Ulus Devlet, Etnisite ve Milliyetçilik Sınıf Mücadelesinde Nereye ve Nasıl Oturur?

Milliyetçilik bağlamlı tartışmaların önde gelen referans isimlerinden birisi olan Gellner, Milliyetçiliğe Bakmak adlı eserini “ne sınıflar ne de uluslar tarihin daimi malzemeleridir (…) bu iki mite daha fazla ihtiyacımız yok”1 diye bitiriyor. Evet, marksistler için de bu iki olgu, yani sınıf ve ulus daimi değildir. Ancak, yine marksistler için sınıf ve ulus sadece “tarihin malzemeleri” değil, tarihsel olgulardır. Bu nedenledir ki bunlar, iki mit hiç değildir. 21. yüzyılda gözlerimiz yaratılan mitler arıyorsa şayet, şunlara bakmak yeterli: Küreselleşme, bilişim çağı, postmodernizm vs. vs. Bizim iddiamız, bu mitlerin yine sınıf ve ulus düzlemindeki karmaşık, dolayımlı ilişki ve belirlenimler içerisinde çözümlenebilmekte, “çözülmekte” olduğudur. Bundandır ki bu iki tarihsel olguya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.

Yanlış anlaşılmasın, burada ne Gellner’in ne de Barth, Anderson, Smith, Hobsbawm gibi değerli “kuramcıların”, kuramsal ve politik duruşlarının eleştirisi türünden teorisist bir çabaya girişilmeyecektir. Aksine, yazının devamında tüm bu “kuramcıların” görüşlerinden çokça yararlanılarak yol alındığı görülecektir.

Bu yol politik bir yaklaşımla sınıf mücadelesinin ulus kavram ve olgusuyla, ulus devlet ölçeğindeki ilişki noktalarına dair teorik bir çerçeve kurmayı amaçlamaktadır. Yazının başında sadece kimi önkabuller ve varsayımlar ortaya konmak istenmiştir.

Ortaya koymak istediğimiz noktaların açımlanmasına şu sorudan hareketle devam edelim: Uluslar ve milliyetçilik, sürekli ve doğal mıdırlar? Artık eskimiş, kısır akademik tartışmaların dahi ilgi alanı dışına çıkmış bu tür görüşler, kanımca, günümüzde politik anlamda milliyetçi kaygı ve hezeyanların yönelimlerini ifade eder hale gelmiştir ve bir yerden sonra bunların pek de ciddiye alınır bir tarafları kalmamaktadır.2

Bize göre, ulus, verili bir toplumsal varlık olmadığı gibi, insan topluluklarının zamandışı bir birimi de değildir. Ancak, ulusu bütünüyle modern bir olgu olarak değerlendirerek, sanayi toplumunun zorunlu kültürel yansıması şeklinde ele almak da kolaycılığa kaçmak gibi görünüyor. Çünkü komünist ütopyada (sosyalist demiyorum) sınıf, çözülecek temel toplumsal olgudur. Öyle ki bu, devletin sönümlenmesinden daha belirtik, baskın, hatta diyalektik ve mantıksal bir sonuçtur (Engels’in kimi zorlamalarını ve Lenin’in politik-pragmatik devrimci arayışlarını kenarda tutuyorum). Ama hepimiz biliyoruz ki, söz konusu olan sosyalizmse, sosyalizm basbayağı öncü partinin önderliğinde işçi sınıfının iktidarında kurulacak ve yaşayacaktır. Peki ya iktidarın cisimleşeceği devlet, devletin egemenlik sınırları?

Sınıf ve devlet ilişkisinin şimdi birdenbire neden gündeme getirildiği sorulabilir. Şuradan; Asef Bayat İran’da modernleşme-ulus-sınıf ekseninde ele aldığı çalışmasında şu tezi ileri sürüyor: “Ulus, sınıf oluşumundan bağımsız değildir. Sınıf oluşumu ise, ulus-devlet sınırları içinde gerçekleşir.”3 Bu görüşe, biraz daha geniş kapsamda ele alınması kaydıyla katılıyorum. Bu kapsam genişlemesi ise, daha çok siyasal bir programa denk düşen milliyetçiliğin değil, “ulusun” bir nüve olarak sanayi öncesi toplumlardaki etnik gruplarda bulunmasından kaynaklanmaktadır. Bayat’ın bu soruna dair herhangi bir yanıtı yoktur. Hatta modernist yöntemiyle bu soruna ilişkin herhangi bir cevap arama gibi bir amacı da bulunmamaktadır. Ama bu bağlamda, bize de yol göstereceği düşüncesiyle Smith’e kulak verebiliriz;

“uluslar (…) belirli sınırlar içinde sürekli olarak yeniden inşa edilen ve yeniden meydana gelen uzun dönemli tarihsel süreçlerdir (…) varlıklarını sürdürebilmek için etnik bir öze ihtiyaç [duyarlar]. Eğer ulusların etnik özü yoksa, bunu ‘yeniden icat etmeleri gerekmektedir.” 4

Ancak etnik gruplar da ulus gibi hep orada hazır ve nazır bekleyen, değişmez, sabit varlıklar değildir. Etnik gruplar sürekliliği olan, değişebilen varlıklardır; ama bunlar ulusun aksine sanayi toplumlarını da öncelemektedir. Modern çağda, etnik grupların devlet ve ulusla olan ilişkilerinde göze çarpan en önemli durum devletin “ulusal duyarlılıklar”, “ulusal duygular”, “ulusal değerler” ve kültürle, halkı yaratması ve harekete geçirmesinde kendini gösterir. Ulusal devlet, özellikle kırsal alanlardaki kitleleri harekete geçirmek için etnik grup özelliklerini devreye sokabilir; böylece hem ulusal birlik düşüncesi pekiştirilmiş, hem egemenlerin egemenlikleri meşrulaştırılmış, hem de değişen ekonomik-politik-sosyal koşullara göre ulus yeniden üretilmiş olur. Bu nedenle Smith’in az önce işaret ettiği gibi, etnik gruplar ve etnisizm olmaksızın, ulusların da milliyetçiliğin de varlık bulamayacağını söyleyebiliriz.

Burada iki nokta dikkati çekmeli; ikincisinden başlayalım. Ulusun yeniden üretilmesi. Bu kavram, eğer söz konusu ulus-devlet modeli geç modernleşen bir devlet ise, hele burası Türkiye ise kimileri için kulağa oldukça tırmalayıcı gelecektir. Nitekim, AB’ye uyum sürecinde yaşadığımız “kültürel” ve “sosyal” dayatmalar, milliyetçi ve ulusal “solcu” kesimlerde “Türkiye’de uluslaşma sürecinin tamamlanmadığı”, “Türkiye’de modernleşme süreçlerinin, dolayısıyla uluslaşma süreçlerinin tamamlanmadığı” türünden görüşlerin ortaya atılmasına neden oluyor.5

Açıktır ki ulusun yeniden üretimi gibi bir kavram, bu türden görüşlerle siyasal ve yöntemsel bakımdan taban tabana zıt düşmektedir. Çünkü bu görüşler ulusu ya ezeli ve ebedi bir çizgide sürekli gelişim halinde görmektedirler ya da modernleşme süreçleriyle birlikte filizlenen ve ebedi gelişim gösterecek olan bir varlık olarak değerlendirmektedir. Birincisi için zaten etnik grup denilen bir şey yoktur ya da önemli değildir ve ulus potasında bir biçimde erimeye mahkumdur; ikincisi içinse etnik grupların tarihsel anlamda varlıkları inkar edilemez, ancak modernleşme devam ettikçe bu gruplar yine ulus potasında erimeye mahkumdurlar. Ortak nokta görülüyor: ulus, kendinden menkul, toplumsal formasyonun diğer parçalarına ve dış belirleyenlere “mümkün olduğunca” kapalı modernist bir doğrultuda hep ileriye doğru hareket eden nihai varlıktır.

Dikkatimizi çekmesi gereken diğer nokta ise, ulus-devlet sınırları içerisindeki “yerel” etnik grupların ulus lehine devlet tarafından harekete geçirilebildiği önermesidir. Anthony Cohen, iletişim teknolojisindeki ilerlemeler yerel çeşitliliği kültürel türdeşlik altında gizleyip yerellik, akrabalık ve sınıf bağlarının ortaya çıkmasına engel olduğundan; “yerel” etnik grupların, devletin en geniş siyasi ve idari yapılarına genel anlamda sıkıca bağlı olduklarından söz eder. Cohen’in yaklaşımdaki postmodern öğeler hemen dikkatimizi çekiyor; kanımca en basitinden sınıfın, “etnikliğin” (ya da “yerelliğin” diyelim) aleyhine kültür türdeşliği yaratmanın araçlarından birisi olduğu önermesi bunun bir örneğidir. Ancak, yazıda ele almaya çalıştığımız temel sorun bu olmadığından, geçerek devam edelim. Cohen, yerelliği (biz etniklik olarak okuyalım) ulus-devlet sınırlarında yaşayan topluluğun diğerlerinden farklı kılan şeyin yapısal farklılaşmalar olmadığına, bu farklılıkların daha çok bunları ifade eden insanların kafalarında mevcut olduğuna vurgu yapar. Bu ise farklılıkların sembollerle, gerçek ya da hayali ortak anılar ve anlatılarla ifade edilmesi anlamına gelmektedir.6

Hal bu olunca, örneğin Trabzon’da yaşanan malum linç girişimi bir de şu biçimde yorumlanabilir: Bu olay, salt Türk bayrağının yakılması ve ordu ile PKK arasındaki savaşta vurulan Doğu Karadenizli askerler üzerinden biriktirilen bir tepkinin milliyetçi, ulusalcı söylemlerle biçimlendirilip tetiklenmesi sonucunda oluşan histerik bir vaka olarak değerlendirilebilir mi? Olayda bu biçimlendirme ve tetiklemenin elbette büyük payı vardır. Ancak, büyük bir pay da ulus-devletin kuruluşuyla birlikte hem yıllarca egemenlerce ifade edilerek bölge halkının ortak anılarına işlenen, hem de bölge halkının kuşaktan kuşağa anlatılarla aktardığı “Türklerin, Ermenilerce katli” hikayelerinin, “Ermeni uşağı (dölü) Apo” söylemiyle buluşması ve bu ortak anı-anlatıların harekete geçmesinde aranmalıdır.

Buraya kadar halen çok fazla şeyin havada kaldığının farkındayım. Havada uçuşmaya başlayan şeyleri kimi ara başlıklarla bağlamaya çalışabiliriz.

Etnik grup, ulus, milliyetçilik ilişkisi

Yukarıda, bir etnik grubu modern ulus-devleti ve dolayısıyla ulusu önceleyen bir “toplumsal kategori” olarak ele aldığımız anlaşılsa da, sanırım “etnik grup” kavramı üzerinde biraz daha durmakta yarar var. Bir etnik grup her şeyden önce iki tür tanımlamadan oluşmaktadır. Birincisi, üyelerinin de bizzat aktörleri olduğu ve içinde yaşadıkları gruplara ilişkin yaptıkları tanımlamalar; ikincisi, o grubun dışındaki ve ekseriyetle onunla yakın ekonomik-sosyal-politik ilişkide olan diğer grupların tanımlamalarından oluşur. Yani bir tür tanımlama ve tanınma süreci işler. Bu süreçte etnik grup için vazgeçilemez olan, genellikle köklere ve geçmişe dayandırılan bir kimlik tasarımıdır.7

Bir etnik grup belirli inançlar, değerler ve pratikler üreten, ürettiklerini belirli sembollerle kodlayan, benzer algılayış ve duygulara sahip, kendini belirli bir teritoryayla özdeşleştiren topluluktur. Ancak bu topluluk aynı zamanda dayanışmayı artırmalı, din, gelenek, dil vb. kurumlara dayanarak kendi kültürlerini formüle etmelidir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, sanayi öncesi toplumlarda etnik gruplarda kendini tanımlama çabasının ekonomik birliği öngörmemesidir. Nitekim bu tür bir öngörü modern çağla birlikte daha çok ulusun vücut bulmasında önem arz edecek ve anlaşmazlık noktalarından birisini oluşturacaktır.

Etnik grup, kendine siyasal bir sınır istemeye ve çizmeye başladığında, siyasallaşır ve milliyetçiliği doğurur.8 Bunun birkaç anlamı vardır. Bir etnik grubun bu tür bir siyasallaşması kapitalist üretim tarzının yeşermesiyle ve burjuva sınıfın ilkin sınırları belirli bir coğrafi bölgede faaliyet göstererek sermaye birikimini sağlayacağı teritoryal bir devlet ihtiyacıyla çakışmıştır. Bu etnik gruptan burjuva sınıf üyeleri, ulus-devletin kurumsallaşması sırasında teritoryal alandaki diğer etnik grupların aleyhine olacak biçimde başat bir etnik grubun (ki bu kendi etnik gruplarıdır) kültürel normlarını, yeni üretim tarzının gerektirdiği (bunun kendi sınıf çıkarları doğrultusunda olacağını eklemeye gerek yok) ideolojik, politik motiflerle eklemleyerek “milliyetçi ideoloji” ya da söylem kurabilirler. Bu aynı zamanda kurulan diğer ulus-devletlere karşı da bir söylem çizelgesini oluşturur.

Bir etnik grubun siyasallaşarak milliyetçiliği doğurmasındaki bir diğer anlam da şudur: teritoryal ulus-devlette bir etnik grup siyasallaşarak kendine siyasal bir erk alanı istemeye kalkarsa, öncelikle bunu kendi ayrıksı kültürel kimliğini öne çıkararak meşrulaştırmak, yaymak istemek zorundadır. Bu da etnik grubun ortak ataları, anıları, gelenekleri, dini sembolleri, mitleri, yaratılan kahramanları vs. üzerinden siyasallaşma anlamına gelecektir. Bu kendi mikro milliyetçiliğini oluştururken, karşı tarafta teritoryadaki baskın etnik grup ise yaratılmış olan “ulus kimliği ve kültürü” üzerinden makro ölçekte milliyetçi ideolojiyi devreye sokar; sonuçta hem devreye sokulan bu ideoloji, hem de ulus yeniden üretilir.

Bir biçimde, siyasallaşma olgusunun sınıf dışında etnik varlığa dayanarak ortaya çıkması da ulus-devletleşme süreciyle başlamıştır dedik. Ek olarak şunları ifade edebiliriz. Ulus, sanayi öncesi toplumların etnik gruplarının çeşitli özelliklerini taşısa da, milliyetçilik gerek ideoloji gerekse bir hareket olarak 19.yüzyılın sonlarında ortaya çıkan bütünüyle modern bir olgudur. Milliyetçilik ulus inşa etmenin araçlarından birisi olagelmiştir. Bu aynı zamanda zaruri bir şeydir; çünkü bir etnik grup üyesi siyasal birlik ve toplumsal bağlılık hissedebilmek için bir “anavatana” ihtiyaç duyar ve bu “anavatanı” elinde tutmak ister. Nitekim Anderson’un9 da işaret ettiği gibi, toprak bütünlüğü olan bir devlet içinde seyahat eden uyruklar, bu olanak sayesinde kültürdaşlarıyla özdeşleşmişler; böylece oluşan ortak tecrübe ve birleştirici devlet dili, kendilerini ötekilerden ayrı bir cemaat olarak hayal etmelerine yol açmıştır.

Öte yandan bir ulus, sadece özgül bir teritoryal devleti kurarken kendini de sürekli olarak yeniden kurma şeklinde giden bir dizi “aşamalarla” vücut bulmaz; bunun yanı sıra, teknolojik ve ekonomik gelişmenin belirli bir “aşamasındaki” bağlamda da kendine bir vücut yaratır.

Ulus-devletin ekonomi politiği ve kültürü

Devlet konusundaki en kullanışlı açıklama, devletin dört ana etken tarafından karakterize özellikler gösterdiğidir. Bunlar: egemenlik alanı içerisinde bulunan teritorya, bu sınırlar içerisinde yaşayan populasyona izin verici olmak; politik birimin temellendiği çok ya da az kompleks organizasyon yapısının mevcudiyetine sahip olmak ve yönetici tabakanın yasallıklarını dayandırdıkları ortak bir ideolojinin bulunması.10 Bu özelliklerin çoğunlukla siyasal toplumların çeşitli biçimlerine uygulanabilmekte olduğu ve devlet nosyonunun kullanımında çok geniş olarak içerildiği söylenebilir. Devlet evrimsel olmayan bir temelde ve dünyayla dinamik denge içinde olduğu düşünülen bir toplumla ilişkilenerek şekillenir. Yani devlet, esasında ulusu önceleyen, kendi egemenlik alanındaki etnik gruplarla ilişkilenen ve belirlenen bir kurumdur. Bu anlamdaki devlet örgütlenmesi “geleneksel devlet” olarak kavramsallaştırabilir. Ulus-devlet modelinin şekillenişi ise kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerinin gelişmesi, sınıf ve ulus oluşumuyla birlikte görülür.

Marx ise genel olarak devlet sorunu üzerine şunları ortaya koymuştur, ötesini değil: Marx farklı etkiler altında devlet ve toplum arasındaki ilişkilerin üç temel üzerinde şekillendiğini ve etkileşim yaşadığına işaret eder: devlet toplumsal bir organizasyondur; devlet toplumun “resmi-kişisel olmayan ifadesidir”; devlet toplumun inşa edilen bir parçası ve ürünüdür. Yani devlet-toplum ikiliğinde, devlet toplumu belirleyen çok bileşenli etkenlerin bir ürünü olarak biçimlenmektedir.11 Bu düşünce marksist devlet kuramının temelini oluşturur. Bu temel Marx’ın tarih kuramıyla da yakından ilişkilidir. Çünkü en nihayetinde Marx’ın asıl sorunu özne ile nesne arasındaki belirlenim ilişkisinde öznenin tarifi ve nesnel olan saha içerisindeki etken olma kapasitesini görebilmektir. Bu bizatihi siyasal olanı ve siyasi-ideolojik mücadeleyi işaret etmektir. Bu nedenle Marx devlet üzerine kafa yorma ihtiyacı hissederken, her ne kadar klasik anlamdaki antropolojik temellerden kalksa da, kapitalist üretim tarzının serpildiği ve ulusların doğduğu bir çağda ulus-devlet olgusunu asıl hedefe yerleştirmiştir.

Ulus kavramı, modern teritoryal ulus devletle ilişkilendirildiği müddetçe gerçeklik kazanabilir. Merkezilik ve ulusal birlik bir amaç olarak değil, pratik bir sonuç olarak şekillenmektedir. Bu bağlamda bir önceki bölümün sonunda bir ulusun varoluşunun kültürel ve siyasal olduğu kadar, teknolojik ve ekonomik biçimlerine de sahip olmakla bütünlük sergileyebildiği vurgusu daha anlaşılır bir çerçeveye girer: “Yeni ulusal toplulukların hayal edilebilirliliğine asıl olumlu etkide bulunan, yeni bir üretim ve üretim ilişkileri sistemi (kapitalizm), belki de rastlantısal ama en altüst edici etkileşimdi.”12

Doğuş koşulları nedeniyle kapitalizm, ilkin “ulusal bir sınır”la sınırlanmak; “ulusal karakter” ve “ulusal kültür”le bezenmek; aynı zamanda tüm bunları üretmek zorunluluğuyla baş başa kalmıştır. Alman burjuva milliyetçisi List, doğru bir biçimde, ulusal kapitalizmin iki önemli zorunlulukla yüz yüze kaldığını savunur: birincisi, sanayileşmeyi özendirmek ve korumak için politik kurumların kullanımı; ikincisi, bu politik kurumların etnik bir niteliğe sahip olma zorunluluğu. İşte burada bir kurum olarak biçimlenen ulusal-devlete önemli bir görev düşmüştür. Sanayi devrimi öncesindeki geleneksel devlet modellerinin egemenlik sınırlarındaki etnik grupların birbiriyle çakışan büyük kültürel farkları, bütünlüklü siyasal sarsıntılara yol açmamıştır. Hatta tersine var olan siyasal ve toplumsal yapıyı desteklemiştir. Ama sanayi devrimiyle birlikte,

“Endüstriyel üretimin şartları altında standartlaşan üretici faaliyetler, içsel olarak homojen olan ve dışarısı ile farklılaşan politik birimleri ortaya çıkarır, bu birimler hem politik, hem de kültüreldirler. Politik birim (devlet) kültürün koruyucusudur, kültür de devletin meşruluğunu ve sembollerini sağlar.”13

Egemen sınıfın sözcüsü burjuva hükümetler, öncelikle merkantil sistemle “ulusal ekonomilerini” geliştirme yoluna girmiştir. Ne var ki egemen sınıf ideologları, kendi saf sınıf çıkarları doğrultusunda (bu burjuva sınıf çıkarı en basit şekilde sermayenin emek aleyhine gelişmesi ve genişlemesi olarak formüle edilebilir) serbest ticaret ve serbest piyasa ile üretken olmadığını düşündükleri bu tür bir kapitalist ekonomik model anlayışını hedef almaya başlamışlardır.

Nitekim, Wood’un da belirttiği gibi kapitalizm uluslararası ticaret sistemi içerisinde gelişmiştir; ama aynı zamanda o ulus-içi bir üründür. Kapitalizm Avrupa dışına hem emperyalizm hem de “piyasa” gereklerinin zorlamasıyla yayılmıştır.

“… tek bir ulus-devlet biçimini almaya başlayınca ve ekonomik gelişme süreçlerinde başka uluslar kendisini izleyince; kapitalizmin yayılması ulusal sınırların silinmesinden çok, ulusal örgütlenmelerin üretilmesi, ulusal ekonomilerin ve ulus-devletlerin yaratılması şeklinde oldu. Ayrı ulusal birimlerin, eğer sistemle karşılıklı ilişkiler içindeyse, eşitsiz gelişmesi durumlarında bile, ulusal birimler ulusal biçimlerin ayakta kalmasının gerçek garantisi oldular.” 14

Ulus-devlet formunun bir ayağı kapitalist dünya sisteminin dayattığı nesnel zemine öylesine sıkı sıkıya basmak zorunda kalmıştır ki, esas olarak Wilsoncu bir ilke olan “ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı ilkesi”, -Lenin ve özellikle başta Stalin olmak üzere, Bolşeviklerin bu ilkeyi sosyalist devrim için bir dolayım aracı olarak sosyalist ilkeler etrafında yeniden kurmaları dışında- esasında sosyal-darwinist kuramları çağrıştırırcasına, yalnızca yaşama şansına sahip olduğu düşünülen milletler için geçerli bir ilke olarak ileri sürülmüştür. Yaşama şansından kastedilen şey, kültürel açıdan yaşayabilirlik gibi görünse de büyük oranda ve kesinlikle ekonomik açıdan yaşayabilirlik olmuştur. Henüz bir ulus-devlet formundaki sınırlar içinde bulunmayan etnik grupların, siyasal sınırlar istemesi ve o teritoryal alanda kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerinin filizlenmesi arasındaki örtüşme, kültürel açıdan yaşayabilirliğin önemini ikincil düzeye indirmiştir. Çünkü, bir kez ulus-devlet formuna kavuşulduğunda baskın etnik grubun kültürel kimliğiyle eklemlenerek oluşturulan “ulus kültürü ve kimliği”, kapitalist üretim ilişkilerinde yeniden üretilen metaya ve yabancılaşmaya dayalı bir “kültür” haline gelmektedir.

Ulus-devlet formu bir ayağını kapitalizmin dayattığı nesnel zemine bu derece sıkı biçimde bassa da, diğer ayağını masalsı ve mitolojik tarih kurgusundan kaldıramaz. Çünkü yaratılan büyük meta kültürü tüm büyüsüne rağmen, tam da kendi yarattığı yabancılaşmadan ötürü, egemenlik sınırları içerisindeki insanları bir arada tutabilecek kültürel harç işlevi göremez. Yabancılaşma aidiyet duygusunu ortadan kaldırmaktadır.

Bu nedenle diğer ayağın durduğu masalsı ve mitolojik tarih kurgusu, saflığını koruduğu varsayılan “halk” kavramıyla ilişkilendirilir ve bizzat devlet tarafından “millileştirilerek“, “ulusun” folklorik bilgisi keşfedilir kurulur. Kısacası burjuva ulus-devletinde “bulunması beklenen esas özelliklerden birisi; devletin tarihi, ulusal sırları ve ulusal kimliği ile büyük ölçüde özdeşlemiş bir halk ve bu halkın tutunum kaynağı olan bu duyguya etkin katılımıdır.” Halk kavramı ise, yeni kodlar sistemi oluşturur. Bu kavram ve etrafında geliştirilen kodlar ile inşa edilen bir ulusun üyeleri sınıfsal farkları önemsizleştirerek, ortak değer ve davranış örgüsü etrafında birleşerek birbirine güvenirler. Böylece kendini halktan sayan kişi, ekonomik refahın paylaşılmasında ve toplumsal statü beklentisinde ‘ortak çıkar’ kavramıyla ifade edilen bir duyarlılığa erişir.15

Artık dünyada kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerinin evrenselleşmesi, ulus-devlet formunun evrenselleşmesi demektir. Bugünkü küresel kapitalizm ise ulus-devletlerin küresel sistemidir; evrenselleşmiş sermayelerin başını ise halen ulusal devletler çekmektedir. Ulus ötesi kurumlar üstlendikleri yeni rolleriyle ulus-devleti ortadan kaldırmayıp, yerel koşullarda küreselleşme süreçlerinin yaşattığı ekonomik hareketliliğin, yerel koşullarda hayata geçmesine hizmet etmektedir.16 Bu bağlamda ulus-devlet bugün özellikle Avrupa’da, kapitalist ekonominin ihtiyaçları doğrultusunda amaç fonksiyonuna ve koşullara uygun şekilde kendini yeniden düzenleyebilmektedir. Öyle ki, küreselleşen kapitalizm ve tüketim kültürünün baskıları karşısında zayıflar gibi olsa da gücünü kesinlikle kaybetmemiştir. Hatta “sırf bu yüzden ötürü, düzensiz ve benzersizdir: ulus devlet her yerde genel bir düşüş içerisinde değildir, bazı yönlerden hala olgunlaşmaya”17 devam etmektedir.

Öte yandan bir gerçek vardır; kapitalizmin küreselleşmesi ve tüm dünyadaki sosyalist iktidar mücadelelerindeki ideolojik ve örgütsel gerileyiş, siyasal alanı kimlik politikalarına teslim eder olmuştur. Öyle ki;

“…yegane güvenlik alanının cemaatler olduğu bir toplumsal yapıda siyaset de, kaçınılmaz olarak, kimlikler üzerinden yürüyecektir. Bu çerçevede kimlik taleplerinin yükselmesi, egemen unsurların milliyetçiliğini besleyecek önemli bir kaynaktır… ya çok kültürcü hatta çok hukuklu yapılar gündeme gelecek ya da ulus-devlet içi çatışmalar görülecektir…” 18

Daha soyut bir ifadeyle, birer tarihsel yapım olarak her türlü cemaat sürekli inşa edilir. Ancak, köklü olmayan bu yapımların yüzyıllar boyunca gelişimlerine ilişkin olarak yapılmış tüm tarihsel tanımlamaları bugünün egemen ideolojisini yansıtır.19

Yurtseverlik: sınıf bilinci mi yoksa ulus bilinci mi?

Sorunumuz yine ideoloji ve siyasal mücadele ekseninde düğümlenmeye doğru yol alıyor. Günümüzde gerek “ulus”, gerekse ulus-devletin aşıldığı gibi önermelerin “sosyal-kültürel” dayanak noktalarını oluşturan başta “etnik grupsal” hareketler olmak üzere diğer alt kimliklere dayalı “her türden cemaat” oluşum ve hareketleri, ideolojik düzlemde bugünün egemen ideolojisini yeniden üretmektedir. Bu üretim tam da o ünlü emek-sermaye çelişkisinin üstünü örtecek ya da onu “yumuşatacak” nitelikler barındırmaya devam etmektedir. Örneğin, bugün başta Orta Avrupa olmak üzere “işgücünün etnikleşmesi emek gücünün tüm kesimleri için çok düşük ücretlere zemin”20 sağlamaktadır.

Oysa sınıf yapısı diyalektik “özü” gereğince zaten istikrarsız, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin o anına özgü ve kararsızdır ve geçişsel koşulları içinde barındırarak yansıtır. Bu nedenle “yumuşatıcı” birçok ideolojinin varlığı, bırakalım malum çelişkiyi kabul ettirebileceğini, nihai anlamda meşrulaştırmayı dahi başarmaktan uzaktır.

Her daim kendini belirli bir grupla özdeşleştirerek aidiyet hisseden, kollektif kimlikler kazanarak “toplumsal varlık” olan insan için, ulus temeline yaslanan ideoloji, özellikle neo-liberal ekonomi-politikalarının ürettiği mikro cemaatlerin dahi yetersiz kaldığı durumlarda toplumsal formasyonda yeniden üretilen egemen ideolojiyi destekleyici biricik işlevini sürdürebilmektedir. Kitleler ise liberalizmin yalınkat bireyciliği ve neo-liberalizmin atomize edici bireyciliği karşısında buna oldukça teşnedirler. Hatta denilebilir ki, kitleler bireyciliğe ait olan liberal ideolojilerle, sınıf temelinde yükselen ve tüm insanlığa ait olan sosyalizm ideolojisi arasındaki orta düzeydeki çıkarları yansıtan ulusalcı temalara daha açıktırlar. Ama elbette bu demek değildir ki, bugünün dünyasında sosyalizmin iktidar arayışı kitlelerle arasında kurulamaz bağlara mahkumdur. Bunun yanıtı ilk elde yine ideolojik cepheden verilebilir:

“Üretim tarzının iki temel sınıfı arasındaki çelişki, kapitalist sistem için kurumsal ve zorunlu bir çelişkidir, böyle bakıldığında kapitalist sistemin onsuz yaşayamayacağı tek çelişki olarak görülür. Cinsiyetçi, ırkçı ve sömürgeci baskı ise, kapitalist sistemin yaşaması için kaçınılmaz değildir.” 21

Daha önce belirtmiştik, “ulus kimliği ve kültürü”, o ulus-devlet sınırlarında baskın olmayan etnik grupların kimlik ve kültürleriyle ve başka her türden kimliklerle eklemlenir. Ancak her ulusal kimliğin olmazsa olmaz ayakları: bir, ortak tarihsel toprak kavrayışı; iki, ortak mitler ve tarihsel bellek; üç, ortak ekonomi; dört, yasal hak ve ödevler; beş, ortak kamu kültürü tarafından sağlanır. Nitekim “ulusal kimliği” ideolojik kılan şeyler de bu ayaklar üzerinde doğrulmaktadır.

“Ulus kimliği” ideolojik ve “ulus kültürü” ise ideolojileşmiş olsa da, peki “ulusun” ve bu “ulus kimliği ve kültürünün” farkındalığına tekabül ediş olarak ele alabileceğimiz “ulus bilinci” ne olacaktır? Daha çok ulusun tarihsel olduğu gerçeğinden konuya yaklaşan Hobsbawm, bunun “diğer toplumsal ve politik bilinç biçimlerinin edinilmesinden ayrılamaz” olduğunu, gelişiminin lineer bir çizgi seyredemeyeceğini ve toplumsal bilincin diğer öğelerinin (örneğin sınıf bilinci gibi) mutlak anlamda zararına yol almayacağını ifade eder.22

Tarihçi olmaya gerek yok, soruna sadece tarihselci yöntemle bakıldığında bu düşüncenin kesinkes doğru olduğu su götürmez. Ulusu ve işçi sınıfını yeni üretim tarzıyla birlikte oluşmaya başlayan toplumsal kategoriler olarak ele aldığımızda, doğuşları itibariyle birinin diğeriyle sürekli çatışma halinde olduğu ve aralarında uzlaşmaz çelişkilerin olduğunu söylemek, ilk elde burjuva sınıfı yerine ulusu ikame etmek olacaktır. Bu da marksist tarih ve sınıf kuramının dışına düşmek olur. Ancak öte yandan, burjuvazinin siyasal iktidarını perçinlerken ve ulus-devlet erkini tamamen kontrol altına alırken bir yandan da kurulan “ulus kimliği ve kültürü” ideolojik birer silah halini alır. Bu yüzdendir ki, 19.yüzyılın sonlarına doğru milliyetçilik, hızla toplumun alt ve orta katmanlarında solculuğu ve liberalizmi çağrıştırmaktan uzaklaşarak emperyalist ve şovenist radikal-muhafazakâr sağcılığın söylem dağarcığına girmiştir.

İki dünya savaşının arasındaki zaman diliminin önemli bir bölümü ve ikinci savaş sonrasında keynesgil ekonomi-politikalarının revaçta olduğu dönemde, (en ılımlı haliyle bile) ulusal söylem, amaç olarak sınıfsal çelişkileri gizlemek için kullanılmıştır. Örneğin bu süreçte kullanılan önemli bir araç olarak kültürel, sosyal ve ekonomik boyutlarda ulusal planlama boy gösterir. Çünkü ulusal planlama sınıflar üstü gibi gözükerek siyasal olanı gizler, pozitif, akılcı ve milli olanı işaret eder. Bu sayede devlet, bütün olarak ulusun ilerlemesini sağlayacak tek, evrensel ve akılcı bilinç olarak somutlaşır.

Yalnız bu söylenenlerden emperyalist ve/veya şovenist radikal sağcı siyasal hareketlerin milliyetçi ideolojisinin yarattığı, yaratmaya çalıştığı veyahut yeniden ürettiği milli-ulus bilinci ile diğer tüm siyasal hareketlerin kendilerine göre biçimlendirdiği ulus-yurttaş bilincinin aynı kefede yer aldığı gibi bir sonuca kesinlikle varılmamalıdır. Bu ayrıklığın altını Hobsbawm tarihsel gerçeklere dikkat çekerek şöyle çizmektedir:

“Sınıf bilincinin pratikte kamusal-milli bir boyutunun, kamusal-milli ya da etnik bilincin de toplumsal boyutlarının olduğunu kabul edersek, birinci savaştan sonraki Avrupa’da işçi sınıflarının radikalleşmesinin, onların potansiyel milli bilinçlerini kuvvetlendirmiş olması pekala mümkündür. Bu, bize, solun, faşist olmayan ülkelerde anti-faşist dönem sırasında milli ve yurtsever duyguyu yeniden sahiplenmesini açıklar. (…) toplumsal devrim ile yurtseverlik duygusunun yeniden evlenmesi son derece karmaşık bir fenomendir.” 23

Sınıf bilinci ile ulus bilinci önsel olarak karşıt iki kategori olmamakla birlikte birbirlerini tamamlayıcı iki kategori olarak hiç düşünülemez. Doğrusu, varolan ulus-devlet modelindeki siyasal iktidar burjuvazinin elinde bulunduğu sürece kapitalizmin ebedi selâhiyeti ve selâmeti için, bu iki kategori sık sık birbirine karşıt düşmek zorunda kalır. Esasında, işçi sınıfı değil ama işçiler, hem ulusal kimliğe hem de “sınıf kimliğine” tutulu haldedirler. Bununla birlikte, ulus-devletin, dolayısıyla burjuva hükümetlerin politikaları “demokratik” vatandaş (yurttaş) haklarına ya da açıkça işçilerin emeğine karşı bir yönelim içerisindeyse ulus kimliği ile “sınıf kimliği”, ulus bilinci ile “sınıf bilinci” arasındaki çatışmalar doğar. Örneğin, on yıllardır Türkiye kapitalizminin, dönüşen dünya kapitalizmine entegrasyonunu sağlamak için uygulanan ekonomik politikalarla, içinden geçtiğimiz süreçte AB’ye uyum yasaları çerçevesinde uygulanan sosyo-ekonomik ve hatta “kültürel” politikalar bu kapsamda değerlendirilebilir. Zaten doğan çatışmalarla harekete geçen, fiili anlamda mücadeleye giren işçiler üzerinde ancak bir sınıf bilinci ve kimliği oluşmaya başlar. Bu da bir üst noktada ulus kimliği ve bilinci ile çatışmayı yaratabilir. Üst noktada yaratabilir diyorum, çünkü, gidilen yönde sınıf bilincine varmış işçilere önderlik edecek, onları fiili/örgütlü siyasal mücadele alanına çekecek olan öncü partiye ihtiyaç vardır. Tersinden okumayla, işçilerin bir sınıf olarak siyasal mücadelesi olmadan, dolayısıyla devrimci-komünist parti olmadan bu üst noktaya sıçranamaz

Ulus “hayali cemaatse”, bir “imgeyse” zaten toplumsal kesimlerin her birinde bir ölçüde farklı farklı tahayyül edilir. Bu nedenledir ki, “ulus bilinci” de ulus-devletin egemenlik sınırlarındaki sosyal gruplar ve sınıflar, sosyo-coğrafik bölgeler içinde eşitsiz gelişir. Şu halde mücadele içindeki işçi sınıfı için kendi çıkarlarına karşıt oldukları ya da kendilerine hainlik yaptıkları düşünülen sınıflar ve sosyal ya da etnik gruplar, bu işçilerin ulus tahayyüllünün dışında görülmeye başlanır. Bu ise farklı boyutta bir “ulus bilinci”ne denk düşer.

Kanımca, bir devrimci öznenin farklılaşan bu “ulus tahayyülü” ve “ulus bilinci” karşısında sınıfla olan bağı ancak yine “halk” ya da “yurtseverlik” gibi kavramlarla kurulabilmektedir. Wallerstein’ın da belirttiği gibi, “inşa edilmiş halklar” eksikli de olsa nesnel sınıfla yoğun ve sürekli bir ilişki halindedir. “Sınıf tabanlı siyasal etkinliklerin büyük oranda halk tabanlı siyasal etkinlikler biçimini alması bu nedenle gayet anlaşılabilir bir durumdur. Öyle ki, ‘saf’ işçi örgütleri dahi çoğu zaman örtük ve de facto ‘halk’ tabanına sahip olan örgütlere yakından bakmaktadır.”24

Ayrıca işçi sınıfı;

“…kazanımlarını ancak ulusal sınırlar içinde elde edebilecek, bu sınırlar içinde mücadeleye girebilecektir. (…) bunun nedeni sermaye ile emek arasında büyük bir asimetri olmasıdır; sermaye için uluslararasılık zorunludur ama emek için değil. Çokuluslu sermaye, kârını küresel düzeyde elde eder; emeğin mücadelesi ve gücü ise yerel kalmak, işyeri, örgüt veya ulusal düzeyde olmak durumundadır. Ücret ve iş koşullarının iyileştirilmesi mücadelesi fabrika veya firma içinde gündeme gelir; oysa küresel sermaye ya da yöneticiler, fabrika, firma veya üretim süreci ile doğrudan ilişkili olmayan mali konularla ilgilenirler.”25

İşte bu nedenledir ki, işçi sınıfı örgütlü siyasal mücadele içine çekilerek ekonomizmden kurtarılmalıdır.

Sonuç olarak söyleneceklere gelmeden önce mücadele için “neden illaki ulus-devlet” sorusuna son bir hatırlatma. Ama kuramsal yanından. Bizim sınıflar mücadelesi tarihinden öğrendiğimiz şey şudur:

“kapitalizmin bugünkü temel süreçlerinin en anlamlı siyasal yansımaları, her şeye karşın bugün gene ulus devlet ölçeğinde teşhis edilebilmektedir. Bu nedenle, marksist bütünlük çözümlemelerinin bu ölçekte yapılması zorunlu olmaktadır. (…) günümüz küreselleşme süreçlerinde, eşitsiz ve bileşik gelişmenin etkileri ulus devlet ölçeğinden uzaklaşmamıştır. Tersine, eşitsiz gelişmenin etkileri, özellikle bu son dönemde, ulus devlet ölçeğinde eskisinden daha fazla yoğunlaşmaya ve birikmeye başlamıştır.”26

Sonuç

Şimdiye kadar yazılanların çoğunu burada yineleyerek sıkıcı olma cüretini göstermeyeceğim.

Kısaca: kabul ettik ki, ulusun oluşumu sınıf oluşumundan ayrı düşünülemez. Her ikisi de modern çağın ürünleridir; ancak ebedi değildirler. Ütopyamızda sınıf zaten çözülmeye mahkumdur, dolayısıyla ulus da yok olacaktır. Ama sosyalist iktidarda işçi sınıfı mevcudiyetini diğer sınıfların aleyhine sürdürecektir. Şu halde “ulus” neden ve nasıl olacaktır? Esas sorun budur. Ama şu bir gerçektir ki, varolan “ulus” modern çağın ulusundan kökten ayrışmaya mecburdur. Çünkü, modern çağın uluslarının nüvesi olan etnik gruplar, mevcudiyetlerini bu kez hiçbir egemen etnik grup kültürü ve kimliği altında yaşamaya mahkum olmadan, yine “ulus-devlet” zemininden hareket eden üst bir kültür ve kimlikle karşılılık belirlenimi içerisinde sürdürebileceklerdir. Yalnız bu kez bu üst kimlik ve kültürün tekabül edeceği “ulus”, işçi sınıfının tasavvur edeceği ve iktidarda yeni bir “ulus” olmak zorundadır.

Bu aynı zamanda, sosyalizmde de işçi sınıfına “ulus” dolayımından ulaşmak, “ulus”a da işçi sınıfı dolayımından ulaşmak anlamına gelecektir. Tabii eğer siyasal iktidarın fethiyle birlikte her şeyin bir anda düze çıkabileceği gibi arkaik bir fikrimiz yoksa.

Dipnotlar

  1. Ernest Gellner, Milliyetçiliğe Bakmak, (çev. S. Coşar vd.) (s.251) İstanbul: İletişim, 1998
  2. Bu tür yönelimler için örneğin bkz. Erol Göka, “Ulusal Kimlik ‘-Kimlikleriniz Lütfen!’ Diye Sorulmaz” (s.7-18), Türkiye Günlüğü, sayı:80 2005. Öte yandan Erol Göka’nın yazısında ve dergideki diğer yazılarda ilginç ya da değerli çıkarsamaların da olduğunu belirtmeliyim.
  3. Asef Bayat, “Sınıf Ulustan Vazgeçebilir mi? İran’da Milliyetçi Modernleşme ve Emek” (s.256), Orta Asya ve İslâm Dünyasında Kimlik Politikaları, W.van Schendel ve E.J. Zürcher, (çev. S. Somuncuoğlu), İstanbul: İletişim, 2004
  4. Anthony Smith, Ulusların Etnik Kökeni, (çev. S. Bayramoğlu) (s.270-271), Ankara: Dost, 2002
  5. Örneğin bkz., Y. Sezai Tezel, “AB’ye Üyelik Serüveninin En Zor Meselesi: Milli Bütünlük ve Kimlik”, (s.19-29), Türkiye Günlüğü, sayı:80, 2005
  6. Anthony Cohen, Topluluğun Simgesel Kuruluşu, (çev. M. Küçük), Ankara: Dost, 1999
  7. Fredrik Barth, Etnik Gruplar ve Sınırları, (çev. A. Kaya S. Gürkan), İstanbul: Bağlam Yay., 2001
  8. Ernest Gellner, a.g.e; Anthony Smith, a.g.e.
  9. Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, (çev. İ. Savaşır), İstanbul: Metis, 1995
  10. Georges Balandier, Political Anthropology, (s.125-126), Pantheon Books, 1970; H. Claessen ve P. Skalnik, Erken Devlet, (çev. A. Şenel) (s.30), Ankara: İmge, 1993
  11. Karl Marx, Alman İdeolojisi, (çev. S. Belli), Ankara: Sol, 1999
  12. Benedict Anderson, a.g.e, (s.58)
  13. Ernest Gellner, a.g.e, (s.69)
  14. Ellen Meiksins Wood, “Mutsuz Aileler Küresel Kapitalizm ve Ulus-Devlet” (s.19), 2000’li Yıllara Girerken Kapitalizm, (çev.- der. A.B. Kafaoğlu), İstanbul: Kaynak, 2000
  15. Suavi Aydın, Kimlik Sorunu Ulusallık ve Türk Kimliği (s.31-52), Ankara: Öteki, 1998
  16. Ellen M. Wood, a.g.e, (s.20)
  17. H. Donnan ve T.M. Wilson, Sınırlar: Kimlik, Ulus ve Devletin Uçları (s.22), (çev. Z. Yaş), Ankara: Ütopya, 2002
  18. Suavi Aydın, a.g.e, (s.120)
  19. E. Balibar ve I. Wallerstein, Irk Ulus Sınıf, (çev. N. Ökten) (s.283), İstanbul: Metis Yay., 1995
  20. Immanuel Wallerstein, “Kapitalizmin İdeolojik Gerilimleri” (s.46), y.a.g.e.
  21. Jorge Larrain, İdeoloji ve Kültürel Kimlik, (çev. N.N. Domaniç) (s.299), İstanbul: Sarmal, 1995
  22. E. J. Hobsbawm, Milliyetler ve Milliyetçilik, (çev. O. Akınhay), İstanbul: Ayrıntı, 1993
  23. E. J. Hobsbawm, a.g.e, (s.172-173)
  24. Immanuel Wallerstein, “Halklığın İnşası: Irkçılık, Milliyetçilik ve Etniklik”, a.g.e, (s.108)
  25. Asef Bayat, a.g.e, (s.240). Vurgular benim.
  26. Metin Çulhaoğlu, “Marksist Çözümlemede Ölçek Sorunu” (s.8 14-15), Sosyalist Politika, sayı 13, Haziran 1997