Türkiye’de Kriz Döngüsü ve Solda Muhasebe

Bir kez daha kriz kavramı üzerinde duran bir çalışma… Ancak son zamanlarda Gelenek’te yer verdiğimiz çalışmalar, çoğunlukla Türkiye’nin güncel süreçlerini odak aldı. Bu kez ufkumuzu önce bir ölçüde genişletip, 1990’ların sınıf mücadelelerinden bağımsızlaşacak ve ülkemizde tarihsel/yapısal anlamda işlerlikte olan kriz mekanizmalarına bakmayı deneyeceğim. Sonra bugüne geri dönmek ve solun görevlerini kısaca tartışmak üzere…

Kriz tasviri ve yöntem notları

Türkiye kapitalizminin kriz mekanizmaları derken eksik ve dolayısıyla yanlış anlaşılmaya pek müsait bir alana gireceğim. Deriz ki Türkiye kapitalist dünya sisteminin, emperyalist zincirin zayıf halkasıdır. Deriz ki Türkiye kapitalizmi krize mahkumdur…

Sloganların içinin boşalmasından çok sözedilir, ama teorik belirlemelerin aynı akıbete uğraması bundan daha büyük bir sorundur. Marksistler ülkemizin krize mahkumiyetinin tarihsel ve yapısal karakteristiklerini netleştirmek durumundadır. Kriz, geçerliliği kendinden menkul bir aforizma, genel geçer bir iddia ya da fazla soyut bir tarih yasası haline gelmemeli. Belirli bir zaman ve mekandan bahsedildiği atlanmamalı, kriz derken…

Bu nokta önemli; çünkü Türkiye kapitalizmi tarihi boyunca defalarca farklı boyutlarda krizler yaşadı. Başka dönemleri, hiç de kriz analizi altında sokulamayacak büyüme/genişleme eğilimleriyle belirlendi. Zaman zaman bu eğilimin kendisinin, kriz konjonktürünün içinde sürdüğü gözlemlendi. Düzen, yaprak kımıldamayan evrelerden geçtiği gibi, ani patlamalara da sahne oldu. Bu eşitsiz tarihin bütününü bir “sürekli kriz” kavramlaştırması altında tanımlamaya kalkmak devrimci demokrasinin başarısız teorik ithalat girişimi olarak kalmıştır.

Yukarıdaki nokta önemlidir; çünkü ülkemizin 1999 yılında nereden nereye gittiği, doğrusu, pek tartışmalıdır. Kanımca, daha önce de yazdım, tam da içinde bulunduğumuz moment -az öncesi ve sonrasıyla 1999 yılı- bir konjonktür değişimiyle damgalanıyor. Türkiye’de 1990’ların özgün krizi bitmiş, ama biterken yeni bir kriz yapılanması ortaya çıkmıştır. Yani kriz değişmekte ama genel olarak kriz sonralarının dengeli yapısı gelişememekte, bu anlamda kriz sürmektedir. Bu durum kesinlikle sürekli kriz kavramını doğrulamaz. Ama Türkiye’nin sürekli olarak kriz üreten mekanizmalar barındırdığının ampirik kanıtlarını sunar.

Bir betimleme ile devam etmek istiyorum. Ülkemizde kriz mekanizmalarının hareketi helezoniktir. Düzen sürekli dönemsel ya da yapısal dönüşümleri hedefleyen açılımlar denemekte, bunlar arasından konjonktürel önlemler kapsamına girenlerde genel olarak başarı kaydetmektedir. Ancak konjonktürel önlemlerin toplamı, toplumu yapısal dönüşüm hedefine taşımamakta, tersine bu önlemler yeni kriz dinamiklerine yataklık etmekte. Türkiye’nin kısa yakın tarihi bu betimlemeyi durmaksızın teyit ediyor.

Burada önlem sözcüğüyle krize karşı savunma refleks ve planları, yapısal dönüşüm kavramıyla ise Türkiye kapitalizmini uzun süreliğine, belki de geri dönüşsüz biçimde, kriz üretmekten kurtaracak bir yeni yapılanmaya taşıma programı kastediliyor.

Ancak hareket halindeki bu sarmalın yönü ayrı bir tartışma konusudur. Bu sarmal, düzeni kurtuluşu olmayan bir katastrofa mı sürüklüyor yoksa doğrusal olmayan biçimde de olsa yapısal dönüşüme mi yaklaştırıyor?

Bu soruya ampirik olarak, bugüne kadarki deneylerden yola çıkarak yanıt vermek anlamsız olur. Zira soru geleceğe ilişkindir; ve ampirisizm geleceğe yönelik projeksiyonda bulunurken ya çaresiz, ya da -yine çaresizliğe çıkacak şekilde- “bekleyip görelimci” olabilir. Bilimsel bir yöntem ise ampirik verileri yan yana koymakla yetinmeyerek hareketin yasalarını keşfetmeye bakacaktır.

Toplumsal hareketin birinci yasası bizzat bu hareketin sınıf mücadeleleri alanında biçimlendiğini söyler. Dolayısıyla sarmalın burjuvazi ve işçi sınıfından hangisini batağa, hangisini kurtuluşa taşıdığı hiçbir yönde pozitif veya negatif kesinlik taşımaz. Kapitalizmin tarihsel anlamda yıkıma mahkum olduğu doğrudur; ancak bu doğruluk kapitalist üretim ilişkilerinin kendisini inkar etme yönünde güçlü dinamikleri serbestçe açığa çıkarttığı anlamına gelmiyor. Bunun ötesi, somut mücadelelerin konusudur.

Bir diğer tartışmalı başlık ise iç ve dış belirlenime dair… Kısa geçeceğim; dünyamızda dış dinamikler tarafından, sözcüğün gerçek anlamıyla “belirlenen” toplumların, tanım gereği, iç dinamikleri pek zayıf, sınıf oluşumları geri ve uluslararası ilişkiler çerçevesinde birer özne olarak rolleri sınırlı olmalıdır. Dış dinamik, ilk olarak, belirleme gücünü içerideki yapıdan alır. İkincisi, dünya ölçeğindeki krizler tüm yerel dinamikleri birbirine yakınlaştıracak ve bir eşitlenme eğilimi yaratacaktır. Bu özgün konjonktürlerden 20.yüzyılın payına üç tane düştü: İki emperyalist savaş ve (bu kez kapitalizmin değil sosyalizmin krizi çerçevesinde) sosyalist toplumların çözülüşü/karşı-devrim süreçleri… Bu not bizi şu nedenle ilgilendiriyor: Türkiye mekanik bir belirlenime tabi olamayacak denli gelişkin yapıya sahiptir. Ya da krize girmek için Türkiye’nin dışarıya ihtiyacı yoktur.

Ekonomi alanı yetmiyor

Yalnızca Türkiye için değil, hiçbir zaman hiçbir yerde kriz analizi ekonomi alanıyla sınırlı tutulamaz. Marksistlere yönelen benzeri suçlamalar büyük ölçüde haksızdır.

“Marx iktisadi determinizmin otomatik etkileri hakkında her tür kaderci inanca, herhangi bir diğer toplum düşünürünün olabildiği kadar uzak durmuştur. İnsanların kendi tarihlerini kendilerinin yaptıklarını ve yapmak durumunda olduklarını, bunun da kendilerini içinde buldukları maddi koşullardan bağımsız, keyfi biçimde olamayacağını defalarca tekrarlar. Dolayısıyla, kapitalizmin çöküşüne dair herhangi bir teori, yalnızca tek bir koşulda, eğer kapitalizmin bilinçle devrilmesine dair bir teori ise, yani bir sosyalist devrim teorisi ise kendisini marksist addedebilir (…)

Başka deyişle bir yandan kapitalist üretim tarzının büyüyen iktisadi çelişkileri ile, öte yandan kapitalizmin çöküşü arasında zorunlu bir aracı vardır: İşçi sınıfının sınıf bilincinin gelişmesi, (devrimci önderlik dahil) devrimci eylem doğrultusunda örgütlü gücü ve kapasitesi.”1 [Ernest MANDEL]

Bu açıklığa rağmen yukarıda değindiğim haksızlık için “büyük ölçüde” diye bir rezerv koymadan edemedim. Doğrusu, ekonomik kriz beklentisi ile devrimci imkanlar arasında doğrudan bağ kurmak, dünyanın çeşitli yerlerinde bir dizi sosyalist harekete kolay gelmiştir. Kolaydır ve kimi zaman geniş kitlelere mesaj vermek ve harekete geçirmek, diğer görevlerin çok önüne geçmiş ise, işlevseldir de. Üstelik çoğu örnekte, örneğin bir faşist ya da askeri diktatörlüğün çözülüşüne, ya da eski tip sömürgeciliğin, kolonyalizmin çöküşüne birer büyük ekonomik bunalımın eşlik ettiği de doğrudur. Ancak bu kolaylaştırıcı faktörün marksistler için yoksullaştırıcı olmasına da pek sık rastlanır.

Bizde de öyle değil mi? Faşizmi zam ve zulümle, zam ve zulmü egemen güçlerin kriziyle açıklamak ne kadar kolay… Ekonomi yetmiyor; ama Marx’ın kriz kavramında tarihsel kategori olarak ekonominin çelişkisinden, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişkiden yola çıkıldığı da gerçektir: Üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişimini kapsayamıyor, hatta egemenliğini sürdürebilmek için üretici güçleri tahrip etmeye yöneliyor… Ancak kriz, ne yalnızca bir ekonomik vaka olarak hayat bulur, ne de çözümü bu alanla sınırlı kalır. Marx ekonomik “katastrof” beklentisine kapılmıyor, ama, ekonomik kriz dönemlerinde sınıf mücadelelerinin şiddetleneceği (ve tersi) yönünde bir nesnellik öngörüyor. Marx öznel faktörün bu nesnellikle bütünleşmesi halinde işlev kazanacağını, başarılı olacağını düşünüyor. Hatta 19.yüzyıl ortasındaki devrim dalgasının sönümlenmekte olduğunu saptadığında, yeni bir kriz devresine kadar “ekonomi politik çalışmalarına” çekilebileceğini yazdığı biliniyor.

Bizim ise eşitsiz gelişme kavramına başvurmamıza sıra geldi.

Yalnızca kapitalist krizin değil, her tür krizin dışavurumu maddi eşitsizliklerdir. “Kriz dinamikleri” kavramlaştırmasının kendisi de eşitsiz gelişmeyi barındırmalıdır. Bir toplumsal dinamik toplumsal düzlemler arasında eşitsizlikler ve dolayısıyla çelişkiler ürettiği ölçüde bir kriz dinamiği halini alır. Ve bir toplumsal dinamik varoluşunun her evresinde kriz üretmek durumunda da değildir.

Bir parantezle “sürekli kriz” teorisinin bu açıdan diyalektikten uzaklaştığını ekleyebiliriz. Sürekli kriz teorisi toplumsal dinamiklerin hareket ve değişimini gözönüne almamakta ve verili toplum yapısını her daim krizle tanımlamaktadır. Oysa yapının bileşeni ve kurucusu olan dinamikler konjonktüre bağlı olarak ya uyum ya da eşitsizlikle karakterize olmaktadırlar.

Eşitsizlik… Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında. Altyapı ile üstyapı arasında. Üstyapının farklı bölmeleriyle altyapı arasında. Üstyapının farklı bölmeleri olarak, ideoloji, siyaset ve düzenin kurumları arasında. Elbette sınıflar arasında. Tek tek her bir sınıfın kendi içerisinde… Kriz kavramını siyasal mücadelelere somut olarak uyguladıkça bu eşitsizliklerin her biri üzerinde odaklanmak gerekecektir. Somut durumun somut tahlili bu eşitsizlikleri konu alır. İşçi sınıfının mücadelesi ve bu mücadeleye yön verecek siyasal-örgütsel müdahalelerin, bu mekanizmalar kurulmaksızın örülmeleri halinde, bilimden ziyade rastlantı ya da en fazla sezgilere başvurulmuş olunur. Sezgi; somut bilgi, tarihsel bilinç ve örgütsel deneyimin konsantre çıktısı olarak başlı başına önem taşıyan bu faktör, ancak bilgi, bilinç ve deneyimin yeniden üretimiyle birleştiğinde, siyasal önderliği tahkim edebilecektir. Tekrarlayayım, tüm bu gezintimizi Lenin “somut durumun somut tahlili” olarak kavramlaştırıyor.

Devrimci siyasetin bir diğer özelliği, krizin yıkıcılığını saptamakla yetinmemesidir. Yönetilenlerin “başka türlü” yaşama arayışlarına devrimci siyaset pratik yanıtlar ve ideolojik özlemler sunmalıdır. Bunu yapamayan ancak yıkıcılığı saptayanların, devrimci kimlikte ısrarlı olmaları pek mümkün görünmüyor. Öte yandan devrimcilik, yıkıcılığı görmezden gelen bir optimizim değildir.

Örnek olsun, II.Enternasyonal önderliği ve sağ sapması krizin yıkıcılığını pekala saptıyorlardı. Doğurganlığı kurgulayamadıkları ölçüde bu unsurlar yıkımdan nasıl kurtulacaklarını düşünür oldular. Korkmakta haksız olduklarını söylenebilir mi? Kanımca hayır; II.Enternasyonal önderliği ve sağ kanadı, önce Avrupa’nın çok uluslu imparatorluklarının sallantılı mirasından, sonra savaştan korktular. Kendilerinin, toplumsal tabanlarının ve mevcut işçi sınıfı örgütlülüğünün, ilkinde parçalanan ulusal-etnik yapıların arasında, diğerinde enkaz altında kalma olasılığı yabana atılır gibi değildi. Ama çare, olsa olsa somut durumun somut tahlilinden devrimci imkanlar saptamak ve bunları açığa çıkartmaya yönelik ideolojik, siyasal ve örgütsel taktikler geliştirmekte olabilirdi. Bu üretim yoksa, devrimcilik de ya yoktur ya da pek hamdır.

II.Enternasyonal ekolü ulusal sorun başlığında, (kültürel) “özerlik” politik talebini geliştirebildi. Emperyalist savaş sorununda ise sosyal-şovenizm ve sosyal-emperyalizme teorik giysiler kazandıran yaklaşımın adı ultra-emperyalizm olacaktı…

Lenin’in, Marx’ın geleneğini izlediği bir diğer örnek, yine kriz başlığımızla ilintili olduğu için burada hatırlanabilir. Lenin’in gösterdiklerinden biri de katastrof yaklaşımının yalnızca “devrim beklenticiliği” olarak bir devrimcilik türüne açılmadığıdır. Beklenti ve katastrof “kendiliğindenlik” alanına ait olduğu ölçüde Lenin’in “iradeci” katkıları bu sapmanın temellerine vurmuştur. II.Enternasyonal doğumlu ultra-emperyalizm teorisi, emperyalist rekabetin tekelleşme ile paralel olarak “yakınsama”yla son bulacağını dolayısıyla savaşların nedeninin ortadan kalkacağını söylüyordu. Bu beklentinin karşısına Lenin, başka bir kendiliğinden ya da ekonomik yönlenmeyi değil, doğrudan sınıf mücadelesi kavramını çıkartır. Lenin’e göre toplumsal süreçlerin sonuçları, sınıfların devre dışı bırakıldığı bir modele göre kestirilemeyecektir. Emperyalist rekabet ve tekelleşmenin uluslararası ölçekte bir entegrasyon/bütünleşmeye açılması teorik olarak ihtimal dahilinde olmakla birlikte, bu tasavvur işçi sınıfının müdahalesine hiçbir yer tanımadığı için anlamsızdır.

Krizin tek boyutlu ele alınmasından ve tartışılmasından asla devrimci siyaset çıkmıyor. Genellikle bu tek boyut ekonomi olmakta ve altyapı- üstyapı hiyerarşisine ilişkin doğru ortodoks tutumla birleşerek ortaya duruma göre devrimci ya da reformist beklentileri olabilen, ama asla mücadeleye alan bırakmayan bir tasvir çıkmaktadır. Devrimci siyaset ise toplumsal yapının katmanları arasında eşitsiz gelişme sonucu ortaya çıkan gerilimler ve bu gerilimlerde biriken potansiyel enerjiyi harekete geçirmek üzerine kurulur. Krizin yarattığı katman farklılaşmalarının herbiri potansiyel devrimci imkanlardır. Çok boyutlu bir farklılaşmanın olmadığı durumlarda, düzenin çözümleri görece yalın ve kolay olabiliyor. Örnek olsun, ekonomik kriz ve emekçilerin reel gelirlerinin aşağıya çekilmesi olarak tezahür eden bir gerilimin söndürülmesi için yerine göre “toplumsal barış, ortak sorumluluk, aynı gemide olmak, fedakarlık” gibi söylemler yeterli olabiliyor. Altyapı ile üstyapı arasındaki bir eşitsizlikle tanımlanan kriz, üstyapıdan gelen bütüncül bir müdahaleyle kolay geçiştiriliyor.

Tekrar ediyorum; krizler toplumsal yapının farklı düzlemleri arasındaki eşitsizliklerin üzerinde yükselen gerilimlerdir. Krizler ne denli yalın içerik ve ilişkilerle tanımlanabilir türdense, egemen sınıfın çözüm üretme yeteneği de o kadar yüksek olmaktadır. Devrimci krize kaynaklık edecek yapının olabildiğince karmaşık olmasında yarar var.

Burjuva devrimi hatırlatması

Burada, Türkiye’de burjuva düzeninin siyaset ve ideoloji düzlemleri arasındaki eşitsizliğe geleceğiz. Konumuz burjuva devrim sürecinin analizi değil. Dolayısıyla altı burada doldurulmamış kimi saptamalarla yetinecek olmamın mazur görüleceğini umuyorum.

Türkiye’de burjuva devrim sürecinin dört başı mamur devrimci önderlerini parmakla göstermek o kadar kolay olmuyor. Süreç, burjuva devrimcilerini kesintili bir tarihle ve kendi içlerinde eşitsizliklerle, kişilik bölünmeleriyle malul halde karşımıza çıkartıyor.

Türkiye’ye mi özgü bir durum bu? Kanımca değil. Burjuva devrimleri tarihi belli modeller sundu. 20.yüzyıla hiç geçmeden Fransa, İngiltere, Prusya, Rusya gibi, her biri ayrı bir model sayılabilen örnekleri hatırlamak yeterli. Osmanlı-Türkiye bu modellerin kimileriyle taban tabana zıtlıklar, kimileriyle ise benzerlikler taşır.

Fransa burjuva “devriminin” adına en yaraşır, bu anlamda radikal örneğini verdi. Tarih sahnesine, kendi dar ve bencil sınıf çıkarlarının ötesine taşan bir sürecin önderi olarak çıktı, devrimci burjuvazi. Bu sınıf kendi çıkarlarını ve gerçekleştirdiği tarihsel atılımı “yeni” toplumun bütününe maletmek için gerekli ideolojik ve siyasal üretkenliği göstermiştir. Öyle ki, her ekolden tarihçi ve siyasetçi kapitalizmin kendi öncesinden köklü biçimde kopacağını, geçmişiyle hesaplaşacağını hem genel hem de sonderece somut bir siyaset yasası olarak düşünür olmuşlardı. Büyük Fransız Devrimi’nin eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve dalgası, yalnızca burjuvazi dahil bütün egemen sınıfların kullanımına açık, ama köken olarak burjuvaziye yabancı olan dinsel ideolojiyi değil, burjuvazinin has ideolojisine içkin mülkiyetçiliği bile sorgu odasına alabilmiştir. Fransız Devrimi, burjuva rotasından sapma riski gösterir ve kaçınılmaz olarak kendi içerisinde karşı-devrimci dönemlere yer açar. Fransız modeli, ideoloji, siyaset, kitle ve devrimci altüst oluşlarla “idealize” edilmeye en yatkın tabloyu sunmuştur. İşçi sınıfı ise kendisini Tiers Etat‘nın, yani geniş halk yığınlarının içerisinde, kentler sözkonusu olduğunda bu halk yığınlarının en ön saflarında buluyor, ama bağımsız bir sınıf kimliği kazanması erteleniyordu. Devrimciydi, ama sınıf olduğunun farkına varması gecikti… Marksizmin kaynaklarından Fransız sosyalizmi, işçi karakteri taşımadı. Burjuvazi ne kadar devrimciyse, işçi sınıfı bağımsızlaşmakta o kadar gecikir.

İngiliz Devrimi’nin tarihsel kaynakları çok daha gerilere giderken, bu kez ortaya burjuvalaşan aristokrasi kesimleri ve aristokratik düzenle benzeşme noktaları arayan/bulan burjuvazi çıkmıştır. İngiliz burjuvazisi, ideolojik gücünü, Fransız kardeşlerinden farklı olarak, kitleleri kendi önderliğinde harekete geçirme yönünde değil, harekete geçen kitlelerin düzenle nihai barışıklığını tesis etme yönünde değerlendirmiştir. Bu durumda, işçi sınıfı da devrimci olmayan burjuvazisiyle fazla oyalanmadı. Ama bir üst cümlede dendiği gibi… İngiltere’de boy atan kendiliğinden işçi hareketleri ve onların üzerinde yükselen sendikalar, organik, kültürel ve ideolojik işçi kimliklerine karşılık, devrimci olamadılar. Marksizmin bir diğer kaynağı İngiliz ekonomi politiği, sınıf kimliğini esir aldı.

Prusya modeli ise başka tarih yasalarını kayda geçirdi. Tepeden burjuvalaşma ve ulus-devlet oluşumundaki gecikme, yani özet olarak geç kapitalistleşme, “erken gericileşme” doğuruyor. Prusya tipi kapitalistleşmeye devrim demek, anlaşılacağı gibi, oldukça zor oluyor. Bu modelde devlet düzeyindeki merkezileşme burjuvaziye bir ulusal pazar tanımlama imkanını veriyordu, ama bu burjuvazi “eski düzenden” bağımsız, alttan gelen bir dalgaya oturmamıştı, tersine devletin organik uzantısı konumunda bulunuyordu. İşçi sınıfının maddi oluşumu bu koşullarda ileri tarihlere itildi.

Rusya örneği, tepeden gelişiyle Prusya modeliyle benzeşmesine karşılık, devrimci renkleri özgün bir prizmadan geçirdi. Cılız ve geç kalmış, bağımsızlaşamamış burjuvazi, devrimci düşünceye açılıyor, devrimci eyleme ise yabancı kalmaya devam ediyordu. Ortaya deklase bir devrimci kuşak çıkacaktı. Rus küçük burjuva aydınlarının, subaylardan sanatçı ve yazarlara, oradan gençliğe aktarılarak şekillenen devrimci demokrat tepkileri, burjuvazinin bıraktığı boşluğu doldurmakla kalmadı, ötesine sıçradı. Sınıfsal yapısı geri Rusya siyaseti, burjuvazinin ideolojik hegemonyasıyla değil ama bir yanda baskıcı rejim, öte tarafta ideolojik zenginlik ve yaratıcılıkla, bunun güçlü felsefi ve sanatsal altyapısıyla birlikte yaşıyor, ortaya Fransız örneğini aşan devrimci duyular çıkabiliyordu. Sonuç tam tersi oldu. Rus işçi sınıfı, gecikmiş burjuva demokratik devrim sürecini önemsizleştirip kendi yolunu açtı.

20.yüzyıla girdikçe modeller çeşitlendi. Beni ise bu taramanın, Türk örneğini daha hızlı anlama şansı sunması ilgilendiriyor. Kanımca Osmanlı-Türk yenilenme hareketi ya da burjuva devrim süreci ayrıksı bir modelden çok, farklı örneklerle yer yer benzeşebilen bir yerel durum olarak düşünülmeli. Bu örnekte;

(1) Modernleşme hareketi ve sanayileşme, devletin içinde ve devlet eliyle başlar;

(2) Aydınların doğum yeri devletin içerisidir;

(3) Sanayileşme içsel bir sınıf dinamiğinin üzerine değil, Osmanlı devletinin batının kapitalistleşen ve sıçramalı gelişme gösteren toplumlarıyla ve devletleriyle rekabet gereksinimine oturur;

(4) Rekabet gereksinimi en fazla askeri alanda hissedildiğinden, kapitalizme dönük sanayileşmenin motor sektörü silahlanma, burjuva modernleşmenin öncelikli egzersiz alanı, ordunun reorganizasyonudur;

(5) Osmanlı devletinin merkeziyetçi gelenekleri modernleşme hareketinin karşısına yerel feodal dirençlerin çıkmasını olanaksızlaştırmıştır;

(6) Bu burjuva devrim süreci olağanın çok ötesinde pragmatiktir;

(7) Bu burjuva devrimi ideoloji, felsefe ve kültür yoksuludur; bu alanlardaki dönüşüm çabaları topluma nüfuz edemeyecek ve toplumu dönüştüremeyecek denli cılız kalmıştır;

(8) Kitlelere sağlam “bağlanma” gerekçeleri sunamayan süreç bir taban hareketliliği de yaratamamıştır;

(9) Burjuvalaşma süreci emperyal, çok-uluslu bir yapıyı doğrudan miras edindiği ölçüde,, bir uluslaşma ve ulus-devlet kuruluşunu güçlü biçimde gündemine almamış, ulusçuluk akımı Türk burjuva devriminde uzun süre “eşitlerden biri” olarak kalmıştır;

(10) Devletle içiçeliğin avantajlarını, devlet iktidarındaki pozisyonunu ve yukarıdan kuruluş imkanlarını gözeten bürokrat-burjuva önderliği, “devrim” sürecinin başka örneklerde olduğu gibi devrimci demokrat damarlar yaratmasına izin vermemiştir;

(11) İşçi sınıfının gelişimi çok gecikmiştir;

(12) Modernleşme süreci, kendisini son derece kırılgan bir çerçevenin içerisinde bulmuş ve en başından itibaren uluslararası dengeleri gözetmeyi farz bilmiş, giderek ulusalcı bir burjuvalaşma yerine pro-emperyalist bir bürokratik önderlik şekillenmiştir…

Osmanlı-Türk burjuva devrim sürecinin analizine girmenin sınırlarında duruyorum. Yukarıdaki notlarda atladığım önemli ögeler var mı diye bakmaksızın devam edeceğim… En azından bu yazı çerçevesinde bu kadarı yeterli…

Osmanlı-Türk burjuva devrim süreci, özetle, ideoloji ve kitle hareketi açısından eksiktir. Bu süreç bir devrime yakışmayacak ölçüde fikirsiz ve kitlesiz ve dar anlamda politik ve pragmatiktir. Bu özelliklerin kırılmaya uğradığı belli konjonktürler ve hatta belli isimler elbette olmuştur. Süreci tekil aydınlar açısından bir çöl manzarasıyla resmetmek büyük haksızlık olacaktır. Tekil aydınlar ve önderler bir yana, Kurtuluş Savaşı bir ideolojik bağlanmaya da kitle katılımına da en fazla ihtiyaç duyulan ve ulaşılan dönemdir. Kitle hareketliliği açısından 1908 Meşrutiyeti ile Kurtuluş Savaşı, tepe noktaları temsil eder. Ama 1919 ile 1922 arası dört yılı ele alacaksak, bunun içine yeni kemalist önderliğin imparatorluk düzeni ve islamcılıktan henüz kopmamış olduğu bir geçiş dönemi, aşiret sistemiyle ittifak, devrimci-demokrat “çete” hareketlerine ve komünist etkilerine karşı yürütülen iç savaş ve emperyalistler arası gerilimlere oynayan bir reel politikerlik ve bu arada Sovyet dostluk ve dayanışması… hep birlikte sığarlar. Bu eşitsiz toplamın yanına kitlesel asker firarlarını, iç savaş organı mahkemeleri de koyarsanız, ideoloji ve kitle açıklarının ne ölçüde doldurulduğu konusunda fazla iddialı olunamayacağı açığa çıkar. Yine de kitle katılımının doruğu bu yıllardır.

İdeoloji ve kitle hareketi boşluklarına “örgüt” akıyor. Türkiye siyasetinin başka örneklerden farklılaşan bir bağlanma mekanizmasını tarihsel olarak üretmiş bulunduğunu söyleyebiliriz. Ama zaafıyla birlikte; düşünsel birikimin cılızlığı ve pragmatizmin kirletici aşırılıklarıyla…

Bu zaaflar değil, ama siyaset alanının gelişkinliği, bu topraklarda mücadele eden her taraf için veridir. Hele ilerici cenah için… Zira kitle yoksunluğu gerici akımlar için söz konusu olmuyor. Burjuva modernizmi ise kitlesizlikle elele veren “tepeden inmeci” görüntüden yalnızca 1908 ile 1919-22 dönemi, o da kısmen azade sayılır… Sonrasında da öyle değil mi? Burjuva düzeninin kuruluş ve oturma girişimlerine ya da kuruluş evresinin modernist mevzilerine dirençleri (de) ifade eden Serbest Fırka ve Demokrat Parti, CHP’nin arayıp da bulamadığı kitlelere bir çırpıda ulaşmadılar mı?

Türkiye’nin kriz rotası

Yukarıdaki devrim süreci yeterince özgünlük ve eşitsizlik barındırıyor. Ancak Türkiye kapitalizminin kriz karakteristikleri bu tarihsel arkaplanda sıkışıp kalanlardan ibaret değil. Çoğunlukla gecikmiş burjuva devriminin yapılmamış ya da tamamlanmamış olduğu saptamasının üzerine bir “çarpıklık” teorisi bina edilir, ve çözüm olarak -olması gerektiği gibi, yani klasik örneklere benzeyen- bir burjuva demokratik devrimi öngörülür. Türkiye’nin özgünlüğünün abartılmaması bu nedenle de gerekmektedir. Özgünlük ne kadar vurgulanıyorsa, bir “normal”e yakınlaşma politikası da o kadar kolay çıkarsanır. Oysa burjuvazinin dünya ölçeğindeki tarihinde mevcut tüm modellerin ortak paydası, yeni tip sömürü ilişkilerinin inşasıdır. Yakınlaşma eğilimine girilen “normal” hakkında çeşitli fikirler olabilir; ama herbirinde bu öge ortaktır.

Rus modeli işçi sınıfına alan açmış, İngiliz modeli saygın ama düzen içi bir sınıf mücadelesi tanımlamış, Fransa bir dizi devrimci sarsıntı yaşadıktan sonra zayıf halka olmaktan çıkmış, Kıta Avrupası gecikmişlikten erken gericiliği, faşizmi üretmiştir… Normali hangisi? Öncesinde neredeyse boş kağıt bulunan göçmenler ülkesi Amerika hangi modele yakındır? Hangisi eksik, hangisi fazla, hangisi çarpık? Bu tartışmanın baştan aşağı yanlış olduğunu düşünmek, sanırım en doğrusu!

Ama Türkiye siyaseti ve kriz mekanizmaları tarihsel bir belirlenimin, bu arada özgünlüklerin ışığında aydınlatılabilir yalnızca. Yukarıdaki tarih gezintisi de bu bağlantıların kurulmasına yararlı olacak.

Kanımca Cumhuriyet Türkiyesi’nin birinci saf kapitalist krizi 1950’lerin ortalarında başlar ve 27 Mayıs’a kadar devam eder. Kriz mekanizmalarını en net haliyle açığa çıkartan 1950l’er deneyidir. Kuşkusuz öncesinde de Türkiye yine çelişkiler içinde kıvranan bir ülkeydi. 1923’te yüzünü dünya kapitalizmine döndüğünü İzmir İktisat Kongresi’nde ilan eden genç burjuva önderliği, bu tercihinin doğrudan modernist dönüşüm projesiyle çatışmaya gireceğinin belki de farkında değildi. Modernist dönüşüm dünya kapitalizmine daha doğrudan ve tam boy bir eklemlenme öngörmeliydi; oysa dünya kapitalizmi Türkiye Cumhuriyeti’ne (en azından o dönem için) daha dışsal bir ilişkiyi yeterli sayıyor, Anadolu’yu hammadde deposu bir tarım ülkesi olarak değerlendirmekle yetiniyordu. Üstelik Birinci Savaşın sonucunda çıkan paylaşım tablosu dünya krizini tam olarak çözememişti. Kapitalizm uzun soluklu bir büyüme evresine girmek yerine, kurtulduk denen bunalıma 1929’da yeniden girdi. Türkiye tarihsel tercihi dolayısıyla uluslararası kriz dinamiklerine de açık durumdaydı. Yüzünü kapitalizme çeviren burjuvazi, modernizmi yalnızca Sovyetlerle ilişkilerinde tadarak ilginç bir kişilik bölünmesine uğrayacaktı.

Bu tabloda yer alan çelişki daha ziyade “dış belirlenimli”dir. Bu nedenle de bunalımlı dünya ile Türkiye’nin arasına “plancı” bir izolasyon çizgisi çeken 1930’lar otarşisi, sorunların bir bölümünü çözmeye yarayabilmiştir. 1950’lerde ise krizin bu tür önlemlerle saf dışı edilmesi imkansızdı; iç-dış dinamiklerin krizle kurdukları ilişki açısından birbirlerini bütünledikleri bir çerçeve söz konusuydu.

Şimdiden 1950’ler krizinin ampirik olarak doğruladığı sonuçları yazabiliriz:

(1) Geç kapitalistleşen ülkelerin kalkınma yolu objektif olarak kapalıdır;

(2) Bu durum gelişmenin göstergesi sayılagelen ekonomik gelir düzeyi ve sanayileşmenin teknik ölçütler olmamalarından kaynaklanır;

(3) Yani, gecikmiş toplumlarda kalkınma ve gelişme ancak ideolojik ve kitlesel ayakları da sağlam oturtulmuş bir toplumsal dalga olarak hayat bulabilir;

(4) Sanayileşme ancak tarımsal yapıların çözülmesi ve kentleşme ile paralel yaşanabilir;

(5) Dış kaynaklı kalkınma stratejisi bir soğuk savaş dönemi rüyasıdır;

(6) Türkiye’de burjuva modernizmi “tarımda toplumsallaşmak” ile elitist sınırlar içerisinde izole olmak seçenekleri arasında gidip gelmiştir; burjuva modernizasyonu ancak elitist izolasyonunu aşarak yol alabilir; oysa tarımda toplumsallaşma modernizmin altını oyar.

(7) Bu çelişik ve eşitsiz tablo, çeşitli toplumsal sınıf ve kurumlar ve bunlara denk düşen ideolojik yapılar arasında, uluslararası bağlantılara da sahip bir denge modeli arayışını sürekli kıldı. Ancak bu dengeyi tanımlayan toplumsal dinamikler orta vadede kriz dinamikleri haline dönüşecekti.

Son olarak kendimi tutamayıp 1960’lar için de bir saptama ekleyeceğim:

(8) Türkiye burjuvazisi daha sonraları işçi sınıfını da denge arayışının parçası olarak tasarlamış ve bunun sonucu 1960’ların ikinci yarısında sınıflar mücadelesinin bir iç savaşa dönüşmesi olmuştur. Aynı kriz mekanizması işçi sınıfının özne olduğu devrimci kriz için de geçerlidir.

Kapitalizmde kalkınmanın sonu

Kalkınma sanayileşme yoluna geç giren toplumları ilgilendiriyor. Mesele yalın anlamıyla, başka ülkelerle karşılaştırmalı bir zaman farkı değil. İlkel sermaye birikiminden yoksun tarım toplumlarından söz ediyoruz. Yani sanayileşmenin ilk itilimini verecek olan kaynaktan yoksun toplumlardan. Kapitalizmin bir dünya sistemi halini almasından sonra, yüzyıllara yayılmış sermaye birikim süreçlerinin yeniden yaşanması imkansızdı. Kalkınma sorunu, tanımı gereği artık bir “hızlı kalkınma” sorunuydu.

İlk sosyalist inşa deneyi 1920’lerde tam da bu sorunla yüzleşmişti. Tek sosyalist ülke kaçınılmaz olarak bir kapalı ekonomiydi ve ilk itilimi dışarıdan bulma şansı yoktu.

“Tarımsal bir yapıda, sanayileşmeyi reel anlamda finanse ederek başlatacak ‘fazla’nın tarım sektöründe aranması gerektiği herhalde aşikardır. ‘Sanayileşmenin çıraklık dönemini finanse edebilecek sanayi- dışı ve ihraç edilebilir bir kaynağın varlığı’ ve bu kaynağın sıkı bir merkezi kontrole tabi kılınarak massedilebilmesi gelişim sürecinin ön şartı kabul edilebilir… Tarım kesimi, kendi dışına ihraç ettiği kaynakların ‘karşılığını’ tam olarak alamadığı taktirde sanayileşmeyi besleyebilecektir.” 2 [BORATAV Korkut]

Sovyetler Birliği’nin 1920’lerdeki NEP dönemi, yokluk ve açlığın boy attığı savaş (komünizmi) sonrasında, tarımın yani köylülüğün sanayiyi finanse edebilecek güce kavuşması için girilen yan yoldur. Planlama, sanayileşme ve kollektivizasyon… 1930’lara geçerken Sovyetler’in en ilgi çekici ve ufuk açıcı gündem maddelerinden biri “makas tartışması”dır. Buna göre, sanayi malları içerdikleri emek miktarına oranla yüksek, ve tarım malları yine içerdikleri emek miktarına oranla, tersine, düşük fiyatlandırılacak, iki kesimin ürettiği malların fiyatları arasındaki makasın açılması ölçüsünde sanayinin finansmanına kaynak aktarılmış olacaktı… 3

Sanayileşmeyi bir kenara atmadıkça alternatifi henüz yaratılmamış olan bu modele vergi ve sübvansiyon eklemeleri yapılması, iki kesimin mallarının karşılıklı tüketim yapısına göre optimal kaynak aktarımına karar verilmesi, merkezi planlamanın işi. Bizim için iki unsur önemli: Sanayiye dayalı kalkınma ilke olacak; bir. Ve bunun uygulanabilmesi için piyasa dengelerinin yerine planlama mekanizmaları geçirilecek… Sosyalist bir ülkede bu unsurlar tanım gereği yerli yerine oturur. Sosyalist olmayan ülkeler için ise sonuç sınai kalkınmadan vazgeçmek anlamına gelmektedir.

“Cumhuriyet idaresi, çeşitli baskı ve etkilerle, bütçeye önemli gelir sağlayan Aşar’ı 1925 yılında kaldırırken, tarımsal üretimi potansiyel üretim düzeyine çekme çabaları bir yana, mevcut üretimden kamu kesimine pay aktarmaktan dahi vazgeçmiş oluyordu.” 4 [ÖNDER İzzettin]

Cumhuriyet Türkiyesi başlangıçta sanayinin finansmanı için tarımdan kaynak çekmeye cüret edememişti. Aradan geçen süre bu açıdan bir ilerleme getirmedi. Tersine,

“Savaş yılları Türkiye’de ticaret burjuvazisinin ve piyasaya yönelik büyük toprak unsurlarının aşırı güçlendiği, başıboş bir vurgun ve zenginleşme sürecinin dörtnala geliştiği bir dönem idi.” 5 [BORATAV Korkut]

Peki çağdaş sınai kapitalizmi nasıl yakalayacaktı Türkiye? Bu sorunun yanıtı namına söylenenlerin tamamının demagojiden ibaret olduğu kesin. Kapitalistleşme yoluna geç girmiş tarıma dayalı bir toplumun, kırlardan kentlere kaynak çekememesi yapısal-sınıfsal bir sorundur. Titrek burjuvazi, tarım kesimindeki egemen güçlerle barışıklığını nasıl riske edebilirdi ki? Bunun için yüksek dozlu jakobenizme ihtiyaç duyulur. Kitlesiz ve fikirsiz jakobenizm olur mu!.. Sorun kemalist önderliğin öznelliğinden ziyade geç kapitalistleşme sürecinin objektivitesinden kaynaklanıyor.

Ancak Sovyet örneğinin kaçınılmaz gerçekliği kapalı ekonomi, kapitalist dünya sistemine yerleşmeye çalışan Türkiye ve benzeri ülkeler için söz konusu değil:

“Uzun süreli bir genişleme dönemine giren kapitalist dünya ekonomisinin merkezlerinde yeniden serbest ticaret doktrini egemen oluyor; sermaye hareketlerine konan engeller yıkılıyor ve Amerikan kaynaklı sermaye yatırımları, dış yardım ve krediler, bu genişleme sürecinin kritik araçlarını oluşturuyordu.” 6 [BORATAV Korkut]

Acaba Milli Şef ve Tek Şef dönemlerinin kısıtları artık tarih olabilecek miydi? Yoksa Türkiye’nin dar elitist moderleşmecilerinin toplumla, yani -özeti, somutu ve açığı- geleneksel egemenlerinin başında durduğu kırlarla barışma zamanı artık gelmiş miydi? Kaynağını büyük toprak sahiplerinde bulan DP bu tarihsel buluşmayı müjdeledi. DP’nin başdöndürücü yükselişinin ardında bu umudu görmemek imkansız. Müjde işaretini tüm toplum algılamıştı.

Egemen sınıf, bir yandan Mustafa Kemal ve İsmet İnönü dönemlerinin daraltıcı, elitist, içe kapatıcı özelliklerinin tarih olmasına karar verecek, eşzamanlı olarak da kalkınmacı, büyük sıçramacı yollar kurgulayacak! Bu iki istek konusunda yönetici kadrolar ile zaten devlet bürokrasisine bitişik sivil burjuvazi arasında herhangi bir çelişki yoktur. Büyük açılım batıya kapaklanmayı, sanayileşmeyi/kalkınmayı ve içerde mülk sahibi sınıflar arasında nihai bir barışı oturtarak olgun kapitalizme geçişi kapsıyordu.

Türkiye için hayal olan bu bütünlüğün kendisidir. Zira sanayileşme bir siyasal çıktı ve önkoşul olarak, mülk sahibi sınıflar arasındaki barışıklığı ertelemeliydi; bu atağın tarım dışı kaynak bulma imkanı nihai olarak mevcut değildi.

Öte yandan aynı barışıklık planı, modernist/kalkınmacı ideolojinin hegemonyasını olanaksız kılıyordu. Kentli sanayi ve ticaret burjuvazisi ile modernist bürokrasisinin egemen olduğu toplumda geleneksel örgütlülük tarikatlara ve anti-modernist tarım sistemine dayanıyordu. Buna alternatif olarak tasarlanan 1930’lar otarşisinin korporatist/faşizan programı hem gerçekleşmiş olmaktan, hem de II.Savaş sonrası rüzgarlardan uzaktı.

Açılımın bir hayal olduğunu, siyasal deneyimi engin egemen güçler göremediler mi? Odak noktası bu değil. Siyasal deneyimi düşünsel derinlik üzerine inşa edilmemiş pragmatik burjuvazi soğuk savaş sinyallerini iyi yakalamıştı ve Sovyet tehdidi demagojisinin “makası” gereksizleştirecek ölçüde dış kaynak kanalı yaratacağı düşünülüyordu. Türkiye boşuna, ya da yalnızca egemen güçlerin kemikleşmiş anti-komünist yönelimleri nedeniyle soğuk savaş öncülüğüne soyunmuyordu ki…

Sonuç, tarımdan sanayiye kaynak aktarma mekanizmaları yerine emperyalist bağımlılığı yoğunlaştıran bir dış borçlanma döngüsünün kurulması olmuştur. Sonuç toplumsal tabanını genişletme arayışındaki burjuva iktidarın toprak sahipleriyle buluşması oldu. Sonuç, bununla paralel olarak iktidarın toplumsal tabanının, bürokrasi ve ona bitişik burjuvazi ile kentli ara sınıflardan, tarikat örgütlenmesinin başat olduğu kırlara kayması oldu. Sonuç, modernist projelerin zıttı olarak dinci gericiliğe itibar iadesi oldu. Sanayi-tarım makası kullanılmayacaksa, gericilik ve dışa bağımlılık serbest kalır. Yalnızca serbest kalmadı, kemalist egemenlik ilişkileri ve düzenin temel tanımları köklü bir erozyona uğramaya başladı. Düzenin diğer unsurlarının, egemen sınıfların bir bölümünün ve kentli aydın ve emekçi katmanların bu süreçte “karşı-devrim” kokusu almalarını körükleyecek ölçüde!..

Öte yandan Amerikancılığın ne kadar işe yarayabileceği konusunda da bir hesap hatası yapıldığı görülmelidir. ABD yatırım ve kredilerinin Batı Avrupa’da gördüğü fonksiyonun eşini Türkiye’de aramak aptalcadır. Şu sade nedenle ki, kapitalizmi yaşamış ve sonra bir savaş şoku altında kalmış Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu dar anlamıyla “finansman” iken, Türkiye’nin kalkınması derinlemesine bir toplumsal dönüşüm anlamına gelmeliydi. Kapitalist pazarın oluşması meta, ilişkilerinin yaygınlaşması, üreticilerin ücretli emekçiye, paranın sermayeye dönüşmesi… bunun komünizm tehdidi bahanesi ve soğuk savaş kışkırtıcılığıyla ne kadar genişletilirse genişletilsin Washington yardımlarına bağlanması gerçekçi değildi. Geriye kalan şuydu:

“Türkiye ekonomisi için böyle bir kalkınma, tarıma daha fazla yatırım, sanayide ise dolaylı ve daha yavaş bir büyümeyi ima ediyordu.” 7 [Çağlar KEYDER]

Öte yandan herhangi bir emperyalist merkezin yeni pazar ve yeni emek gücü yaratma ivmesi düşük ve üstelik iç gerilimlere mahkum bir süreci ilanihaye finanse etmesi mümkün değildir. ABD emperyalizmi, aslı astarı konusunda yeterince veri ve bilgi sahibi olduğu iç ve dış komünizm tehdidi ile kandırılacak bir taşra zengini değildir. Amerika 1950’lerin sonlarına doğru ucu görünmeyen bir borçlanma döngüsüne soktuğu, jandarma misyonunu aktarmaya başladığı ve geri dönüşsüz olarak bağımlılaştırdığı Türkiye’yi kendince daha rasyonel dönüşümlere zorlamak istemiştir. Bu tabloda 27 Mayısçılar ne derlerse desinler, emperyalizm ile yerli modernizm aynı safta buluşmuşlardır.

Tarıma dayalı gerici ve mülk sahibi sınıflarla kentli modernizmin barıştırılması Türkiye kapitalizminin büyük sıçramasını ifade edecekken, burjuvazi derin bir yarılmaya uğruyordu. Türkiye’nin burjuvalaşma sürecinde, belki de ilk kez, güçlü ideolojik bağlanma 27 Mayıs darbesini hazırlayan kadrolarda açığa çıktı. İttihatçı ve kemalist geleneklerin daha doğarken boğmaya, asimile etmeye özen gösterdikleri devrimci-demokrat dinamizmi kalıba sokacak kimse yoktu ortada. Kemalizm çözülüyordu. Gecikmiş kapitalistleşmenin kaçınılmaz yan ürünü olan devrimci demokrasi kemalist hegemonyadan kurtulmuştu, ancak başka bir çekim merkezinin ya da biçimlendiricinin yokluğunda kendisini has kemalist ilan ediyordu; bunu yaptığı anda da devrimci demokrat kimlikten süratle uzaklaştı. Zaman 1930’lardan çok farklıydı ve otarşinin de korporatizmin de devri kapanmıştı. Bu devrimci demokrat devinimin düzenin uğradığı yarılmaya dolgu malzemesi dökmekten başka icad edebileceği çare yoktu.

Bu kriz Türkiye’nin ilk saf burjuva krizidir. Ve kriz mekanizmalarının karakteristiklerini aydınlatma gücündedir.

Egemen sınıflar, Türkiye’nin bir burjuva kuruluş evresini geride bıraktığını ve toplumsal dinamiklerin daha ferah serpilmelerinin mümkün olduğunu, bu yolla kuruluş evresinin açtığı iç yaraların kapatılabileceğini, üstelik ülkenin 1920-30’larda Sovyetler’e 30’ların sonu ve savaş döneminde Nazi Almanyası’na yakınlaşarak emperyalizmin merkez üssüyle arasında yarattığı açıları hızla gidereceğini tasarlamışlardı. Ancak serpilmelerine izin verilen toplumsal dinamikler, tarımsal mülk sahibi sınıflar geleneksel gerici örgütlenme ve dinci ideoloji dengeleri sarsmaya başlamış, ve bu şekilde siyasal üstyapının olgunlaşması ve yönetici kadroların dayandıkları toplumsal tabanın genişlemesi yerine, sancılı bir değişim başlamıştır. Bir sınai ekonomik sıçrama bu maliyeti hafifletebilirdi. Oysa tarımsal artığı dışarı çekmek yerine, tarım, yani büyük toprak sahipleri desteklenmiştir. Dış borç yükünün sonucu ise sınıfsal uçurumlardır.

DP 1950’lere çağdaşlaşma ve refah beklentisiyle giren kentli sınıfların düş kırıklığının karşısına, iktidarının birkaç yılından sonra geleneksel devlet baskısıyla çıktı. Düş kırıklığı ve tepkiler gençlik ve aydın hareketi olarak kristalize olup siyasallaşacaktı.

Bu kriz aynı zamanda temel tanımsal fonksiyonlarını yerine getiremeyen “devletin” krizidir. Türkiye’nin devlet geleneğinde “baba” ve “ceberrut” sıfatları pek kolay yer değiştirir. Kriz konjonktüründe devlet kitlelerce ceberrut olarak algılanır; ama sol bir müdahale olmadığı sürece kitlelerin zihninde “baba devlet” nostaljisinden başka bir şey gelişmeyecektir. Savaş yıllarının sıkışmalarını bertaraf edecek açılım Türkiye burjuvazisinin başına daha büyük belalar açıyordu. Kaş yapayım derken çıkartılan gözleri tedavi etmek ise düzenin sigortası askerlerin göreviydi! Türkiye egemen güçleri için “yönetememe” krizi de maddi bir mekanizmaya tabidir.

1999 Sonbaharında

1960’larda düzenin başına gelen kriz, karakteristiği itibariyle bir öncekini çağrıştırır. Kentli sınıflara, kent kültürüne, gericiliğin inine itilmesine, militer modernizme, ekonomik büyümenin tıkanmasına karşı planlamacı ve kalkınmacı yaklaşımlara dayalı 27 Mayıs rejimi, Türkiye kapitalizmini kitlesel tüketime dayalı, dolayısıyla ithal ikameci bir açılıma yönlendiriyordu.

Hangisi hangisini belirler ya da önceler sorularını bir kenara bırakarak, bu bütünlüğün kentli emekçilerin gelir düzeyinin yükselmesiyle, altyapı yatırımlarının arttırılmasıyla ve sanayi burjuvazisinin serpilmesiyle uyumlu olacağı açıktır. Tüm bunlar olurken hiçbir kuvvet işçi sınıfının örgütlenmesinin önünü kesemezdi. Hele Amerikancı Türk-İş aracılığıyla yıllarca bir şişenin içine sıkıştırılmış bir işçi sınıfı söz konusuysa…

Burjuvazinin 1960’lardaki siyasal-ideolojik hegemonyası bu kez kentleri merkez aldı. Tarımsal sınıfların ve onlara paralel ideoloji ve toplumsal örgütlenmelerin temsilcisi SCF-DP geleneği Adalet Partisi’ne aktarıldı. Ama burjuvazimizin doğasına pek uygun ve yüzsüzce bir pragmatizmle: AP düzenin kent merkezli yapılanmasına hükümet edecek biçimde kendisini uyarladı. Silahlı Kuvvetler cephesinde ise ağırlık bu kurumun kapitalist düzenle bağlarının sıkılaştırılmasına verildi.

Düzenin kriz kaderi doğal olarak bu kez kentlerde tecelli etti. İşçi sınıfı ve gençlik kitleleri politize olmaya, sol hareket tarihinin en yaygın açılımını yaşamaya, Kürt yoksulları ve yer yer tarım proletaryası bu gelişmeleri takip etmeye başladılar. Siyasallaşma ile birlikte Silahlı Kuvvetler’in düzenle bağlarında yine gedikler açıldı… Öte yandan ithal ikameci sanayileşme, kendi yasal uçurumlarına, kaynak ve pazar sıkışmasına doğru hızla akıyordu… Açılımı taşıyan dinamikler bir kez daha kriz kaynağı olmuşlardı.

I.Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı, 1920-30 dönemeci, II.Savaş, 1950’lerin ikinci yarısı, 1960’ların sonları… bunların izole departmanlar olarak görülmesi mümkün mü? Türkiye yüzyılın sonlarına gelirken bu kriz tarihinin birikimli sorunlarıyla karşılaşmadan edebilir mi?

12 Mart ve 12 Eylül de aynı döngünün içinde buldular kendilerini. Geçici ferahlamalar yaratan çarelerin kendileri sorun çıkartıyordu. 12 Eylü’lün, toplumu dinci gericilikle, devleti de kontr-gerilla ile tahkim ve terbiye etme modeli 1990’larda krize dönüştü.

Krizin burjuva dünyasına dışsal bileşeni Kürt hareketi ise Türkiye’nin bir diğer özelliğinin kanıtıdır: Bu topraklarda sol devinimin tüketilmesi imkansızdır. İşçi hareketi ve sendikalar sosyalist ya da devrimci-demokrat örgütlenmeler, partiler, Kürt dinamiği… herbiri ayrı ayrı ya da toptan bastırılabilir. Uygulanan basıncın en zayıf noktasından yeni bir devinim, çaresi yok, açık havaya ulaşacaktır. İşçi ve sosyalist hareketin süpürülmek istendiği bir dönemde, sol siyasetin boşluğunu yeni solcu, çevreci, feminist ve sivil toplumcu akımlar amatörce doldurmayı denediler. Tüm bunlar geçici ve kısmi kalırken, Kürt hareketi güçlü bir kanal açmıştır.

Arabaşlığın kendisine gelebilirim. Gelenek daha önce çeşitli vesilelerle bir analizi açımladı. 1990’lardaki siyasal krizi karakterize eden ögeler, bir, burjuvazinin yönetim aczi; iki, Kürt dinamiği ve üç, dinci gericilik başta olmak üzere düzenin toplu ve aşırı gerici tahkimatıydı. Herbiri bir diğerini besleyen ve kuşatan bu etkenlerin oluşturduğu kriz çözülmüştür. Artık Türkiye’nin siyasal konjonktürünü bu yapı tanımlayamaz, belirleyemez. Farklı bir deyişle krizin muhtevası değişmiştir.8

Bir toplumsal olguyu hangi ögelere göre tanımlayacağız? 1990’ların krizini, onu oluşturan ve devindiren dinamiklerden ayrı tanımlamanın imkanı ve mantığı var mı?

Yanıt “yok” ise, o kriz bitmiştir. Türkiye solunun bugün ülkeyi değerlendirirken bir ilk adım olarak bu saptamayı yapmasında sonsuz fayda olacaktır.

Ancak bu saptamayla yetinmek Avrupa Birliği’ne girilmesini solculuk adına savunan karanlık liberallere yakışır. Türkiye kapitalizmi son derece ilginç biçimde, onyılların birikimli bunalımı üzerinden, biri sona ererken bir yeni krizin içine dalıyor. Daha önce yazmıştım; Türkiye kapitalizmi örgüt geleneği ve pragmatizmi sayesinde sonsuz bir siyasal manipülasyon yeteneğini içselleştirmiştir. Ancak aynı kapitalizm büyük açılımlar söz konusu olduğunda kriz döngüsüne, yalnızca öznel olarak değil yukarıda çeşitli dönemlere değinerek açıklamaya çalıştığım gibi yapısal ve tarihsel olarak mahkumdur.

Restorasyonun başına da bu geliyor. Dinci gericilik ve kontr-gerilla tahkimatını arzu ettiği rotaya yönlendirmede, Kürt dinamiğini filtre etmekte önemli mevziler elde eden egemen güçlerin ufku, ülkeyi dünya kapitalizminin eşitleri arasına dahil etmeye, bölgesel belirleyici güç olmaya kadar açılabilir. Ama bu açılımın ayakları suya ermiyor. Durumu en iyi Türk Deniz Kuvvetleri’nin uçak gemisi projesi sembolize ediyor! Herhalde içmeye ayranı olmadığı 17 Ağustos’ta gözler önüne serilen kapitalist Türkiye’nin uçak gemisi tahteravan formunda olacaktır.

Tıkanıklığın kristalize olduğu nokta ideolojisiz siyasettir. Restorasyon burjuvazisi dinci gericiliğin karşısına aydınlanmacı bir ideolojik biçimlenmeyi çıkartamıyor. Kontr-gerilla itişmeleri 12 Eylül militarizmine uzanmaya başlayınca panik baş gösteriyor. Kürt hareketine alternatif bir hareketlilik yaratılamazken, yalnızca karşıtlık üretmekle, şovenizm ve faşizmle yetiniliyor. Oysa bu çapta krizler düzen yanlısı kitle mobilizasyonlarına mutlaka ihtiyaç duyar. Kitle mobilizasyonu ise, birey-toplum bağlanmasını temin eden, hedef gösteren kimlik kazandıran ideolojilere… Restorasyon burjuvazisi laisist, burjuva modernist, bir o kadar liberal/köşe dönmeci, aynı anda milliyetçi ve kozmopolit silahlardan tırtıklamakta, kendi iç bütünlüğüne sahip bir cephaneliği kullanıma sokamamaktadır. Bu sallantılı süreçte pragmatik siyaset becerisi, cazibesinden çok şey kaybetmiştir.

Yeni krizin tanımlayıcı ögelerine ilişkin şimdilik rivayet muhtelif. Ancak yönetim aczi, burjuvazi yeni bir yönetici kuşak türemedikçe başa bela olmaya devam edecek. Bir egemen sınıf ve onun öncülüğüne soyunan kurumlar, içi boşalmış birkaç yaşlı kuşak liderin doğal sonlarını beklemek durumuna gelmişlerse tablo vahimdir! Alternatif hala yok. Örneğin başkanlık sistemi tartışmasının Türkiye pragmatizmi açısından en önemli boyutu, kuşkusuz, başkanın kim olacağıdır. İlkesiz, ideolojisiz ve kitlesiz burjuva siyaseti bu soruya yanıt bulmadan nasıl adım atabilir!

Kürt dinamiğinin bir unsur olarak yeni krize devrolması, tamamen işçi sınıfın ait bir problematiktir. Dolayısıyla konu sosyalist hareketin müdahalesini bekliyor… Kürt dinamiği bir kez daha ulusal kimliğiyle yetinerek belirleyici rol üstelenemeyecektir siyaset alanında.

Ekonomik sorunlar bu kez başlı başına bir kriz dinamiği olmaya çok daha fazla adaydır. Sermaye biriminin temel araçları olarak tasarlanan özelleştirme politikaları reel ve ideolojik tıkanıklıklarla çevrili. Gelişmiş kapitalist ülkelerde özelleştirme saldırısının ardından bir liberal sosyal-demokrasi sivrildi. Bunun Türkiye’deki karşılığının ne olacağı belirsiz.

Sol ise 12 Eylül sonrası süreçlerde bir eşiğe ulaşmış, bütün badirelere ve toplumsallaşma sorunlarına karşın varlığını sorgulanmaktan çıkartmıştır. Sosyalist hareketin, buharı sendika bürokrasisince alınması giderek zorlaşan işçi sınıfına ve kendi birikimine dayanarak doğrudan kendisini bir kriz dinamiği olarak dayatması hayal sayılamaz.

Dolayısıyla krizin bugünü ve geleceğine dair rivayetin muhtelif olması bir analiz eksikliğinden ziyade maddi durum sayılmalı. Sol, analiz eksiklerini kapatacak en önemli çabayı masa başında değil, siyasal ve örgütsel atılımları aracılığıyla göstermek durumundadır.

Sol ne yapmalı?

12 Eylül’den 1990’lara kadar varlık sorunu ve hayat hakkı tartışma konusu edilen sol, bu evreyi geride bırakmakla övünmemeli. Aynı dönemde düzenin yaşadığı çalkantılara gösterdiği refleksler, siyasal üretimin yavanlığı ve örgütsel yeniden kuruluşun gecikmesiyle malul olmuştur. Ancak buradan derli toplu bir muhasebeyle çıkmanın zamanı da artık gelmiş, gecikmektedir.

Bir muhasebe gereğini kim reddedebilir? 1980’lerin ikinci yarısında işçi sınıfına yönelim gösteren, sonra kendini varoşlara hapsedip nefesini tüketen devrimci demokrasi mi? Kapitalizmin ortak sorunları üzerinde yükselen Kürt hareketi ile ilişkisini dışsal bir enternasyonal dayanışma, devrimci romantizm ve giderek tabiyetle kurgulayanlar mı? Büyük gerilemeler karşısında demokrasi programlarının daha da geriletici mevzilerine çekilip, artık düpedüz Avrupa Birliği’ne umut bağlayanlar mı? İşçi sınıfı dinamiğini önemsemeyen, soldan ve geniş emekçi kitlelerden yalnızca destek talep eden ve yolu giderek daralan Kürt hareketi mi?

Bu muhasebenin acele bir iş olduğunu ise Türkiye’nin kriz sistematiğini görmeyen kavrayamaz… Bir dönemin kapandığını, ve beğenilsin beğenilmesin, Türkiye’nin yakın geleceğinde Kürt barışı, Avrupa’yla entegrasyon, iletişim toplumu, sendikaları kalite çemberlerinde öğütülmüş bir işçi sınıfı olduğunu kabul eden umutsuz bir solculuk gündemdedir elbette. Bu kesim, umutsuzluğun itirafı solculukla çelişeceği için, toplumsal uzlaşmanın, batılılaşmanın, çağdaş kapitalizmin kaçınılmazlığının bir muhalif proje içerisinde harmanlanabileceğini tasarlıyor. Çaba da gösteriyorlar. Bu çabanın artık sol kimliği deforme etmesi değil, solu terketmesi daha büyük olasılıktır.

Sosyalist hareket gerisine düşmeyeceği bir çizgi çekebilmeyi, ne kitleselliğiyle, ne kendini kanıtlamış örgütleriyle, ne toplumun entellektüel süreçleri üzerindeki hegemonyasıyla başardı. Bu zaaflar baki. Ama Türkiye’de bir sol kimlik esas itibariyle kayıtlara geçirilmiştir. Sol kimliğin Avrupai hayallere fit olabileceği günler sol, liberalizmin görkemli yükseliş döneminde, yani aşağı yukarı on yıl geride kaldı.

Muhasebe acil ihtiyaçtır, çünkü sol, toplumsal-siyasal krizin yeniden biçimlenmekte olduğu bir konjonktürü iç süreçlerle geçirme lüksüne sahip değildir.

O halde solda bir muhasebenin ögelerine geçebiliriz:

(1) Kent yoksullarının öne çıktığı bir dönem ve model kapanmıştır. Sosyalist hareket örgütsel ve sektörel açılımlarını kent yoksulu emekçilerin belirlenimindeki alanlardan kurtarmalıdır. Devrimci demokrasinin varoşlarda boğulmasının fotoğrafı işsiz gençlere indirgenen, yaş ortalaması dramatik biçimde düşen, bunlarla paralel olarak yakın toplumsal çevresinde dahi etkinliği azalan örgütlerdir. Ciddi bir devrimci hareketin herhalde daha ciddi toplumsal kesimleri baz alması beklenir.

(2) Devrimci demokrasi bu dönemin kapandığını kabul etmeli ve yeniden işçi sınıfı kültürüne yakınlaşma sürecine girmelidir. Sosyalist hareketle bu sol kesimler arasındaki iletişimin içeriksizleşen yakın dönemine son verilmelidir.9

(3) Kürt hareketinin de bir özgün “formu”, yolun sonuna gelmiş bulunuyor. Bu özgün formun sorgulanması gereken siyasal içerik boyutuna, arada ve başka çalışmalarda bol bol değinmiş bulunuyoruz. Ancak sorgulamanın ya da eleştirinin bizim tarafımızdan yapılması yeterli değil. Kürt ve Türk marksistleri hangi örgütsel pozisyonlara sahip olurlarsa olsunlar, birlikte bazı sorulara yanıt üretmekle yükümlüdürler:

* Emperyalizmin yönelimleri, Ortadoğu’daki karşılıkları ve Kürt dinamiğinin somut gelecek kurgusu;

* Sınıfsal ve ulusal dinamikler arasında oluşan mesafenin yarattığı fatura;

* Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve Ortadoğu somutluğunda bu hakkın sosyalist siyasetle nasıl bağdaştırılacağı;

* Kürt dinamiğinin Türkiye sınıflar mücadelesinde hangi fonksiyonlara sahip olabileceği ve yapısal/tarihsel sınırları;

* Kürt dinamiğinin Türkiye’de burjuva ideolojileriyle etkileşimi;

* Sosyalist hareketin bir ulusal dinamikle genel olarak etkileşiminin formu ve somut olarak Türkiye işçi sınıfı ile Kürt toplumu arasındaki ilişkinin tarihsel referansları;

* Bu çerçevede kemalist/devletçi ögeler ile sosyalist/kamucu perspektifin Kürt emekçileriyle sol arasındaki ilişkiye yansımaları;

* Türkiye sosyalist devriminin Kürt devrimci dinamiğini kapsayacak biçimde yeniden kurgulanması;

* Bu çerçevede son deneyimin yabancılaştırıcı enternasyonalizm anlayışının eleştirisi;

* Giderek ayrı-ortak örgütlenme sorunsalı;

* Hatta sosyalist cumhuriyetimizin ulusal soruna somut olarak hangi formüllerle yaklaşacağı…

(4) Solda diğer siyasal açılımlar ve örgütsel denemeler de bu toplu muhasebenin gündemine girmek zorundadır. Öncelikle iki önemli açılımla ve arka planlarındaki ideolojik bulaşıklıklarla nihai bir hesaplaşmaya girmek gereklidir. Adlı adınca EMEP açılımı sendikalist/uvriyerist, ÖDP açılımı sol-liberal/popülist bulaşıklıkları açısından otopsi masasına yatırılmayı bekliyor. Burada sözünü ettiğim bir üst soyutlama düzeyine ait ve -geçerliliği değilse de- güncelliği zayıflayan demokratik devrim-sosyalist devrim stratejilerinin yeniden tokuşturulması değil. Kastettiğim daha somut ve Türkiye’ye değen bir tartışma.10

(5) Bu denemelerin siyaset tarzı başlı başına önem taşıyor. Bir kere, sosyalizmden “az söz edildiğinde” toplumsallaşma kanallarının kolayca açılacağının bir ham hayal olduğu deneyle sabittir. Hiçbir kestirimin sağlayamayacağı verileri 18 Nisan 99 seçimleri herkesin önüne koymuş bulunuyor. Gevşek sol söylemlerle, köşeli bir sosyalizm ısrarı arasında toplumsallaşma açısından anlamlı bir nicelik farkı mevcut değildir.

Bu tartışmada, bir sosyalizm “ısrarcısı” olarak, geçtiğimiz yılların sıcaklığından belli ölçülerde arınmanın mümkün olacağı kanısındayım. Yer yer sertleşebilen sol içi polemiklerin bir muhasebenin önünü kapatmamasını gözetmek basit bir olgunluk konusudur. Herşeyden önce bu muhasebe, sol içi öznel tecrit duvarlarına çarpıp etkisini azaltmamalıdır.

Bu yalnızca bir üslup meselesi de değil. Yakın geçmiş, uvriyerist ve sol-liberal bulaşıklığıyla malul girişimlerin, özellikle de ÖDP’nin dağınık ve umuda hasret kalmış sol insan birikimi için bir tutunma mevzisi sunduğunu da gösterdi.11 Sol-liberal etkiler Türkiye siyasal kültürüne yerleştirilmesi gereken sosyalist kimlik karşısında boğucu, likidasyoncu bir etkiye sahipti. Ancak bu etki bertaraf edilmiş ve önemi bir ölçüde azalmıştır. Diğer boyut, sol birikim için tutunma mevzisi fonksiyonu ise, kanımca işini görmüştür. Abartılmamalıdır, çünkü ÖDP içerisinden gelen bir ses bu “tutunma mevzisinin” 20-25 binlik toplama ve 1000-1500 arası aktif üyeye denk düştüğünü söylemektedir.12

(6) Aynı konuyla bağlı olmakla birlikte, örgüt modeli ayrıca maddeleştirilmeyi hak ediyor. Hizipli, çok-sesli, kanatlı… ne ad verilirse verilsin solun geleneksel örgüt modelinin dışında bir deneyim yaşandı. Komintern yılları eskilerde kaldığından mıdır, yoksa glasnostçu ya da yeni-solcu eleştiriler mevzi kazandığı için mi, bilinmez; ama kesin olan bazı kritik köşe taşlarının yitirildiğidir.

1990’lara girilirken eski KP’lerin isim değiştirmesi, bazı örneklerde farklı sol geleneklerin biraraya gelmeleriyle yeni bir örgütsel model kuruldu. Ancak temel örgüt modellerinin herbiri ayrı bir içeriğe denk düşer. Yani sorun mücadelenin biçimiyle değil, doğrudan içeriğiyle ilgili. Yeni model işçi sınıfı partisi esasını terkediyordu. Yerine konan, toplumsal hareketlerin ya da muhalefet dinamiklerinin birlikteliği, hatta sivil toplumun örgütlenmesiydi. Bu yaklaşım işçi sınıfı hareketini, karşılaştırmalı önem derecelendirmesinden bağımsız olarak diğer toplumsal hareketlerle aynı düzleme koymaktadır.

Yanlış anlaşılmasın; burada benim karşı çıkışım, çevre, kadın, gençlik, eşcinsel hareketlerinin örgütlenmesi, hatta bunların siyasal örgütlülüğe yönelmeleri değil. Ben, işçi sınıfı örgütlenmesinin bunlardan biri olmaya indirgenmesinde sorun görüyorum. Bu eşitleme, siyasette sınıf esaslı örgütlenme ve mücadele yaklaşımının, teoride ise toplumun hareketini sınıf mücadelelerinin belirlediği aksiyomunun bir kenara bırakılmasına dayanır. Geleneksel işçi sınıfı partisi yaklaşımının ve buna kaynaklık eden leninist örgüt teorisinin “kitleleri örgütle ikame etmek” eleştirisine maruz kaldığı bilinir. Yeni model işçi sınıfının örgütlülüğünü daha geniş bir halk örgütlenmesi varsayımında eritmektedir.

Bu durumda diğer toplumsal hareketlerle sınıf partisinin ilişkisi de değişime uğrar. Geleneksel yaklaşıma göre, işçi sınıfının, öncü parti aracılığıyla hayata geçirdiği siyasal mücadele, yalnızca sınıfa dair değildir. İşçi sınıfının dünya görüşünün bütün toplumsal sorunlar hakkında söyleyeceği vardır. Marx “egemen sınıf kendi görüşlerini tüm toplumun görüşleri olarak sunar” derken, Lenin “işçi sınıfı partisinin tüm toplumsal kesimler içinde örgütlenmesi” biçiminde buna katkısını koymuştu. Buna göre sosyalizm, işçileri temsilen, kadın sorununa da, çevre sorununa da, ulusal soruna da tarihsel olarak tek gerçek çözümü vaaz ediyordu.

Geleneksel partilerin bu geniş fonksiyonu ne ölçüde yerine getirdikleri başka bir tartışma konusudur. Ancak örneğin barış konusunda uluslararası sosyalist hareketin ideolojik ve fiili öncülüğü geçmişte kurmuş olduğu, herhalde kabul görecektir. Ya da dünyamızda en geniş, kitlesel kadın örgütlerinin işçi sınıfı hareketinin çeperinde kurulduğu unutulmamış olmalıdır.

Tarihsel “pratiğimiz” yeterli görülmeyebilir; ancak burada üzerinde durduğum örgüt modeli. 1990’larda solun kimi kesimleri sınıf eksenli yaklaşımlarla birlikte sınıf partisi fikrinden de kopmuşlardır ve bu kopuş modeli denenmiştir. Başarısızdır.

(7) Son olarak; kimse Türkiye solunda filmi geri sarmaya uğraşmamalıdır. Örneğin Kürt hareketinin 1984-1999 pratiğinin hiçbirşey olmamış gibi sürdürülmesine çıkan yaklaşımı ciddiye almak imkansızdır.

Ya da sosyalizmin kendisini kalıcılaştırmasını sağlayan “kadro dinamiği” döneminin tekrarlanamayacağı görülmelidir. Bugün solun toplamının ihtiyacı kimlik kazanımlarımızın siyasal-toplumsal bir ölçeğe taşınmasıdır. Kurulmuş kadro dinamiğinin yeterli gelip gelmeyeceği bu sıçrama sırasında test edilecektir. Risklidir, ama başka türlüsü mümkün değildir.

Şu anda restorasyon-kriz salınımında bir hegemonya kavgası veriliyor. Restorasyoncu burjuvazinin Kürt cephesinde yaptığı hamleyi takiben 1999 ortalarından bu yana yeni eğilimler gözlemleniyor. Türkiye siyasetinde liberal burjuvazi bir tarihsel mahkumiyeti yeniden deneme arayışında. Denemenin iki unsuru var: Dinci gericiliği siyasal iktidar hedefinden arındırmak ve yedeklemek; Kürt kitlelerini depolitize ederek desteğe almak. Varsayım, kanımca bir süredir çeşitli yerlerde benim de dile getirdiğim 1990’lar krizinin o haliyle kapandığıdır. Kriz bittiğine göre, burjuva özneler yeniden yapılanmaya yönelik cesaret tazeleyebilmektedirler.

Ancak askerlerin içinde bulunduğu bir diğer siyasal elitin böyle bir cephenin inşa edilmesine izin vermemek yönünde ellerinden geleni yapacaklarını da göstermektedir gelişmeler. Öyle ki müdahale imkanlarının korunması adına siyasal gerilimleri olduklarından daha fazla abartmak ve provoke etmek rolü restorasyonculara geçti.13 Bence şu kadarı kesindir: liberal-dinci cephenin Kürt kamuoyunu da kapsayan yeni bir denge yönünde inisiyatifi ele geçirmesi halinde, buradan hızla çok şiddetli bir kriz çıkar. Şu basit nedenle ki, siyasal süreçler birtakım strateji merkezlerinin sentez projeleri doğrultusunda değil, ideolojik, siyasal, kültürel, örgütsel söylem, hedef ve araçlarla hayata geçiyor. Örneğin düzeni tanımlaması tasarlanan bir cephenin dinci gericiliği kapsaması, islami hareketi yeniden iktidar alternatifi haline getirir. Bu anlamda “siyasal islam” ve “inanç olarak islam” ayrıştırması yanılsamadır. İslamcılık güçlendiği ölçüde hem bireylerin inanç dünyasını, hem de siyasal iktidarı fethetmeye yönelecektir.

Daha önce gördüğümüz bu filmin, Türkiye kapitalizminin sarmal yolunu bir kez daha tıkamasından tarihsel olarak kimse kaçamaz.

Solu bu mücadelenin etkisiz elemanı olmaktan çıkartıp, öznesi haline getirebilecek miyiz? İşimiz budur. Ama öncelikle hegemonya mücadelesinde solun pozisyonları derinleştirilmeyi bekliyor. Etkin tarafları arasında yer almadığımız saflaşmada her iki tarafın kapitalist sömürünün şiddetlenerek devamından, emek örgütlülüğünün yokedilmesinden, Avrupa ile entegrasyondan, ABD eksenine sabitlenmekten yana olduklarından kuşku duyulmasın. Solun sivil toplumculuk ile militer restorasyonculuk, ya da dini liboşlukla faşizan jakobenlik “taraflarında” bezi olamaz.

Ancak Türk-Kürt solu, bir, liberal-islamcı tarafın inisiyatifine, ardından kemalist ataklara eklemlenmekten çıkamıyor. Muhasebemiz ya bu kişiliksizliğe, ya da kişiliksizlerin solcu sayılmalarına son vermelidir. Başkalarının sofrasına meze değil, ama sosyalizm yönünde bir kriz dinamiği haline gelmenin güncel adımı böyle tarif edilebilir.

 

Dipnotlar

  1. Ernest MANDEL; “Introduction” Capital içinde;(Karl Marx; Vol.1 Penguin Books Londra 1982) ss. 83-84
  2. Korkut BORATAV; Sosyalist Planlamada Gelişmeler; Savaş yay. Ankara 1982; s.36
  3. 1920’lerin sonlarında Sovyetler Birliği’nde iki komünist aydın ve yöneticinin, Buharin’in makası daraltmayı, Preobrajenksiy’in ise tersine açmayı savundukları bir tartışma yaşandı. Buharin’in mujiklerin çıkarlarına sözcülük ettiği yorumu bu saflaşmada somutlandı. Trotskiy bağlantılı Preobrajenskiy için ise işçi-köylü ittifakını yeterince önemsemediği söylendi…
  4. ÖNDER İzzettin; “Cumhuriyet Döneminde Tarım Kesimine Uygulanan Vergi Politikası”; Türkiye’de Tarımsal Yapılar 1923-2000 (der.Şevket Pamuk-Zafer Toprak) içinde; Yurt yay. Ağustos 1988; s.133
  5. BORATAV; Türkiye İktisat Tarihi 1908-1985; Gerçek Yay. Şubat 1988 istanbul; s.75
  6. BORATAV; Türkiye İktisat Tarihi; s.76
  7. KEYDER Çağlar; “İktisadi Gelişme ve Bunalım: 1950-80” Geçiş Sürecinde Türkiye (der.Irvin Cemil Schick -Ertuğrul Ahmet Tonak) içinde; Belge yay. İstanbul Aralık 1990; s.311
  8. Mesut Yılmaz Ekim sonlarında Başsavcı Vural Savaş’ın okuduğu restorasyon manifestosuna tepki verirken, “kimden korkuluyor” diye soruyordu, “Anayasa Mahkemesi’nin kapattığı bir partiden mi? İmralı’daki Apo’dan mı!”
  9. Böyle bir dönem solun darbenin şokundan çıktığı 1980’ler ortalarından başlayarak yaşanmıştır. Canlanan ve yükselişe geçen işçi sendikaları hareketine devrimci demokratlar da yöneldi. Kamu emekçileri sendikalarında devrimci demokrat kadrolar ciddi ağırlık oluşturdu… Bu yönelimin elbette tamamı pozitif sayılamaz. Kimi devrimci demokrat çevreler, geç keşfettikleri proletarya karşısında uvriyerizmden başka yaklaşım geliştiremediler. Yeni solcu motifler acele işçi sınıfının kendiliğinden gücüne tapınmayla birleşti… Sonra belli bir niceliğe sahip devrimci demokrat hareketler açısından herşey varoşlarda unutuldu.
  10. Devrimci demokrasi ve bu arada Kürt hareketi, yıllar yılı MDD-SD tartışmasını pratik açıdan faydalı saymadı. Ancak şimdi “Demokratik Cumhuriyet” projesinin devrimci kadroları ikna edebilmesi için “demokratik devrim” ile özdeş olduğu söylenmekte.
  11. ÖDP içerisinde herhangi bir “gruba” bağlı olanlar toplam üye sayısının %10’u olarak tahmin ediliyor. (ÖDP Ne Yapmalı; Sosyalist Politika broşürü; s.16) Ne kadarının geçmişten devrolan, ne kadarının yeni kuşakları ifade ettiğini bilmiyorum, ama bu bilgi eksiğine karşın, bu partinin 1980 sonrasında örgütsüzleşen kesimlere çatı olduğu söylenebilir.
  12. ÖDP Ne Yapmalı broşüründe geçerken söyleniyor: “… yalnızca %5’i aktif 20-25 bin civarı bir üyeyle ortada dolaşan bir ÖDP…” (s.30)
  13. Açık söylemekten yanayım; Kışlalı’nın öldürülmesinde ne İslamcıların bir çıkarı var, ne de Türkiye’nin AB’ye girmesi ya da Baku-Ceyhan bağlantılı dış mihrak spekülasyonlarının bir rasyonalitesi… Uzun süreli yönetim krizi sayesinde iç yapılanması fazlasıyla karmaşıklaşan Türkiye devletinin içinde yönlendirmelere açık odakların sayısı ise çok kabarık olmalı. Kimin nerede ne yaptığı, başka tür araştırmacıların konusudur. Ancak suikast, Sami Selçuk çıkışından beri liberal-islamcı kanada kayan inisiyatifi yeniden restorasyonculara iade etmiştir. Değerlendirmemizde tutulacak halka bu olmalıdır.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×