değerlendirme anlamıyla Kıbrıs adımı Türkiye burjuvazinin ilk büyük denemesidir diyebiliriz.
Türkiye burjuvazisi bu sayede aklını ve yeteneklerini de geliştirmeye başlamıştır.
TÜSİAD 60’lardan itibaren yükselen sınıf mücadelelerinin ürünü olarak kurulmuştu. Bununla birlikte, Türkiye burjuvazisinin mücadele örgütü, Türkiye kapitalizminin gelişkinliğini ve aynı anlama gelmek üzere ihtiraslarını da yansıtıyordu. TÜSİAD üyesi büyükler adayı ziyaret etti, örgütün komisyonları raporlar oluşturdu ve planlar çıkardı. 1960-80 aralığı Türkiye burjuvazisinin ölümden döndüğü bir aralıktı fakat Kıbrıs onları mutlu etti.
ABD ve İngiltere merkezli emperyalizmi, Batı’yı mutlu ettiği gibi…
Kıbrıs müdahalesi kuşkusuz ABD’nin ve İngiltere’nin planları dahilinde gerçekleşti. Adanın içi onları ancak büyük resim açısından ilgilendiriyordu. Sovyet etkisinin ortadan kaldırıldığı, “bağlantısız”lığa ve sıkı pazarlığa eğilimli Makarios’tan kurtulmuş bir Kıbrıs; bölgedeki iki NATO üyesi devlet arası anlaşmazlığın bir ölçüde dengeye bağlandığı ve büyük emperyalistlerin kendi askeri üslerini garantiye aldığı bir Kıbrıs, ada halkı dışında herkesi tatmin ediyordu.
Türkiye ve İnönü, öncesindeki yıllarda onur kırıcı “Johnson Mektubu”yla bu meselelerde fazla cesur davranmaması gerektiği konusunda uyarılmıştı. Fakat olgunlaşan eğilimler ve dengeler, yeni fırsatlara ve yönelimlere kapı aralamıştı. Yani Kıbrıs’ta kendi gücünü gösteren Türkiye kapitalizminin temsilcisi Ecevit, Kissinger’dan habersiz bir iş çevirmiyordu; fakat bu hikâye Türkiye burjuvazisindeki cüretin doğum belgesini görmemize de engel olmamalıydı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı ve Sovyetler Birliği arasında şekillenen yeni dünyada, bölgede Türkiye’ye daha çok rol düşecekti. Türkiye’nin egemenleri ve yönetenlerinin hareket tarzı bu gelişimi “fark etme”nin ötesinde bir niteliğe sahipti. Rol istemek konusundaki açlıklarını çok öncesinde ilan etmişti Türkiye’nin egemenleri. Bu doğrultuda gerekeni yapmaya hazırlardı. Türkiye’yi Kore’nin işgalinin bir parçası yaptılar örneğin.
Bununla birlikte yeni bir öykünün taslağı da hazır hale geliyordu.
Komünizm tehdidi çoktandır resmi ideolojinin bir parçasıydı. Türkiye 70’lerde devrime yakındı; fakat devletin yönetenleri, çok öncesinden, Sovyetler Birliği’ni ve komünizmi içeride ve dışarıda güçlü bir tehdit olarak ilan etmişti bile. Türkiye “abartı” konusunda Batı’yı sollamıştı. Tehdit algısı Türkiye’yi yeni dengelerin oluştuğu bir dünyada konumlandırabilmek için gerekliydi.
Türkiye’nin bugünkü yönetenlerinin “ben bu işi yaparım”cılığı o dönemden bir şeyler almıştı şüphesiz. Aslında bu ortak yan Türkiye’nin yeni öyküsünün öğelerinden biriydi. Türkiye artık bölgeye daha çok bakmalı, gövdesini göstermeliydi. Evet, Türkiye burjuvazisi pek çok örnekte korkaklığını ya da garanticiliğini de göstermişti; fakat bizim Kıbrıs’ta gördüğümüz, Türkiye burjuvazisinin uygun dengeleri yakalayınca biriktirdiği iştahı tatmin etmeyi deneyeceğiydi. Emperyalist hiyerarşide ve dünyadaki güçlerin dağılımında o günden bugüne yaşanan değişim bu iştaha daha fazlasını ekledi. Üstelik 70’lerden bu yana Türkiye devletinin yönetenleri, sermaye sınıfı adına sınırların ötesinde iş bağlama, bağlantılar kurma ve kadrolar oluşturma, farklı bölgelerin ve ülkelerin yönetenleri ile anlaşma yapma gibi başlıklarda deneyimler de biriktirdi. Yalnız Özal’dan ya da Erdoğan’dan bahsetmiyoruz,
Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları söz konusu olduğunda sosyal demokrat Ecevit de oldukça becerikli hareket edebiliyordu.2
Bu neresinden bakılırsa bakılsın yeni bir öykü demektir. Kimilerinin “emperyalist Türkiye” olarak bile kodlamayı tercih edebileceği bir öykü…
Türkiye’nin pek çok başlıktaki zaafı onu “küçük Amerika” olmaktan öteye taşıyamadı elbette ama bu öyküde epey yol alındığı da doğruydu. Devlet bu doğrultuda dönüştürülmüş, Ecevit’ten Özal’a ve Özal’dan Erdoğan’a uzanan bir yönetici tipolojisi zaman içinde gelişmişti. Misak-ı Milli yerini “Stratejik Derinliğe”, “Yeni Osmanlı”ya bıraktı. Yeni öyküde, Misak-ı Milli’nin Mustafa Kemal’ine de bir Osmanlı paşası olarak yer verildi.
Türkiye kapitalizmi, Kıbrıs’tan Suriye’ye başarılı ya da başarısız bir deneyimler silsilesi biriktirdi. Şimdi bu öykünün yönü tekrar Kıbrıs’a dönmek üzere…
Türkiye kapitalizminin geleceği neye bağlı?
İşin özü, Türkiye burjuvazisi kendi ekonomik gereksinimleri ile uyuşacak cüretkâr bir siyasi yapı istiyordu.3
Öte yandan, Türkiye kapitalizminin Kıbrıs dahil dış
politika tercihlerini ekonomik gereksinimlerinin doğrudan uzantısı olarak ele
almak da yanlış olacaktır.
Kastım emperyalizm kuramıyla ilgilidir. Emperyalizmi bir pazar sorununa indirgemek ya da tekellerin ülke içinde artık daha fazla büyüyememesi olarak ele almak, daha “teorik” kelimelerle ifade edecek olursak emperyalizm olgusunu “genişletilmiş yeniden üretim süreci”nin sonucu olarak görmek popülerliğini hep koruyan bir yaklaşım oldu. Evet, daha fazla kâr, daha büyük pazar ve daha fazla büyüme olanağı için tekelci kapitalizm ülke sınırlarını aşar ve başka kaynaklar bulmanın peşine düşer. Halbuki bu basitleştirme bugün emperyalist sistemi ve Türkiye’nin tekellerinin içine düştüğü kıskacı anlamak için fazlasıyla eksikli ve basit kalmaktadır.
Bir tercihten değil zorunluluktan bahsediyoruz. Bu zorunluluğun kavranması Türkiye’nin yeni öyküsünü anlamak için de olmazsa olmazdır. Dün ekonomisini dışa açmak zorunda olan, dış kaynak bulmak için bir ihracat ekonomisi yaratmak zorunda olan, bu doğrultuda kendisine en uygun ekonomi politikasının peşinde koşmuş, örneğin Avrupa ekonomisi ile hep sıkı bağlar kurmaya çalışmış ve kurmuş Türkiye, bugün daha çok kendi bacağından asılmak zorundadır. Ve tabir uygun olacaksa kendi ekonomipolitiğine yön vermek zorundadır. Bu zorunluluk dış politikanın Türkiye için giderek artan önemini daha da ivmelendirmiştir.
Çünkü Türkiye kapitalizmi sadece Misak-ı Milli sınırları içinde ekmek bittiği için değil, yeni dünyada daha çok hükme sahip olmadan egemenliğini koruyamayacağı için de dışarı yönelmektedir. Yani emperyalist sistemin bir sistem olarak taşıdığı özellikler onun bir üyesi olan Türkiye kapitalizmi için son derece bağlayıcıdır.
Adım adım ilerleyelim…
Avrupa bağını düşünelim. 1974’te Kıbrıs’ta cüretini gösteren Türkiye burjuvazisi zaman içinde Avrupa’da daha çok ekmek yiyebilmek için Kıbrıs’ı Avrupa Birliği’ne feda edecek noktaya kadar gelmiştir.
Türkiye’nin Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’deki egemenliği Avrupa Birliği ve bölgedeki dengeler için bir koz ve “piyon” olmayı hep sürdürmüş (ve Türkiye burjuvazisi bu kozdan hiç vazgeçmemiş) olsa da zaman zaman ayak bağı haline de gelmiştir. Hatta bu doğrultuda, TÜSİAD uzlaşmaz Denktaş ile bozuşmuş, onun yerine ılımlı ve kendi politikalarına daha uyumlu Talat’ı başa getirmiştir. AKP’nin ilk yıllarındaki uzlaşmacı tavrı da bu politikayla ve öykünün genel dinamiğiyle uyumlu olmuştur.
Kısacası Türkiye burjuvazisinin öyküsünde bir dönem Avrupa Birliği temel rolü üstlenmişti. Özellikle 90’larla birlikte, Sovyetler Birliği’nin ortadan kalktığı bir dünyada, “küreselleşme”nin dünyasında, Türkiye kapitalizminin geleceği Avrupa’nın gösterdiği yolda idi. Türkiye AB üyesi olamadı ve kuşkusuz AB ekonomisinden beklentileri çok daha fazlasıydı; ancak Türkiye solunun bir kısmını da etkisi altına alan Avrupa Birlikçilik ideolojisini, Türkiye ekonomisinin Avrupa ile olan bağlarında yaşanan gelişmeyi düşünürsek bir miktar yol alındığını da kabul etmek zorundayız.
Bu öykü Türkiye burjuvazisinin Kıbrıs’tan beklentilerini düşürdü. Fakat zaman geçiyordu…
Dünyayı okumakta problem çekmeyen Türkiye burjuvazisinin, gereksindiği siyasal üstyapıyı oluşturmakta yaşadığı problemler yüzünden “oyun”da geri kalmaktan korktuğu olmuştu. Şimdiyse emperyalizmin bölgeyi şekillendirişi doğrultusunda yeni olanaklar ortaya çıkıyordu ve bu doğrultuda eskiyen birkaç siyasetçiden sonra AKP’ye ve Erdoğan’a sahipti artık.
Fakat zaman gerçekten de geçiyordu. Kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşadığı kapsamlı kriz, aktörleri ve ellerindeki kartları da değişikliğe uğrattı. İttifaklar, politikalar değişken ve karmaşıktı. Eskisi gibi bir koordinatlar düzleminden bahsetmek de hiç mümkün değildi.
Dahası Türkiye kapitalizminin demirlenebileceği sağlam bir liman da yoktu. Ne Avrupa ne de Amerika eskisi kadar net bir ekonomi politikası ile yanıt verebiliyordu. Hala güçlü olmakla birlikte ikisi de hem kendi hem de birbirleri arasındaki problemlerle uğraşıyordu. Yine kriz sayesinde ekonomi ile üstyapının bağlantıları görünür hale geliyordu.
TÜSİAD raporlarına da yansıyan bu durum elbette Türkiye burjuvazisi için bir kendi geleceğini değerlendirme sürecine denk düştü. Diğer ülkelerde de benzer olan durum şuydu ki “devlet”in üzerine düşen yük (çelişkileriyle de birlikte) inanılmaz arttı. Belki de dünya ekonomisinden konuşurken devletten de hiç bu kadar konuşulduğu bir dönem olmamıştı. Devlet aklının ne ölçüde burjuvazi tarafından doldurulduğunu bir kenara koyarak şunu söyleyebiliriz ki, devletin Türkiye kapitalizmi ile dünya/bölge sathındaki hevesleri/gereksinimleri arasındaki trafiği yönetebilecek bir kapsama ve niteliğe kavuşturulması bir zorunluluk haline geldi.
İşte tekelci kapitalizmin bu devletinin görevi sadece pazar ve kaynak arama işi ile uğraşmak değildir artık. Ekonomik, politik ve ideolojik tüm yönleriyle birlikte ilerleyen süreci her bir alandaki kozlarıyla karşılayan bir mücadeleden, Türkiye açısından bir “taht oyunu” olmasa bile emperyalist sistemdeki bir “hiyerarşi oyunu”dan bahsediyoruz. Bu oyunda söz gelimi ekonomik olan ile politik olan arasındaki trafiği çözmek kolay değildir; ancak uzun dönem için baktığımızda artık biliriz ki Türkiye kapitalizminin “beka” sorunu, Türkiye burjuvazisinin güç sorunu bu trafiğin yönetilmesine bağlıdır.
Türkiye kapitalizmi için buradan geriye dönüş yoktur. Bu Türkiyeli tekellerin arzularının ötesinde, emperyalist sistemin dayatması, kuralları ve zorunlulukları ile ilgilidir.
Türkiye kapitalizmi elini atabildiği her alanda kendisinin parçası haline getirebileceği ekonomik kaynaklar bulmak, bu kaynakları ele geçirebildiğini ya da kendisinin de oyunda olduğunu dünyaya ve kendi vatandaşlarına ilan etmek zorundadır. Aynı zamanda tüm bu süreci “milli çıkar” olarak öykülemek…
İşte tam da bu noktada Türkiye burjuvazisi Kıbrıs’ı hatırlamak zorundadır.
Kıbrıs ve Doğu Akdeniz ne vadediyor?
Doğu Akdeniz’de birbirini ardına keşfedilen doğalgaz rezervlerinden bahsetmeden önce yaptığımız böylesine uzun giriş anlayışla karşılanacaktır diye düşünüyorum. Çünkü Kıbrıs ve Doğu Akdeniz bugüne kadar hep ya salt ekonomik mücadele ya da siyasi koz ekseninde ele alındı. İncelemelerin çoğunda mesele “jeopolitik” yöne ve büyük güçler arası mücadeleye indirgendi.
Halbuki bu eksende bırakmak meselenin “bizi” ilgilendiren yanına dair söz söyleme şansımızı azaltacaktır.
Kıbrıs ve Doğu Akdeniz Türkiye burjuvazisine her şeyden çok bir öykü vadediyor. Öyküde uzunca zamandır edindiği yer ve ekonomik, politik pek çok avantaj nedeniyle…
Doğu Akdeniz, Türkiye kapitalizminin doğrudan ekonomik gereksinimlerinin yukarıda bahsettiğimiz büyük resimdeki oyunun zorunluluklarıyla iç içe geçtiği bir bölge. Ekonomik gereksinimlerin başında enerji geliyor. Türkiye kapitalizmi şu an kendini çevirebilecek enerjiye sahip olsa da kendine ait enerji kaynaklarını yaratmak, çeşitlendirmek ve örneğin doğalgaz tedarik ettiği ülkelere olan bağımlılığını azaltmak zorunda.4
Doğu Akdeniz’in Türkiye’nin doğrudan hakimiyetinde olan
bölgelerinde henüz işe yarar bir doğalgaz rezervi keşfedilememiş olsa da
Türkiye büyük paralarla aldığı sondaj gemileri ile aramaya devam ediyor.
Fakat daha önemlisi Türkiye sondaj gemileri ve onlara eşlik eden silahlı güçleriyle kime ait olduğu tartışmalı bölgelere olan ilgisini de belli ediyor. ABD ve Avrupa’dan bu ilgiye dönük uyarılar gelmesine rağmen Türkiye bu meselede ısrar ediyor, edebiliyor. Dünya yeni döneme girdiğinden beri de Kıbrıs konusunda sürdürülen eski ılımlı politika terk edildi, “Türkiye’nin çıkarları” yeniden keşfedildi.
Bölge bu ilgiyi hak eden bir zenginliğe gerçekten de sahip. Mısır ve İsrail’in de dahil olduğu bölge aktörleri Afrika’dan Avrupa’ya uzanan bir enerji zincirinde doğalgaz dağıtıcısı rolü üstlenmek için çabalıyor. Özellikle bu ikisinin elinde hatırı sayılır doğalgaz rezervleri şimdiden birikmiş durumda. Rusya dünyanın ve Avrupa’nın en önemli doğalgaz tedarikçilerinden biri olarak, bölgedeki doğalgaz şirketlerinin hisselerine ve ortaklığına sahip. Buna karşılık bölgede sondaj faaliyeti yürüten ya da hisse peşinde koşan İtalyan, Fransız, İngiliz ve Amerikan şirketler de önemli ağırlığa sahip. Çin ise Ortadoğu, Avrupa ve Afrika arasındaki bu önemli bölgenin limanlarına girip çıkıyor ve ABD’yi rahatsız ediyor.
Bölge büyük güçleri çeken bir mıknatıs gibi ve buna askeri güçler de dahil. Kıbrıs’ta uzun zamandır bulunan NATO üslerine Fransız güçlerin de eklenmesi konuşuluyor. Kıbrıs bölgesinde Türkiye’nin askeri gücünü dengeleyecek başka yollar aranırken bir benzeri de İsrail’in bulunduğu kıyı bölgesi için gündemde. Büyük ve küçük aktörler savaş oyunları ve tatbikatlarla güç gösterisinde bulunurken, diplomatik ilişkiler ve deniz bölge anlaşmaları da bu doğrultuda nasıl eğilip bükülebilir onun yolları aranıyor. Avrupa için Akdeniz’den kendisine uzanacak alternatif enerji hatları Rusya’ya olan bağımlılığı azaltmak için gerekli iken Rusya da bu enerjinin fiyatı konusunda soru işaretleri oluşturmak ya da bu bağlantıda kendisinin de söz sahibi olduğunu göstermek zorunda. Türkiye ise bu hattın tam üstünde yer alıyor ve elinde çeşitli kartlar bulunuyor.
Daha devam edilebilir fakat özetle bölge büyük güçleri çeken bir mıknatıs gibi tansiyonu her an yükseltme potansiyeli taşıyor. Fakat artık bu resimden bir adım ileri gitmemiz gerekiyor.
Büyük güçlerin koz pazarlığı dönemin bir değişmezi; ancak örnekleri çokça görülebileceği gibi bir tür kazan-kazan işbirliğine dönmesi de mümkün. Öte yandan bu belirsizliğin kendisi Türkiye gibi ülkelere kendi gücünü gösterme olanağı da sunuyor. Özellikle bugün, olanak demek zorunluluk anlamına geliyor.
Bunun farkında olan Türkiye burjuvazisi sert diplomasinin getirilerinin farkında. Avrupa Birliği öyküsü peşinde koşarken Türkiye burjuvazisi, o günlerde Kıbrıs için “ver kurtul” demekteydi. Şimdiyse uluslararası anlaşmalardan maddeler ortaya koyarak Kıbrıs ve Doğu Akdeniz çevresinde hak iddia etme peşinde. Bu değişimin öykünün devamı için de karşılığı olacaktır.
Türkiye kapitalizmi 74’te adaya asker çıkarabildiğini göstermişti. Arka planda yukarıda bahsettiğimiz pek çok şey dönüyordu ama tüm bunlar bir yana görünen planda bu kesinlikle böyleydi. Türkiye’deki egemen düşünsel iklim de buna onay verme yönündeydi. Şimdi dünya dengeleri çok daha fazlasına imkân tanıyor ve cüretli olma zorunluluğu ayrıca bir itki oluyor. Türkiye ekonomisi 80 sonrasında ve AKP’li yılların ardından çok daha cüretkâr hareket etmek zorunda. Bunun ideolojik boyutunda ise, Asya’dan Afrika’ya müslümanların, Türklerin hakkını savunduğunu ilan eden bir Türkiye profili kendine yer buluyor. Üstelik 74’ten bugüne bu konuda çok daha becerikli hareket edebilen bir devletten söz ediyoruz.
Buradaki çelişkileri ve zaafları fark edenler için durum komik ya da zavallı boyutlar içerebilir; fakat sistemin ve düzenin bir bütün olarak nasıl can çekiştiğini ve halihazırda ne gibi örnekler ürettiğini de akılda bulundurmak gerekiyor. Bunlar tamamen etkisiz ve işlevsiz değildir.
Uygun dengeleri yakaladığında Ortadoğu’yu karıştırma yeteneğine sahip bir Türkiye için Doğu Akdeniz’e 74’ün silueti düşmüş durumdadır.
Fakat 74’ten bugüne öyküde kimi problemler açığa çıkmıştır ve bu öykünün taşıyıcısı olan devlet de kaldırılması güç yüklerin altında varlığını sürdürmektedir. Yani Türkiye’nin “kırılgan emperyalizmi” kendisine dönüp patlama tehlikesini de barındırmaktadır.
Bu, Türkiye burjuvazisinin kendi çelişkisidir. Cüretli olmak zorunda olan ama ekonomisinin kırılganlıklarının da farkında olan bir burjuvazi. Erdoğan gibi birine muhtaç ama bunun götürülerini de yaşamak zorunda olan bir burjuvazi. Bir öykü yaratmak zorunda olan ama bu öykü için uzun zamandır hiçbir “temiz” yatırım yapmamış bir burjuvazi. Dahası bu öyküye burun kıvırma potansiyeli olan büyük bir işçi sınıfı ile baş başa kalmak zorunda olan bir burjuvazi.
Türkiye’nin devrimcilerinin bu çelişkiden yararlanma kabiliyeti yalnız devrime giden yolu değil sosyalizmin kendini ayakta tutabilme gücünü, sosyalizmin bölgeye vadedebileceklerini ve bölgede gerçekleştirebileceklerini de etkileyecektir.
Dipnotlar
- https://gelenek.org/tip-kibris-konusunda-milliyetcilige-kaymisti/
- Ecevit, Türkiye kapitalizminin 1977 bunalımının ihtiyaç duyduğu acil kaynağı ya da daha doğrusu “taze parayı” bulmak konusunda oldukça hünerliydi. IMF’ye giden yolun öncesinde Türkiye burjuvazisi için milyarlarca dolar kaynak bulabilmişti. Diğer bir becerisi de elbette memleketi komünizmden kurtarmış olmasıydı.
- Konumuz gereği bu gereksinimin “dış” yönüne bakıyoruz ancak bugün daha da güncel olan bir yönü daha bulunuyor. Türkiye kapitalizminin ve dünyadaki hakim sistemin gereksinimleri doğrultusunda dışa açılan Türkiye ekonomisinin elinde örneğin Almanya’nın elinde olan avantajlar bulunmuyor. Bu yüzden AKP ile had safhaya çıkan ihtiyacın daha da üzerine gidileceği açıktır. Yani Türkiye ekonomisinin ihracat gereksinimini dünya ölçeğinde rekabet edebilir kılmak için eğitimli ve kalifiye olanları da dahil ucuz emek gücüne yüklenmek…
- Türkiye, enerji üretiminde kullandığı doğal gazının neredeyse tamamını ithal etmektedir. Enerji arzındaki ithalat oranı ise %75 düzeylerindedir. Ayrıca bkz. “Türkiye Enerji Görünümü: Sorunlar ve Çözüm Arayışları”, içinde Madde Diyalektik ve Toplum, Cilt 2, Sayı 1, Şubat 2019.