Türkiye’den Dünyaya Barış: Sorunumuz ve “Sorun”umuz!

Geleneksel soldaki siyasal ve kültürel yayınlarda giderek rahatsızlık vermeye başlayan bir standartlaşma hiç dikkatinizi çekti mi?

Ben rahatsız oluyorum…

Açıkçası sosyalist hareketin sorunları dendiğinde “birlik gerekiyor” cevabından güncel siyaset söz konusu olduğunda “insan haklan ve düşünce özgürlüğü sağlanmalı” önermesinden dünyaya bir göz atıldığında ise “barış ve silahsızlanma mücadelesi yükseliyor” gibi standart yaklaşımlardan rahatsız oluyorum.

Ve Türkiye’de geleneksel sol sınırları içerisinde yer alan çok sayıda sosyalistin de aynı rahatsızlığı paylaştığını biliyorum…

Ama kimileri için bu standartlaşma “yaratıcılığın” ve “reel politiker” tavrın bir göstergesi. Bu nedenle aynı şeyleri yazmakta hiçbir sakınca görmüyorlar. Aynı şeyleri yaza yaza 50 sayıyı aşkın dergi çıkaranlar var. Birbirine çok benzeyen her sayı şu kadar barış şu kadar birlik şu kadar işkence ile dolu “matbu” nesne çıkarıyorlar. Ama görülüyor; bu unla, bu şekerle, helva yapılamıyor yapamıyorlar…

“Birlik”, “insan hakları” ve “barış” önemli olmadığı için değil… Birlik, insan hakları ve barış sorun ve kavramlarını merkeze koyarak sosyalist bir alternatif oluşturmak mümkün olmadığı için…

Gelenek Kitap Dizisi’nde imzası olan yazarlar çokça birlik birazcık barış ve biraz da insan hakları ile Türkiye sosyalist hareketinin sorunlarına çözüm kanalları açabileceklerini hiç düşünmediler. Bu nedenle ve biraz da Türkiye’deki standartlaşmaya tepki duyduklarından kendilerine başka inceleme nesneleri seçtiler. Birlik insan hakları ve barış gibi sorun ve kavramların sosyalist mücadele içerisindeki yerlerini biliyorlardı. Ama…

Ama, sosyalist mücadele çokça şu, biraz da bu değildi… Bu bilinçli seçim, Gelenek Kitap Dizisi’nde standartlaşmış bazı konulara hiç değinilmemesi sonucunu doğurdu. “Tüm demokrasi güçlerinin en geniş birliği” türünden uyku kaçırıcı bir teorik-pratik münasebetsizliğe ilgi gösterilmemesinde mutlaka bir “hayır” vardı…

Peki örneğin “barış” öyle miydi? Tüm insanlığın kaderini ilgilendiren bir soruna kayıtsız kalınabilir miydi?

Kayıtsız kalmak elbette mümkün değil. Ancak, peşinen söylenmeli: Kapitalist ülkelerde mücadele eden sosyalistlerin banş sorununu “tüm insanlığın kaderini ilgilendiren bir üst sorun” olarak görmesi, ona göre davranması oldukça tehlikeli sonuçlara yol açabilecek bir eğilimdir.

Kapitalist ülkelerde sosyalistler kendilerini diplomat, devlet adamı olarak görmek durumunda değillerdir. Kapitalist ülkelerde sosyalistler, kendilerini bir yalın barışsever olarak görmek durumunda hiç değillerdir.

Birçok konu olduğu gibi, sosyalist hareketin “barış” sorununa yaklaşımı, kendi özgün kalkış noktalarına sahiptir ve bu, sınıf mücadelelerinin tam da içinde olan birşeydir.

Kapitalist ülkelerde sosyalistler, diplomat veya devlet adamı rollerine aday olmamalılar…

Bütün dünyadaki ilerici güçlerin üzerindeki nükleer tehlikenin farkındayız. Bu tehditin tartışılır bir yanı yok. Ancak, artık tabulaşmaya başlayan kimi yaklaşım ve hareket tarzlarının burada ve başka yerlerde tartışılması gerekiyor. Gorbaçov ile Reagan arasında imzalanan “orta-menzilli füzelerde indirim yapılması”nı öngören anlaşma vesilesiyle bu tabulara değinmek istiyorum.

Bugün adına batı ittifakı denilen ve NATO ülkeleri ile Japonya ve bazı militarist Asya Afrika ülkelerini kapsayan askeri sistemin kendi varlık nedeni olarak ileri sürdüğü tek bir gerekçe var: Sovyet yayılması…

Başta ABD olmak üzere, tüm batılı ülkelerin Sovyet yayılmasından kasdettikleri sosyalizmin bir sistem olarak yaygınlaşmasıdır. Bugünkü nükleer tehlikenin altında yatan, emperyalist ülkelerin bu korkusudur.

Ağızlara sakız yapılan “Sovyetler, konvansiyonel silahlarda daha üstün” yakınması toplumsal değişimlere karşı duyulan bir korku ve panikten başka birşeyi ifade etmemektedir. Toplumsal değişimin kar- şısına, nükleer savaş tehdidi ile çıkıyorlar.

Bütün bu korkular, tehditler, hiç kuşkusuz bilinen şeyler. Ancak, bu bilinen şeylerden yola çıkıldığında “barış” sorununu tüm insanlığı ilgilendiren bir üst sorun olarak görmenin pek de fazla anlamlı olmadığı ortaya çıkıyor. Biraz daha açalım…

1973 sonrasında kendisini kitle ve gençlik örgütleri ile yatay bir yaygınlığa ulaştıran “ilerleme”, bu çıkışı yaptığından itibaren kendi etki alanındaki insan malzemesine ısrarla bir mesaj, ilginç bir mesaj ulaştırmaya çabalıyordu: Emperyalizm Türkiye’nin sistemden kopuşuna izin vermez…

Sosyalizme yönelik perspektif ve programın giderek geri plana itilmesi, hatta şu sıralar sosyalizmin bir sözcük olarak bile anılmaması, bu pesimist ruh halinin, gerici psikolojinin ürünüdür. Nükleer tehlike, sosyalist mücadelenin ertelenmesi, hatta iptal edilmesine gerekçe oluşturmaktadır.

Barıştan başka hiçbir şey söylemeyen, barışın artık değişik sınıfların uzlaşmaz çıkarlarının ötesinde birşey olduğunu iddia edenler kimin ekmeğine yağ sürüyor? Bunun cevabını vermek için çok da zeki olmak gerekmiyor…

Barış, bizim sorunumuzdur. Gezegenimizin daha çok uzun çağlar, insanlığın mutlu ve kollektif üretkenliğine tanık olacağına inanıyoruz. Bu gezegenin yok edilmesine yönelik tehditlere karşı mücadele, kimsenin küçümseyemeyeceği bir görevdir. Ancak bu mücadelenin, tehditin kaynağı olan, yani bu gezegenin daha da üretken ve kollektif bir yaşantıya tanıklık ederek varolmasını istemeyenlere karşı verilen mücadelenin terkedilmesi için bir mazaret olarak kabul edilmesi son derece saçmadır. Sosyalistler, ya topyekün imha, ya da status quo biçiminde iki alternatif ile karşı karşıya değillerdir…

Barış, bizim sorunumuz ve “sorun”umuzdur…

Barış mücadelesi sosyalist hareketin kendi varlığını tartışır hale gelmesine neden olmuştur; bu anlamda “barış” ve “barış mücadelesi” ne ilişkin tabuların üzerine gitmek gerekir. Barışın “sorun” olmaması için…

En başta, daha önce de belirttiğim gibi, kapitalist ülkelerdeki sosyalistler, kendilerini bir diplomat, ya da devlet adamı gibi görme eğiliminden vazgeçmelidirler. Birinci tabu budur. Sosyalist devletlerin sorumlu yöneticilerinin savaş ve barış sorunları hakkında attıkları adımlar tamamen devletlerarası ilişkilerin içerisinde bir yere sahiptir. Bu devletlerarası ilişkilerde sorumlu yöneticilerin, kendi ideolojik ve sınıfsal hareket noktalarından yola çıkmaları ise, hiçbir şeyi değiştirmez!

İkincisi, yani yıkılması gereken ikinci tabu, sosyalistlerin barış mücadelesindeki yerine ilişkindir. Sosyalistlerin, önsel olarak “yaptığımız herşeyi en iyi biz yaparız” gibisinden bir gurur veya güvence ile hareket etmelerinde belki bir sakınca yoktur. Ancak bu konuda da bazı şeyleri bilmekte yarar vardır. Barışçı mücadele bugün popüler bir kitle tabanına kesinlikle sahiptir. Belki Türkiye’de bu kitle tabanını üreten dinamikler yok ama, özellikle Batı Avrupa’da, genel olarak “solcu” bile denilemeyecek yüzbinlerce insanın barışçı gösterilere, direnişlere katıldıkları hatırlanmalıdır. Kısacası, tek ve kendi başına alındığında barış mücadelesi, “daha güzel bir dünya” için mücadele eden ve barış sorununa bu mücadele içerisinden yaklaşan sosyalistlerden daha çok, barışı soyut bir “silâhsız dünya” hedefi içerisinden ele alan barışçı güçlerin sahiplenebileceği bir şeydir. Sosyalistlerin “biz daha çok barışçıyız” gibilerinden bir kompleksli tutuma girmemeleri için birçok neden vardır.

Üçüncüsü, Gorbaçov-Reagan görüşmesi ile bir kez daha kanıtlandığı gibi, silâhsızlanma konusunda atılan adımlar, ne kadar önemli olursa olsun kitlesel barış mücadelesinin değil sosyalist ülkelerin inatçı çabalarının ürünüdür. Kitlesel barış mücadelesinin önem ve gerekliliğini küçümsemeden şu söylenmelidir: Kitle imha silâhları bugün her iki sistemde de karar mekanizmalarının en üst kademelerince plânlanan, üretimleri son derece sınırlı bir toplumsallık içeren silâhlardır. Batılı ülkelerde, etkinliği zaman zaman şaşırtıcı boyutlara ulaşan barış mücadelesi, bu karar mekanizmaları üzerinde önemli bir baskı gücüne sahip olamaz. NATO ittifakı, silâhlanma ile ilgili sorunların tek tek ülkelerin burjuva demokrat siyasal yapılarının bünyesinde tartışılmasına bile izin vermeyen örgütlenme biçimine sahiptir. Pershing ve Cruise füzelerinin Avrupa’ya yerleştirilmesi, bütün gösteri ve direnişlere rağmen, bu nedenle mümkün olmuştur. Sonuçta, bütün barış yanlısı güç- ler, bu yeni kitle imha silâhlarını sineye çekmek zorunda kalmışlardır.

Bugün bu silâhların yerlerinden sökülüp imha edilmesi ise, “büyük diplomasi”nin kuralları çerçevesinde gerçekleşme yolundadır. Sorumlu yöneticilerin emperyalist ülkeleri bu anlamda köşeye sıkıştırması, herhangi bir kitlesel barış gösterisinden çok daha anlamlı ve önemlidir. Kırılması gereken bir diğer tabu da işte budur…

Bu gerçek cesaretle vurgulanmalıdır.

Sosyalistler bu gerçekten yararlanmayı öğrenmelidir…

Barış, ancak sosyalist bir dünyada tam anlamıyla gerçek olacak; yani yok olacaktır…