Türkiye tarımının enkazında…
21. yüzyıla girilirken Türkiye’de tüm uzanımlarıyla tarım, kendisini politik olarak ifade etme olanaklarına sahip olmadığı için çok önemsenmese de, Birinci Cumhuriyet’in en önemli ve hacimli kalıntılarından biriydi. Devletin tarıma sektörüne yönelik kurumsallaşması, onun her daim tedirgin temkinliliğinin; halka, emekçi sınıflarla yaklaşımının; kentli bir yapı olarak kıra bakışı ve onunla kurduğu ilişkinin tüm izleri ve çelişkilerini taşıyordu.
2001 kriziyle başlayan, yol haritasını (en azından başlangıçta) emperyalizmin çizip, Kemal Derviş diye bir icracının Bond çantasına koyup yolladığı yıkım, işe buradan başladı. Birinci Cumhuriyet’in yaşam tarzından, anahtar üstyapı kurumlarından önce devletin ekonomik aygıtları çökertildi. Zira öncelik buydu. Dönüşümün kapsamlı ve kalıcı olması isteniyordu, dolayısıyla önce yapısal dönüşüm gerçekleşmeli, Birinci Cumhuriyetin maddi dayanakları yok edilmeliydi. Tarım sektörüne yönelik devlet kurumsallaşması bu dayanakların başında geliyordu.
Saldırıyı Kemal Derviş başlattı ama operasyon, onu sonuna kadar götürecek siyasi iradeyi tüccar dincilerin partisinde buldu. O yılların anahtar kelimesi Özelleştirme’ydi. Sembol ismi, Kemal Unakıtan’dı. Veciz sözü “ne komünist ülkeymişiz sat sat bitmiyor” du. 1
Şimdi, on beş yıl sonra, tarım toprakları toplam yüz ölçümünün 4’te 1’i olan (dünya ortalaması yaklaşık 10’da 1’dir), uçsuz bucaksız olmasa da pek çok ülkeden daha büyük ve bereketli topraklara sahip ülkemizde her gün başka bir temel gıda maddesinin fiyatı fırlıyor ve düşürmek için ithalata başvuruluyor. Ülke son on beş yılda 3 milyon 200 bin hektar tarım arazisi kaybetti ve bu alan, tarımdaki başarıları yere göğe sığdırılamayan Hollanda’nın toplam tarım arazisinin neredeyse iki katı. 2
Göz göre göre gelmiş, korkunç bir yıkımla karşı karşıyayız. AKP’nin aymaz küçük tüccar cesareti, Türkiye burjuvazisinin onay ve alkışları eşliğinde, Türkiye tarımını bozuk para gibi harcadı. Kuşkusuz eldeki birikim altın yumurtlayan tavuk değildi, ama iyi kötü yumurtluyordu. Şimdi ise halkın beslenmesi basbayağı ithalata, hem de yalnızca yeterli miktarda üretilemeyen gıda maddelerinin ithalatına değil, tarımsal üretim için gereken neredeyse tüm girdilerin de ithalatına muhtaç.
“Biz demiştik” sözü siyasette başarı anlatmaz, ancak yaşanan yıkımın boyutlarını ve işçi sınıfının çıkarları açısından ne anlama geldiğini anlamak ve anlatabilmek için, geçmişte ne dediğimizi ve bunun nasıl doğrulandığını kısaca incelememiz gerekiyor.
‘Özelleştirme sınıfa saldırıdır’
Bu sözü ilk söylediğimizde halen 90’ların birinci yarısındaydık ve Türkiye’de devletin iktisadi işletmelerinin özelleştirme yoluyla tasfiyesi henüz büyük ölçüde bir fikirden ibaretti. Türkiye’de özelleştirme esasen 2001 krizinin ardından fikirden fiile dönüştü ve bunun özelleştirilen işletmelerde çalışan emekçiler açısından ne anlama geldiği kısa erimde Tekel Direnişi gibi tepkilerde görüldü. Ne var ki, özelleştirmenin emekçi halk açısından uzun vadeli sonuçları bununla sınırlı olmayan, çok daha ağır sonuçlara sahip. Ülkenin kamusal üretim olanaklarının tasfiyesi Türkiye’yi pek çok açıdan dışa bağımlı hale getirdi ve bu bağımlılığın boyutları şimdi, dünya piyasalarında faizler yükselip borçlanma zorlaştıkça ortaya çıkıyor.
Mekanizma şöyle işledi: Türkiye 2001 krizini yaşadığında, dünya çapında faiz oranları düşme eğilimine girmişti. ABD Merkez Bankası (FED) faiz oranı kısa sürede %2,5’in seviyesinin altına indi ve 2005 yılına kadar orada kaldı. 2005-2008 yılları arasında bir yükselişe geçip %5 seviyesini görse de 15 Eylül 2008’de Lehman Brothers şirketinin çöküşüyle önü alınamaz hale gelen ve tüm dünyayı etkisi altına alan finansal krizde bu kez %0 düzeyine indirildi ve uzun süre bu düzeyde seyretti. Halen de %2,5’i aşmış değil.
Dolayısıyla Türkiye, son birkaç yıl hariç AKP dönemi boyunca kolaylıkla dış borç bulunabilen bir uluslararası finans ortamındaydı. Üstelik ülke, AKP’nin pervasız sermaye yanlısı politikalarıyla emperyalist sermaye için çok çekici bir hal almış, finansal krizin geçmesini beklemek için uygun bir limana dönüşmüştü. Yurt dışından borçlanma faizleri yurt içinden borçlanma faizlerinin altında seyrediyor, Türkiye burjuvazisi bol keseden borçlandıkça ülkeye giren dış kaynak döviz kurunu düşük tutuyordu (AKP’nin iktidara geldiği 2002 sonundan 2011 sonuna dek döviz kuru neredeyse hiç yükselmemişti). Böylelikle, çok yüksek cari açık düzeyleri finanse edilebiliyor, ülke sürekli daha fazla borç biriktiriyordu.
Eksikliği çekilen herhangi bir ürünün kolaylıkla ithal edilebildiği bu ortam, sorunların ne denli derinleştiğinin görülmesini engelliyordu. Dahası, ithalatın bu denli ucuzlamış olması başlı başına yerli üretimi baltalayan bir faktöre dönüşmüştü.
Devletin tarım sektörünü düzenlemek için oluşturulmuş iktisadi yapılanmasının özelleştirme yoluyla tasfiyesi bu süreçle eş zamanlı yürütüldü. Tam bir liste sunmak fazlasıyla yer kaplayacaktır, ancak incelemekte olduğumuz çerçeveyi güçlendirecek birkaç örneği kamuya ait gübre fabrikaları (TÜGSAŞ ve İGSAŞ), Et ve Balık Kurumu, Türkiye Zirai Donatım Kurumu, Tekel şeklinde sayabiliriz. Pek çok kurum bu şekilde tarihe karışırken, Toprak Mahsulleri Ofisi, Ziraat Bankası gibi diğer geleneksel destekleme kurumları “piyasa koşullarına uygun” hareket etmeye zorlanarak tarıma destek verme görevlerinden arındırılıyordu. Ayrıca tarım satış kooperatiflerine verilen bütçe desteği de Derviş programıyla beraber tarihe karışmış; kooperatifler, eğer varlıklarını sürdürmek istiyorlarsa, üyelerini desteklemekten ziyade kendi kârlılıklarını gözetmek zorunda kalacakları bir şirketleşme sürecine mahkûm edilmişlerdi.
O yıllarda bütün bu dönüşüme Avrupa Birliği (AB) ile yürütülen müzakere süreci meşruiyet sağlıyordu. Tarımsal destekler azaltılmalı ve çiftçinin daha fazla üretmesini teşvik ederek piyasayı bozucu bir nitelik taşımamalı, mümkün olduğunca üretimden bağımsız (decoupled) olmalıydı; çünkü uygar dünyada uygulama böyleydi ve eğer Türkiye AB üyesi olacaksa, başka türlüsü mümkün değildi.
Çürüme ve yıkım
Devlet tarıma girdi (tohum, gübre, mazot, kredi vb.) desteği sağlama ve tarım ürünlerine yönelik destekleme alımları yapma (veya bu alımları dolaylı olarak finanse etme) görevini bıraktıkça, Türkiye çiftçisi piyasa koşullarıyla karşı karşıya kaldı. Bu, büyük bir toplumsal dönüşümün başlatıcısı oldu zira cumhuriyetin kuruluşundan bu yana tarımsal üretim şu veya bu biçimde desteklendiği için, tarımda mülkiyet merkezileşmesi çok sınırlı kalmıştı ve Türkiye tarımı halen ağırlıklı olarak küçük üreticilik tarafından yapılıyordu.
Küçük ölçekli çiftçilik, kapitalist üretim ilişkileri bağlamında küçük burjuvazinin bir bölmesidir. Kendisine ait sınırlı üretim araçlarına sahiptir ve esasen kendi emeğini kullanarak üretim yapar. Bu kategorinin kapitalist ekonominin işleyişi karşısındaki konumu ikirciklidir. Kapitalist üretim biçim asla küçük burjuvaziyi tamamen ortadan kaldıracak ve tüm üretim araçlarını büyük burjuvaziye ait tekellerde merkezileştirecek derecede gelişmez; ama küçük burjuvaziyi her kriz döneminde sıkıştırıp, bir kısmını mülksüzleştirir. Küçük burjuvazi de daima bu basınca karşı hayatta kalma, küçük mülkiyetine tutunma stratejileri geliştirir.
2001 kriziyle birlikte devletin tarım sektörüne verdiği destekleri kısması tam olarak böyle bir sonuç yarattı. Yaşanan dönüşümün kısa ve uzun vadeli kimi kritik unsurlarını maddelemek faydalı olacaktır:
- 1- Tarımdan geçinen insan sayısında ciddi bir azalma yaşandı. Bu kesimi üç sınıfsal kategoride tasnif ediyoruz. Tarımda çalışan işçiler,kendi hesabına çalışan küçük işletme sahipleri (veya kiracılar) ve aile işletmeciliğinin parçası olarak ücret karşılığı olmaksızın çalışan ücretsiz aile işçileri. Toplamda bu kesim üçte birinden fazlasını kaybetti (yaklaşık 8 milyondan 5,4 milyona). Alt başlıklarda ise, kendi hesabına çiftçilik yapan insanların üçte biri (3,2 milyondan 2,2 milyona), ücretsiz aile işçiliği yapanların ise %40’ı (yaklaşık 4,3 milyondan 2,6 milyona) bu konumlarını yitirirken; tarımda çalışan işçi sayısı %60 düzeyinde bir artış (356 binden 570 bine) yaşandı. Bu dönüşüm, yalnızca bir tarımdan çıkışı değil aynı zamanda mevcut tarımsal üretimde ücretli emek kullanımının yaygınlaşmasını gösteriyor.
- 2- Özelleştirme ve piyasalaşma, tarımı girdi açısından dışa bağımlı hale getirdi. Hâlihazırda Türkiye, gübre ithal etmediği durumda tarlaları gübreleyemez (kullanılan gübrenin yarıdan fazlası ithal ediliyor), hayvan yemi ithal etmediği durumda (zaten ülke yüzölçümü ve nüfusuna göre hayli mütevazı boyutlarda olan) canlı hayvan stokunu besleyemez durumda. Her yıl bu iki kalemde 1 ilâ 1,5 milyar dolarlık ithalat yapılıyor. Bugün, henüz, döviz kurundaki son keskin yükselişin bu ithalata bağımlılık yüzünden tarımsal üretime ne boyutta bir zarar vereceğini görmüş değiliz. Ama devlet tarafından önlem alınmadığı durumda, ihracata konu olan ürünler haricinde, bilhassa tahıl üretimi ve hayvancılığa etkisi büyük olacaktır.
- 3- Tarımda çiftçi gelirini sıkıştıran başlıca faktör “ürünün para etmemesi”nden ziyade maliyetlerin yükselerek çiftçi kârını sıkıştırmasıdır; zaten çiftçi de esasen bundan şikâyet etmektedir. Az önce işaret edildiği üzere, üretimi ithal girdiye daha fazla bağımlı ürünlerde bu sıkışma daha şiddetli olacaktır. Bu konuda kesin sonuç verecek hesaplamalar yapmak, verilerin eksik ve düzensiz olmasından dolayı hayli zor olmaktadır, ancak 2003-2017 yılları arasında temel tarla ürünleriyle mazot ve gübre fiyatları arasında yapılan bir karşılaştırma (2015 sonrası düşük üretim nedeniyle fiyatı anormal artan baklagiller kısmen istisna teşkil etse de) tüm ürünlerin bu iki temel girdi karşısında kayıpta olduğunu göstermektedir. Bu kayıp tahıllarda ciddi (%25-30), patates ve kuru soğanda ise çok ciddi (yaklaşık %50) düzeyindedir. Elde tutarlı ve sürekli veri bulunmadığı için aynı hesaplama ve inceleme süt, et vb. hayvancılık ürünleri için yapılamamıştır; ama burada da durumun benzer olduğuna işaret eden çok miktarda uzman yorumu mevcuttur.3. Öte yandan gıda maddelerinin perakende fiyatlarının “fırsatçı aracılar” tarafından yükseltildiği iddiasına ihtiyatla yaklaşılmalıdır. Kuşkusuz kimi örneklerde durum böyle olabilir. Ancak çiftçinin eline geçen fiyatla perakende fiyat arasındaki fark esasen ürünün kitlesel biçimde ihraç edildiği durumda açılmaktadır; domates ve turunçgiller bu konuda en belirgin örneklerdir. Burada tüketiciler ihracat nedeniyle zarar görmekte, yüksek fiyatlarla karşı karşıya kalmaktadır. Ama ürünlerini kendileri pazarlama olanağına sahip olmayan üreticilerin, ihracat nedeniyle yüksek olan iç fiyatlardan fırsatçı aracılar nedeniyle yararlanamıyor oldukları argümanı demagojidir.
- 4- Tarım sektöründe üretici geliri sıkıştıkça, bu üretimden geçinen küçük burjuvazinin küçük mülkiyetini korumak için başvurduğu temel stratejilerden biri, toprakları üretimden çekip tarım dışı amaçlarla yeniden değerlendirmek oldu. AKP dönemindeki ekonomik büyümenin temel unsurlarından biri emlak rantı olduğu ve tarımsal verimliliğin yarattığı farklılık rantı bu spekülatif rantla asla baş edemeyeceği için, genişleyen metropollerin çevresinde ve turistik bölgelerde büyük miktarda tarım toprağı bu niteliğini yitirerek tarım dışı amaçlarla kullanılır hale geldi. Burada, davranışın kalıcılığının altını çizmek gerekir. Yaşanan, üretimden el çekip uygun koşul bekleme hali olsaydı, “nadas” kategorisinin genişlemesi gerekirdi. Oysa 2001 yılından bu yana nadasa bırakılan topraklar %30 oranında azalmış, meyve bahçeleri düzenli olarak genişlemiş ve ağırlıklı bölümünü buğdayın oluşturduğu tarla tarımı daralmıştır. Yani, durumu elverişli olanlar daha “lüks” niteliğinde sayılabilecek ve daha fazla gelir getiren bahçeciliğe yönelmekte, topraklarını tarım dışı amaçlarla değerlendirebilenler böyle yapmakta, geri kalanlar da üretime devam edip topraklarını korumaya çalışmaktadır. Geleneksel bir toprak verimliliğini koruma yöntemi olan nadas ise giderek lüks hale gelmekte, üretim sürekli olarak daha fazla gübre kullanılarak yapılmaktadır.
- 5- Bu nedenlerle gıdada dışa bağımlılık esasen tahıllarda yaşanmaktadır. Türkiye, 2007 yılından bu yana yalnızca iki yıl (2009/10 ve 2015/16) tahıl üretiminde özyeterlilik sağlayabilmiştir. Tahıllar içinde diğer tüm tahıllardan daha önemli olan buğdayda durum biraz daha dengelidir, ancak bu kez de burjuvazinin karmaşık ticari fırsatçılıklarından dolayı hesap karışmaktadır. Türkiye ciddi miktarda buğday ithal etmekte ve un ihraç etmekte, bunun sonucunda kişi başına tüketim giderek düşmektedir. 2002/03 hasat yılında kişi başına 227 kilogram olan yıllık buğday tüketimi 2016/17 hasat yılında 182 kilograma kadar düşmüştür ve Türkiye son on yılda hemen her yıl üç milyon tonun üzerinde, ortalamada kendi üretiminin %20’si kadar buğday ithal etmiştir. Kişi başı buğday tüketiminde azalma, daha kaliteli beslenmenin bir göstergesi olsa, olumlu dahi görülebilir. Ne var ki, son on yılda turizm ve konaklama sektörünün (bu sektörde un ürünleri, bilhassa ekmek israfı çok fazladır) ne denli büyüdüğü ve ülkenin esasen buğday ürünleriyle besleniyor olduklarını varsayabileceğimiz dört milyona yakın mülteciye ev sahipliği yapıyor olduğu düşünüldüğünde, bir yandan üretimin maddi zemini zayıflarken diğer yandan buğday spekülasyonu yapılmasının ne denli tehlikeli olduğu ortadadır.
- 6- Nitekim ekonomik krizin şiddetlenmesiyle birlikte gıda fiyatlarında önü alınamayan bir artış başlamış durumda. Dünya pazarındaki gıda fiyatları hareketinin buna ters yönde olması (FAO’nun gıda fiyatları endeksi Mayıs ayından bu yana sert bir düşüşle 176’dan 165’e geriledi) şimdilik ithalatın iç fiyatları frenlemek için kullanılabilmesine izin veriyor ancak bu, dibi delik olan bir kovayı doldurmaya çalışmaya benziyor. Üstelik Türkiye, gıda konusundaki sorunlarını yıllardır zaten ithalatla çözüyor. Grafiklerin tamamında gözlenen istikrarsızlık, ithalatın plansızlığından kaynaklanıyor, ama asıl önemli olan, tüm kalemlerde açıkça görülen artış eğilimi. 2018 yılı verileri henüz yıl tamamlanmadığı için grafiklere dâhil edilmedi, ancak et ve canlı hayvan ithalatının daha şimdiden 2017 rakamını geride bıraktığını ekleyelim. Tarımdaki gidişin sürdürülemezliğini en açık gösteren grafiklerden biri budur. Türkiye, tarımsal üretiminde, dövizin kolay bulunduğu bir dönemde ithalat yoluyla kapattığı birden fazla deliği dövizin pahalılaşmasıyla birlikte kapatamaz hale gelmiş bulunuyor. Önümüzdeki yıllarda ucuz ithal ürünlerle rekabet etmek zorunda kalıp tarımsal üretimden vazgeçen çiftçilerin, metropol çeperlerinde banliyö sitelerine dönüşen tarım arazilerinin, daha yüksek kâr oranları için ihracata yönelik genişletilmiş ve (en azından güzellikle) iç piyasaya yöneltilemeyecek olan ticari üretimin 4 kaçınılmaz sonucu, yükselen gıda fiyatları olacak.
Konuya sınıfsal bakış ve sonuç
Bugünkü durumu şu şekilde özetlemek mümkündür: Türkiye tarımının (ve bu tarımı gerçekleştiren çiftçilerin) üzerine AKP iktidarı boyunca yığılan çelişkiler, ekonomik kriz ortamında taşınamaz hale gelmiştir. Artık yalnızca kişisel veya yöresel iflas ya da isyanlar değil; peşinden bir gıda krizi getirecek topyekûn bir sektörel çöküş ihtimal dâhilindedir.
Gelenek’in bir önceki sayısında, konuya dair yazdığım makalenin sonuç bölümünde şu paragraf yer alıyordu: “[Türkiye’de] devrim nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin (…) küçük burjuva çiftçilerin, kendi emekleriyle geçinen ve kapitalizm koşullarında eğreti bir varoluşa sahip insanlar olarak, proletaryanın müttefikleri arasında yer almasının mümkün[dür].” 5
Çöküş, bu ittifakın güçlendirilmesine yönelik önemli bir olanak sağlayacak; bununla beraber proletaryanın öncülük görevini yakıcı hale getirecektir. Küçük ölçekli tarımsal üreticilerin en önemli sınıfsal özelliklerinden biri kendiliğinden örgütlenmelerinin zor olmasıdır.6 Bunun temel sebebi yalnızca coğrafi olarak dağınık olmaları değildir. Yürüttükleri ekonomik faaliyetin doğası gereği birbirleriyle dayanışma ilişkisi kurmaları işçilere göre daha zor; aralarında basit rekabet ve küçük husumetlerden dolayı ayrılık yaşanması ise daha kolaydır. Bu nedenle Türkiye’de de, dünyada da küçük üreticilerin kooperatifleşme deneyimlerinde dışarıdan (küçük burjuva aydınların veya işçi sınıfının yaptığı) öncülüğün hep önemli bir yeri olmuştur.
Sosyalist devrimci hareket açısından tarımsal krizin açacağı başlıca gündem, doğal olarak, işçi sınıfının karşı karşıya kalacağı geçim zorlukları ve bu zorluklarla mücadele etmek için kolektif dayanışma ve eylemlilik olacaktır. Öte yandan, sürecin bir diğer mağduru olan küçük ölçekli tarımsal üreticiler her ne kadar küçük mülk sahibi olsalar da kriz koşullarında emekçi karakterleri güçlenecek7 ve sosyalist devrimci ideolojiye daha açık, siyaseten işçi sınıfıyla birlikte hareket etmeye daha meyilli hale geleceklerdir.
Bu bir ittifak fırsatıdır ve değerlendirilebilmesi için bir arayüzeye ihtiyaç vardır. Bu arayüzeyin nasıl kurgulanabileceği tartışması bu makalenin kapsamını aşıyor. Ancak, bitirirken, Ovacık’ta belediye eliyle yürütülen ve bir yandan kooperatif, diğer yandan kamucu nitelikler taşıyan tarımsal üretim deneyiminin bu bağlamda, kuşkusuz eleştirel gözü kapatmadan değerlendirilmesinin faydalı ve zorunlu olduğunu belirtmek istiyorum.
Dipnotlar
- “Sat sat bitmiyor”, soL Günlük Siyasi Gazete, 424, 18 Temmuz 2007, http://arsiv.sol.org.tr/index.php?yazino=12711, Erişim Tarihi: 24 Ekim 2018. ……
- Makale boyunca sunulacak veriler için Türkiye İstatistik Kurumu (www.tuik.gov.tr), Tarım Bakanlığı (www.tarim.gov.tr), Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (www.fao.org/faostat) ve Dünya Bankası (https://data.worldbank.org) verilerine başvurulmuştur.
- Bu konuda, dikkate değer bir haber ve yorum kaynağı olarak http://www.tarimdunyasi.net/ adresine başvurulabilir.
- Bir örnek yeterli olacaktır: Geçtiğimiz ilkbaharda kurun yükseleceğini öngören patates spekülatörleri ellerindeki ürünü piyasaya sürmeyip, bir de “elimizde kaldı” yalanıyla devletten ihracat desteği alıp yurt dışına sattılar ve kur yükseldiğinde akla hayale sığmayacak oranlarda kâr etmiş oldular. Bu arada patatesin kilosu 6 liraya çıktı. Kapıkulu AKP bürokratlarının ortalamasına göre dahi şaşırtıcı derecede kafasız birisi olan dönemin tarım bakanı Fakıbaba “hayretler içerisindeyim” “hesabını soracağız” falan dedi, ama kendisi bakanlık koltuğundan olduğuyla kaldı. Tabii hiçbir şeyin de hesabı sorulmadı. (“Tarım Bakanı’ndan ‘patates’ açıklaması: Hayretler içerisindeyim”), soL Haber Portalı, http://haber.sol.org.tr/emek-sermaye/tarim-bakanindan-patates-aciklamasi-hayretler-icerisindeyim-240780, Erişim Tarihi: 26 Ekim 2018.
- Nevzat Evrim Önal, “Ekim Devrimi’nden Türkiye tarımına bakmak”, Gelenek, 136, Aralık 2017, s.50.
- Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, İstanbul: Yazılama, 2009, s.118.
- Piyasa için parasallaşmış tarımsal ürün üreten küçük ölçekli çiftçilerin dünyanın her yerinde yükselen gıda fiyatlarından en fazla etkilenen kesim olduğu genelde göz ardı edilir ve toprağa sahip oldukları için karınlarının kendiliğinden doyacağı varsayılır. Bu mutlak surette yanlıştır. Yüksek gıda fiyatlarından kaynaklanan geçim zorluğundan en fazla etkilenen kesimlerin başında kır yoksulları gelmektedir.