Türkiye’nin Sınırlarını Kim Belirliyor?
Anıl Çınar
Tarih hafızadır. Hafızası olmayan bir toplum tarih yapamaz hale gelir, başarılarını ve hatalarını unutur. Hafızasız toplum kendini tanıyamaz, gücünü ve özgüvenini kaybeder. Devrim, toplumun hafızası üzerine gerçekleştirilen bir mücadelenin de ürünüdür.
Üstelik bunun farkında olanlar yalnızca bizler değiliz. Emperyalizm, suretini en çok “unutmadığını” gösterdiği anlarda hissettirir. Hafızasız bir devlet, “küçük devlet”tir.
4 Temmuz 2003 böyle bir andır.
ABD askerlerinden ve onlara eşlik eden, Talabani’ye bağlı peşmerge güçlerinden oluşan kalabalık bir konvoy, emperyalizmin hiçbir şeyi unutmayacağını ispat etmek üzere bir operasyon için görevlendirilmişti. Irak’ın kuzeyinde, Süleymaniye’de görevli ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı 11 tim üyesi başlarına çuval geçirilerek Kerkük’te cezaevi gibi kullanılan Amerikan üssüne götürülmüştü. Tarihe “Çuval Olayı” olarak geçen bu operasyonun ABD’nin Bağımsızlık Günü’ne denk gelmesi tesadüf değildi. Atlantiğin öte yanında ABD’li yetkililer tatildeydi, telefonlara yanıt veremiyorlardı. Atlantiğin bu yanında devletin tepesinde neredeyse istisnasız bir “soğukkanlılık” mevcuttu.
ABD 1 Mart Tezkeresi’ni unutmadığını gösteriyordu.
Türkiye Çuval Olayı’nın intikamını Kurtlar Vadisi filmi çekerek alabilmişti. ABD ise “oyun bitmedi” diyecekti. Henri Barkey’in “orduyu sıkı kafese aldık” müjdesine uygun biçimde Balyoz davaları gerçekleştirildi. AKP hükümetinin yüzü artık kızarmayacaktı, Fethullahçılar ABD-AKP ortaklığının çizdiği projeyi inşa ediyorlardı.
Unutulan yalnızca bunlar değildi. Türkiye’nin Irak üzerindeki heveslerinin nasıl “yol kazalarına” sebebiyet verdiği de unutulmak zorundaydı. Bunun sınıfsal bir nedeni vardı. Kabına sığmayan ve sınırlarıyla tatmin olmayan Türkiye kapitalizmi için unutmak sınıfsal bir zorunluluktu. Türkiye sermayesi daha da güçlenmek için ne zaman bir olanak görse, utandırıcı geçmişinden de sıyrılmak isteyecekti. Özal’dan Erdoğan’a değişen çok şey vardı, ama bir yandan da yoktu: Emperyal oyunun başına her seferinde aynı büyük heveslerle oturmak gerekiyordu.
Bugünlerin esas konusu yeni “açılım süreci” gibi gözüküyor. Türkiye’nin hamilik yaptığı, Barzaniciliğin çatısını ördüğü bir bölgesel açılımın Kürt sorununu çözeceği iddia ediliyor. Deniyor ki bu meseleyi “Türkiye’yi büyüterek çözeceğiz”.
Oysa ki meselenin özü Kürt sorunu değil. Asıl sorun Türkiye kapitalizminin bölgeye bakınca ne gördüğü ve ne görmek istemediğidir. Yani zorunlu körlüğü, hafızasızlığı… Bundan böyle Kürt sorunu demek Yeni Osmanlı sorunu demektir ve Yeni Osmanlı’yı tartışmadan olan biteni anlamak da mümkün değildir.
Yeni Osmanlı “unutmadığını” iddia etmektedir. Bugün ABD’nin, İngilizlerin ve Fransızların burnunu soktuğu “Orta Doğu” bir zamanlar Osmanlıdır, “merkez Afro-Avrasya”dır. Osmanlı buraları vermek zorunda kalmış ve sonunda hiç istemediği sınırlara hapsedilmiştir. Yüz yıllık buzlar çözülmekte ve yeni bir harita ortaya çıkmaktadır. Zaman Yeni Osmanlının zamanıdır.
O halde Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarının nasıl çizildiği, Misak-ı Milli’nin ne anlama geldiği ve bunların arkasındaki devrimci iradenin dünyaya nasıl baktığı unutulmalıdır… Tıpkı 4 Temmuz 2003’te yaşananların ne anlama geldiğinin unutulmasında olduğu gibi bu zorunlu hafıza kaybı Türkiye kapitalizminin bir semptomudur.
Türkiye kapitalizmi zaaflarının acısıyla ihtiraslarının zevkini birleştirmiş, esriyerek unutmuş, ve arada kalmışlığını bir geleneğe dönüştürmüştür.
Türkiye’nin arada kalmışlığı bir fırsattır.
Cumhuriyetin Sınırları Nereden Geçmelidir?
Türkiye ilk defa yaşamıyor arada kalmışlığı.
Üç dönemeci ayırt edebiliyoruz: Cumhuriyet’in kuruluşu, 2. Savaş sonrası ve Sovyetler Birliği’nin çözülüşü.
Her biri emperyalizmin reflekslerini görebilmek açısından ipuçları sunuyor. Öncelikle şunu söylemek gerekiyor: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu emperyalistler açısından istenmeyen bir gelişmedir. “Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları nereden geçmelidir?” sorusuna yanıt vermeden önce bu tarihsel gerçek iyi anlaşılmalıdır.
1. Savaşın sonunda emperyalist devletlerin hiç istemediği bir tablo ortaya çıkmıştır. Bolşevikler Rusya’da iktidarı ele geçirmiş, Anadolu’da bağımsızlık için mücadele eden devrimci bir hareket yükselmiş, gizli anlaşmaları çöpe atacak bir “harita” ortaya çıkmıştır. İki devrimci iktidar birbirine alan açarak İngiliz emperyalizmi başta olmak üzere emperyalist devletleri eski sömürgelerinden uzaklaştırmaya başlamıştır.
Emperyalistlerin kafasındaki plan Sevr planıdır. Anadolu’da küçük bir sömürge devleti öngören 433 maddelik bu anlaşma emperyalist devletlerin oldu bittisinden öte bir anlam taşımıştır. Osmanlı delegasyonunun da imzasını taşıyan Sevr basbayağı bir çaresizlik ilanıdır. Bu çaresizlik ile 1920 dönemecinde ortaya çıkan irade arasındaki kontrast ciddiye alınmalıdır.
Kurtuluş Savaşı’nı “bir devlet operasyonu” olarak ele alanların görmek istemediği bir gerçek orta yerde durmaktadır. Hangi devletten ve hangi devletin operasyonundan bahsedilmektedir? Sevr yalnızca bir dayatma olmamıştır. Sevr Anlaşması’nın imzalanması basbayağı bir devlet politikası olmuştur, Osmanlı Devleti’nin politikası. Nitekim imza için gönderilen üç kişilik delegasyon açık bir stratejinin ürünü olarak imza masasına yollanmıştır. Strateji şudur: Anadolu’daki isyan bastırılabilirse, Sevr kazasız belasız imzalanabilirse Damat Ferit’in deyimiyle belki bir “ümit kapısı” aralanacaktır. Ümit kapısı dedikleri şey, Sevr şartlarının ileride yumuşatılma ihtimalidir.
Sevr iki stratejiye izin vermektedir. Birincisi, padişahın onayıyla hayata geçirilmeye çalışılan boyun eğme ve ümit etme stratejisidir. Bu, resmi devlet stratejisidir. İkincisiyse, emperyalist devletlerin “ya imzalarsınız ya da işgal ederiz” tehdidine bir kurtuluş savaşıyla yanıt vermektir. Bu da devrimci stratejidir, olmayabilecek olanı oldurtmaktır.
Biri İstanbul ve diğeri Ankara’yı merkez alan iki karşıt hareket, Türkiye’nin sınırlarını ve dolayısıyla Misak-ı Milli tartışmasını anlamanın tek yoludur. Çünkü Misak-ı Milli ya da “Ulusal Pakt” bir cetvel-gönye çalışması hiçbir zaman olmamıştır.
Emperyalistler Türkiye’nin temsilcisi olarak İstanbul’u görmek ister. Ankara’nın uluslararası alandaki destekçisiyse Bolşeviklerdir. Ankara, “Türkiye’nin sınırlarını kim belirleyecek?” sorusuna “ben” yanıtını vermek için uğraşmaktadır. Dönemin Misak-ı Milli tartışmaları tam olarak bu “arada kalmışlığın” ürünü olarak gerçekleştirilir.
Misak-ı Milli ne kadar önemli bir belgedir? Bu sorunun yanıtı “Ankara”ya bakarak anlaşılabilir, İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’a bakarak değil. Bilindiği gibi, Mustafa Kemal Müdafaa-i Hukukçularin belli bir ağırlığının olduğu son Osmanli Meclisinde başkan olmak istemiştir. Amaç, Anadolu’da toplanacak olan Meclisin de meşruluğunu güçlendirmektir. Yani Mustafa Kemal’in Meclis-i Mebusan’da bir grup kurarak bunu dünyaya göstermek istediği ve başarısızlıkla sonuçlanan o kısa aralık bir kenara bırakılırsa “İstanbul’un Misak-ı Millisi” önemsiz bir belgedir, tarihte bir ayrıntıdır. Nitekim bu belgeye ne İngilizler ne de Fransızlar ilgi göstermiştir. Emperyalistler açısından önemli konu Ankara’nın güçlenmesi ve Ankara’nın Türkiye’nin geleceğine bakış açısıdır. Demek ki “Ankara’nın Misak-ı Millisi” ise bir belge olarak değil, arkasındaki irade açısından son derece önemlidir.1
Bu iradenin ne olduğunu Ankara’da Misak-ı Milli’nin tartışıldığı, Fransa ile yapılan Ankara Anlaşması’nın ele alındığı 16 Ekim 1921 tarihli gizli oturumda görmek mümkündür. Öyle ki Büyük Millet Meclisi’nde Ankara Anlaşması’nda belirlenen sınırlara itirazlar gelmiş, Anlaşma’nın Misak-ı Milli sınırlarına uymadığı söylenmiştir. Mustafa Kemal’in yanıtı “Hattı mütareke nedir, var mıdır böyle bir hat? Yoktur.” şeklinde olmuştur. Türkiye’nin sınırları aslen bir ilke tarafından belirlenmektedir: “Yurtta barış, dünyada barış” Ankara’daki devrimci iktidar bağımsız bir ülke yaratmaya çalışmakta ve bu doğrultuda kendi egemenlik haklarını korumakta, başkalarının egemenlik haklarını da gözetmektir.
Bunun ötesindeki bir Misak-ı Milli tartışmasının bugün tek bir amacı bulunabiliyor. Yeni Osmanlıcılığa meşruiyet kazandırmak.
Buna Abdullah Öcalan’ın, “ilk açılım süreci” sırasında 2013’te masaya koyduğu “Öcalan Misak-ı Millisi” de dahildir. Öcalan Misak-ı Milli’nin Güney Kürdistan’ı içerdiğini belirtmiş, Türkiye’nin kapsayıcılığı ve nüfuzuyla istenilen sınırlara erişebileceğini ima etmişti. Misak-ı Milli’nin Musul Vilayeti, Öcalan’ın Güney Kürdistan’ı veya bugünkü resmi deyişle Irak’ın, Suriye’nin Kuzeyi… Aslında Türkiye kapitalizmi bugün ilk denemede yapamadığını ikincisinde gerçekleştirmekte, “Türk sağı” ile “Kürt sağı”nı Yeni Osmanlıcılık formülünün son sürümünde ortaklaştırmaktadır.
“Türkiye büyümezse küçülür” tezinin bir dönem emperyalist planlara ve özellikle de İsrail’e karşı ortaya atılmasının (en iyi ihtimalle) nasıl bir talihsizlik olduğunuysa Yeni Osmanlıcılığın bu tez sayesinde kendine açtığı meşruiyet alanına bakınca anlayabiliyoruz.
Türkiye kapitalizmi kendi arada kalmışlığını bölgenin dinamiklerine ve aktörlerin üzerine yükleyebilmek konusunda son derece maharetli davranabilmektedir artık. “Türkiye kendi güvenliğini güvenceye almaktadır”, “Türkiye İsrail’e karşı önlem almaktadır”, “Bugün biz yapmazsak yarın onlar yapacak” argümanlarının hepsi söz konusu arada kalmışlığı motivasyon edinmektedir.
Türkiye’nin ilk devrimci iktidarı bu bölgede karmaşanın bitmeyeceğini, emperyalizmde oyunun tükenmeyeceğini, “oyuna dahil olmanın” sadece bölgeyi değil Türkiye’nin sınırlarını da ateş atmak anlamına geleceğini bilecek kadar hafıza sahibiydiler. Ama zaten böyle bir hafızaya sahip olabilmek için de devrimci bir perspektif gerekiyordu.
Şu elbette söylenebilir: Türkiye en azından 80 yıldır o perspektiften yoksundur ama Türkiye’nin sınırları daha önce hiç bu kadar ve bu cesaretle tartışılmamıştır.
Aslında bu bizi saydığımız üç dönemecin diğer ikisine, 2. Savaş sonrasına ve Sovyetler Birliği’nin çözülüşüne daha yakından bakmaya yöneltiyor.
Emperyalist Kartografya
İngiliz emperyalizminin Orta Doğu’ya nasıl yeniden yerleşmekte olduğunu konuşuyoruz. İngilizler “biz zaten hep buradaydık” dercesine ve “Global Britanya” politikasının işlediğini kanıtlarcasına Ukrayna’da ve sonrasında Suriye’de boy gösteriyor.
Peki Ukrayna’da tam olarak ne gerçekleşiyordu? Brexit ile atılan adımın sonrasında, ABD ile İngiltere arasındaki bir görev dağılımına mı yoksa İngiltere’nin bazen ABD’ye rağmen ısrarına mı tanıklık ediyorduk? Muhtemelen ikisi de… Öte yandan bir şeyden emindik. 1953 İran ve 1956 Süveyş krizi sonrasında ABD’ye devredilen emperyalist burnu büyüklük yeniden İngiliz kumaşıyla sahne alıyordu. İngiltere Ukrayna’da o eski Avrupa siyasetini yeniden hortlatmakta olduğunu hissettirmiyordu yalnızca. Avrupa’nın doğusu üzerinden, ve bu sefer Rus bayrağına sarılı olarak, 1. ve 2. savaşta atmak zorunda kaldığı geri adımların intikamını alıyor gibiydi.
Emperyalistler unutmuyor. Ve bunun da iyi anlaşılması gerekiyor. Nasıl bugünün Osmanlıcıları geçmişin hayaliyle enerji bulup sarhoş oluyorlarsa, ilk emperyalistlerin dünyaya hükmettikleri anı aramaktan hiç vazgeçmeyeceklerini de bizim unutmamamız gerekiyor.
Bunun ilk çarpıcı örneği Yugoslavya’dır.
1990’lara adım atıldığında Sovyetler Birliği çözülmektedir. Sovyetlerin olmadığı bir dünyada büyük devlete olan ihtiyaç ortadan kalkmıştır. Emperyalizm 90’larla birlikte adeta ikinci doğumunu yaşamış gibidir. Yüz yıl öncesinin defterlerini yeniden açabilecek hafızaya sahiptir. Balkanizasyon yeniden başlamıştır. Yugoslavya etnik ve dinsel olarak önce “federalize” edilir. Ama bu yetmez. Avrupa’nın içindeki bir sosyalist ülke 90’lar boyunca ibreti alem olsun diye savaş alanına çevrilir. 90’ların sonunda Yugoslavya’dan geriye kalan bombalandığında sahnede bütün “büyük güçler” vardır. Yeltsin’in suretinde uyuşmuş bir Rusya olan bitene seyirci kalmak üzeredir. Clinton’ın suretinde ellerini ovuşturan emperyalizmse NATO güçleriyle birlikte Yugoslavya’yı yerle bir etmektedir.
Plan oldukça bilindik ve metodolojik bir şekilde hayata geçirilmiştir. Yugoslavya önce federatif bir yapıya dönüştürülür ve Balkanize edilir. Daha sonrasında, başka Yugoslavyaların da gelmekte olduğunu haber verircesine Avrupa savaş ve göçle, etnik ve dinsel kavgalarla tanıştırılır. Nitekim Irak ikinci bir Yugoslavya, Suriye ise ikinci bir Irak olacaktır.
Burada anlaşılması gereken şudur. Emperyalist dünya 1. Savaş sonrasında ortaya çıkarak bütün hesapları altüst eden ve 2. Savaş sonrasında dünyaya damga vuran sosyalizmin dünya haritasına neler yaptığını hiçbir zaman unutmamıştır. ABD’nin ve İngiltere’nin 90’lara dek “sınırlara saygı duyması”nın arka planında sosyalizme karşı duvar örmek vardır. Sırası gelince daha detaylı inceleyeceğiz ama örneğin İsrail’in periferi planının ancak 90’lardan sonra tam anlamıyla hayata geçirilmesinin nedeni siyonizmin zayıflığından ziyade sosyalizmin hâlâ bölgeye çekidüzen veriyor olmasıdır.
Rus Devrimi emperyalizmden bağımsızlığını kazanmanın koşullarını yarattığında dünyada bir değişim gerçekleşmiştir. Eski emperyalizm ile yeni emperyalizm yer değiştirmekte, sömürgeci geçmişinin izlerini taşıyan küstah İngiliz emperyalizminin yerini Wilson Prensipleri’ni akıl edebilen ABD emperyalizmi almıştır. Ama ne eski emperyalizm ne de yenisi, sosyalizmden yediği golü unutabilecektir.
90’larla birlikte Balkanizasyonun önündeki bütün engeller ortadan kalkmıştır. Emperyalizmin burnunu tıkayarak içmek zorunda kaldığı üniter devlet hapının çöpe atılma vakti gelmiştir. Dünya emperyalist devletlerin gözünde devasa bir “Balkanlar” gibi gözükmeye başlamıştır bile.
Ne demekti “Balkanlar”?
“Geleneksel Balkanlar”, üç rakip devletin doğrudan müdahaleleriyle şekillenmiş gibiydi. Osmanlı, Avusturya-Macaristan ve Çarlık Rusyası.
Devlet erkanında Osmanlı’nın topraklarının nasıl muhafaza edilebileceği tartışıladursun, gelişmeler hızla “büyük güçler”in müdahale alanına dönmeye başlayacaktı. Balkan Savaşları Osmanlı’nın zayıflığı göstermemişti yalnızca. Osmanlı’nın mevcut haliyle bir geleceğinin olamayacağı da anlaşılmaya başlanmıştı. Almanya Rusya’yla, Fransa ise Avusturya-Macaristan’la karşı karşıya geliyordu. Büyük Britanya’nın Avrupa’nın geneli için kural haline gelmiş bir yaklaşımı vardı, hiçbir büyük güçün ön plana çıkmaması için hepsinin aynı anda ortaya çıkması gerekiyordu. Dolayısıyla zayıf Osmanlı’nın Çanakkale’yi kontrol etmeye devam etmesi tercih ediliyordu.
Emperyalist sistem bir dünya savaşıyla dünyaya gelmenin eşiğindeydi. Avrupa’daki güç dengelerine etki eden ve Bismarck’ın “barut fıçısı” dediği Balkanlar minyatür bir dünya görüntüsü veriyordu. Barut fıçısı 19. yüzyılın sonlarına dek ateşten uzak tutulabilmişti. 1913 yılı bir dönüm noktası olacaktı. 1913 Mart’ının son günlerine doğru ilk Balkan savaşlarında fotoğraf belli olmaya başlamıştı. Edirne’nin Bulgarlar tarafından ele geçirilmesi güç dengelerini savaşan tarafların ötesine taşımış ve Lenin’in deyimiyle sözde “Büyük Güçler”in entrika ve çekişmeleri doğrudan belirleyen olmaya başlamıştı.2
Balkanlar dünyada ele geçirilecek başka toprak parçası kalmadığı veya sınırların yeniden haritalandırılabileceği başka bir bölge olmadığı için odak noktası olmamıştı. Kapitalizm dünyaya doymuş, “büyük satranç tahtası” üç karede geçen hamlelere sıkışmak durumunda kalmıştı. Bu daha sonrası için de bir kural olacaktı. Emperyalizm bir sistemdi, her hamlenin başka hamlelere etki ettiği çözümsüz oyunun seyredeni olmak imkansız hale gelmişti. Dünya, tıpkı uyurgezerlerin doluştuğu bir evde olabileceği gibi sürüklenme aşamasına geçmişti. Balkanları çelişkilerin biriktiği yer haline getiren de buydu.
Balkan halkları pekala bir araya gelebilir, hatta federatif bir yapıda dahi olsa, sorunlarına çözüm bulabilirdi. Feodalizmin kalıntılarından kurtulmak, toprakları gerçek anlamda özgürleştirmekti gerçek çözüm. Halbuki Balkan köylüsünün önündeki asıl engel de buradaydı.
Bugün bize de çok tanıdık gelen iki başlı sorun özgürleşmenin önünde engel oluşturuyordu: Balkan proletaryası zayıftı ve Avrupalı kapitalistlerin bölgeyi kendi haline bırakma gibi bir niyeti hiç yoktu.
Aradan 2 büyük dünya savaşının geçmesi gerekecekti. Sonuçta Balkanların istikrara kavuşabilmesi ancak sosyalizmle mümkün olmuştu. Sovyetler Birliği bir büyük güç olarak ortaya çıkmış ve işçi sınıfı siyaseti dünyanın temel meselesi olmuştu.
90’larla birlikte ikisi de ortadan kalktığında dünyanın bir tür “Balkanlara geri dönüş” yaşamaması için bir neden kalmayacaktı.
Dönüşün kritik uğrağı Irak’ın işgali oldu.
Jeffrey Goldberg, The Atlantic dergisinin “şefi”, 2008 yılında ünlü “Irak’tan Sonra: Yeni Orta Doğu’dan bir rapor ve olası geleceğine dair bir bakış” yazısını yayımladı. Yazı, Irak’ın işgali sonrasında nelerin değiştiğini ve değişimin boyutlarını olanca berraklığıyla anlatıyordu.
Değişim yalnızca 1922 sınırlarının ne kadar kırılgan olduğunu açık etmemişti. Bundan böyle yeni Orta Doğu denilen şey merkeze yerleştirilmeden bir dış politika doktrini geliştirmek de mümkün olmayacaktı. Goldberg’in suretinde bu sefer ABD emperyalizminin küstahlığını görmekteydik.
Goldberg “suçu” biraz da İngiltere ve Fransa’ya atıyor ve “Orta Doğu’nun bir geleceği yoktur” diyen tarihçi David Fromkin’in “Barış’a Son Veren Barış” kitabından alıntı yapıyordu. Orta Doğu bugünkü haline hem Avrupa güçlerinin onu yeniden şekillendirmeye girişmesi hem de İngiltere ve Fransa’nın kurdukları hanedanların, devletlerin ve siyasi sistemin kalıcılıktan uzak olması nedeniyle gelmişti. ABD’nin 11 Eylül sonrasında bölgeye müdahalesi Orta Doğu’nun mevcut haritasının ne kadar yapay ve ne kadar zayıf bir şekilde inşa edildiğini ortaya koymuştu, o kadar…
O gün gelince Akdeniz ile Fırat Nehri arasında kaç tane devlet olacaktı? Üç mü? Dört mü? Beş mi? Altı mı?
“Tüm devletler insan yapımıdır. Ancak bazıları diğerlerinden daha insan yapımıdır. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, yenilen ve dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun üç eyaletini bir araya getiren, Irak adını benimseyen ve Batı Arabistan’daki Haşimi kabilesinin şanssız bir koluna miras bırakan kişi (Bush’un Oval Ofis’te bir büstünün bulunduğu) Winston Churchill’di. Churchill, Kürtlerin Irak’a zorla dahil edilmesini sonunda en kötü hatalarından biri olarak adlandıracaktı; ancak o zamana kadar bu konuda yapabileceği hiçbir şey yoktu.”3
Bush gerçekten de bir Churchill hayranıydı. 2004’teki bir konuşmasında “o kadar hayranım ki sert bakışlı büstünü Oval Ofis’te tutuyorum, benim her hareketimi izliyor” diyecekti.4 George W. Bush ABD başkanları içerisinde zekasıyla en çok dalga geçilenlerden biriydi ancak sıklıkla doğruları açık ediyordu. ABD, “Churchill’in en kötü hatasından” ders çıkarıyordu. Ve bizim de ders çıkarmamız gerekiyordu; çünkü 1922 sınırlarıyla verilmek istenen mesaj açıktı.
1922 yılında dünya iki önemli anlaşma görmüştü. Biri Sovyet Rusya’yla imzalanan Rapallo, diğeri de daha sonra adına Türkiye Cumhuriyeti diyeceğimiz Ankara iktidarıyla imzalanan Mudanya Anlaşması. Bu iki anlaşma 1. Savaş sonrası sınırların nasıl tayin edileceğini belirlemişti. Rapallo ile birlikte Sovyet Rusya “Sovyetler Birliği”ne dönüşmüş, Mudanya ile birlikte İstanbul Hükümeti, yani Osmanlı artık resmen tarihe karışmış ve Birleşik Krallık, Fransa, İtalya’dan oluşan Avrupalı güçler Türkiye (Cumhuriyeti) Devleti’ni kabul etmek zorunda kalmıştır. Ankara ve Moskova’daki iki devrimci iktidar yeni bir oyun kurmuş ve bölgeyi emperyalistlerden özgürleştirmiştir.
1945’te 1922’den kurtulabileceğini düşünen emperyalistler yanılmış ve sonuçta 1922’nin üzerine daha fazlası eklenmiştir…
Yugoslavya’nın yok edilişiyle birlikte 1945’in dünyasının yok edileceği belliydi. Şimdi söz konusu olan 1922’nin de öncesine dönmektir.
Yeni, Büyük, Genişletilmiş ve Parçalanmış: “Orta Doğu”
“Orta Doğu”, adından da anlaşılabileceği gibi, dönemin Avrupasından bakınca görülen şeyin ismidir. Orta Doğu’dan öncesi “Osmanlı” iken Osmanlı’dan sonrasında içinin nasıl doldurulacağına emperyalistlerin karar verdiği bir koca coğrafyadır.
Orta Doğu’nun sınırları nedir? “Geleceği olmayan” bir coğrafyanın sınırları olabilir mi?
Osmanlı’nın sonrasına ne olacağı sorunu kabaca 1916 Sykes-Picot Anlaşması’ndan başlamıştır. İngiliz ve Fransızların “egemenlik alanlarını” bölüştüğü bu anlaşmaya ilk gerçek itiraz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu olmuştur. Ama bu bir “Osmanlı’nın toprakları benimdir” itirazı değildir.
1. Savaş ve sonrasında ortaya çıkan kısa süreli “maksimalist” pencerenin ne anlama geldiğine tekrar döneceğiz fakat geçerken söylemeden edemeyeceğimiz bir noktanın altını çizerek devam etmeliyiz.
Bu coğrafya eski dille “müstemleke” muamelesi yapmanın sanıldığından daha zor olduğu bir coğrafyadır. Sykes-Picot’nun ne anlama geldiğinin farkına varan, İngilizlere arkasını dönerek Cemal Paşa ile anlaşma yolunu arayan Arap subaylarını, yine İngilizlere karşı Anadolu’nun yanında duran Kürt aşiretlerini düşünün. Sonra “Irak ve Suriye diye bir ülke aslında yoktur” diyen bugünün Osmanlıcılarıyla ABD sözcülerinin nasıl ortaklaştığını… Bu noktada Misak-ı Milli’nin hiçbir kıymeti yoktur. Önemli olan emperyalizme karşı bu coğrafyayı tutma iradesi gösterenlerin önünün nasıl açılacağıdır. Mustafa Kemal’in o dönemki yaklaşımı da bununla uyumludur. Ama Wilson Prensipleri’nde kendini gösterdiği şekliyle, ama Sovyet Rusya’nın yarattığı yeni dünya nedeniyle…
Bu coğrafyaya istikrar getiren her girişim emperyalizmi karşısına almış, kaos çıkaran her girişim de emperyalizmle işbirliğinin sonucunda gerçekleştirilmiştir.
ABD’yi yönetenler tam olarak ne zaman karar vermişlerdir Irak’ın işgaline? Bir yoruma göre 2000’lerin ilk anlarında ne Bush ne de Condoleezza Rice Irak’ın zor yoluyla dize getirilmesine sıcak bakmaktadır. Hatta Rice, Foreign Affairs’a yazdığı makalede “panik yapmaya gerek yok” bile demektedir. Kamuoyunun dizayn edilmesi gerektiği açıktır ve bunu sağlayan da 11 Eylül olmuştur, burası doğru. 11 Eylül bugünkü yeni Orta Doğu’nun ilk adımı gibi gözükmektedir. Işid’i yaratan ve mobilize güçle Sykes-Picot sınırlarının darmadağın edilmesini sağlayan müdahalenin başlangıcıdır 11 Eylül.
Bugün biliyoruz ki asıl mesele Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ve çöküşüydü. Irak’ın ve Suriye’nin sınırlarının bir devlete dönüşmesini sağlayan adım 1922’ydi belki ama Irak’ta, Suriye’de ve hatta İran’da krallarla birlikte ABD, İngiltere, Fransa üçlüsünü de oyunun dışına itme cüretini gösteren asıl güç Sovyet sosyalizminin verdiği güvenle hareket etmişti. Churchill’in Irak’ı umutsuz vaka olarak görmesi krallarla ve aşiretlerle ne yapacağı konusunda umutsuz olmasından değildi. Umutsuzluk Churchill’in Sovyet tehdidinin ne anlama geldiğini emperyalist dünya içerisinde en iyi bilenlerden birisi olmasındaydı.
Bu bir hafızaydı, başka bir deyişle, emperyalistlerin çekirdek belleğini veya çekirdek anısını şekillendiren en önemli gelişmeydi.
Dolayısıyla, takvimde daha geriye gitmek durumundayız, büyük uzlaşma anına.
1988’in Aralık ayında Garbaçov, Reagan ve baba Bush’tan oluşan üçlü New York’un “Governors Island” olarak anılan adacığında bir araya geldiğinde, ve geleceği birlikte nasıl inşa edeceklerini istişare ederlerken, Garbaçov’un ağzından dökülen arkadaşlık sözcüklerinin emperyalistlerin bu çekirdek anısını nasıl okşadığını anlamalıydık.
’89 itibariyle sosyalist dünya yokuş aşağı ilerlemekteydi. Soğuk Savaş’ın sonuna gelinmiş ve “Sovyetleri çevreleme” politikasına ne olacağı gibi bir sorun ortaya çıkmıştı. Kimileri 1990’ları kayıp yıllar olarak adlandıracaktı. Halbuki 90’lar emperyalizme ne yapmakta olduğunu hatırlatan kritik bir dönemeç olmuştu. Sosyalizm yeniden, bu sefer yokluğuyla imdada yetişmişti. Emperyalist kurumsallığın doğumuna neden olan ve onun kodlarına yerleşen Sovyet düşmanlığı yeniden hatırlandı. Bu sefer çevrelenecek bir Sovyetler Birliği yoktu ama parçalanacak ve üzerinde tepinilecek, bütün direnci yok edilecek koca bir dünya vardı.
Bu ne anlama geliyordu?
Saddam Hüseyin, arkasında kanlı bir tarih bırakırken coğrafyaya İslamcılık belasını da hediye etmişti. Öte yandan, idamından hemen önceki yargılamada kulaklara çalınan sözlerine bakıldığında emperyalizmin neye odaklandığını anlamak hiç de zor değildi. Saddam kendisine kararları okuyan hakime “sen kimsin ki beni yargılıyorsun satılmış Amerikan köpeği” diyordu. Saddam “yahudilere attığım füzeler sizi rahatsız etti biliyorum” derken yanılmıyordu.
Emperyalizm kendisine zorluk çıkaran hiçbir “eski Orta Doğu” kalıntısını affetmeyecekti. Yugoslavya’nın devamı gelecekti. Bundan böyle, yüz yıl önce sınırları çizilen yapay devletlere ihtiyaç yoktu. Etnik, dinsel ve mehzepsel olarak küçülebildiği kadar küçülmek gerekti.
Ancak, bir ayrıntı önemliydi. Gerçekten de Irak, İsrail’i bölgede tehdit eden en önemli ülkeydi. Siyonistlerin hafızasında 1991’de Tel Aviv’e ateşlenen Scud füzeleri vardı. Fakat yalnızca bu değildi. Saddam Irak’ın nükleer programını 70’lerin ikinci yarısında Fransızların yardımıyla başlatmıştı. İsrail Irak’ın Osiris reaktörünü yaşamsal bir tehdit kabul ediyordu. 7 Haziran 1981’de düzenlediği ve bugün İran bağlamında dizilere dahi konu olan bir hava saldırısıyla reaktörü vurdu. Operasyon görece İsrail’in “burnunun dikine” gittiği bir müdahale olmuş ancak böylece Orta Doğu’da yeni bir kural da oluşmaya başlamıştı. Bölge İsrail’e tehdit oluşturan hiçbir unsur kalmayana kadar değiştirilecekti.
İsrail Irak’ın parçalanması için çok öncesinden beri mücadele ediyordu fakat ABD’li ağabeyleri için kimseyi “karşı tarafa” atmamak, durduk yere merkezkaç eğilimleri harekete geçirmemek gibi bir öncelik de bulunmaktaydı. Uzunca bir dönem bu hassasiyetle ile İsrail’i Orta Doğu’nun İngiltere’si yapmak gibi bir strateji birlikteliğini korudu. Bu büyük stratejinin son derece önemli bir meyvesi de bulunuyordu: İsrail-Türkiye-İran ittifakı.
Siyonistler bu stratejiye Ben Gurion’dan miras bir biçimde “Periferi Doktrini” diyor. Başbakan David Ben Gurion ve yakın çevresi tarafından 1957-1958’de tasarlanan Periferi Doktrini (torat haperipheria) görünüşe göre hiçbir zaman resmi bir personel belgesinde veya direktifinde yer almamış ve doktrinin kesin kapsamı veya içeriği hiçbir zaman tanımlanmamıştır. Doktrinin en önemli unsuru Türkiye-İran-İsrail üçlüsüydü. Buna Etiyopya ekleniyor ve Kürtler de en önemli başlıklarından birini teşkil ediyordu.5
Periferi’nin, 1950’lerin ortalarında ortaya çıkması önemli bir dönemecin ürünüydü. Özellikle Mossad’ı kuran Reuven Shiloah ve 1950’lerin başından itibaren hem Mossad’a hem de Şin Bet’e (İsrail’in iç istihbaratı ve karşı casusluk servisi) başkanlık eden Iser Harel doktrinin şekillenmesinde ve pratiğinde rol oynamıştı. Esasında bu, İsrail’in 1948-1949 Bağımsızlık Savaşı’ndan ve 1956 Sina harekâtından türetilen bir sonuç veya dersti: İsrail kendisini çevreleyen düşman Arap devletleri çemberini kırmak ve Araplara ilişkin İsrail’in tehdit değerlendirmesini paylaşan devletlerle ve azınlıklarla yakın güvenlik ilişkilerine girmek zorundaydı.
Ancak, bu dönemecin bölgedeki ağırlık merkezini nereye doğru kaydırdığıydı önemli olan. 14 Temmuz 1958’de Irak’ta krallık devrilmişti. Ürdün ve Lübnan’daki huzursuzluk bir veriydi ve 1958 her açıdan Sovyet nüfuzunun arttığını gösteriyordu. İsrail’in Türkiye ve İran ile ittifak kurma planını ABD’ye ve NATO’ya “pazarlaması” hiç olmadığı kadar kolaylaşmıştı. Bundan böyle İsrail’in güvenliği, emperyalizmin güvenliği anlamına gelecekti.
Bununla birlikte, bu gelişme 1956’da gerçekleşen Süveyş Krizi’yle birlikte değerlendirildiğinde anlaşılabilir ancak. Çünkü Süveyş Krizi emperyalistler arası sürtünmeleri, İsrail’in buradaki konumunu ve ABD merkezli bir bölgeye, İsrail-ABD ortaklığına nasıl ilerlenebildiğini de anlatır.
İsrail için 1956 öncesi dünyada Fransızlar ve İngilizler dünyada bağlantı kurulacak en önemli güçlerdir hâlâ. Üç aktörün Ekim 1956’daki Sina/Süveyş harekâtını başlatmadaki işbirliği en iyi bilinen örnektir: Fransa on yıldan fazla bir süre boyunca İsrail ordusunun birincil silah tedarikçisiydi. Etiyopya ile ilk bağlantılar Fransa sayesine kuruldu. Mısır’da Nasır iktidarı Fransa karşıtı Cezayir ayaklanmasına destek verdiğinde Fransa ile İsrail arasındaki istihbarat ve askeri bağların koordinasyonu memnuniyetle yürütülmüştü. Öte yandan İngilizler bölge için olduğu gibi İsrail için de hala başat büyük güçtü. İsrail’in Sudan ve daha sonraları Umman ile kurduğu ilişkiler, Yemen sorununun kontrol edilmesi gibi başlıklar hep İngiliz parmak izini taşıyordu.
Ne var ki, Süveyş Krizi’nde gördüğümüz şey diğer aktörlere sınırlarını bildiren ve artık bölgenin kontrolünün kendisine geçmekte olduğunu gösteren bir ABD’ydi. ABD 1953’te İran’da Şah’ı yeniden iktidara getiren darbede bunun ilk göstergelerinden birini sunmuştu. ABD’nin bölgede komünizm tehdidini gerileten oyunun kuruluşunda belirleyici olduğunu ve bunu yaparken de inisiyatifi İngilizler’in elinden aldığını görüyorduk.
Sonuçta artık “ikna edilmesi gereken” güç ABD olmuştu. Fakat ABD-İsrail ortaklığındaki asıl dönemeç 1967 savaşıyla birlikte gerçekleşti. İsrail’in 6 Gün Savaşı’nda Arap devletlerine karşı başarısı iki şeyi ispat etmişti. Birincisi İsrail Devleti’nin ömrü uzun olacaktı. İsrail kendini göstermiş ve bölgedeki dengeleri değiştirebileceğini ispat etmişti. İkincisi, ABD’nin Arap devletlerine karşı daha “dengeci” bakış açısı yerini tamamen İsrail ile stratejik ortaklığa bırakmıştı. Önemli olan şudur: Sovyetler Birliği’ni bölgede dizginleyecek ve hatta ileride bölgeden uzaklaştıracak ana unsur İsrail’dir. ’67 dönemecinden sonra ABD’den İsrail’e koşulsuz biçimde aktarılan ve görülmemiş boyutlara ulaşan kaynak, bu ikili ilişkinin bugün dahi değişmemesi, bizim ezberden asla çıkarmamamız gereken bir veridir.
İlk haliyle Periferi Doktrini başarısını gerek İsrail-Arap savaşlarında gerekse İran-Irak Savaşı’nda göstermişti. Türkiye Devleti ile kurulan gizli ittifak görünür plandaki “İsrail karşıtlığına” rağmen bütün bu olan bitenlerde İsrail’i en hafif tabirle rahatlattı. Türkiye’nin anti-sovyet cephede kendisine daha geniş bir alan bulması gerekiyordu. Ayrıca Arap devletlerine karşı bir basınç unsuruydu İsrail. Halbuki işbirliği bundan ibaret değildi. Türkiye yalnızca Sovyetler Birliği’nin geriletilmesinde ve İsrail’in varlığını garanti etmek açısından işlevlenmedi, İsrail’in normalleştirilmesinde de rol oynadı.
Sonraları, Körfez Savaşı Arap devletlerinin psikolojik bariyerini kıracak ve İsrail’i savaşılacak değil işbirliği yapılacak bir devlet olarak görme eğilimi güçlenmeye başlayacaktı. Türkiye’nin hem İsrail ile kurduğu ticari ve askeri ilişki, hem de Filistin sorunu ve Suriye konusundaki tavrıyla İsrail’e bu alanı açanlardan biri olduğu kesindir. Dahası bu görev bugün de devam etmektedir.
O halde bugün Orta Doğu demek İsrail demektir ve ne yazıp çiziyorsak buna göre hareket etmemizde fayda vardır.
Kürt Sorunu ve İsrail’in “Periferi”si
Sykes-Picot emperyalistler açısından bir nüfuz paylaşımı sorunuydu. Haritaya bakıldığında gerçekten ikiye bölünmüş gibiydi bütün bölge. Amerikalılarsa başka bir oyun kurdu ve buna da yeni bir ad verdi: Şeytan Ekseni.
Natenyahu elinde bir harita tutuyor. Harita iki bölgeyi birbirinden Şeytan Ekseni ile ayırıyor. Bu harita aslında yıllar öncesinde George W. Bush’un gösterdiği haritanın aynısı. Bush’un haritası ABD’nin dostları ve ABD’nin düşmanları olarak boyanıyor, Netanyahu’nunkinde ise İsrail’in. İki harita da uzun süredir aynı sınırlara gönderme yapıyor.
Peki nasıl bir “kartografya çalışması” düşünülüyor?
Bunun için İsrail’in “yeni” Periferi Doktrini’ne göz atmak gerekiyor. Eski doktrin, İsrail’i tehdit eden bölgesel güçlerin birbirileriyle dengeye kavuşması üzerine kuruluydu. Bu doğrultuda Periferi’nin kuzeyine bakıldığında Irak İran ile, Suriye Türkiye ile, Türkiye Yunanistan ile dengeye kavuşturuluyordu. Sovyetler Birliği’nin olduğu dünyada bu denge görece yeterliydi. Dengenin fazla zorlanması güçlerden bazılarını Sovyetlerin veya emperyalistlerin kucağına iteceği düşünüldüğünden fazla risk alınmıyordu.
1973 Yom-Kippur Savaşı, ABD açısından 1967 Altı Gün Savaşı’nın bir sağlaması oldu. 1973 ile birlikte bölge artık yeni bir dengeye doğru ilerliyordu. Birincisi İsrail Devleti’nin kalıcı olduğu Arap devletleri tarafından kabul edilmişti. İkincisi ABD İsrail sayesinde bölgeyi yeniden şekillendirebileceğini de görmeye başlamıştı. Çünkü 73’te olup biten şey Arap-İsrail geriliminin bir fazı olmaktan öteydi.
Bir kere İsrail, Amerika’nın Orta Doğu’daki vekili olarak çalışmaya başlamış ve ABD’nin diğer bölgesel krizlere de odaklanabilmesine imkan sağlamıştır. Bununla birlikte, 73 savaşı Sovyetler Birliği’nin bölgedeki prestijinin sorgulanması sonucunu da doğurmuştur. Enver Sedat Mısırı’nın 1970’lerle birlikte Sovyetler Birliği’nden uzaklaşması ve ABD ile diyalog arayışı şaşırtıcı değildir. Bu arayışın meyvesi 1979’da gerçekleşen Mısır-İsrail barış anlaşması olmuştur.
Halbuki Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu’dan uzaklaştırılması süreci bundan ibaret kalmamıştır. Kissinger’ın dümenine geçtiği ABD dış politikası 1974’te Kıbrıs kriziyle birlikte Sovyetler Birliği’ni Doğu Akdeniz’de sıkıştırmak ve daha sonra kovmak için önemli bir hamlede bulunmuştur. Üstelik bu hamle “İngilizlerin adası” olarak bilinen Kıbrıs’ı ABD kontrolüne açmıştır.
Bütün bunlardan sonra “yeni” Periferi doktrininin temelleri de atılmış oluyordu. 1978’de İran’da gerçekleşen “İslam devrimi” geçiş için uygun koşulları yarattı. Irak, İran ile gerçekleşen savaştan sonra güçsüzleşecek ve sonrasında parçalanmasının koşulları yaratılacaktı. Irak’ın kuzeyinde kurulacak bir Kürt devleti Irak’ın parçalanması sürecinde aktif rol oynayacaktı. İran ise Türkiye-İsrail-Azerbaycan ittifakı ve Kürt devletinin yardımlarıyla ya küçültülecek ya da hegemonya mücadelesinden düşürülecekti.
1958 yılının her açıdan kritik bir dönemeç olduğunu belirtmiştik. Irak’ta monarşinin yıkılışı, Lübnan krizi, Arap birliği… Bütün bunlar ABD’nin bölgede “vekil” arayışını tetiklemekteyken İsrail’i de içinde bulunduğu Arap çemberinden çıkaracak adımlar atmaya ittiriyordu. Türkiye-İsrail-İran gizli ittifakı bunun eseri olmuştu. Öte yandan o günden bugüne değişmeyen başka bir ittifak ilişkisi daha ortaya çıkmıştı. 1958 İsrail-Kürt ilişkilerinin sıçrama yaşadığı dönemeçti.
Mossad’ın Kürtlere desteği 1958’de başladı. Mossad’ın kurucusu Reuven Şiloah ilk deneyimlerini Irak’ta edinirken İsrail’in Arap dünyası içerisinde devletsiz kalmış bir başka topluluğu kendilerine dost olarak alabileceğini fark edenlerdendi ve Ben Gurion’un yakın çevresindeki birkaç isimden biriydi. 60’larla birlikte İsrail bugün Barzanistan olarak ortaya çıkan bölgeye askeri danışmanlar, cephane ve parasal yardım gönderdi. Hatırlanacaktır, Türkiye Devleti Özal ile birlikte kendi “Periferisine” adım atmak isterken Irak’taki Kürt aşiretlerinin liderlerine pasaport verilmesi gündeme gelecekti. Halbuki İsrail bu konuda çok daha önceden çalışmaya başlamıştı bile. Barzanilere sadece vatandaşlık verilmedi, bölgede yaşayan binlerce yahudinin (bunlara Kürt yahudileri de dahil) İsrail’e göç etmesi için yapılan operasyonlar İsrail-Kürt işbirliği sayesinde gerçekleştirilebilmişti. Mustafa Barzani iki önemli dönemeçte de, 1967 ve 1973’te İsraili ziyaret etmişti.
1965’te İsrailli uzmanlar tarafından Kuzey Irak’ta eğitim kampları kuruldu. Haziran 66’da İsrail Başbakanı Levi Eşkol Kürt liderleriyle görüşmeler yaptı. Kürt aşiretlerinin 1967 savaşındaki rolü önemliydi. İsrail’in isteğiyle Bağdat yönetimine harekât düzenleyerek Irak ordusunun diğer Arap ülkelerine yardıma gelmesinin önüne geçtiler. Üstelik bunlar için İsrail’in “masraf” yapmasına da ihtiyaç yoktu… Yossi Alpher “Periferi doktrininin uygulanması pahalı değildi. Kürtler veya Güney Sudanlılar gibi azınlıklar arasında yıllarca süren gizli faaliyetlerin maliyeti azdı; İsrail silah tedarikleri çoğunlukla İsrail savaşlarında ele geçirilen Arap silahlarından sağlanıyordu.” diyecekti.
Bu noktada, son derece önemli olduğunu düşündüğümüz, dahası bugünlerde çözülmekte olduğuna dair emarelerin bulunduğu bir sorunu eklemek durumundayız.
“Kürt birliği” sorunu İsrail-Kürt ilişkilerinin başlangıcından itibaren İsrail’in de hesaplarını bozan bir sorundu. Irak Kürtleri arasında belirgin bir birlik eksikliği mevcuttu. Aşiretler arasında, rakip liderler arasında ve hatta aile içinde bile zaman zaman ortaya çıkan farklılıklar ve gerilimler Periferi’nin bu başlığında probleme neden oluyordu. Bağdat rejimiyle anlaşma sorunların başında geliyordu. 1960’ların sonlarında, Bağdat rejimiyle işbirliği yapan ve Barzanilere rakip olan, Talabaniler ortadaydı. Celal Talabani Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra Irak’ın ilk cumhurbaşkanı ve ilk Kürt cumhurbaşkanı olmuştu. Ayrıca, İran Şahı bu farklılıkları kendi çıkarları için manipüle ediyordu. Sonuçta proje, 1975’te tıkandı ve İsrail yakasındaki coşku biraz da olsa sönümlendi. İran Şahı ile Irak’ın Saddam Hüseyin’i arasında Mart 1975’te gerçekleştirilen Cezayir Anlaşması İran-Irak yakınlaşması için İsrail’in “Kürt operasyonunun” feda edilebileceğini göstermişti.
Bugün Irak engelinin büyük ölçüde ortadan kalkışı, Suriye’nin denklemden çıkarılışı ve Rusya’nın prestijinin zayıflayışına İran’ın dize getirilmesi projesi eşlik etmekte, bunlar Kürt birliğinin önündeki engellerin de gevşemekte olduğuna işaret etmektedir.
Bu noktada hatırlanması gereken bir başka kural, İsrail-ABD ortaklığının bölgeye bazen telaşla ama daha çok sabırla baktığıdır. Kürt devletine kimin “hamilik yapacağı” sorusuna artık kural haline gelmiş bu tarihsel gerçek akılda tutulmadan yanıt verilemez.
Saddam’ın Kürt ayaklanmasını 1991 Nisan’ında bastırdığı dönemeçte ABD’nin Kürtlere ve genel olarak Kürt birliğine ilgisi gözle görülemeyecek düzeydeydi. Kürtler Saddam Irak’ının istikrarını zedelediği ölçüde ve o rolde anlamlıydı o kadar. Bu durum ’96 sonrasında değişmeye başlamış ve nihayet iki aşiretin reisinin, Mesut Barzani ve Celal Talabani’nin, Vaşington’a davetiyle yeni bir boyut kazanmıştı.
Geriye Kürt bağımsızlık hareketinin diğer kolu kalıyordu. PKK, İsrail’in canını yakan tek Kürt koluydu. Kuruluşu ve programı itibariyle Barzaniyle karşıtlık içerisindeydi. Ne var ki Sovyetler Birliği’nin çöküşü bütün bu gerilimlere yeni içerik aşılayan asıl gelişmeydi. Bugün hâlâ bu “yokluğun” yarattığı girdap bölgeye şekil veriyor. İnisiyatifin emperyalizme geçtiği koşullardan bahsediyoruz. Bütün bu olanlardan sonra, sonuçta, Kürt hareketinin 90’ların ilk yarısında yaşadığı iç gerilimlerden bugüne belirleyeninin sınıf değil kimlik, sol değil sağ olduğu bir ortaklık çıktı.
Bugün PKK liderliğinden ve birden fazla isimden İsrail’e sempatiyle bakıldığına dönük açıklamalar dillendirilmekte ve bu durum, pragmatik hesaplarla olsun ya da olmasın, bölgede başka bir düzleme adım atıldığının işareti olmaktadır.
Bu coğrafyaya istikrar getiren her girişim emperyalizmi karşısına almış, kaos çıkaran her girişim de emperyalizmle işbirliğinin sonucunda gerçekleştirilmiştir, demiştik.
Şimdi bu işbirliğinin bir başka unsuruna, Yeni Osmanlıcılığa yeniden dönmeliyiz.
Yeni Osmanlıcılık veya “Türkiye’nin Periferisi”
Kürt birliği projesi yalnızca İsrail’in ve ABD’nin projesi olmadı. Barzani çatısı altında gerçekleştirilecek bir Kürt birliği, “Türkiye himayesinde bir Kürdistan” planı bölgeye hakim olmak isteyen Türkiye kapitalizminin projesinde önemli bir basamaktı.
Hatırlayalım… Özal sonrasında bu projeyi Türkiye’nin eski korkaklığından sıyrılışı, Soğuk Savaş’ta bir kutbun “kanat ülkesi” olmaktan çıkışı ve “merkez ülke”ye dönüşmesi olarak savunan Ahmet Davutoğlu’ydu.
Aslında, arada yaşanan gelgitlere rağmen Barzanistan ile Türkiye kapitalizminin ilişkisi çoğunlukla gelişme eğilimindeydi. Türkiye bir yandan Barzani ve Irak Kürdistanı çatısı vasıtasıyla farklı Kürt gruplarını kontrol altında tutabileceğini düşünüyor diğer yandan bunun altyapısını örecek hamleler atıyordu. “İlk açılım” sürecine TÜSİAD’ın dahil olması, 2010 ile birlikte TÜSİAD-Barzani görüşmeleri, Koç’un Erbil’de ilk Divan Otel’i açması…
Üstelik Türkiye kapitalizmi, Divan zincirinin Genel Müdürü Marcos Bekhit’in dediği gibi, Erbil’e yalnızca “suşi restoranı” getirmiyordu. Ceyhan boru hattı Kuzey Irak’a uzatılıyor ve Türkiye kapitalizmi, hamiliğini yaptığı Kuzey Irak rantiyesi ile birlikte Avrupa’nın enerji tedariki için de önemli bir yere oturuyordu. Enerji, inşaat, telekomünikasyon, sağlık ve tüketici malları sektörüyle Türkiye Kuzey Irak’a yerleşmişti. Türk burjuvazisiyle Kürt burjuvazisinin el sıkışması Yeni Osmanlı projesinin temel dayanaklarındandı.
Kuşkusuz ABD, Çin ve Rusya da çoktan girmişti Erbil’e. Hatta İran Türkiye’yi boşa düşürecek alternatif enerji hatları ve anlaşmalar için hamle yapmaktaydı. Ama Türkiye de girmişti ve Türkiye uzakta değildi. Bu bir iddia meselesiydi aynı zamanda. Irak’ta kendini ispat edemeyen bir Türkiye kapitalizmi, dünyanın başka yerlerinde de edemeyecekti. Önemli olan da buydu.
Irak’ın parçalanması ABD ve İsrail’in “orta vadeli” planı olarak hayata geçmiş ve bütün aktörler bölgeye burnunu sokmanın yolunu bularak söz konusu projeye ortak olmuşlardı. Öte yandan, Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulması için henüz uygun dengeler oluşmamıştı. 2017 Kürdistan Bölgesel Yönetimi bağımsızlık referandumunda İsrail dışındaki bütün aktörler karşı ya da mesafeli tutum takınmış, ABD ise “ertelenmesini” istemişti. Bağdat’ın ayrılık referandumu çalışmalarına ilk yaklaşımı görece diplomatikti. Şüphesiz, Irak’ın en önemli ekonomik merkezlerinden birinin bağımsızlığını kazanması “Bağdat” için “rasyonel” değildi. ABD ise Kürtlerin olmadığı bir Bağdat’ın bir başka vakum alanı anlamına geleceği tespitiyle yaklaşıyordu meseleye. Kürtler Irak’ta ve bölgede birden fazla dinamiğin kontrol edildiği “koridorda” bulunuyordu. Ama sonuçta asıl belirleyen, bölgeyi Balkanize etmiş irili ufaklı aktörlerin uyguladığı basınç olacaktı.
İşte söz konusu dengelerdi bugün değişmekte olan. “Suriye parantezi” kapatılmakta, İran Suriye’den sonra sıranın kendisine gelmekte olduğunu görmekte ve geriye doğru çekilmekte, Rusya eskisi gibi bir ağırlık merkezi olmaktan uzaklaşmakta, bölge yeniden Atlantik çizgisinin olanca ağırlığıyla savrulmakta. Bütün bunlar yeni biçimiyle Kürt birliği formülünü olanaklı hale getirmekte, bağımsızlık meselesine güncellik kazandırmakta, Suriye’nin kuzeyi için de özerkliği tartıştırmakta ve hatta “Türkiye himayesinde Kürdistan” için uygun koşulları yaratıyor gözükmektedir.
Bu fotoğrafın arka planında elbette binbir türlü hesap ve alışveriş dönüyor. Öte yandan bu fotoğraftan görülen, oluşacak vakumun pekala “sahiplenileceği” ve Türkiye’nin burada yalnızca bir olanak görmediği, aynı zamanda buraya doğru ittirildiğidir.
O halde Türkiye kapitalizmi kaderine eşlik eden o arada kalmışlıkla yeniden yüzleşmektedir. Bir yandan, Irak’ta ve Suriye’de kendini ispat edemeyen bir Türkiye kapitalizmi, dünyanın başka yerlerinde de edemeyecek ve ispat edebilenlerin lehine mütevazi sınırlarına çekilmeye zorlanacaktır. Diğer yandan, bu iş “güvenli alanından” çıkma işidir de. Yeni Osmanlıcılığın bütün simge isimlerinin dile getirdiği gibi, “Türkiye kendi önemini keşfetmeli ve bunu ispat etmelidir”. Riskse risktir…
Aslında Suriye’deki iktidar değişikliğiyle birlikte birden fazla aktör aynı anda aynı oyunu oynuyor gibi gözükmektedir. Peki sorun nedir?
Sorun 1900’lerin başındaki Balkanların sorunuyla prensipte aynıdır. Gerçek özgürleşme ancak emperyalizmden ve feodalizmin kalıntılarından kurtularak gerçekleştirilebilir.
Feodalizmin kalıntısı deyince de aklınıza burjuva devrimi gelmesin. Bugün üniter devletlerin ortadan kaldırıldığı her coğrafyada toprak, petrol, ticaret ya da vergi rantının aşiretlerce paylaşıldığı bir kapitalizm türü kendini yeniden üretmektedir. Gerçekten de işçi sınıfının güçlenmediği, yurttaşlığın yok edildiği her karış toprak farklı büyüklükteki güçlerin oyun alanına dönüşmüştür.
Bu coğrafya hiçbir gücün hegemonyasını tesis edemeyeceği kadar şişmiştir. Bunun sonrasında kısa dönemli hesaplar, temenniler ve hayaller değil kapitalist düzenin vahşi kuralları işleyebilir. O kurallara göre ne “büyük güçler” ne İsrail ne İran ne Türkiye ne de başka bir devlet oluşan vakumu kendi başına doldurabilir.
Ancak bir kural geçerliliğin hâlâ koruyor. Güncel Periferi Doktrini hegemonya potansiyeli taşıyan bütün güçlerin tıpkı Irak-İran savaşında olduğu gibi “dengeye” kavuşturulmasını şart koşuyor. Buradan anlaşma çıkacağını düşünenlerse yanılıyor. Orta Doğu İsrail merkezli olarak şekillendirilirken bütün hudut hesapları sonraki savaşları tetiklemek üzere de gerçekleştiriliyor. Işid nasıl bütün bir bölgenin koçbaşı olarak işlevlendiyse benzer işlevi üstlenebilecek başka enstrümanların var olduğu da hesaba katılmalıdır.
Yukarıda Jeffrey Goldberg’in Irak sonrası için emperyalizmin bakış açısını özetleyen yazısına yer verirken amacımız ABD’nin mühendislik gücünü ispat etmek değildi elbette. Bazı yorumcular, ABD’nin Irak ve Afganistan’daki müdahalelerinin nasıl başarısızlıkla sonuçlandığını, Irak’ın daha sonra nasıl İran etkisine girdiğiyle ve Irak sonrasında oluşan “direniş ekseninin” İran’dan Yemen’e uzanan bir sorunlar silsilesi yarattığıyla açıklamayı tercih ediyor. Başka bir açıdan bakıldığında bugün ortadan kalkmakta olan sorunlar…
Halbuki bu sorunlar aynı zamanda bölgeyi emperyalizmin müdahalesine açan sorunlardı. Sovyet sonrası dünyada “istikrar” denilen şey son derece manipülatif ve en iyi ihtimalle göreli bir kavramdı. Tam da bu nedenle emperyalistler ve aslen ABD bu bölgeyi “dünyaya ayar verme” üssü olarak görmüş, emperyalizmin sözcüleri bu bölgenin bir geleceği olmadığını samimi biçimde dile getirmişti.
Oysa ki bu durum da başka bir sorunu gündeme getiriyor. Eğer Orta Doğu hesaplanamaz dengelerin oluşturduğu bir güç matrisiyle olmayan geleceğine doğru ilerliyorsa, bizler neyi kerteriz alacağız?
Öncelikle, hafızası olmayanın yok olacağını bilerek işe başlamalıyız.
Ne emperyalistlerin her şeye yön verebilecek bir gücü var ne de bu dünyada her adımı hesaplayabilecek bir yeteneği. Bununla birlikte, emperyalistlerin genel hatları itibariyle neredeyse hiç sapmayan ortak bir stratejisi, daha doğrusu emperyalist düzenin genel bir eğilimi pekala mevcut.
O eğilim bize, her aktörün birbirinin koluna yapıştığı bir sürüklenme halini hatırlatıyor.
Bu gidişat sınırların sıvılaşmakta olduğunu, sınırlarla oynamanın meşrulaşmakta olduğunu gösteriyor. Buna Türkiye’nin sınırları da dahil. Türkiye kapitalizmi bir yandan oyuna davet ediliyor, ama öte yandan vuruşun serbest olduğu hatırlatılıyor.
Üstelik bu doğrultudaki uyarıların tarihi de yeni değil. Uğur Mumcu, Eşref Bitlis ve Turgut Özal’ın arka arkaya ve 1993 yılında öldürülmesi Türkiye’nin kendi oyununu kurmaya fazla cesaret etmemesi gerektiğini hatırlatmamakta mıdır?
Peki Türkiye kapitalizmini hafife mi alalım?
Soğuk Savaş’ın sonu Türkiye kapitalizminin zaaflarına ve dolayısıyla hırslarına dair ilginç bir gerçeği açık ediyordu. Türkiye’nin bölgedeki rolü ne olacaktı? Sovyetler Birliği dağılırken, eski Sovyet coğrafyası bir bir ele geçirilirken Türkiye ne gibi bir “stratejik karakol” işlevi üstlenecekti?
Türkiye’nin marjinalleşme ve önemini kaybetme korkusu dönemin generallerinin sözlerinden de okunabiliyordu. Fakat bu fazla uzun sürmeyecekti. Nitekim 90’lar emperyalizmin çekirdek anılarını hatırlama dönemiydi. Türkiye, bölgenin yeniden şekillendirilmesinde gerçekten de stratejik diyebileceğimiz bir rol üstlenebilirdi. Fakat oyuna dahil olmanın da bir bedeli vardı.
Bundan sonrasında Türkiye kapitalizminin öyküsü maksimalist hedeflerinin zaaflarıyla çekiştiği serüveninin öyküsüdür. Evet “Anadolu”nun önünde bir kez daha aynı ikilem durmaktadır: Maksimalizm ya da minimalizm.
Buna geleceğiz, ancak önce bu travmayı tetikleyen gelişmelere daha yakından bakalım.
Irak’ın Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal etmesi, sınırın bu yakasında farklı endişeleri tetiklemiş ama aynı zamanda Türkiye kapitalizminin “kendinin bilincini” ve Batı’nın Türkiye algısını hızla değiştirmişti. Marjinalleşme endişesi yerini hem bölgesel hem de uluslararası boyutta stratejik değer kazanma olanağına bıraktı. NATO aslen komünizme karşı kurulmuş bir ittifaktı, şimdiyse ilk defa “alan dışı müdahale” kavramı gündeme geliyordu. 1991 Körfez Savaşı bir ileri adım oldu. Türkiye bu duruma Irak sınırını ve boru hattını kapatarak, sınır boyuna asker yığarak ve İncirlik Üssü’nün devreye sokarak ortak olmuştu.
Artık oyuna girilmişti ve Körfez Savaşı maksimalizm zehrinin etkilerini gösteren önemli bir dersti.
Bir açıdan, Irak’ın kuzeyinde oluşan boşluk Türkiye’ye bölgeye müdahale etme olanağı sunuyordu. Oysa ki bu sonu olmayan sorunlar silsilesi demekti. Bir yandan yüz binlerce Kürt Türkiye-Irak sınırına dayanmıştı. 92 yılı PKK’nin Kuzey Irak’taki kamplarına kalıcı olarak yerleşmesini ve komşu ülkelerin Türkiye’nin Kürt sorununa daha fazla dahil olmasını getirmişti. Bu durum Kürt sorununu yerel bir çatışmadan bölgelerarası bir çatışmaya ve nihayetinde büyük güçlerin belirleyen olduğu sonsuz ve çözümsüz bir sarmala dönüştürdü.
Bu dönemeç Yeni Osmanlıcılığın gerçek doğum günüydü. Yeni Osmanlıcılık ’90 sonrası dünyada Türkiye kapitalizminin ihtiraslarının ve zaaflarının düşünsel düzeyde “sistematik” hale getirilmiş biçimiydi. Türkiye kapitalizmi serpildikçe bunun “sistematik” yönündeki arızaların eskisi kadar göze batmadığını fark edecektik. Fakat “arada kalmışlık” devam edecekti.
Kuşkusuz, arada kalmışlık Türkiye’ye özgü değil. Yine de, konu Osmanlıcılık olduğunda, bunun bir gelenek olduğunu anlıyoruz.
Öncesi bir yana, bu gelenek 1. Savaş öncesi kaçınılmazlığın en yakıcı şekilde hissedilişinde karşımıza çıkıyor: Savaş kaçınılmazdır ve Osmanlı Devleti’nin tarafsız kalmak gibi bir şansı yoktur. Düvel-i Muazzama’nın Osmanlı topraklarını pay etme arzusu bir sır değildir. Bu topraklar yeterince uzun bir süredir Osmanlının bekçiliğine bırakılmıştır ve büyük hesaplaşmada aradan çıkarılma zamanı gelmiştir. Tarafsız kalmak mümkün değildir çünkü Osmanlı’nın topraklarını başka türlü korumak mümkün değildir. İttihat ve Terakki Cemiyeti liderleri de bu görüştedir. Balkan Savaşlarının ne anlama geldiğine açıklık getirmiştik. İttihat ve Terakki liderleri de bu deneyimin acı dersleriyle dünyaya bakmaktadır. Osmanlı ancak Avrupa’daki güç dengelerinin içinde bir yere yerleşirse hayatta kalabilir görüşü hakimdi. Üstelik bu yalnızca maksimalist Enver’in fikri değildi örneğin.
İttihatçı kadrolar dünyadaki güç dengelerinin orta yerinde pişmiş kadrolardı. Pratiktiler, pragmatiktiler ve hızlıydılar.
Mustafa Kemal 1919 yılında Cemal Paşa’ya “Harb-i Umumi’ye iştirak etmemek elbette son derece şayan-ı arzu idi. Fakat, bu imkan-ı maddi mevcut değildi.” demektedir. Ruslar İtilaf Devletleri safında savaşa girmiştir ve İstanbul Ruslara müjdelenmiştir. Osmanlı’nın tarafsız kalması demek silahtan, paradan, kaynaktan mahrum kalması ve Boğazların itilaf devletlerine armağan edilmesiyle sonuçlanacaktır. Kazım Karabekir de savaşa Almanya’nın yanında girmenin kaçınılmaz olduğunu düşünenlerdendir. Karabekir’in motivasyon kaynağında Rus tehdidi hemen her şeyin önüne geçmektedir ancak durum kadroların çoğunda aşağı yukarı böyledir. Yine sıkça dile getirildiği gibi, asıl fikir ayrılığı savaşa girip girmemekte değil, bunun zamanlamasındadır.
Öte yandan söz konusu “zorunluluk” ile “fırsat” hissiyatı arasında çok ince bir çizgi bulunmaktadır. Görünüşe göre İttihatçı kadroların bir bölümü için bu çizgi giderek silikleşmektedir. Yine bilindiği gibi, Almanya’ya gelene kadar İngilizler’in ve Fransızların da kapısı çalınmış ve başarı sağlanamamıştır. Ancak sorun, Osmanlı’yı paylaşma hevesiyle dünyaya bakan bu devletlerin “düşman” gibi görülmemesidir. Aslında bu sanılanın ötesinde bir “ruh hali”dir. Cemal Paşa anılarında İngilizleri nasıl tatmin ettiklerini can sıkıcı biçimde anlatmaktadır. Maliye Nazırı Cavid Bey’in Düyun-u Umumiye’yi övmesi de buna eklenebilir.6
Aksi yönde başka yorumlar olsa da buradan bir doğrultu çıkartmak mümkün hale gelmektedir. İttihatçı kadrolar savaşa imparatorluğun topraklarını korumak (hayali) için girmiş; fakat fırsat penceresinin hissedildiği her anda bu düşüncenin sınırları zorlayacak bir maksimalizme tutunmuşlardır. Bunu, Goben ve Breslau oldubittisinde, savaş sonrasında Turancılığın bir seçenek olarak görülmesinde, Kazım Karabekir’in Sovyet Rusya’yı Kafkas cephesinde “test edişinde” ve nihayet Misak-ı Milli tartışmalarında görmek mümkündür.
Sonuçta şu doğruyu tekrar etmek gerekmektedir: Osmanlı’nın savaşa girişi antiemperyalist bir vizyonla gerçekleşmemiştir ve Milli Mücadelenin zaferi minimalist bir vizyonun ürünü olmuştur. Cumhuriyet tarihi boyunca iki vizyon, maksimalizm ve minimalizm dipten dibe ve sonrasında görünür biçimde çarpışmıştır. 1940’lar ile birlikte önemli bir kırılma yaşanmış, 1990’lardan sonraysa ilkinin galebe çalacağı anlaşılmıştır. Şurası kesindir ki Cumhuriyet tarihi boyunca bu ayrımın silikleşmesine neden olan şey, Türkiye kapitalizminin gelişmesi ve sonrasında kabına sığamaması olmuştur. Maksimalizmin geri dönüşü bu sefer Osmanlı’nın topraklarını korumak değil, eskiden Osmanlı’nın olan topraklarda yeniden güçlenmek biçimine bürünmüştür.
Bu da Türkiye’nin Periferisidir.
Türkiye’nin sınırlarının gevşetilerek genişletilmesi projesi Türkiye’nin sınırlarının sorgulanmasını meşrulaştıran bir adımdır.
“Türkiye’nin hamiliğinde Kürdistan”, Kürt sorununun sınır ötesindeki kürtleri kapsayarak çözülebileceği, nihayet Türkiye’nin büyümezse küçüleceği ve bu doğrultuda inisiyatifin İsrail ve ABD’den alınacağı tezi “kimin gücü buna yeter” sorusunun yanıtını “geleceği olmayan” bir coğrafyada kapitalizmin dinamiklerine terk ettiği gibi, aslen sınırların değişebilirliğini meşrulaştırdığı ölçüde Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi sınırlarını da sorgulanabilir kılmaktadır.
Halbuki 1922 dönemecinde sınırlar üzerine benimsenen minimalist yaklaşım tam da bu tuzağa düşmemek üzere kurulmuştu. Demek ki o dönemde Musul Vilayeti üzerine İngilizler ile girişilen rekabet belgelerin, vasiyetlerin, reelpolitik heveslerin veya hataların değil aslen söz konusu minimalist yaklaşımın ürünüydü.
Bugün bu yaklaşımın yeniden canlanabilmesinin tek koşulu bulunuyor ve bu koşul ilhamını o dönemin ruhundan alıyor.
- Ali Delişmen, Misak-ı Milli’nin tarihi ve revizyon tartışmaları: İleri ile geri olanı ayrıştırmak, Gelenek 150. ↩︎
- V.I. Lenin, The Balkan War and Bourgeois Chauvinism, Pravda No. 74, March 29, 1913 (kaynak: Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1977, Moscow, Volume 19, pages 39-40). ↩︎
- Jeffrey Goldberg, After Iraq, The Atlantic, January-February 2008. ↩︎
- George W. Bush, Remarks at the “Churchilland the Great Republic” Exhibit, February 04, 2004. ↩︎
- Yossi Alpher, Periphery: Israel’s Search for Middle East Allies, Rowman & Littlefield, 2015. ↩︎
- Neslişah L. Başaran, “Savaş Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderi miydi?”, İşgale Direnen Çanakkale 100 yıl önce, 100 yıl sonra, Yazılama Yayınevi, 2015. ↩︎