Türkiye Halklarının Kurtuluş Savaşı

İsmail Hakkı Çıtak Yoldaş’ın anısına, saygıyla…1

“…Bir sosyalist devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti, ülkede yaşayan tüm uluslardan işçilerin, emekçilerin, köylülerin, aydınların ortak çabasının ürünü olacaktır. Sosyalist cumhuriyet, yüzyıllardan bu yana bu coğrafyada boy atmış bütün ilerici atılımların, bu atılımların öncü gücü olan toplumsal hareketlerin, halk kahramanlarının mirasını devralıp gelecek kuşaklara taşıyacaktır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı ile birlikte emperyalistlerce parçalanması, Anadolu halklarının ortak tarihinde en önemli gelişmelerden bir tanesidir. Bu gelişmeye karşı mücadele, 1917 Ekim Devrimi’nin sonucu olarak ortaya çıkan Sovyetler Birliği’nin de desteğini alarak, kısa süre içerisinde batılı emperyalist ülkelerin planlarını bozmuş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri bu mücadelede atılmıştır. Sosyalist devletimizin devralacağı tarihsel mirasın en önemli halkalarından birisi bu mücadele ve bu mücadelenin ürünü olarak Türkiye Cumhuriyeti’dir…”2

İçinden geçtiğimiz günlerde başka kimi konuların öne çıkması ile gündemde alt sıralara inmiş olsa da ülkemiz açısından önemli pek çok başlık Anayasa üzerinden tartışılacakmış gibi görünüyor. Uzun yıllardır çeşitli kesimlerin dillendirdiği Anayasa değişikliği meselesi, en son 22 Temmuz seçimlerinden sonra AKP tarafından gündeme getirilmişti. Türkiye Komünist Partisi (TKP), tartışmalara olabildiğince somut bir müdahalede bulunmak gerektiğinden hareketle bir anayasa taslağı hazırlayarak taraf olduğunu ilan etti. TKP Merkez Komitesi tarafından hazırlanan anayasa taslağı çalışmaların belli bir olgunluk aşamasında tartışılması için kamuoyuna sunuldu.

Tartışmaya açılan ilk taslak kuşkusuz oldukça bütünlüklü bir içerik taşıyordu ve taslak metnin ilk haline haksızlık etmemek gerekiyor. Ancak tartışmalar sırasında şekillenip eklenen “Tarihsel Miras” ile Anayasa Taslağı’nın daha gerçek bir zemine oturduğunu söylememek de başka bir haksızlık olacaktır.

Gelenek’in Cumhuriyet dosya konulu sayısı için Kurtuluş Savaşı üzerine bir yazı hazırlamak gerekince aklıma ilk gelenlerden birisi anayasa taslağımızın “Tarihsel Miras” başlıklı giriş bölümü oldu. Bu çalışma için herhalde bundan daha uygun bir giriş bulunamazdı. Fazlasıyla sade olduğuna ve gücünü bu sadelikten aldığına inandığım için ne “Tarihsel Miras” ne de “Toplumcu Anayasa” başlıklı metinler üzerine fazla bir şey söylemek istemiyorum, açtığı kapıdan girerek tarihsel mirasa ilişkin bir tartışma yapmanın ise son derece faydalı olacağını düşünüyorum.

Okumaya başladığınız satırlar, başa yazdığımız iki paragraf içerisinden özellikle “…sosyalist devletimizin devralacağı tarihsel mirasın en önemli halkalarından birisi bu mücadele ve bu mücadelenin ürünü olarak Türkiye Cumhuriyeti’dir.” cümlesinin altı çizilerek yazılmaya başlandı. Elbette bir dergi makalesi boyutlarında bu mirasın tamamı üzerine tartışmanın mümkün olmadığını, hatta küçük bir parçası üzerine bile son sözün söylenmesinin mümkün olmadığını bilerek…

1917-1923 dönemine bakarken…

Yazı ilerledikçe daha net oturacaktır, ama daha en başta soru olarak kalmaması için öncelikle “1917-1923” tercihimi kısaca açıklamaya çalışayım. Kurtuluş Savaşı ile ilgili pek çok dönemlendirme var, ama sanırım bu ilk kez yapılıyor.

Bu yöntemin pek çok örnekleri var, adı var mı bilmiyorum? Sanıyorum en bilineni Hobsbawm’ın “Kısa 20. Yüzyıl”ı. Söz konusu yöntemi tarihi matematiksel değil, siyasi kıstaslarla tasnif etmek olarak özetleyebiliriz.

Şöyle düşündüm, Osmanlı’nın son dönemlerinden Cumhuriyet’e birkaç ciltlik bir tarih kitabı yazma şansı bulsaydım ciltleri nasıl tasnif ederdim? Birinci cilt 1908-1914, İkinci cilt 1914-1917, Üçüncü cilt 1917-1923 ve dördüncü ve son cilt 1923-1928 yıllarını kapsardı.

Hepsini açmak mümkün değil, sadece 1917-23’e değineceğim. 1923 ile başlayalım, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesi yakın tarihimizin en önemli kırılma anlarından birisi ve herhalde bunu tartışmaya gerek yok. Bizim kullandığımız yöntemle, düzenin oturması anlamında bu tarihi daha ileriye doğru esnetmeye dönük girişimler olduğunu biliyorum. Bunları hemen kolayca reddetmek mümkün değil, fakat 1923 tercihi ile öncelikle adıyla sanıyla Cumhuriyet’in ilan edilmesini önemsiz görmemek gerektiğinde ısrar etmiş oluyoruz. Eklemiş olayım tasfiye edilmekte olan Cumhuriyet’in değerlerinin “23 paradigması” olarak kodlanması ile bu ısrar bir paralellik taşımaktadır ve son derece doğru bir değerlendirme olarak görüyorum. 1923 tercihinin en önemli nedeni budur.

İkincisi; Cumhuriyet’in, öncesindeki bir dizi mücadelenin ürünü olarak görülmesi gerektiğinin altını çizmek lazım. Bu süreç emperyalist işgale karşı mücadele kadar bir dizi siyasal, ideolojik hesaplaşmayı, adlı adınca bir iç savaşı da barındırmaktadır. İleride açmaya çalışacağım, örneğin görebildiğim kadarıyla 1921 Kurtuluş Savaşı’nın tarihi açısından tam anlamıyla bir kırılma noktası. Ancak süreci 1921 ile bitirmek mücadeleyi, acılarını, bedel ödemeyi sahiplenip sonucu reddeden bir garabete neden olmaktadır. Daha önemlisi bu ve benzeri yaklaşımlar tarihe materyalist bakmamak anlamına geldiğinden söz konusu yaklaşımların açıklayıcı olma şansları yoktur. Özetle, Cumhuriyet’i asıl önemli kılan mücadele sürecinin bütünlüğüdür ve Cumhuriyet (ve 1923) kelimenin tam anlamıyla bir sonuçtur. Son ve uç3 .

Gelelim 1917’ye… Gelirken önce sınırlarımızı belirginleştirelim. Daha önce Gelenek’de emperyalizm döneminde emperyalist müdahalelere ilişkin yazılan bir not genel olarak iç dinamik dış dinamik tartışmasına ilişkin sınır çiziyor.

“Emperyalizm döneminde dış etkilerin tek tek ülkeler için etkisinin arttığı kuşkusuz doğrudur. Söz konusu olan Türkiye gibi ülkeler olduğunda, ülkedeki temel sınıflardan bir bölümü aktif ve aranışçı, toplumun görece daha geniş kesimlerinin ise ideolojik kuşatılmışlıktan, çaresizlikten vb. kaynaklanan pasif onayı olmaksızın herhangi bir “dış etmenin” belirli bir coğrafyaya istediği şekli vermesi mümkün değildir.”4

Bu satırlardan sonra rahatça yazabilirim, 1917 tercihi, Kurtuluş Savaşı’nın ve Cumhuriyet’in, sadece iç dinamiklerin ürünü olduğu tezine mesafeli duruşun da bir ifadesidir.

Cumhuriyet, iç dinamiklerle dış dinamiklerin kesişiminin en güzel örneklerinden birisidir.

Ekim Devrimi, emperyalizmin dünyayı yeniden yapılandırmaya dönük girişimlerini kökten sarsan, yeniden gözden geçirmeyi zorunlu kılan bir çıkış oldu. Türkiye Cumhuriyeti, Paylaşım Savaşı’yla yaratılmak istenen dünyaya Ekim Devrimi’nin müdahalesi ile oluşan “yeni dünya”nın ürünüdür.

Elbette savaşın başlama gerekçeleri, ilerleyişi, ortaya çıkan sonuç, hepsi ayrı ayrı önemli. Elbette, Cumhuriyet, savaşın sonunda ortaya çıkan tabloya dönük olarak, Anadolu topraklarından, “içeriden” müdahalenin ürünüdür.

Fakat bu müdahaleyi mümkün kılan Ekim Devrimi’dir. Ekim Devrimi hem paylaşım savaşının sonunu getirmiş hem de Cumhuriyet’e giden yolu açmıştır.

Şimdi 1917-23 aralığına ilişkin notlarımızı aktarmak üzere tekrar başa dönebiliriz. Uzunca bir süredir güncel siyasal açılımlarımızın merkezi noktalarında yurtseverlik ve anti-emperyalist mücadele diğer bir dizi başlığa göre daha özel bir yerde duruyor. Sanırım yol alırken bu alana özel bir ağırlık vermek yerinde olacaktır.

Türkiye’de anti-emperyalist mücadele tarihi açısından bir değerlendirme yapmaya kalkan herkesin aklına aynı iki dönem geliyor. Tarihsel sırayla, 1917-23 dönemi Kurtuluş Savaşı ve 1960-71 arası, daha ziyade öğrenci eylemleri ile anılan, anti-emperyalist gençlik hareketi. Her iki dönemin de bir gelenek oluşumuna işaret edip etmediği tartışılır olmakla beraber belli bir yükselişi barındıran kesitler oldukları muhakkak.

Sol açısından bakacak olursak, 1960-‘71 dönemini örgütsel-siyasal mirasa dâhil etmek konusunda bilebildiğim kadarıyla hiç kimsenin bir sıkıntısı görünmüyor. Aksine tartışmalar daha ziyade mirası kimseye bırakmamak konusunda sürüyor.5

Söz konusu olan 1917-‘23 dönemini değerlendirmek olduğunda ise sol içerisinde hatlar fena halde karışıyor. Kimilerine göre söz konusu dönemde “emperyalizme karşı ilk ulusal kurtuluş savaşı” verilmiştir. Bunun tamamen bir resmi tarih uydurması olduğunu iddia edenler ve “Milli mücadele anti-emperyalist değildi.” diyerek kendilerince meseleye noktayı koymuş olduklarını düşünenler de var. Sol olduğu iddiasındaki kimi çalışmalarda Kurtuluş Savaşı’nın ve özellikle Cumhuriyet’in kuruluşunun “tarihi bir yanılgı” olarak değerlendirildiği yazılar okumak mümkün. Kimilerine göre bu süreç sadece Sovyetler Birliği’nin etkisi ve desteği ile şekillenmiştir ve sadece bu nedenle bile sahiplenilebilirken, başkasına göre Komintern’in desteği tarihi bir hatadır, üstelik bu destek bile harekete ilerici bir nitelik katamamaktadır.

Herhalde aransa daha pek çok farklı tez bulmak mümkündür. Uzatmayacağım, ancak sanıyorum bu karmaşık duruma ilişkin açıklamada bulunmamız gerekiyor. Söz konusu durumun oluşumunda siyasal ideolojik tercihlerin bir etkisi olduğu doğrudur ama sadece bunu yazıp bırakmak eksikli olur, kısaca birkaç paragrafta toparlamaya çalışalım.

Bir; 1917-1923 evresinin en somut ürünü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşudur. Fakat bütün bu evre sadece yeni bir devletin kuruluşu veyahut yeniden kuruluşu olarak incelenmesi mümkün olmayan oldukça karmaşık bir tarihsel kesittir. Sadece “iç politika” başlıklarını, hızlıca ve herhangi bir sıra gözetmeden sıralarsak ne demek istediğimiz daha kolay anlaşılabilir: Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, Emperyalist Paylaşım Savaşı, işgal edilmiş bir ülke, işgale karşı örgütlenen Kurtuluş Savaşı, kapitalist yapının inşası (veya hızlandırılması), çeşitli karmaşık biçimlerde süren iktidar kavgaları ve yeni rejimin şekillenmesi sorunu. Hepsi birden ve topluca bu kısa dönem içinde şekillenmiştir. Burada sıralanan ve sıralanmayan başlıkların hepsinin birbirleri üzerinde etkisi olduğunu da atlamayalım. Özetle söyleyeceğim şu, her birisi diğerinden önemli gelişmelerin bileşkesi olarak şekillenmiş tarihsel bir dönemden söz ediyoruz. Elbette açıklanamaz bir süreç değil, ama tarihte böylesi kırılma dönemleri üzerine sağlıklı değerlendirme yapmak pek kolay olmuyor. Daha önemlisi kolay yoldan sonuca varmak çoğu zaman eksik veya yanlış sonuçlara götürüyor.

İki; Bu “karmaşık” ilişkilerin bir sonucu olarak ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin 85 yıllık tarihi boyunca yaşanan her türlü siyasal ideolojik tartışma dönemin izlerini taşımaktadır. Dolayısıyla tarih bilimi için genel bir doğru olan “Tarih, asla sadece tarih değildir.” değerlendirmesi ülkemizin tarihi söz konusu olduğunda en fazla 1917-‘23 dönemi için doğrudur. Bu dönemi tartışırken genellikle bugünkü duruşumuzdan yola çıkarak, sürdürdüğümüz kavgaların tarihsel referans noktalarını tartışıyoruz.

Tam da bu nedenle “resmi tarih” ve “resmi ideoloji” tarafından üzerine en fazla üretim yapılan tarihsel kesit de 1917-‘23 aralığıdır. Bu üretimin temel amacının sürecin tartışılması değil de, tartışılmaması olduğunu yazmaya bilmem gerek var mıdır? Diğer taraftan bunun bir sonucu olarak “gayr-ı resmi”, sivil toplumcu, liberal, islamcı vb. akımların en fazla tahrip ettiği dönem üzerine konuştuğumuzu da atlamamak gerek.

Üç; 1917-‘23 dönemi Türkiye’si genellikle bizzat Mustafa Kemal ve daha az zamanlarda da geniş olarak kemalizm ile eş tutularak değerlendirilmektedir. Bu bir yere kadar anlaşılır durum nedeniyle Kurtuluş Savaşı, kemalizm tartışmalarının bir alt başlığı olarak ele alınıyor.

Mustafa Kemal’i, kemalizmi veya kemalizmin adlı adınca bir ideoloji olup olmadığını tartışmak istemiyorum. Ancak kemalizmi salt bir ulusal kurtuluşçu hareket olarak kabul edecek olsak bile, doğduğu tarihsel kesiti, onu ortaya çıkaran süreci tartışmak yerine kemalizme ilişkin çeşitli gerekçelerle oluşmuş saptamalardan yola çıkarak bir bütün olarak kurtuluş mücadelesini değerlendirmek çok sağlıklı görünmüyor.

Önerim tam tersini yapmaktır. Kemalizmin, özellikle doğuşunun, Kurtuluş Savaşı’nın bir alt başlığı olarak değerlendirilmesi gerekir.

Bu bahsi biraz daha açmaya çalışayım. Kurtuluş Savaşı tarihi yazımının ağırlıklı olarak Nutuk merkezli olduğu genel olarak kabul görecektir. Biraz çubuk bükerek yazacak olursak, devletli tarih yazımının Nutuk’un yeniden yazımlarından ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Zaman zaman özetleme, zaman zaman ayrıntılandırma ve yeni cümlelerle dizilimden ibaret bir yeniden yazım.

Yanlış anlaşılmayacağımı umarak düşündüğümü açıkça yazayım; Nutuk tam anlamıyla ve her şeyi ile bir “avcı tarihi”dir. 1927 yılında artık iç hesaplaşmaların büyük ölçüde bitirildiği, bütün siyasi hasımların elimine edildiği bir aşamada sunulmuş bir siyasal-ideolojik yeniden yapılandırma metnidir. Nutuk, yazarının (söyleyenin) amaçları, yazıldığı tarih ve benzeri faktörler değerlendirilerek okunduğunda, çok önemli bir çalışmadır. Fakat mutlaka farklı kaynaklarla mukayese edilerek ve ek kaynaklarla beslenerek okunması gerekir.

Mesela o çok bilinen giriş cümlesinden başlayalım “1919 senesinin Mayıs’ının 19. günü Samsun’a çıktım...” Bu cümle ile amaçlanan, hiç kuşkusuz, Kurtuluş Savaşı’nın Mustafa Kemal’in Samsun’a adım atması ile başladığını düşündürmektir. Pek çok tarih çalışması açısından bu tartışmasız kabul edilir. Oysa pek çok resmi Kurtuluş Savaşı tarihi kitaplarında bile dikkatle okunduğunda 19 Mayıs öncesi halkın işgalcilere karşı örgütlenmeye ve direniş eylemlerine başladığını görürüz. İster Hasan Tahsin’in ilk kurşununu, isterseniz Genelkurmay kaynaklarının işaret ettiği Hatay- Dörtyol’da sıkılan ilk kurşunu referans alın sonuç değişmez.

Bu iki örneği simgesel olduğu için tercih ettim. Birisi sivil diğeri askeri, resmi kaynakların en çok işaret ettiği iki “ilk kurşun”un her ikisi de 19 Mayıs 1919’dan öncedir ve ne Hasan Tahsin’in ne de Kara Hasan’ın henüz bir hareket bile sayılamayacak Mustafa Kemal ve çevresi ile herhangi bir ilişkisi yoktur.

Öte yandan örgütlenme açısından meseleye yaklaşmak elbette daha anlamlıdır. “Münferit direnişler olabilir ama bunları örgütlemek önemlidir.” düşüncesi yabana atılacak bir tez değildir. Kemalist kaynaklar bu açıdan Erzurum ve Sivas Kongrelerine fazlasıyla değer atfediyorlar.

Oysa “Kurtuluş Savaşı literatüründe, Mondoros Mütarekesi ile TBMM’nin açılışı arasında geçen 17 aylık zamana ‘kongreler dönemi’ denir. (30 Ekim 1917-23 Nisan 1920).”6

Bülent Tanör, oldukça önemli olduğunu düşündüğüm çalışmasında, “yalnız emperyalist tehdit ve saldırı karşısında Türkiye’nin bütünlüğünü ve bağımsızlığını amaçlayanlardan ibaret” olanları listelemiş. Bu listeye göre 1918’in son günlerinden başlayarak 1920 sonuna kadar olan dönemde, Sivas ve Erzurum kongrelerinden başka 26 tane daha kongre toplanmıştır. Tarihsel bir dizilimle incelendiğinde Erzurum Kongresi’nin örgütlenen dokuzuncu kongre olduğunu, üstelik Mustafa Kemal’in bu kongrenin örgütlenmesinde pek aktif olamadığını, asıl olarak Kemalistler tarafından örgütlenen ilk kongre kabul edilebilecek Sivas Kongresi’nin toplanan on dördüncü kongre olduğunu belirtmek gerekir. Pek çoğu yerel ve bölgesel olan bu kongrelere göre, Sivas’ın ulusal olma iddiası ile bir farkı olduğunu elbette kabul etmeliyiz. Ancak Sivas Kongresi’nin delege sayısının sadece 31 olduğu gerçeğini de…

Üstelik Sivas Kongresi’nin ve Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasından sonra bile kongreler örgütlenmeye devam etmişse ve hatta Mustafa Kemal ve arkadaşları da yerel kongreler örgütlemek zorunda kalmışlarsa kongrelerin küçümsenmeyecek etkileri olduğunu rahatlıkla yazabiliriz.

Bu ara bölümü kapatırken bir noktayı daha açıklıkla yazmak gerekiyor. Tarihin kırılma anlarında ortaya çıkan doğrultu sadece önderliklerin tercihlerine indirgenemez. Kuşkusuz önderliğin bu kimliğinin oluşmasında, birinci dereceden etkileyen ve yönlendiren olmasının etkisi büyüktür. Bununla beraber bütün önderliğin yanı sıra toplumsal yapının, tarihsel sürecin ve diğer tüm aktörlerin etkisinin ortak sonucu olarak şekillenir.

Bunu önderliğin belirleyici rolünü küçümsemek için söylemiyorum, aksine örneğin söz konusu olan Kurtuluş Savaşı olduğunda burada Mustafa Kemal’in kişisel katkısını, önderlik gücünü, siyasal tercihlerini dışarıda bırakan bir değerlendirme yapmak mümkün olmadığı gibi böylesi bir değerlendirme yanlıştır. En az bütün bir kurtuluş mücadelesinin Kemal Paşa’ya indirgenmesinin yanlış olduğu kadar…

Kurtuluş Savaşı’na bakarken, çok özel bir uluslararası konjonktürün, isterse çok sınırlı olsun, bir toplumsal hareketlenme ve toplumsal değişim sürecinin yaşandığı gerçeğine gözlerimizi kapatamayız.

Emperyalistlerin projesi

1917-23 yılları üzerine bir değerlendirmede bulunmak için herhalde ilk yapılması gereken dünyanın ve Anadolu’nun nasıl bir güzergâhtan geçerek buraya ulaştığına bakmaktır. Genel olarak bilindiğini düşündüğüm bu evreye ilişkin olarak kopukluk olmaması için sadece kimi notlar düşmekle yetineceğim.

Marksistler açısından Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl çözüldüğünden ziyade, nasıl bu kadar uzun süre ayakta kalabildiğinin tartışılmasının daha anlamlı olacağını düşünüyorum. Avrupa’nın; Aydınlanma’yı, Bilimsel Devrimler çağını, Sanayi Devrimi’ni, Burjuva Devrimlerini yaşandığı bir tarihsel kesitten, bir dizi ekonomik, siyasal, düşünsel alt-üst oluşla geçen uzun yılların içinden, Osmanlı İmparatorluğu gibi bir ülkenin varlığını sürdürerek çıkması bana başlı başına ilginç geliyor. Meşhur 300 yıllık matbaaya kapıları kapatma meselesi ile paralellik kurarak söyleyecek olursak, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisini mümkün olduğunca kapatarak ve korumaya alarak ayakta kalmayı başardığını düşünebiliriz. Sonuçta Osmanlı İmparatorluğu bu yöntemle ayakta kalmanın sınırlarına ve bunun mümkün olmadığına bir örnek oldu.

19. yüzyıl itibariyle Osmanlı İmparatorluğu’na baktığımızda, içeride, büyük iç çatışmaların, iktidar kavgalarının, düşünsel alanda köklü arayışların ve tartışmaların belirginlik kazanmaya başladığını görüyoruz. Uluslararası alanda ise imparatorluğun yaşamını sürdürme biçimi dünyanın büyük devletleri ile kurduğu veya kuracağı bağımlılık ilişkilerine göre belirlenmeye başlamış. Aynı kesitteki batı kapitalizminin emperyalizme dönüşümünü de bu tabloya eklediğimizde takvimler 19. yüzyılın sonlarına doğru ilerlerken, Osmanlı İmparatorluğu’nun artık tam anlamıyla bir yarı-sömürge ülke haline geldiğini görüyoruz.

Birinci Dünya Savaşı, öz olarak, emperyalist devletlerin dünyayı paylaşma konusunda bir mutabakata varamamalarının sonucudur. Kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı dünya tablosu bütün emperyalist devletlerin iştahını kabartırken, çeşitli güncel ve tarihsel dinamiklerin etkisi ile oluşan iki blok insanlık tarihinin en önemli kıyımlarından birisinin yaşanmasına neden oldu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun, bu savaşın taraflarından birisi olarak savaşa girmiş olmasının zaman zaman ilginç yanılsamalara neden olduğunu şaşırarak görüyoruz. Kimi araştırmacıların iddia ettiği gibi, Osmanlı’nın bu savaşa emperyalist emellerinin bir sonucu olarak girdiğini söylemek kesinlikle mümkün değildir. Diğer taraftan, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa bir oldu-bitti ile “kandırılarak” sokulduğu tezinin de elbette hiç bir geçerliliği yoktur.

Osmanlı savaşa girmek zorundaydı, emperyalist dünyanın yarattığı kaos ortamında, hele paylaşımı savaş sonrasında en fazla tartışılacak coğrafyalardan birindeki yarı-sömürge bir ülkenin dışarıda kalma şansı yoktu. Osmanlı’nın payına düşen, günümüz Türkiye Cumhuriyeti’ne de sıkça yüklenen emperyalizmin ucuz askeri olma görevi dışında bir şey değildir. Ayrıca, mesela Osmanlı’nın savaşa girmemesi durumunda bir çöküş ve yok oluş yaşamayacağı tezine de mesafe ile yaklaşmak gerekir. Hatta tarihsel verilerin işaret ettiği, eğer karar hakkı bütünüyle emperyalistlerin elinde olsa Osmanlı’nın savaştan galip çıkan tarafta olsa bile parçalanacağıdır. Eğer ustaların sıkça atıf yaptığı “Savaş politikanın özel araçlarla devamından başka bir şey değildir.” sözü en küçük bir gerçekliğe işaret ediyorsa, Osmanlı her durumda parçalanmalıdır.

Osmanlı Devleti’nin emperyalistler için temel anlamı yeni ve görece bakir sömürü alanlarına kapı açabilecek olmasıdır ve Dünya Savaşı sonucu ortaya çıkan tablo, Anadolu ve genel olarak “doğu” coğrafyasının Alman emperyalizminin değil, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin paylaşımına ve yağmasına açılacağını söylemektedir. Emperyalistler açısından en geniş ve en karlı paylaşım alanının merkezinde Osmanlı topraklarının durduğu “doğu” toprakları olduğunu görüyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun, elindeki zengin geniş toprakları, Doğu’ya açılacak bir kapı olması, taşıdığı İslam Halifeliği unvanı ve bu unvanın etkisiyle ulaştığı geniş nüfus alanları ile büyük savaşın en önemli ganimeti olduğu kesinlikle doğrudur. Vurgulanması gereken önemli noktalardan birisi de ortadaki pastanın kritik durumu nedeniyle, galip devletler açısından Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması konusunda hemencecik tam bir görüş birliği oluşturulmasının mümkün olamamasıdır. Savaş başlarken ve sürerken çeşitli gizli anlaşmalarla paramparça edilen topraklar, savaş sonunda ortaya çıkan beklenmedik durumun sonuçlarına göre yeniden paylaşılmalıydı. Özellikle savaşı sonlandırmak için yapılan anlaşmalar sırasında süren tartışmaları, “barış konferansları” tutanaklarındaki şiddetli tartışmaları okumak Osmanlı’dan kalan toprakların paylaşımı ile ilgili inatlaşmaları görmek açısından oldukça önemlidir.

Bilindiği gibi, Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan tablo tek başına emperyalistlerin belirlediği bir tablo olamadı. Savaş’ın daha başlangıcında söz konusu olanın “emperyalist paylaşım savaşı” olduğu gerçeğini bütün gücü ile vurgulayan komünist hareket, Bolşevik Parti ve Rus işçi sınıfı imzası taşıyan Büyük Ekim Devrimi ile dengeleri kökten sarsan bir adımla sürece dâhil oldu. Çarlık Rusya’sını yıkarak kurulan yeni Sovyet Hükümeti emperyalistlerin bütün planlarını yeniden gözden geçirmelerine neden oldu. Bu yeniden gözden geçirmenin Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalistlerin pazarlık masasındaki değerini bir-iki kat daha artırdığını, Osmanlı’ya yeni kurulan sosyalist devletin sınır komşuluğu gibi yeni bir stratejik değer kattığını, bu nedenlerle hesapların iyice karıştığını da akılda tutmak gerekir.

Komintern’in 1920 tarihli bir değerlendirmesi emperyalizmin Anadolu projesi için buraya kadar söylediklerimizle aynı doğrultuya işaret ediyor.

“Türkiye’yi bekleyen şey, tamamen parçalanma; Türkiye halkını bekleyen ise, Yahudi kavminin kaderi, yani kendi toprağı olmayan bir halka dönüşmektir.”7

Savaş’ın Osmanlı ülkesinde halklar açısından yarattığı yıkımın boyutları son derece ürkütücüdür. Aynı kaynaktan aktarabileceğim iki örnek bir fikir oluşturmak açısından sanırım yeterli olacaktır. İlk örneğimiz Almanya’nın Osmanlı ordusunu düzenlemesi ve yönetmesi için görevlendirdiği Liman von Sanders’in anılarını yazdığı kitapta yer verdiği uzunca bir rapordan. 13 Aralık 1917 tarihli raporun başlığı “Türk Ordularının Bugünkü Durumu”.

” Türk ordularından firar etmiş asker sayısı bugün 300 bini aşmaktadır. Bunlar düşmana katılmak üzere firar etmiş olmayıp büyük kısmı geriye memleket içlerine kaçmıştır. (…)

“Türk ordularının muharip kuvvetleri sayısının bugünkü seviyeye düşmesinin iç yüzünü ancak Türkiye’nin durumunu iyi bilenler takdir edebilir.”8

Kitabı çeviren heyetin kitabın sonuna yazdığı açıklamalar savaşın Osmanlı ülkesine bedelini görmemizi sağlayacak somut veriler sunuyor.

“a) Osmanlı Devleti her türlü imkânsızlığa ve parasızlığa rağmen, Dünya Savaşı sırasında 150.000 insandan oluşan barış zamanındaki ordusuna 2.700.000 ikmal eri ilave ederek toplam 2.850.000 neferi silah altına almıştır.

b) Silah altına alınan bu 2.850.000 nefer mevcudundan şehid, yaralı veya hastalıktan vefat edenlerle; kayıpların ve savaşın sebep olduğu musibetlerden ileri gelen diğer zayiatın ilavesiyle yukarıdaki toplam birkaç misli artacaktır. Savaş zayiatımızın vefat ve malûl olarak bir milyona ulaşır ki, sadece bu zayiat yekûnu, bu savaşta bizim nasıl bir fedakârlık azmiyle hareket ettiğimizi ispata yeterlidir.”9

Fedakârlık olarak sunulan tablo başta yoksul köylüler ve emekçi sınıflar olmak üzere Anadolu halkının sefalet koşullarında yaşaması anlamına gelmektedir. Bu iki örneği özel olarak seçtiğimi yazmalıyım, ileride yeri gelince daha ayrıntılı tartışacağız, uzun yıllardır kısa aralıklarla bir savaştan diğerine sürülen milyonlarca insan her savaşın daha büyük bir yoksulluk, artan oranda sefalet anlamına geldiğini öğrenmiştir. Bir örnek daha vermek gerekirse, Osmanlı devletinin savaşın sonunda imzaladığı anlaşmalarda orduların büyük ölçüde terhis edilmesini kabul ettiği bilinir. Bu anlaşmalarda doğal olarak çok küçük miktarlarda askeri elinde tutması için izin verilmiştir, kimi araştırmalar rakamlarla, izin verilen ölçüde bile asker tutmayı başaramadığını gösteriyor.

“1919 Mayıs’ında silah altında ancak 43 bin kişi vardır. Bu rakam, müttefiklerin izin verdiğinden 18 bin kişi azdır! Zira ateşkesten sonra da firarları önlemek mümkün değildir.”10

Bu ara başlığı sanırım şöyle bir soru ile sonlandırabiliriz.

Elbette farklı coğrafyalar ve elbette farklı tarihler, kültürler ve ekonomik-siyasal yapılardan söz ediyoruz, ancak eğer devrimci dönüşümleri sadece öncü örgütlenmelerin eseri olarak görmeyeceksek ve emperyalist-kapitalist yapı bir bütünlük barındırıyorsa; Rusya’da bir devrime yol açan Emperyalist Paylaşım Savaşı Anadolu içinde benzer bir zemini yaratmış olamaz mı?

Emperyalizmin planını bozmak…

1917 yılında bir sözlük yazıyor olsanız Anadolu kelimesinin karşısına herhalde şuna benzer şeyler yazmanız gerekir. Anadolu: Açlığın, yoksulluğun, sefaletin ve salgın hastalıkların kol gezdiği yetimler ve dullar coğrafyası.

Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin medeniyetlerin beşiği Anadolu’ya reva gördükleri budur. Malum, hafıza-i beşer nisyan ile malul, eğer, tek inisiyatif emperyalizmin olsaydı, Anadolu’da bağımsız bir ülke kurulmasının asla mümkün olmadığını hatırlayarak ve hatırlatarak ilerlemek de fayda var. Anadolu halkları bir direnişi örgütlemeyi başarmasaydı, ya Türkiye Cumhuriyeti diye bir ülke olmayacaktı ya da “iyi ihtimalle” Konya-Bursa-Eskişehir civarlarında emperyalizmin kukla devletlerinden birisi kurulacaktı.

Mazlum Anadolu halkları her şeye razı olarak yıllarca bir savaştan diğerine, çoğu zaman amacın ne olduğunu, ne için savaştığını bile bilmeden sürülüp gitmiştir. Yoksul Anadolu köylüsü Padişah’a, devlete bağlılığın ümmete, millete bağlılık olduğuna ikna edilip savaştan savaşa koşan memetçiklere dönüşmüştür. Memetçikler canını verdikçe ülkeleri daha da küçülmüş, canını verdikçe herhangi bir kazanım elde edilmesi bir yana, elde avuçta ne varsa kaybedilmiştir.

Düşünsenize yıllarca atanız, babanız, siz savaşıyorsunuz, belki pek çok tanıdığınız, sevdiğiniz yanı başınızda ölüyor, savaşın sonunda siz şans eseri hayatta kalıyorsunuz ve köyünüze kasabanıza döndüğünüzde yaşam daha da çekilmez bir hal alıyor.

Paylaşım Savaşı’nın sonuna doğru artan firarların nedeni budur. Ancak savaş bitip ordular terhis edildiğinde köyüne dönen milyonlarca insanın yüz yüze kaldıkları durum bir kez daha aynıdır.

Bunları yaşayan bir halkın Kurtuluş Savaşı’na ikna edilmesi hiç kolay değildir. Birkaç ayrı kaynakta ufak tefek farklılıklarla karşılaştığım bir Kurtuluş Savaşı anısı durumu oldukça iyi açıklıyor.

“Mustafa Kemal Paşa, Samsun’dan Havza’ya giderken, yolda küçük bir tarla parçasında çift süren bir köylüye rastlar, aralarında şu konuşma geçer;

“Mustafa Kemal Paşa: Hemşeri, düşman Samsun’a asker çıkaracak, belki buraların hepsini işgal edecek sen ise rahat rahat toprağını sürüyorsun?

“Köylü: Paşa, paşa! Sen ne diyorsun. Biz üç kardaştık. İki de oğul vardı. Yemen’de, Kafkas’ta, Çanakkale’de hepsi elden gitti. Bir ben kaldım. Ben de yarım adamım. Evde sekiz öksüz yetimle üç dul kalmış kadın var. Hepsi de benim sabanın ucuna bakarlar.

“Şimdi benim vatanım da yurdum da aha şu tarlanın ucu! Düşman oraya gelinceye kadar benden hayır bekleme…”11

Başka pek çok örneği var, Anadolu köylüsü İstanbul’da hatta dünyanın herhangi bir yerinde ne olursa olsun ama bizim köye bulaşmasın diye dua etmektedir. 1917-18 yıllarında Anadolu halkının ortalama sosyal durumu, psikolojisi hatta siyasal ve ideolojik konumlanışı, geride bıraktığımız 90 yılın yarattığı kısmi modernleşmeyi bir yana bıraktığımızda bugünküne çok benzemektedir.

Bunları bir öfkenin sonucu olarak ya da eleştiri olsun diye de yazmıyorum, gördüğüm durum budur. Burada haddinden fazla oyalanmak anlamsız, doğru olan bu tabloya rağmen “Anadolu’da direnişi mümkün kılan ne olmuştur?” sorusunu sormaktır.

Kuvvetli milli hisler, esir yaşayamayan bir millet olma, bağımsızlık ruhu, dini duygular, milliyetçi önderlik. Bu ve benzeri pek çok cevaplar var, bence hiçbirisi gerçeği yansıtmıyor.

Benim öncelikli cevabım işgal ve özellikle işgalcilerdir.

İşgal, üstelik köyünün, tarlanın sınırına gelip dayanan işgal, direnişi mümkün (ve hatta zorunlu) kılan öncelikli etmendir.

Üstelik işgalci güçlerin daha iyi bir yaşam sunabileceğine ilişkin en küçük bir ihtimal görülmemektedir. Doğrudan Batı emperyalizminin yönlendirmesi ve denetimi ile işgali gerçekleştiren Yunanlıların Ege civarındaki ve Ermenilerin Doğu’daki birkaç yıl önce el konulmuş topraklarını, evlerini geri alacaklarından ve intikam için geldiklerinden şüphe edilmemektedir.

Burası önemli, emperyalizm Anadolu işgalinde ilginç bir sıkışma içersindedir. Yıllar süren savaşların yorgunluğu sadece Osmanlı tebaası için değil, herkes için vardır. İngilizler, Fransızlar bu geniş toprakları sadece kendi güçleri ile işgal etmekte ve uzun yılları bu biçimde geçirmekte zorlanacaklardır. Bu durumda “meşruluğu” olacak piyonlar kullanmak aslında ilk bakışta iyi bir taktik gibi görünüyor. Ege bölgesinin Yunanlılara bırakılması, güney ve doğu illerine Fransız üniforması giydirilmiş Ermenilerin taşınmasının ardında bu ve bunlara benzer gerekçeler vardır. Emperyalizmin emir ve yönlendirmesi ile gerçekleşen bu işgaller, Batı’da Türkler Doğu’da Kürtler açısından felaket dışında bir sonuca işaret etmez, yaşamı zaten her geçen gün zorlaşan halklar Rum ve Ermenilerin işgali altında yaşayamayacak duruma geleceklerini görmüştür ve direniş hareketi öncelikle bu zeminden güç bulmuştur. Doğan Avcıoğlu’nun “Milli Kurtuluş Savaşı”ndan örnekler verebiliriz.

“Erzurum Kongresi, Trabzon ilindeki Rum tehlikesi de hesaba katılırsa, Ermeni’ye, Rum’a karşı bölgesel bir direnmeyi öngörmektedir. Kongre kararının ikinci maddesinde “her türlü işgal ve müdahaleyi Rumluk ve Ermenilik kurma amacına yönelmiş sayacağımızdan, birlikte savunma ve direnme ilkesi kabul edilmiştir.” denilmektedir. Direnme doğrudan doğruya İngiltere’ye ve öteki İtilaf devletlerine değil, Rumluk ve Ermenilik kurulmasına karşıdır.”12

Araştırıldığında benzer tartışmalar Sivas Kongresi tutanaklarında bulunabilecektir, yazının uzunluğundan tasarruf etmek için sadece değinip geçiyorum. Ancak işgal karşıtı direnişin önemli mevziilerinden birisi olan Ege bölgesinin tamamını temsil eden Alaşehir Kongresi’nin katılan tüm delegelerin imzasını taşıyan telgrafını paylaşmadan edemeyeceğim. Telgraf Küçük Asya Müttefik Kuvvetler başkomutanı General Milne’ye yazılıyor.

“İzmir ili ve Karesi (Balıkesir) Bağımsız Sancağı Türk ve Müslümanlarının birlik olarak düzenli örgüte bağlı milli kuvvetleriyle savundukları nokta sadece Yunanlıların haksız ve hilekâr saldırılarına ve bu işgal ve saldırılarında işledikleri cinayet ve kötülüklere engel olmaktan ibarettir. İtilaf Devletlerine karşı çıkma fikri hiç kimsenin aklından geçmeyen boş bir düşüncedir. (…)

“Yunan birliklerinin şimdiki yerlerinden daha ileri gitmemeleri için emir buyuracağınız konusundaki soylu açıklamanız, Kongre üyelerini derin bir minnet ve şükran hissiyle duygulandırmıştır. Pek soylu ve insancıl olan şu asil arzu, kuşkusuz ki, en büyük övgülere değer, yüksek ve soylu yaradılışın ürünüdür.(…)

“Büyük İtilaf Devletleri, İzmir ve yöresinin işgalinde kesin bir politik zorunluluk gördüğü takdirde, bu işgalin Amiral Calthorpe Cenapları’nın ilk açıklamalarında belirtikleri üzere, geçici ve İzmir yöresine sınırlı kalmak üzere ve zalim ve gaddar Yunan askeri tarafından değil, insanlık ve uygarlıkla donanmış uygar İtilaf devletleri askerleri tarafından gerçekleştirilmesinin sağlanmasını, Kongre soylu kişiliğinizden rica eder ve yüksek saygılarını sunmakla şeref ve övünç duyar.”13

Başka pek çok örnek var ama Avcıoğlu adını andığımız çalışması için müthiş bir giriş cümlesi yazmış ve genel olarak Anadolu’daki durumun, siyasal ve entelektüel çevrelerdeki ifadesini tek cümle ile özetlemiş. “Asılacaksın! İngiliz sicimiyle asıl”

Anadolu’da işgale doğru giden süreç bütünüyle maddi temeller üzerinde şekillenmektedir. Yıkımı yaşayan bir halk için en önemli sorun, yıkımdan -mümkünse en kolay yoldan- kurtulmaktır. Ermeni ve Yunan işgali beterin beteri bir duruma işaret etmektedir, burada yaşam şansı bulunamayacağı düşünülmektedir. Geleceğini garanti altına almak için her türlü yolu aramaktadır. Pek çok tanınmış aydının açık açık manda ve himaye tartışmaları yapmasının arkasında aynı neden vardır. İngilizlerin, Amerikalıların “güvenli gelecek” sunma ihtimaline bile bağlanmışlardır. Kimisi ülkenin bütünlüğünü korumanın tek yolu olarak manda’yı savunmaktadır. Başkaları içinde bulunulan durumun nazikliğine işaret ederek “yeni bir karışıklık hazırlayacak olan maddi hareketlerden çekinerek, zavallı milletimizden başka, Hindistan’daki din kardeşlerimizin de menfaati namına, devletimizin eski ve tarihi dostu bulunan büyük bir devletin milli ve siyasi mevcudiyetimizi muhafaza etmek süretiyle müzaheret ve dostluğunu sağlamanın uygun olacağını” savunur.

Kimileri içinse elden geldiğince, gücü yettiğince direnmek dışında bir seçenek yoktur. Doğal olarak, direnmeyi seçenlerin (veya seçmek zorunda kalanların) en büyük çoğunluğu kaybedecek bir şeyi olmayanlardır. Ülkesinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar ülkelerine sahip çıkmak için silaha sarıldılar. Kara Hasan herhalde bunlardan birisidir.

“İşgalin başladığı sıralarda silaha sarılanlar vardı ve Kara Hasan bunlardan biri idi. Dörtyol civarındaki Karakese Köyüne saldıran Fransızlar, köylüler tarafından silahla karşılanmış, 19 Aralık 1918’de yaptıkları çatışmada 10 ölü vererek geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Bu üzerinde durulması lazım gelen bir olay, Türk milletinin saldıran düşmana karşı ilk direnmesi idi. Fakat bu anlamlı hareket, saldırganlarda görülegelen maceralardan birisi gibi duygu yarattı. Çünkü onlar cinayetlerine bundan sonra devam ettiler ve bu arada karısını kaçırdıkları Kara Hasan’ın kardeşini de öldürdüler. Bu durum karşısında Kara Hasan dağa çıktı ve 1919 yılı başlarından itibaren başlamış olan bu hareket Türkiye’de “ilk milli mukavemeti” meydana getirdi. Kısa zamanda 300 kişiye yükselen Kara Hasan çetesi Nur dağlarında gizleniyor ve zaman zaman Fransızlara pusu kurarak büyük kayıplar verdiriyordu.”14

Emperyalistler veya onların güdümündeki güçlerin askeri müdahaleleri ve işgalleri söz konusu olduğunda (üstelik beklediğiniz yere, köyünüz, tarlanız sınırlarına dayandığında) teslimiyet ile silahlı karşı koyuş dışında bir seçenek kalmıyordu. Silahlı direniş için askeri gücünüzün olması gerekir ancak ortada ordu adına bir şey kalmamış olduğunu bir kez daha hatırlatalım.

“(…) ortada ordu denilecek varlık yoktu. Şüphesiz hiçbir millet, harpten yenilmiş dönmüş ordusunu alkışlamaz, Yalnız bir ordunun halkına karşı bu derece sevimsiz göründüğü pek nadirdir.”15

“Türk halkı, birbiri ardına gelip çatan uzun harplerin yarattığı ızdıraplar sebebiyle pek haksız da değildi. Gerçekte, halkın sevmediği subaylardı, askerlikti. Subaylar Birinci Dünya harbi felaketinin mesulleri olarak görülüyorlardı. Kimsenin düşman işgaline karşı durmak için de olsa asker olmaya hevesi ve niyeti yoktu. Esasen devlet de ne seferberlik ne de Yunanlılara karşı harp ilan etmişti.”16

“Devlet” bir çağrıda bulunsaydı buna kim yanıt verirdi bilinmez. Yavaş yavaş ve refleksif olarak başlayan karşı koyuşların ardından, özellikle İzmir’in işgali, artık geri dönüşü olmayan bir noktaya ulaşıldığını herkese kabul ettirdi. İzmir’in Yunan ordularına işgal ettirilmesi bütün “iyi niyetli” beklentileri yıkmıştır. O zamana kadar kurulan çeşitli örgütler silahlı direniş gruplarına dönüştü ve yeni direniş örgütleri kuruldu. Adına genel olarak Kuva-yı Milliye denilen direniş örgütlerinin doğumu kabaca böylesi bir sürecin sonucudur. Üzerine çokça spekülasyon yapılan bu süreci değerlendirmek için önce çeşitli kaynaklardan derlediğimiz Kuva-yı Milliye tanımlarını paylaşalım.

“Kuvâ-yı milliye tabiri tarihimizde “millî” kuvvetler”, düzenli olmayan silâhlı birlikler ve kuvvetler için kullanılan bir tabir olarak göze çarpmaktadır. Kuvâ-yı milliye adını verdiğimiz bu kuvvetler düşmana karşı ülkenin korunması ve savunmasının pekiştirilmesi, birlik ve beraberliğin sağlanmasını hedeflemişlerdir. Bu yüzden de vatanın işgali karşısında halkın malının, canının, dininin, ırz ve namusunun korunması, kısaca ülkeye karşı olabilecek her türlü saldırıya karşı eski askerî komutan ve askerler ile bunlara katılan askerlerin kendi aralarında oluşturdukları savunma birliklerine “Kuvâ-yı milliye” denilmektedir.”17

“Vatanı müdafaa ve muhafazadan ibaret olan vazife-i asliye doğrudan doğruya milletin kendisine teveccüh etmiş bulunuyordu. Millet orduya, kendi içinden teslim ettiği efradını düşman tecavüzüne maruz olan mıntıkaların müdafaasına, düşman tasallutuna uğrayan kardeşlerinin hayatının müdafaasına memur etmeye mecbur olmuştur. İşte buna Kuva-yı milliye diyoruz…”18

“Kuva-yı Milliye, bugünkü dildeki kullanımı ile Milli Kuvvetler, Yunanlıların İzmir’i işgal etmeleri ve Anadolu’da ilerlemeleri üzerine kurulan ve düşmana karşı mücadele eden birliklerdir. Kuva-yı Milliye ordu ile işbirliği yapan, Kurtuluş Savaşının ilk çete ve silahlı savunma kuruluşudur. Kuva-yı Milliye adı önceleri İzmir bölgesinde bulunan ve silahla direnenlere verildiği halde, daha sonraları bütün milli hareketi kapsayacak şekilde kullanılmıştır.”19

“Kuva-yı Milliye olarak adlandırılan kuvvetler, devlet kuvvetleri olmaktan çıkmış yalnız millete mâl olmuştu.”20

Sanırım verilen örnekler yeterlidir. Özetleyecek olursak Kuva-yı Milliye, gerilla tarzı mücadele veren, yönetimleri ve yönlendirmeleri tek merkeze bağlı olmayan silahlı direniş gruplarının ortak adıdır. Kuva-yı Milliye kavramı ile zaman zaman bir bütün olarak Kurtuluş Savaşı ifade edilebiliyor, bunun doğru bir tanımlama olmadığını fakat Kuva-yı Milliye’nin yarattığı etkiyi göstermesi açısından önemli olduğunu vurgulayalım.

Buradan baktığımızda Kurtuluş Savaşı’nın bir halk tepkisi olarak başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Yanına bir iki kenar notu düşersek Kuva-yı Milliye’yi “kendiliğinden bir hareket” olarak tanımlayabiliriz. Önemli bir öğe tek merkezden ve yukarıdan aşağı örgütlenmemiş oluşudur. Yerel direniş grupları olarak örgütlenen Kuva-yı Milliye çetelerinin, doğal olarak önderleri, örgütleyicileri vardır. Burada o ana kadar Anadolu’da güç olan siyasi öznelerin, örneğin eski ittihatçıların ciddi etkileri de olmuştur. Darmadağın olmuş bir coğrafyanın, dağılmış olan siyasi yapıların eski güçleri ve kadrolarının siyasal nüfusları ile paralel bir etki yarattıklarını düşünüyorum. Tıpkı sonuçta bir savaş örgütü olan bu birliklerin örgütlenmesini ve komutanlığını silahlı mücadele konusunda tecrübeli eski ordunun subaylarının veya “eşkıya”ların, “çete”lerin ve “efe”lerin üstlenmesi gibi.

Bir direniş hareketi olan Kuva-yı Milliye’yi değerlendirirken yapılacak en büyük hata onun homojen bir yapıya sahip olduğunu düşünmektir. Kuva-yı Milliye’nin yapısını oluşturan grupları ana hatlarıyla tasnif etmeye çalıştığımızda şöyle bir tablo ortaya konulabilir. Kuva-yı Milliye subaylar ve bürokratlar, efeler, çeteler ve zeybekler, eşraf, başta köylüler olmak üzere gönüllü halktan oluşmuştur. Asker kaçaklarının özellikle siyasi nedenlerle hapishanelerde olup çıkanların Kuva-yı Milliye’ye katıldıkları biliniyor. Ayrıca mükellef denilen, bir nevi askere alma şeklinde köylerden, kasabalardan toplanan kimseler de bulunmaktadır. Kuva-yı Milliye’nin bir askeri örgütlenme olmasına rağmen, çoğu zaman bir sivil direniş hareketi gibi değerlendirilmesi de sivil halkın çokluğu ve etkinliği ile açıklanabilir.

Bu gruplandırma, hareketin heterojen yapısına ve toplumun alt kesimlerine dayandığına işaret etmektedir.

Kuva-yı Milliye grupları zaman zaman çete, birlik gibi isimler alırken zaman zamanda düzenli orduyu çağrıştıran tabur, alay gibi isimler kullanmışlardır. İsimler genellikle grubun yönlendiricisi olan kişinin adını içerirken, zaman zaman da grubun oluşturulduğu bölgenin adını taşıyabiliyordu. Ödemiş Kuva-yı Milliye’si, Kuva-yı Milliye Bursa müfrezesi, Arnavut Kazım Çetesi, Teğmen Kadri Müfrezesi gibi. En ilginç örneklerden bir tanesinin tüm Kuva-yı Milliye örgütleri arasında siyasal kimliğini en açık sunan isimlendirmeyi tercih etmiş olması ile “Bolşevik Taburu” olduğunu ise ayrıca kaydedelim.

Düzenli ordunun kuruluşu ile Kurtuluş Savaşı’nın başlaması arasındaki 15 yıllık dönemi göz önüne aldığımızda Kurtuluş Savaşımızın başlangıcının bir gerilla savaşı özelliği taşıdığını söyleyebiliriz. Bu süreçte işgalcilere ve padişah gericiliğine karşı savaşın ana yükü bu gerilla birliklerinin omuzlarındadır.

“Büyük birliklerden başka, Türkiye’de 10 ila 30 kişiden oluşan çok sayıda küçük gerilla grupları vardı. Yunan işgal ordusunun genelkurmayının verdiği raporlara göre, Batı Anadolu’da gerilla savaşçılarının sayısı 40 bine kadar ulaşmaktaydı.21

İki dışarıdan tanığın daha gözlemlerine aktarabiliriz. Birincisi Times gazetesi muhabiri, Bursa civarında savaşa tanık oluyor, şöyle anlatıyor.

“Düzenli birlikler çok güçsüz, gerillalarsa ölümüne savaşıyorlar. Düzenli birlikler 8 Temmuz’da şehri bırakıp gittiler, gerillalarsa son adamlarına kadar savaşı sürdürdüler.”22

Fransız gazetecinin gözlemleri ise şöyle; “Sayıları 1500’den fazla olmayan gerilla süvarilerinin baskısı karşısında, üçte ikisi Hintli askerlerden oluşan dört bin kişilik İngiliz Ordusu’nun nasıl geri çekilmek zorunda kaldığına tanık oldum.”23

Uzun uzun direnişin askeri yapısına, eylemlerine ilişkin bilgiler vermeye gerek yok, emperyalistlere karşı süren direnişin yanında padişahın ve genel olarak gericilerin yönlendirmesi ile oluşan pek çok ayaklanmanın da bu birlikler tarafından bastırıldığını biliyoruz.

Bizim altını tekrar tekrar ve kalınca çizmek istediğimiz, ortaya çıkan hareketin temel olarak bir direniş cephesi oluşturduğu ve fakat bunun tek bir merkezin denetimi ve yönlendirmesi altında bulunmayıp, çeşitli aktörlerin müdahale ve sürükleyiciliği ile Kurtuluş Savaşı’nı başlattığıdır.

Direnişin dayandığı toplumsal taban büyük ölçüde Anadolu’nun yoksul köylüsüdür. İşçi sınıfımızın henüz sınırlı sayıdaki ilde ciddiye alınabilecek bir gücünün olduğunu ve gücü oranında direnişe dâhil olduğunu eklemeden geçmeyelim. Özellikle İstanbul’da işçi sınıfının örgütlenmesini kuvvetlendirdiği bir dönemden söz etmekteyiz. Bununla beraber hatırı sayılır direniş eylemleri örgütlenebilmiştir. Ülkemizde kutlanan ilk 1 Mayıs’lardan birisinin, işgalcilerin yasaklamasına rağmen, İngiliz emperyalizmine karşı sloganlarla gerçekleştirildiğini hatırlatabiliriz. Bununla beraber, ne işçi sınıfı ne de yoksul köylülüğün bu direniş hareketine siyasal önderlik yapabilecek bir örgütlenmeye, birikim ve deneyime sahip olmadığı ise açıktır.

Pek çok araştırmacı Kuva-yı Milliye’nin toplumsal tabanı olarak Anadolu eşrafını göstermektedir. Eşraf, Türk Dil Kurumu sözlüğünde; “bir yerin zenginleri ,sözü geçenler, ileri gelenler” olarak tanımlanmış. Bana kalırsa eşrafı, iktidar boşluğundan doğacak yeni bir sürece kılıcını atmış, “yeni burjuva sınıfı adayı” olarak tanımlamak daha doğrudur. Avcıoğlu ne kadar farkında olarak yazmıştır bilmiyorum ama, Milli Kurtuluş Tarihi’nin ara başlıklarından birisi “Para eşraftan can köylüden…” Gerçekten de çok kabaca baktığımızda Kurtuluş mücadelesi için kimisi dua etmekle yetinmiş, kimisi parasını katmış (bunu yatırım olarak okuyabiliriz), yoksul emekçiler ise canlarını vermişlerdir.

Savaştan sonra Gazi unvanı verilecek kadar yiğit bir direniş gösterildiği kabul edilen Antep’te yaşananlar hem söylemek istediklerimiz için açıklayıcı olacak hem de sınıfsal ayrışmanın nasıl belirginleştiğine örnek olacaktır. Bakalım kimmiş yiğit olan?

Saldırıların oldukça yoğunlaştığı 1920 yılının Ağustos ayında kentin savunması ile ilgili görev üstlenen kurul, kentin ileri gelen kişilerinin para karşılığında kentten ayrılmalarına izin verme kararı alır. Kentin savunucuları, bu kararı değiştirmeyi ancak silah taşıyamayacak olanların (yaşlı, hasta ve çocuklar gibi) kentten ayrılmasına izin verilmesini isteyen bir bildiri hazırlarlar.

“Biz fakirlerin şu memlekette ne bir tek dikili ağcımız var ne de servet namına hiçbir şeyimiz yok iken bile vatanımızı müdafaa, daha doğrusu bütün zenginlerimizin hesabına çalışıyor, onların mal ve mülklerini servet ve sematını muhafaza ediyoruz. Yine biz fakirler, kadınlı erkekli, düşman karşısında kanlarımız akıtırken; zenginlerimiz ailesi ile üç-dört katlı kâgir binaların zemin katlarında ‘hayatlarını sigortaya koymuş gibi’ sıcak yemeğin başında ve yumuşak yataklarının içinde vakit geçirdiklerini görüyoruz. Ve yine onların istirahatlarını temin için geceli gündüzlü cephelerde üzerimize örtecek bir şey bulunmadığı halde yastık yerine tüfeklerimizi başımızın altına koyarak kuru topraklar üzerinde vakit geçiriyoruz.

“Bu ahvalin hepsini bildiğimiz halde yalnız kendimizi şununla aldatıyoruz:

“Evet, biz fakirler, cephelerde ifayı vazife ediyor isek onlarda hiç olmazsa bizi bırakıp gitmediler. Belki bizim bu hizmetlerimizi yakından görürler de takdir ederler diye onları içimizde gördükçe daha ziyade cesaret ediyoruz. Eğer bu zevatı-muhetereme hayatlarından korkup harice çıkar, serveti sayesinde işi gücü ile uğraşır ve biz fakirleri ‘her vakit ölüme mahkûm; sırf zenginlerin emval ve eşyasının muhafazası, hayatının idamesi için yaratılmış’ ayrıca bir kavim telakki ediyorlarsa ve bizi böyle ateşler içinde bırakıp gideceklerse bizim ne mecburiyetimiz var. Biz onlardan evvel gitmeyi biliriz. Onların canları aziz de bizim ki neden olmasın. Onlar ölmek istemiyorlar biz neden ölelim. Şu memlekette servet namına düşünecek nemiz var. Hanlar, oteller, kıraathaneler, dükkânlar, mağazalar, köşkler, vesaireler bizim değildir.

“Bugün memleketin müdafaası her şeyden büyüktür. Şu halde, ne biz ne onlar harice çıkacaktır. Aksi takdirde silah istimal edeceğimize de emin olunuz.”24

Bu çalışma içinde sıkça vurguladığımız gibi Kurtuluş Savaşı aynı zamanda bir iç savaştır. Kuva-yı Milliye’nin dağıtılması ve düzenli orduya geçiş bu sürecin en önemli kırılma noktalarından birisidir. Kuva-yı Milliye’nin bugün gerilla savaşı olarak bilinen biçimde bir mücadele yürüttüğünü söylemiştim, bununla ilgili önemli gördüğüm bir noktayı hatırlatmak istiyorum. Harp sanatı açısından gerilla savaşı, küçük askeri birliklerin büyük halk desteği ile savaşması olarak tanımlanır. Düzenli ordu ise genellikle büyük güçlere dayandığı için halk desteği büsbütün olmasa da ikincil derecede önemlidir.

Mustafa Kemal adı etrafında oluşan grup, sürecin başlatıcısı olmadığı gibi baştan sona bir önderlik sürdürmemiştir, önderlikleri süreç içerisinde tesis edilmiştir. 1921’e kadar etkili alternatif bir silahlı güç bile oluşturamadıklarını görüyoruz. Bizzat Mustafa Kemal, halkın düzenli ordu istemediğinden, Kuva-yı Milliye kalalım demesinden şikâyetçidir. Ancak aynı süreçte elden geldiğince Kuva-yı Milliye güçleri oluşturmaya, var olanlar üzerinde otorite kurmaya ve onların yönlendirilmesine çaba harcamışlardır. Siyasi açıdan duruma egemen olduklarına inandıklarında ve belli bir askeri gücü de toparlamaya başladıktan sonra bütünüyle düzenli orduya geçiş kararı almışlardır ki, bu fiili olarak Kuva-yı Milliye’nin dağıtılması anlamına da gelmiştir. Bu Kemalistlerin iktidarlarının ilanı olarak da okunabilir.

1921 yılının ilk üç ayının Kurtuluş Savaşı’nın önemli bir kırılma noktası olduğuna daha önce değinmiştim. Yeri gelmişken konuyla ilgili düşüncelerimizi paylaşalım. Mondoros Mütarekesi’nin imzalanmasından düzenli ordunun kurulmasına kadar geçen süreyi Kurtuluş Savaşı’nın “Kuva-yı Milliye Dönemi” olarak da tanımlamayabileceğimizi düşünüyorum. İster “Kongreler Dönemi”, isterseniz “Kuva-yı Milliye Dönemi” olarak tanımlayın, işgallerin başlaması ile Anadolu topraklarının kurtarıcısını aradığı bir döneme girdiğimiz kesindir. Eğer daha marksizan bir terminoloji kullanacak olursak aslında söz konusu dönemi adlı adınca bir devrimci durum olarak tanımlayabiliriz. Ülkemiz tarihinde “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği” ve “yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği” değerlendirmelerinin bu kadar belirginleşebileceği başka bir kesit hala yaşanmamıştır.

Böylesi bir dönemde geleceği kurabileceğine toplumun geniş kesimlerini ikna eden sürecin önderliğini üstlenir. Bilinçli yarı-bilinçli veya bilinçsiz pek çok aktör aslında bu sürece kılıç atmıştır. Sonuçta görüyoruz ki bunlar arasında en bilinçli siyasal-sınıfsal kimliğini oluşturmuş olan diğerlerini tasfiye ederek yola devam etmiştir. Genel olarak Kurtuluş Savaşı cephesi içerisinde bir siyasal ayrışmayı zorlayan ve rakiplerini her türlü yolu kullanarak tasfiye eden Kemalistler olmuştur. Kemalistler, her tür özne ile işine yaradığı sürece işbirliği yaptığı, bir yandan da uygun anı kollayarak söz konusu özneleri tasfiye etmeyi başardığı için iktidarda tutunmuştur. Bunun ahlaki bir tutum olup olmadığını tartışamayız ancak ortada ciddi ve bilinçli bir siyasal-sınıfsal tutum vardır. Cumhuriyet tarihi boyunca sürecek olan korkunun ilk örneğidir ve en küçük bir risk alınmadan şiddetli bir tasfiye gerçekleştirilmiştir.

Buna rağmen genel olarak halk dinamiğinin içindeki etkisi ve gücünün yanında Kurtuluş Savaşı yıllarında sol hareketin önemli bir etkisi olduğunu da asla unutmamak gerekir.

“TKP, Anadolu’nun içinde Kurtuluş Savaşı’nın göbeğinde kuruldu. Kuranlar arasında Salih Hacıoğlu vardır. Affan Hikmet vardır. Ahmet Usta vardır. Fatma, Cemile yoldaşlar vardı. Listeleri uzundur. Bunlar savaşa ateş boylarında girmişlerdir. Salih Hacıoğlu da, Affan Hikmet de subaydılar. Affan İstanbullu Karagümrük’tendi. Salih Hacıoğlu harp okulundan çıkmıştı, İsmet İnönü ile bir sınıftandı. İsmet padişahın jurnalcisiydi. Onun yüzünden, Salih Hacıoğlu Basra’ya sürülmüştü. Orduyu yakından bilirdi. Affan 1919’da daha Mustafa kemal Samsun’a çıkmadan, Bandırma’da liman, demiryolu işçilerinden kurduğu 30-40 kişilik bir gerilla ile Maydos’ta İngiliz silah depolarını bastı. İngilizlerle, Aznavurlarla savaşa savaşa aldığı silahları Anadolu içlerine götürdü. Halkın eline verdi bu silahları.(…)

“Kütahya’da, 1920 yılı başlarında bir Gönüllü Halk Alayı’ı kuruldu. Bu alayı halk her şeyle, her yandan destekledi. Alay Komutanı Topçu İsmail Hakkı’ydı. Suphilerle öldürüldü. Merkez Komitesi Politik Bürosu üyesiydi. Bu alay, Yeşilordu’nun bir koluydu.”25

Kuşkusuz abartılı birtakım yorumlara mesafeli duralım, ama Kurtuluş Savaşı solu ihmal edilebilir bir güç asla değildir. Elbette henüz doğum sürecinde olan bir hareketten söz ediyoruz ancak diğer pek çok siyasi akım gibi dönemin yarattığı olanaklarla hızlı bir gelişme zemini bulduğu pekâlâ söylenebilir. Ekim Devrimi’nin de etkisi ile Anadolu’da prestiji artan “bolşevizm” ideolojik ve örgütsel ağırlığı olan bir akım haline gelmiştir. Çerkez Ethem’in askeri gücü de arkasında duran Yeşil Ordu, Mecliste İçişleri Bakanı seçtirebilecek olanaklar bulmuştur. Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası ve yeni kurulan TKP ile anlam kazanan bu gücü yabana atmamak gerekir. Mustafa Kemal bu güçlerin yan yana gelebileceğini ilk sezenlerden birisidir. 1921 yılının Ocak ayı bu açıdan çok önemli bir kırılma noktasıdır.

“Çerkez Ethem başkaldırdığı sıralar, Ankara’da (Resmi TKF’nin organı olarak yayımlanan) Yeni Dünya gazetesi de hükümete cephe almış ve eski sahibine karşı asker sevkini engellemek için, demiryolu işçilerini greve çağırmıştır. Bunun üzerine 2 Ocak’ta Yeni Dünya idarehanesi hükümet taraftarlarınca tahrip edilmiştir. Gazetenin imtiyaz sahibi Arif Oruç ve arkadaşları tutuklanmıştır. Resmi TKF bu sıralar kendiliğinden kapanmış olmalıdır. Ayaklanmayı destekledikleri iddiasıyla, aynı ay içersinde THİF ve Emek gazetesi çevresinden Salih Hacıoğlu, Ziynettullah Nevşirvanov ve daha başka bir takım kimseler tutuklanmışlardır. Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının Karadeniz’de öldürülmeleri yine bu aralığa rastlamaktadır.”26

Üstelik aşağı yukarı aynı günlerde Londra Konferansı’na İstanbul temsilcisinin yanı sıra Ankara Hükümeti’nin de temsilci göndermesi daveti iletilir. Bu Ankara’nın emperyalistler tarafından ilk defa resmi olarak muhatap alınması anlamına gelmektedir ve tüm bunların denk gelmesi tesadüf olmasa gerek.

Kurtuluş Savaşı yıllarında sol hareketin durumuna ilişkin söylenecek daha çok şey var. Özellikle TÜSTAV’ın TKP ve Komintern belgeleri ile sürdürdüğü çalışmalar bu açıdan daha pek çok yeni veriye ulaşmamıza olanak sağlayacaktır. Ancak kanımca bu sürece ilişkin önemli iki nokta var ve her yeni bilgi ancak ve ancak bunu kuvvetlendirmeye yarayacaktır.

Bir; isimsiz yüzlercesi ve Mustafa Suphilerle simgelenen TKP’miz başta olmak üzere, tüm komünistler Kurtuluş Savaşı yıllarında, kurtuluş cephesinde emperyalizme karşı savaşmışlardır.

İki; Kurtuluş Savaşı’nın halk hareketi niteliği budandığı, sol kanadı tasfiye edildiği sürece emperyalizmle uzlaşma yolları açılmıştır.

Emperyalizmin Anadolu coğrafyasına ilişkin planları, Anadolu halklarının direnişi ve bu direnişe önderlik eden çeşitli siyasal aktörlerin müdahalesi ile bozulmuştur. Ancak bu yolu açan önemli bir gelişme Ekim Devrimi’dir.

Bu direnişin tarihi yazılacaksa Ekim Devrimi’nin etkisi bir kenara bırakılamaz. Cumhuriyet tarihi boyunca her türlü ilerici harekette Sovyetlerin parmağını arayanlar Kurtuluş Savaşı’na bakmalıdır. Cumhuriyet’in kuruluşunda Sovyetlerin parmağı vardır!

Sovyet parmağı demişken bir parantez açalım ve bağımsızlık istemenin komünistlik sayılmasının köklerinin 1920’lere uzandığını da yazmadan geçmeyelim. Hem Vahdettin hem de İngilizler çok sık Kurtuluş Savaşı’nın aslında Bolşeviklerin yönettiğini iddia ediyorlar. 6 Ekim 1922 tarihli Times gazetesi;

“Bolşevikler bol para ve cephanelikle Kemalistlerin yardımına koştular ve siyasetlerinin bütün sırlarına sızdılar. Sovyet Moskova’nın yardımıyla Türkiye yeniden hayata kavuştu. Ama Sovyetlerin amacı, Türkiye’yi yaşatmak değil, batı kültürünün en zayıf olduğu noktadan yani Balkanlardan yeniden saldırarak, yeni yeni huzursuzluklar çıkarmak, böylece bitkin Avrupa’da devrimci eylemi yeniden başlatmak”27

Artık Vahdettin mi İngilizlere bu aklı vermiştir, yoksa İngilizlerden aldığını yine onlara mı satmaktadır bilemiyoruz ama Vahdettin’in İngiltere Yüksek Komiserliğine söyledikleri ilginç.

“(…) millici liderler bir hükümet değildir ,bir isyancılar ve ihtilalciler topluluğudur. (…) Masum halkın vatanseverliğini ve iyi niyetini sömürdüler. İnançları ve politikaları bakımından onlar Bolşevikten başka bir şey değildirler. Ben ve hükümetim, barış yapmaya ve bu yolda özverilerde bulunmaya hazırdır.28

Bazı şeyler hiç değişmiyor diyerek parantezi kapatalım.

Ekim Devrimi emperyalizme planlarını kökünden sarsan kuvvetli bir tokat olmuştur. Sovyet Hükümeti kuruluşunun hemen ilk günlerinde, Çarlık Rusya’sının da dâhil olduğu emperyalistlerin Anadolu’yu parçalama politikalarına ilişkin, gizli anlaşmaları açıklarken bunların geçersizliğini de ilan eder. 3 Aralık 1917 tarihli ve Milliyetler Halk Komiseri Stalin ile Halk Komiserleri Sovyet’i Başkanı Lenin’in imzalarını taşıyan “Rusya’nın ve Doğu’nun Tüm Müslüman Emekçilerine” başlıklı çağrı metni aynı zamanda yeni bir dönemin ilanıdır.

“Tahttan indirilmiş Çarın imzaladığı ve devrilmiş Krenski hükümetinin onayladığı, İstanbul’un ele geçirilmesine ait gizli anlaşmanın yırtıldığını, yok edildiğini bildiririz. Rusya Cumhuriyeti ve Hükümeti Halk Komiserleri Sovyet’i başkalarına ait toprakların ele geçirilmesine şiddetle karşıdır. İstanbul Müslümanların elinde kalmalıdır.”29

Bu çağrıyı bugün okumak başkadır, savaşlardan kırılmış ve her an işgal edilme tehlikesi ile karşı karşıya olan bir coğrafyada okumak başka. Ekim Devrimi, bütün ezilen insanlığın umudunu ayağa kaldırmış, bağımsızlık mücadelelerine güç vermiştir.

Özellikle savaşın anti-emperyalizmin gelişmesinde, emperyalizmin yenilebileceğinin, bağımsız bir ülke kurulabileceğinin somut olarak görülmesi fazlasıyla değerlidir. Sovyetlerin, en gerici tarihçilerin bile kabul etmek zorunda kaldığı maddi ve askeri yardımları bir yana, düşünsel, politik, pratik olarak etkisi muazzamdır.

“Geçen gün kendisine liberal diyen bir Türk politika adamına, Türk köylüsünün Bolşevizm kelimesinden ne anladığını sordum. Bu politika adamı bana ‘biz genellikle bu kelimeyi, İngiltere’ye karşı mücadele etmek ve bize de yardım etmek isteyen kişiler için kullanırız” diye cevap verdi.”30

Para ve silah yardımı da işte, Sovyetler de destekledi, diyerek değinilip geçilmeyecek boyutlardadır.

“Toplam para yardımı o dönemin kağıt Türk lirası hesabı ile 80 milyon civarındadır. Oysa TBMM’nin 1920 bütçesinin toplamı 63.018.354 TL, 1921 bütçesinin toplamı ise 79.160.058 TL’sıdır. Bu toplam giderler içinde ise Milli Savunma bütçesi 1920 yılında 27.576.039 TL, 1921 yılında 54.160.058 TL kadardır. Yani iki yıldan az bir zaman içinde verilen Rus para yardımı Ankara Hükümeti’nin bir yıllık bütçesinden fazla, 1920 ve 1921 yılları içinde onaylanan Milli Savunma giderlerinin toplamı kadardır.

“Silah yardımına gelince, Rusya’dan alınan piyade tüfekleri “milli mücadele” boyunca sağlanan tüfeklerin dörtte birini aşar. Ancak Sakarya Savaşı’nın başladığı gün 23 Ağustos 1921’de bu savaşa katılan Türk gücünün silah mevcudu 54.572 tüfek idi. 28 Temmuz 1921 tarihine kadar ise Rusya’dan teslim alınan ve Anadolu’ya taşınmış olan tüfek sayısı 30.083’tü yani Sakarya’daki tüfek gücünün yarısından fazlası. (…) Daha ağır silahlara gelince makineli tüfeklerin dörtte biri, topların üçte biri Rusya’dan gelmiştir.”31

Sovyetlerin bu maddi, manevi, askeri, siyasi olarak yani elindeki tüm güç ve olanaklarla Anadolu’da gelişen mücadeleyi desteklemesi birkaç açıdan oldukça önemlidir. En basit neden, Sovyetlerin emperyalizmle burun buruna yaşamaktansa, arada tampon bölgeler oluşturması veya oluşturmasına destek vermesidir. En kolay anlaşılabilir olan bu durum kuşkusuz sonuna kadar da hakkıdır. Ancak bu kadar fazla önemsenen bir desteği sanırım bununla sınırlandırmak eksik kalacaktır. Çubuk bükerek söyleyeceğim, Anadolu’daki sıcak savaş emperyalizm ile sosyalizmin ilk soğuk savaşıdır. İlk kez uluslararası arenada bu kadar açık bir karşı karşıya geliş yaşanmıştır.

Bu yazının konusu değil ama kısaca hatırlatmak isterim. Ekim Devrimi sonrasında Batı’da beklenen devrim gelmemişti. Bunun gerçekleşmemesi, Ekim’in yüz yıllık devrimler dalgasının son büyük kırılması olduğu gerçeğinin ortaya çıkması, bir dizi sorunla beraber yeni arayışları da beraberinde getirmiştir. İkincisi, hiç toplanmayan “Birinci Doğu Halkları Kurultayı” bu arayışların bir ürünü olarak görülebilir. Bana kalırsa, Türkiye’yi emperyalizme yem etmeme iddiası da bu arayışın sınandığı bir iddia olmuştur.

Kemalistler de emperyalizm ile Sovyetler Birliği arasındaki gerilimden yararlanma eksenini temel referans alan bir dış politika taktiği izlemiştir. Mümkün olduğunca emperyalizmle anlaşmayı/çatışmamayı ve SSCB ile de anlaşmayı/çatışmamayı merkeze alarak bu gerilimden ayağa kalkmayı başarmıştır. Az önce sözünü ettiğimiz Doğu Halkları Kurultayı’nın en kalabalık heyetini oluşturan Türk delegasyonu içerisinde Kemalist hükümetin temsilcileri de vardır.

Doğu Halkları Kurultayı’na gönderilen delegelerin seçimi ve delegelere verilen talimatlar ile Ankara Hükümeti adına verilen yazılı değerlendirme metni oldukça bilinçli bir tercihte bulunduklarını gösteriyor.

“Kurultaya iştirak eden murahhaslarımıza şu talimat verilmişti:

1-İdari İnkılâp yaptık. İçtimai inkılâp da adet ve dinimiz itibariyle müsaittir. Ancak henüz vakti değildir. Çünkü emperyalist Avrupalılarla ve İstanbul Hükümeti ile harb halindeyiz. (…)

2-Kurultay’da Anadolu’nun hakiki inkılâpçı olduğunu ve inkılap ruhunda başka bir şey tanımadığını bilfiil göstermek, kurultaya iştirak edecek olan Avrupalı delegelerin bu hususta itimat ve emniyetlerini kazanmak ve muavenetlerinden memleketimiz için azami istifadeyi temin etmek, memleketimizin idare tarzı ve siyaseti hakkında en iyi usul ve şeklin ne olabileceğini onlara anlatmak.”32

Doğu Halkları Kurultayı’nın 4 Eylül 1920 günü gerçekleşen oturumunda okunan, Ankara Hükümeti’nin temsilcisi İbrahim Tali’nin bildirgesi bu talimatın billurlaşmış bir ifadesi ve bugün okunması oldukça ilginç;

“Yoldaşlar burada size başkaldırmayı getiren neden ve etkenleri, bu ayaklanmadan kaynaklanan hükümetin muhalefetinin özünü ve tarihini açıklıyorum. Anadolu başkaldırısının iki türlü nedeni vardır: İç ve dış nedenler. Dış nedenler şöyledir; Dört yıl boyunca on birden fazla cephede en güçlü burjuva devletlere karşı dövüşen Türk köylüsü artık köyünde alnının teriyle kazandığı ekmeği gönül rahatlığıyla yemek istiyor; ama Batılı kapitalistler, silahlarını elinden aldıktan sonra, onun üzerine Batı’dan Venezilosçu Yunan uşaklarını, Doğu’dan ise Ermenistan Taşnaklarını gönderiyor. Türk köylüsü emperyalistlerin ve uşaklarının her gittikleri yerde ateşle, demirle, bombayla kendilerini kabul ettirdiklerini, bir avuç maceracı ve eşkıyanın çalışan yığınlarının emeklerinin ürünlerini kuvvet zoruyla kaptığını biliyor.

(…)

“İç nedenlerde şöyle özetlenebilir. Anadolu’nun yoksul köylüsü, yüzyıllar boyunca burjuvazinin baskı ve zorbalığından inliyordu; ayrıca İstanbul kaynaklı felaketin, asalak memurların ve bürokrasinin baskısı da öldürücü bir düzeye erişmişti. Şu anda, köylüde, onun çıkarları için hiçbir gün uğraşmamış ve o tarlasında çalıştığı ve açlıktan öldüğü sırada en iğrenç zevkleri için, her zaman her gördükleri yoksul sınıfın emeğinin meyvelerini boğaz kıyılarındaki şatafatlı yalılarında harcayan soylular ve paşalara karşı kutsal isyan duygusu gelişiyor. İşte, yoldaşlar bu hareketin Batı’da söylendiği gibi asla burjuvaziye dayanan bir hareket olmadığını kanıtlayan küçük Asya’daki yakın devrimin neden ve etkenleri. Gerçek şudur ki, Batı kapitalizminin Doğu’daki suç ortakları Ermenileri, Taşnakları, Venezilosçu Rumlar ve ayrıca eski saray mensupları eski paşalar ve onların İngiliz kapitalizminin çıkarları için padişahın çevresinde entrikalar yapan aracılar itilaf devletlerinin kollarına atıldıkları sırada, Anadolu devrimcileri, kızıl devrimin doğmakta olan güneşine doğru yöneldiler.

(…)

“Yoldaşlar, Anadolulu köylüler ve devrimciler, çevreleri bu talancılar ve hainlerle dolu olduğu halde büyük bir içtenlik ve heyecanla uluslar arası devrime başvurdular. Onlar tüm insanlığa kurtuluşu getirecek olan III. Enternasyonal’in kaderine bağlı olduklarına inanıyorlar.

(…)

“Yoldaşlar, bu açıklamalardan açıkça görünüyor ki, Anadolu uygarlığı son evladı ölene kadar bağımsızlığını korumaya kararlıdır ve Sovyet Rusya’nın kendisine uzattığı eli büyük bir içtenlikle kabul edecektir.

“Yaşasın Sovyet Rusya ve sadık bağlaşığı devrimci Doğu!”33

Oldukça uzun oldu, hatırlatmak ihtiyacı duyuyorum, okunan metin Ankara Hükümeti’ne ait!

Bu satırları Ekim Devrimi ve bolşevizmin etkisine ve meşrutiyetine örnek vermek için aktardım. Ne Komintern’in ve özel olarak Sovyet Hükümeti’nin, ne de Türkiyeli Komünistlerin, Ankara Hükümeti’ne ilişkin düşüncelerinde yukarıdaki gibi metinlerin veya “yoldaş” hitaplı mektupların özel bir heyecan yaratmadığını biliyoruz. Doğu Halkları Kurultayı’nda Enver’in ve Ankara Hükümeti’nin tüm girişimlerine rağmen alınan karar Komintern’in doğudaki kurtuluş mücadelelerine ilişkin genel çizgisine paraleldir.

Son olarak Komintern Belgeleri’nde Kurtuluş Savaşı’na ilişkin tartışmalara değinmek gerekiyor. Söz konusu belgeler, Ekim Devrimi’nin Anadolu halklarında yarattığı siyasal ve moral destek kadar Anadolu’daki direnişin dünya komünist ve işçi hareketinde yarattığı atmosferi de göstermektedir. Komintern Yürütme Kurulu’nun 27 Eylül 1922 tarihli “Türkiye Halkına Barış Avrupa Emperyalizmine Savaş” başlıklı çağrısı örnek gösterilebilir.

“İşçiler, yakın doğu çok büyük tarihi önem taşıyan gelişmelere sahne oluyor. Galip ittifak devletlerinin kapitalistleri, Türkiye halkını ölüme mahkûm etti. Türkiye’yi parçaladılar. (…) Ne var ki, Sovyet Rusya’nın mücadele eden ve zafer kazanan Kızıl ordusundan cesaret alan Türkiye halkı, peş peşe savaşlardan bitkin olduğu halde, silaha sarıldı ve üç yıl süren mücadele sonunda canını kurtarmasını bildi. (…) Türk ordularının zaferi, zalimlerin de gücünün sınırlı olduğunu, halklar bir kez özgürlük için ayağa kalktılar mı, Versay’da barış anlaşmaları adı altında kendilerine vurulan tüm kölelik zincirlerini paramparça edeceklerini bir kez daha kanıtladı.

(…)

“İşçiler! Özellikle siz İngiltere, Fransa, İtalya, Sırbistan ve Romanya işçileri! Sizin göreviniz, Türkiye’ye karşı atılacak herhangi bir askeri adıma karşı var gücünüzle ve ısrarla mücadele etmektir.

(…)

“Kahrolsun ittifak devletleri emperyalizmi!

“Türkiye halkına özgürlük ve barış!

“Kahrolsun yeni emperyalist savaş!

“Kahrolsun diplomasi bezirganları!”34

Komintern’in bu açık desteğinin ve işgalci ülkelerin işçi sınıflarına dönük çağrısının anlamı elbette çok büyük. Öte taraftan Kurtuluş Savaşı’nın Balkan ülkeleri komünist partileri açısından da çok büyük bir dikkatle izlendiğine ve yine Türkiye halklarından yana ikirciksiz tutum alındığına dikkat çekmek gerekir. Yıllarca Osmanlı boyunduruğu altında yaşamış, bağımsızlıklarını çoğu zaman silah zoruyla kazanmış Balkan halklarının öncüleri açıkça Türkiye’nin bağımsızlığından yanadır. Aralık 1922’de Komünist Balkan Federasyonu tarafından Balkan işçi ve köylülerine hitaben yazılan metin bunun delilidir.

“Yunanistan’ın yenilgisi aynı zamanda İngiltere’nin yenilgisi oldu. İngiltere savaşta Yunanistan’ı destekledi ve onu Anadolu’yu istila siyasetinin ileri karakolu olarak kullandı. Türkiye’nin başarısı, ittifak devletlerinden özellikle de İngiliz emperyalizminin boyunduruğundan kurtulma mücadelesi veren Türkiye halkının başarısıdır.

(…)

“Türkiye ile Barış! Türkiye halkının Avrupa emperyalizmine karşı milli bağımsızlık mücadelesi ile dayanışmaya”35

Yazının sonuna geldik, genel bir toparlama yapmaya çalışacağım ama son bölüme tekrar bakınca ortaya çıkan bir tabloya dikkat çekmem gerektiğini düşündüm.

İkisini de bildiğimiz iki tavrı yan yana koyunca ilginç olmuş. Vahdettin, ki öz be öz Türk olduğu söylenir ve padişahtır, Kurtuluş Savaşı’nı Bolşevik diyerek İngilizlere şikayet etmektedir. Yunanistan Komünist Partisi, ki Rumlar denilen ve emperyalistler tarafından Anadolu’yu işgal ile görevlendirilen bir halkın çocuklarıdır, cephelerde “Türkiyeli kardeşlerinize kurşun sıkmayın” çağrısı yapmakta, “Yaşasın Bağımsız Türkiye” sloganlı bildirilere imza atmaktadır.

Bu ilk bakışta görüldüğü gibi bir çelişki değil, çağımızın en önemli gerçeğidir.

Emperyalizme karşı savaş, aynı anda içerideki işbirlikçilere karşı, işçi sınıfının beynelmilel kavgasıdır.

Sonuç yerine

Yazıya başlarken bir tartışmaya giriş yapmayı amaçladığımızı ifade etmiştik, şimdi tartışmayı ilerletmek üzere kimi düşünceleri formüle edebilecek duruma geldiğimizi sanıyorum.

Bir; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecini de kapsayan 1917-1923 arası dönemin ülkemizin geleceğine dair siyasal iddia taşıyan tüm kesimler için tekrar tekrar tartışılması gerekmektedir. Daha önceki araştırma, değerlendirme ve tartışmaların önemli bir bölümü sınıfsal analiz boyutunu dışarıda bıraktıkları için ciddi eksikler barındırmaktadırlar. Bu eksiği kapatacak her çalışma, dönemin içinden geçtiğimiz politik süreçlerle bağlantısının kurularak değerlendirilmesine olanak sağlayacağı için son derece önemlidir.

İki; Kurtuluş Savaşı tarihi, her resmi tarih yazımında karşılaşabileceğimiz bir yeniden yazıma uğramıştır. Tarihi “yazan” siyasi öznenin kendi tarihini abartması, siyasetin veya daha doğru bir deyimle siyasi tarih yazımının bir kuralıdır. Kulağa hoş gelmediğini kabul edilebilirim ama tartışmasız doğrudur.

Bunu söylerken resmi tarih yazımını mazur görmek, ona dönük bir sıcaklık yaratmak gibi bir derdim yok. Bu bir veridir ve her siyasi öznenin tarih okumalarında bunun göz önünde bulundurulması zorunluluktur.

Marksistler Kurtuluş Savaşı’na bakarken bu doğruyu bir kenara koyarak yaklaşırlarsa yanlış yaparlar. Diğer taraftan Kurtuluş Savaşı’nın tarihsel önemine gözlerimizi kapamak ve bunu bütünüyle bir resmi tarih abartısı olarak değerlendirmek ise kesinlikle daha büyük bir yanlış olacaktır.

Üç; Yukarıdaki değerlendirmeler, tarihte bir takım gizli bilgiler olduğuna, derin kazılar sonucu ulaşılacak bu bilinmeyenlerden örneklerle günümüzün siyasi görevlerini yerine getirmemize yarayacak bir model geliştirilebileceğimizi söylemiyor. Aksine bunun kesinlikle mümkün olmadığını düşünüyorum. Ülkemizin tarihinde böylesi ön açıcı ve sorun çözücü bir birikim bulunmamaktadır.

Somut olarak; Türkiye tarihinde komünistlerin doğrudan devralacağı anti-emperyalist bir gelenek yoktur. Başka pek çok başlıkta olduğu gibi anti-emperyalizm alanında da komünist hareketimizi kendiliğinden ileri taşıyacak güçlü tarihi kaynaklara sahip değiliz.

Sanırım şöyle örnekleyebilirim. Bütün tarih bilgilerimizi bir kenara bırakalım ve şu soruyu, sadece güncel ideolojik-siyasal yönelimlere bakarak cevaplamaya çalışalım. Ülkemizin halklarının, Kurtuluş Savaşı vermiş ve bu savaştan elde ettiği siyasi ve askeri bir başarı sonunda bir ülkeye sahip olmuş halklar olduğuna inanmak mümkün müdür? Ben inanamıyorum.

Bu durum, sanıyorum, Kurtuluş Savaşı’nın ikili yapısı ile ilgili. Kurtuluş Savaşı bir taraftan emperyalist saldırganlığın işgale dönüşmesine karşı örgütlenen bir kavga iken, diğer taraftan bir iktidar kavgasıdır.

Kurtuluş Savaşı; emperyalistlerin Dünya Savaşı’nın önemli nedenlerinden birisi olan Anadolu’dan başlayarak Doğu dünyasını paylaşma hedeflerinin önüne duvar örmüştür. Buradan yola çıkarak emperyalistlere ve emperyalist destekli işgallere karşı verilen bir kavga olarak elbette anti-emperyalist bir savaştır. Sonuç olarak Anadolu halkları yok edilmek istenilen bir ülkede silahlı bir direniş başlatarak, kanları ve canları pahasına emperyalizmin planlarını bozmuş ve bir ülke kazanmışlardır.

Anadolu halklarının bu silahlı direnişe başladıkları sırada daha sonra Kurtuluş Savaşı’nın önder kadrosu içerisinde yer alan pek çok güç “manda” arayışındadır. Onları ayağa kaldıran da aynı direniştir.

Ülkesi işgal edilen bir halk (hatta burjuva sınıfı bile) o ülkeye sahip olmak istiyorsa emperyalizme karşı askeri çıkışlar yapmaktan geri duramaz. Üstelik bu sürecin önderliğini “kazanmış” olan burjuvazinin ve onun temsilcilerinin başından beri emperyalizmle uzlaşma arayışı içerisinde olması, ilk uygun anda bu uzlaşmanın gerçekleştirilmiş olması bu gerçeği değiştirmez. Burjuvazinin herhangi bir bölmesinin anti-emperyalizminin uzlaşmaz bir karakter taşımaması emperyalizm çağının kuralıdır.

Kurtuluş Savaşı aynı zamanda burjuvazinin iktidarı alması/sağlamlaştırması ile sonuçlanmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın daha ilk yıllarından itibaren burjuvazi süreci tümüyle kontrol altına almak için bir mücadele vermiş, denetimi sağlamış ve sağladıktan sonra kontrolü dışında ileri çıkışa asla izin vermemiştir. Her türlü zorlamayı hatta potansiyel olarak zorlayıcı olduğunu düşündüğü güçleri bile Kurtuluş Savaşı’na destek olacak olsalar dahi şiddetle ezmiştir.

İktidara gelen burjuvazi, 20. yüzyılda bu sınıfın olabileceği kadar bağımsızlıkçı, olabildiği kadar anti-emperyalisttir. Bunun somut karşılığı da uluslararası emperyalist-kapitalist blok içerisinde kendisine sağlam bir yer edinmedir. Uzun yıllardır süren bu konumlanışın, halkın üzerinde “bozucu etki” bırakmaması mümkün değildir. Ülkemizin bu gün içine düştüğü bağımlılık ilişkilerinin temelinde ve halklarımızın içerisine düşürüldüğü durumun kökeninde bu kırılma vardır.

Dört; eğer söz konusu olan komünist hareketin bu ülkenin geleceğine ilişkin iddiaları ise, Marksistler bu ülkenin geçmişi ile bağlarını daha da kuvvetlendirecek arayışlarını sürdürmelidirler.

Tarih öğretmenin 1917-’23 kesitinden bu ülkenin komünistlerine söyledikleri özetle şöyle yazılabilir.

Kurtuluş Savaşı boyunca ilerici, sol güçler etkinliklerini artırdıkça bir bütün olarak kurtuluş mücadelesinin anti-emperyalist rengi belirginleşmeye, daha baskın hale gelmeye ve kendini göstermeye başlamıştır. Kurtuluş mücadelesi halkın geniş kesimlerini kapsadıkça, bağımsızlıkçı damar daha da güçlenmiştir. Ekim Devrimi hem psikolojik etkisi, hem düşünsel açıdan özgürleştiriciliği, hem de somut destekleri ile Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist bir hatta doğru uzanmasında çok önemli bir etkendir. Tersinden söyleyelim, sol tasfiye edildikçe, halk güçlerinin yerini “devlet güçleri” aldıkça, burjuvazi teslimiyetçi karakterini daha belirgin bir biçimde açığa çıkartmış, ülke emperyalizme teslim edilmiştir.

Beş; Türkiye tarihinden bağımsız olarak bugün ülkemizin en önemli ihtiyacı anti-emperyalist kavganın büyümesidir. Tarihimizde herhangi bir anti-emperyalist kabarış bir yana kıpırdanma bile olmasa, tüm tarih boyunca Türkiye halklarının tamamı tam boy teslimiyetçi bir çizgi izlemiş olsalar bile, bugün bu ihtiyaç değişmeyecektir.

Her devrimci hareketin yönetmeye aday olduğu ülkenin tarihi ile bugün sürdürdüğü kavga arasında bir bağ kurması gereklidir. Söz konusu olan Türkiye olduğunda görülen şudur, ancak ileriye yöneldikçe, geleceğe uzandıkça geçmişle kurduğumuz bağları kuvvetlendirebileceğiz. Örneğin Türkiye’de anti-emperyalist kavganın büyümesi halkların tarihindeki emperyalizme karşı kavganın daha kolay hatırlanması, gittikçe unutulamayacak kadar sık hatırlanması ve sonuçta halklarımızın ortak kimliği haline gelmesi sonucunu pekâlâ doğurabilir.

Altı; yazıya “Tarihsel Miras”tan alıntı ile başlamıştık kaldığımız yerden devam ederek -şimdilik- sonlandırabiliriz.

“Emekçilerin iktidarını temsil edecek olan Türkiye Cumhuriyeti ise, söz konusu mücadelenin hemen başlangıcından itibaren kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda egemenliğini ilan eden burjuva sınıfına karşı tarihsel hesaplaşmanın ürünü olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, sermaye sınıfının elinde emekçi halka karşı kullanılmış, emperyalist yağma ve talana açık hale getirilmiş, gericiliğe ve karanlığa teslim edilmiştir. 1923 yılında ilan edilen cumhuriyet, işbirlikçi, sömürücü güçlerin elinde kendi ilkelerine ihanet etmiştir. Cumhuriyet fikri bağımlılık ilişkilerine, gericiliğe, sömürüye karşı harekete geçen Türk, Kürt bütün uluslardan emekçilerin çabasıyla vatan haini ve mandacı sömürücü sınıfların alaşağı edilmesi sonucunda gerçek karşılığını bulacak ve Türkiye Cumhuriyeti ulusal egemenliği, özgürlüğü ve eşitliği bayrak yapan saygın bir ülkeye dönüştürülecektir. Bu dönüşümler için köklü bir altüst oluş anlamına gelen sosyalist devrim, Toplumcu Anayasa’yı uygulamak için gerekli siyasi koşulları yaratacaktır.”36


Dipnotlar

  1. Bu yazı için bilgisayar başına oturduğumda gelen bir e-posta İsmail Hakkı yoldaşı kaybettiğimizi haber veriyordu. Bu yazı için acı bir tesadüf oldu, haberi almadan birkaç gün evvel bir yoldaşla bu çalışma üzerine sohbet ederken laf eski kuşak komünistlere, oradan partili geleneğin taşıyıcılarından İsmail Hakkı yoldaşa gelmişti, aynı saflarda dövüşmenin bizler için ne büyük bir şans olduğunu konuşmuştuk. Adını anmadan geçemedim…Kavgaya büyük bir aşk ile bağlı olduğu her halinden, her sözünden, her davranışından anlaşılan İsmail Hakkı Çıtak yoldaş sosyalist iktidar kavgasının sıra neferlerinden birisiydi, anısını mücadelemizde yaşatmak adını geleceğe taşımak hepimizin borcudur…
  2. Türkiye Komünist Partisi; Toplumcu bir Anayasa için…, İstanbul 2008, s.3.
  3. Yazarken aklıma geldi ve akışı bozmamak için dipnota sığındım. Fransız Burjuva Devrimi tüm burjuva devrimlerinin en tipik örneği sayılır. Fransa’da Cumhuriyet’in birkaç kez gidip geldikten sonra Paris Komünü’nün ardından bir daha çözülmemek üzere yerleştiğine dikkat etmeliyiz. Komün’ün yenilgisine rağmen Cumhuriyet Komün’ün eseridir. Paris Komünü’nden sonra Fransa’da Cumhuriyet’ten aşağısı kurtarmazdı.
  4. Metin Çulhaoğlu; “Haritaya Nasıl Yerleştirmeli?”, Gelenek 79, Aralık 2003.
  5. Dönemin gençlik hareketlerine ilişkin olarak Gelenek’de yayınlanmış bir yazımı hatırlatabilirim. H.Meriç Algün; “68’e bakmak, Fazlalıkları Atmak”, Gelenek 69, Kasım 2001. Bu çalışmada dönemin gençlik hareketlerini değerlendirmeye çalışmıştım, ‘68’in 40. yılı vesilesi ile süren tartışmalar dönemin daha bütünlüklü olarak yeniden ele alınması gerektiğini düşündürüyor. Umuyorum kısa zamanda derli toplu bir çalışma yapma şansım olur.
  6. Bülent Tanör; Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları, Afa Yayınları, İstanbul 1992, s.17.
  7. G. Zinovyev; Komintern Belgelerinde Türkiye–4 (Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi), Aydınlık Yayınları, Mart 1979, İstanbul, s.30.
  8. Liman von Sanders; Türkiye’de Beş Sene, çev: Osmanlı Genelkurmayı Askeri Tarih Encümeni Tercüme Heyeti, Yeditepe Yayınevi, 3. Baskı, Şubat 2007, İstanbul, s. 232.
  9. age, s.393.
  10. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, İstanbul 1974, s.969.
  11. Doğan Avcıoğlu; age, s.909.
  12. Age, s.11
  13. Age, s.22.
  14. Türk İstiklal Harbi, Cilt IV, Güney Cephesi, Genelkurmay Başkanlığı Basımevi, Ankara 1966, s.56
  15. Sabahattin Selek, Milli Mücadele I – Anadolu İhtilali, İstanbul 1963, s.96
  16. age, s.97.
  17. Prof. Dr. Yücel Özkaya; “Kuva-yı Milliye”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 24, Cilt: VIII, Temmuz 1992.
  18. Mustafa Kemal Atatürk.
  19. Mustafa Kemal Atatürk.
  20. Sabahattin Selek, agy.
  21. E.B. Şapolyo, Kuva-yı Milliye Tarihi, s.136’dan aktaran A.M Samsutdinov, Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi, çev: Ataol Behramoğlu, Epsilon Yayınları, İstanbul 2007, s.141.
  22. The Times, 12.7.1920. Akt. age, s.145.
  23. G.G. Berthe, Angora, Constantinopole, Londre. Moustafa Kemal et la Politique Anglasie en Orient, s.35’den akt. A.M Samsutdinov.
  24. M.Murettin, Gaziantep Müdafaası, s.174–175. Aktaran A.M Samsutdinov, age, s.169.
  25. İ.Bilen, Çetin Savaş, TKP Yayınları, Kasım 1975, s.11.
  26. Erden Akbulut- Mete Tunçay; Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası, Sosyal Tarih Yayınları, İstanbul, Temmuz 2007, s.167.
  27. Komintern Belgelerinde Türkiye Kurtuluş Savaşı, s.104.
  28. Milli Kurtuluş Tarihi, s.206.
  29. Lenin-Stalin’den akt. Stefanos Yerasimos; Türk-Sovyet İlişkileri, Gözlem Yayınları, Ocak 1979, s.36.
  30. G. Zinovyev; I. Doğu Halkları Kurultayı Bakû 1920 (Belgeler), Kaynak Yayınları, 3.basım, İstanbul, Şubat 1999, s.45.
  31. Yerasimos, age, s.365.
  32. (Ali Fuat) Cebesoy, Moskova Hatırları, s.19’dan akt. I. Doğu Halkları Kurultayı Bakû 1920 (Belgeler), Kaynak Yayınları, 3.basım, Şubat 1999, s.196.
  33. İbrahim Tali (Öngören); I. Doğu Halkları Kurultayı Bakû 1920 (Belgeler), s.98–100.
  34. Komintern Yürütme Kurulu, akt. Komintern Belgelerinde Türkiye Kurtuluş Savaşı, Kaynak Yayınları, Ekim 1985, s. 55.
  35. Komünist Balkan Federasyonu Yürütme Komitesi; Komünist Balkan Federasyonu Manifestosu, Aralık 1922, akt: age, s.159–165.
  36. TKP; Toplumcu bir Anayasa için…, İstanbul 2008, s.3.