Ulusal Gurur, Cumhuriyetçilik ve Sosyalizm
Kemal Okuyan
Geri kalmışlıktan tiksinmeden devrimci olamazsınız. Aslında devrimcinin yakıtıdır cehalete, bönlüğe, miskinliğe, uyuşukluğa, hareketsizliğe öfke…
Çok mu tepeden inmeci? Çok mu elitist?
İlgisi yok! Alabildiğine insani, alabildiğine halkçı.
Erken Rus devrimcileri çoklukla iyi aile çocuklarıydı. Genç subaylar, hukuk, tıp öğrencileri… Malikanelerden, o kadar varlıklı olmayanları köşklerden, konaklardan çıktılar. Arkalarında uşakları, bakıcıları bırakarak görev yerlerine gittiklerinde fark ettiler gerçek Rusya’yı.
Şaşırdılar, üzüldüler, isyan ettiler.
Zengin çocuklarının çoğunluğu soyluların dünyası ile toz-toprak içindeki köylülerin Rusyası arasındaki farktan vahşice bir sezgiyle halk düşmanlığı üretti; gerçek Rusya’yı kendilerinden uzak tutmak için görevlerine, yaşamlarına ve ayrıcalıklarına sıkı sıkıya sahip çıktı.
Küçük bir azınlık ise yoksullardan değil yoksulluktan nefret etmeyi becerdi, ayrıcalıklarını yitirmeyi göze aldı, soyluların dünyasını terk edip soylu bir tavır sergiledi.
Geri kalmışlık ve cehaletin sorumlusu olarak Çarlık Düzeni’ni gördüler.
İlginçtir, savaşlarda muzaffer hükümetler genellikle sorgulanmaz. Ancak Çar Aleksandr’ın bizzat komuta ettiği Rus ordusu, 1812’de Moskova’nın kapısına dayanan Napolyon ordularını püskürtüp, diğer müttefiklerle birlikte Paris’e girdiğinde başına büyük bir dert aldı. Fransa’da Cumhuriyet yıkılmıştı ama 1789 Devrimi’nin etkisi her yerdeydi. Eşitlik ve kardeşlik arayışı Paris sokaklarında, izbe mekanlara kurulan sofralarda, üniversitelerde, edebiyat çevrelerinde, atölyelerde kendini yenilemekteydi.
Çar Aleksandr Avrupa kıtasını, devrimi bastırmak, ilerici hareketleri ezmek için kat etmişti; bedelini genç Rus subayların bir bölümünün devrim ve cumhuriyete sevdalanması ile ödedi. Tahtının ilk yıllarındaki göreli “özgürlükçülüğü”nü bir kenara bırakmış, zalimliği ile anılır olmuş, nefret objesine dönüşmüştü.
Anlayacağınız, Fransa karşısındaki başarısı ona pek yaramadı. Rusya’nın büyük bölümünü içine alan karanlığı kabullenemeyen subay ve aydınlar gizli örgütlerde bir araya gelip ülkeyi kurtarmak için yemin ediyorlardı. Aleksandr ölüp yerine Konstantin geçtiğinde ayaklandılar. Aralık ayıydı, bu nedenle tarihe Dekabristler olarak geçtiler.
Tutarlı bir programları yoktu. Ama ahlakları, vicdanları, adanmışlıkları, cesaretleri ve örgütçülükleri nedeniyle modern Rus devrimcilerinin başlangıç noktası olarak kabul edildiler.
Başlangıç noktası “Rusya neden böyle” sorusuydu. Rusya neden geri kalmıştı? Rusya’da neden cehalet hüküm sürüyordu? Rusya’da neden yetkiler tek kişinin elinde toplanmıştı? Rusya’da neden topraksız milyonlarca köylü vardı? Rusya’da neden nüfusun önemli bir bölümü ilkel koşullarda yaşıyordu?
Kaçınılmaz olarak başka ülkeler ile kıyaslıyorlardı Rusya’yı… Ve onurlarına dokunuyordu.
Hassas noktaya geliverdik işte! Ulusal gurur gereksiz, aşılması gereken ve son tahlilde milliyetçiliğe, hatta ırkçılığa evrilecek bir duygu değil midir?
Nasıl yönettiğiniz, nereye bağladığınıza bağlı…
Bütün büyük devrimci hamlelerin, fikir ve eylem insanlarının temel motivasyon kaynaklarından biri “benim ülkem neden böyle” sorusudur. Devrimci programlar bu soruya verilen yanıtla ortaya çıkar.
Enternasyonalizme ters hiçbir şey yok bunda.
Dekabristlerden neredeyse yüz yıl kadar sonra Lenin yine bir Aralık günü, 1914’te “Büyük Rusların Ulusal Gururu” başlıklı bir makale yayınladı. Birinci Dünya Savaşı patlamış, Rus İmparatorluğu Almanya ve müttefiklerine karşı Fransa ve İngiltere’nin başını çektiği güçlerle birlikte savaşa girmişti.
Lenin emperyalist savaşta kendi hükümetlerini destekleyen Alman ve Fransız sosyal demokrat partilerini yaylım ateşine tutuyor, onları ihanetle suçluyordu. Kendi ülkesinde ise resmen bozguncu bir stratejiyi savunuyor, Çarlığın yenilmesi gerektiğini söylüyordu. Çarlık ömrünü tamamlamıştı, karşı devrimciydi, birçok ulusu eziyordu, savaş bir fırsata çevrilmeli ve Çarlık devrilmeliydi.
İşte sözünü ettiğim makale tam da bu sırada yazıldı ve Lenin “Rusya’ya olan sevgimiz, bağlılığımız ve ulusal gururumuz yüzünden böyle davranıyoruz” diye özellikle vurguluyordu. Dahası aynı Lenin, devrimden sonra Brest anlaşmasının yarattığı karamsarlık sırasında “Rusya Ana, bu aşağılanmadan çıkıp mutlaka ayağa kalkacak” diyordu.
Acaba Lenin şovenizme bayrak açtığı bir makalede ulusal gururdan kendisini milliyetçi salvolardan korumak için mi söz ediyordu?
Hayır, Lenin, tıpkı önceki ihtilalciler gibi “Rusya neden böyle” sorusunu sorarak devrimcileşmiş, ülkesinin ve halkın halini kabullenemediği için mücadeleye atılmıştı.
Marx da böyleydi. Marx’ın Fransa ve İngiltere ile kıyasladığı Almanya’nın geriliğini dert ettiği sayısız erken makale vardır. Komünizmin Almanya’yı bu aşağılanmadan kurtaracağını dile getirmiş, İngiltere’nin egemenliğine karşı Almanya’nın girmesi gereken yola ilişkin görüşlerini paylaşmıştır. 1848’de Alman proletaryasının radikal bir devrimle Alman onurunu kurtaracağını vurgulayan da Marx’tır.
Fidel Castro’nun yurdu Küba ile kurduğu ilişki için aynısı geçerlidir. Onunla beraber hareket eden gerillalar ABD emperyalizminin ayaklar altına almaya kalktığı Kübalılığı devrimci bir programla savunmaya çalışıyorlardı.
Ulusal gurur ya da yurtseverlik devrimci bir mücadele için yetmez ama onsuz asla olmaz. Güçlü bir başlangıç noktasıdır ülke bağı ve ülkeyi değiştirme, kurtarma iradesi…
Komünistler açısından yurtseverlik milliyetçilikle flört etmek değildir, kopyacılık hiç değildir. Mücadele zeminimiz ve bizi kamçılayan gerçeklerden biridir yurtseverlik. Komünistler dünyanın, insanlığın ve ülkelerinin yaşadığı trajediden hareket eder ve evrensele kendi topraklarından ulaşırlar.
Cumhuriyet fikri bunun bir parçasıdır. Marx’ın “işçi sınıfının bütün ulus adına konuşma yeteneği kazanması” vurgusu durup dururken ortaya çıkmamıştır. Ayrıcalıklı mülk sahibi sınıfların elinde toplanan yönetme ve siyaset hakkının bütün topluma yayılması için verilen zorlu mücadelelerin en kritik unsurlarından biridir Cumhuriyet arayışı.
Fransız Devrimi’nde zirveye çıkan bu arayışın “eni konu iktidarın feodal sömürücülerden kapitalist sömürücülere geçtiği bir toplumsal değişim” diye küçümsenmesi mümkün müdür? Evet sonuç tam da bu olmuş, burjuva devrimleri, insanlığı çağdışı bir karanlıktan çağdaş bir karanlığa götürmüş, kapitalist barbarlığın yolunu açmıştır.
Öte yandan ne Fransız Devrimi ne Cumhuriyet mücadelesi buna indirgenebilir.
Mutlakiyetçi yönetime karşı patlayan eşitlikçi öfke bir yandan genel oy hakkını, tüm toplumun siyaset yapmasını, Meclis yönetimini hedeflerken diğer yandan da toplumsal eşitsizlikleri ilkel biçimde olsa da sorguluyordu.
Fransız devriminin ve dönemin Cumhuriyetçi rüzgarının en önemli kaynaklarından biri eşitlikçilikti. Bu anlamda komünizm ile Cumhuriyetçilik ilişkisi son derece doğrudandır. Sonradan görme cumhuriyetçi değiliz anlayacağınız!
Komünizm çağdaş anlamıyla Fransız Devrimi’nden on yıllarca yıl sonra, Komünist Manifesto’nun yazılmasıyla birlikte tarih sahnesinde yerini aldı. Ancak Fransız Devrimi ve sonrasında radikal cumhuriyetçiler arasında komünizan eğilimde olanlar hep ön plandaydı.
Büyük Fransız Devrimi’nde çağdaş anlamda proletaryadan söz edemiyoruz. Zaten ülke ezici bir köylü nüfusa dayanıyordu. Giderek yoksullaşan ve topraksızlaşan köylü nüfusa… Onlara ek olarak, artizanlar, kentli küçük burjuvalar ve sayısı artmakla beraber sınırlı olan işçilerin tümü, yoksul halk kitleleri olarak mevcut düzenden hoşnutsuzdu. Eski Rejimin sahipleri yükselen burjuvaziyle anlaşma yoluna gitseydi, yoksul halk kitlelerinin hoşnutsuzluğundan yararlanmaya çok ihtiyaç kalmayacaktı. Ancak burjuvazi yoksulların öfkesine gereksiniyordu işi bitirmek için.
Bu öfkede tarih bilincini geçtik, sınıf bilinci de yoktu. Ancak halk kitlelerinde giderek güçlenen eşitlik arayışını hafife almak büyük haksızlık olur. Ne istediğini, nasıl yapacağını bilmeyen milyonlarca ezilen ayrıcalıklı sınıflara kinle bakıyor ve onlar gibi yaşamak istiyordu. Ve ders çıkarıyorlardı her evrede.
Devrimin ardından eşitsizlikleri kontrol etmek, halkın öfkesini yatıştırmak için ardı ardına gerçekleşen düzenlemeler, halktaki eşitlik arayışının ciddiye alınmasının sonucudur.
1789 Devriminin ürünü Cumhuriyet’in yenilgisinin ardından Fransız İmparatorluğu’na karşı güçlü devrimci darbeler indirildi. Bunların tamamı Cumhuriyetçiydi ve 1830’dan 1848’e, Cumhuriyetçi kesimler arasında, en kararlı, tutarlı olanlar işçi sınıfına yaslanan devrimcilerdi; korkak, tutarsız, dönek olanlarsa burjuva liberaller.
Kuşkusuz işçi sınıfı mücadele ede ede öğrendi. 1830’da sokakta onlar vardı, barikatta onlar ölüyordu ama kendi kurtuluşlarından çok liberal politikacıları savunuyorlardı. Asıl yükü yumruklarını kullanarak ve bedenlerini ortaya koyarak sırtlamışlar, deyim yerindeyse burjuva devrimcilerini cesaretlendirmeye çalışıyorlardı.
Bütün bir tarih boyunca böyle gitti. İşçi sınıfı ayağa kalkıyor, burjuva liberalleri sırtında taşıyor, ihaneti yaşadıkça daha da radikalleşiyordu. Bir kural olarak hep kazık yediler. 1848-1852 arasında Fransa’da yaşananlara ilişkin Marx’ın eşsiz yazıları var, oku oku yeni şeyler öğreniyor insan.
Lakin 1848 öncesi de fazlasıyla heyecan verici, öğretici…
İşçi sınıfı ve komünistlerin öncülü devrimciler sürekli mücadele içinde örgütler kurmuşlar, imparatorlara suikast düzenlemişler ve bunu yaparken eşitlikçi bir düzen arayışından hiç vazgeçmemişler. Taşıdıkları ve çoğu kez kızıl olan bayrakta yazan, her daim, “Yaşasın Cumhuriyet”tir.
Dedim ya, kazık yiye yiye öğrendiler. 1830’daki ayaklanmaların sonucu iktidarın Bourbon Hanedanlığı’ndan Orleans Hanedanlığı’na geçişi oldu. Yeni Kral Louis Philippe fazlasıyla uyanıktı, o da halkı kazıklamaya balkona çıkıp büyük kalabalıklarla birlikte Fransız Devrimi’nin ürünü Marseillaise’yi söyleyerek başlayacaktı.
Korkuyorlardı baldırı çıplaklardan, dağlılardan.
Yoksul kitleler ayaklanmış ama istediklerini alamamıştı. Seçimler yapıldı, 35 milyonluk ülkede oy kullanabilen 250 bin kişiydi ancak! Monarşi ile burjuvazi bir kez daha uzlaşmıştı, bunun sorumlusu Cumhuriyet fikri değil emekçi kitlelerin örgütsüzlüğüydü.
1832’de yine ayaklandılar. Öldüler, öldürdüler. Cumhuriyet kavgasını işçi sınıfı sürdürüyordu yine.
1834’de bir kez daha… Öldüler, öldürdüler.
Her defasında gerçeği biraz daha temelden, derinden kavramaya başlıyorlardı. 1840’lara gelindiğinde cumhuriyetçilik sosyalist ve komünist düşünce ve eylemle anılıyordu. Her taşın altından gizli örgütlenmeler çıkmaktaydı. Oldukça etkili olan bir tanesi “Eşitlikçi İşçiler” adını almıştı. Altını çiziyorum, Cumhuriyet kavgası, kendini hep eşitlik arayışı ile anlamlandırıyordu.
Marx henüz ezilenlerin imdadına yetişmemiş, kapitalizmin mantığını, sınıflar mücadelesinin yasalarını insanlığın önüne koymamıştı. Ama sınıfları ortadan kaldırmak, para denen melanetten kurtulmak, din-devlet ilişkisini sona erdirmek için hummalı bir faaliyet sürüyordu 1848 öncesinde.
1848’de işçi sınıfı yeniden birden fazla kez hamle yaptı Cumhuriyet için. Temmuz’da Kral Louis Philippe, tahtı bırakıp tüymek zorunda kaldığında, Paris’in hakimi emekçi halktı. Ne ki pusula yoktu, modern anlamda bir örgüt yoktu, program yoktu…
“Bu kez kazık yemeyeceğiz” diye diye yine aldatıldılar. 1848’de varlığını işçi sınıfının isyanına borçlu olan İkinci Cumhuriyet, 1852’de işçi sınıfının tamamen devre dışı bırakılmasıyla sonlandı. Dediğim gibi, bu dört yılın öyküsünü Marx’tan okumamak olmaz.
Marx 1871 Fransasını da çok güzel yazmıştır ama… 1852’de hortlayan İmparatorluk düzeni 1870’de Prusya ile sürmekte olan savaşta yaşanan bozgun sonrasında çökmüş, ülkenin büyük bölümü işgal altındayken Cumhuriyet “mecburen” kurulmuştur. Burjuvazinin elinde cumhuriyet anlamsızdır, “vatan” da öyle! İkisini de Almanlara bırakmak üzereyken, Paris proletaryası insanlığın tanık olduğu ilk işçi iktidarını kurmak için meseleye el koymuştur. Cumhuriyet, vatan ve eşitlik aynı anda savunulmaktadır.
Paris Komünü iki ay on gün yaşadı. İşgalci Almanlarla işbirliği içinde Fransız burjuvazisi işçi sınıfını alt edip katliama giriştiğinde Fransa’nın Üçüncü Cumhuriyeti de anlamsız, içeriksiz bir etiketten başka bir şey değildi artık. Öyle ki, Komünü ezdikten sonra monarşiyi geri getirmek için uğraşıp durdular. Beceremedilerse, bunun bir nedeni işçi sınıfının bütün bir 19. Yüzyıla damga vuran sokak barikatlarının yeniden kurulacağından ölesiyle korkmalarıydı. Kralcıların, ölesiye nefret ettikleri kırmızı, beyaz, mavi renklerden oluşan “Cumhuriyetçi” bayrağı inatla savunan halkın iradesini aşamadıklarını da not düşelim.
1789’dan 1871’e, Fransa’da Cumhuriyet kavgasının lokomotifi eşitlik arayışındaki halk ve zamanla işçi sınıfıdır. Ve Cumhuriyet, eşitlik fikrinin siyaset-devlet kurumuna yansımasıdır.
Hal böyleyken neden Fransız Devrimi’ne burjuva devrimi diyoruz? Genç burjuvazinin devrimci hiçbir rolü olmadı mı 1789 ve benzeri kesitlerde?
Elbette oldu. Burjuvazinin radikal kesimlerinin monarşiden nefretinin maddi nedenleri vardı. Kilisenin ne anlama geldiğini ayrıntısıyla biliyorlardı, aydınlanmaya sıkıca sarıldılar. Yalnızca kapitalist gelişme için değil, eski toplumsal-siyasal sisteme karşı mücadelede akılcılığa ihtiyaç duyuyorlardı.
Ancak ihtiyaç duydukları bir başka şey, yoksulların öfkesiydi. Bu öfke onların yelkenini doldurduğu sürece iyi, onları da süpürmeye kalktığında tehlikeliydi. 1789 Fransız Devrimi’nde yoksulların, sömürülen sınıfların öfkesinde bir eksik yoktu ama onların ne ideolojik ve siyasal ağırlığı ne de diğer sınıflara üstün gelecek bir projesi vardı. Bu anlamda Fransız Devrimi’ne damgayı burjuvazi vurdu, Cumhuriyet’le eşitlikçiliğin yollarını ayırdı.
Görüldü ki, eşitlik olmadığında Cumhuriyet yıkılıyor, yıkılmasa bile sakat kalıyor.
Fransız tarihinden bunu öğreniyoruz. Türkiye tarihinden bunu öğrendik.
Almanya’dan da…
Rusya 1917’de Cumhuriyete kavuştu. Şubat Devrimi’nin yarattığı çalkantılı günlerde Çarlık yıkılmış yerini belirsizliğe bırakmıştı. Geçici Hükümet’in başı Kerenskiy Eylül’de Cumhuriyet ilan etse de, Rusya’yı Cumhuriyete taşıyan Sovyet iktidarı oldu. Ekim Devrimi ile birlikte eşitlikçilik cumhuriyetle buluşuyor ve birkaç yıl sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kuruluyordu.
Çok değil, 1917 Ekim Devrimi’nden bir yıl sonra Almanya karıştı. Rusya’da sosyalist cumhuriyete yol açan ayaklanmada işçilerin yanı sıra bahriyeliler öne çıkmıştı. Almanya’da aynısı oldu. Denizciler ve işçi kitleleri çatırdayan Alman İmparatorluğu’na sağlam bir tekme savurdu ve bir anda generallerden büyük patronlara herkes ama herkes cumhuriyetçi kesiliverdi. İşçi ve asker kitleleri pek yol yordam bilmeseler de, tıpkı Rusya’daki gibi eşitlikçi bir cumhuriyet istiyorlardı. Kapitalistler ise devletin üst düzey kadroları ve hain sosyal demokratlarla kafa kafaya verip sokağa dökülen işçilere Cumhuriyet’i verip, onların elinden eşitlik fikrini, sosyalizm bayrağını almaya karar verdiler.
Fransa’da on yıllar boyu kazık yiyen proletarya, Almanya’da da aynı talihsizliğe uğradı. Eşitlik olmayınca Cumhuriyet’in arızalanacağı bir kez daha görüldü. Alman Cumhuriyeti bol bol devrimci kanı döktükten, işçileri benzersiz bir hayat pahalılığı ile karşı karşıya bıraktıktan sonra Hitler’in elinde son nefesini verdi.
Ne kadar şaşırtıcı değil mi? Bize dayatılan iki büyük efsane, tarihin hemen bütün uğraklarında yalanlanıyor. Bir efsane, insanlığın önce özgürlüğü sonra eşitliği aradığı, daha doğrusu aramak zorunda olduğu… Hayır, bu doğru değil. Eşitlik arayışı, eşitlik için mücadele özgürlük ateşini harlamış, eşitlik fikri yara aldığında özgürlük alanı kısıtlanmış. Cumhuriyet, özgürlüktür çok açık ki…
İkinci efsane de, tam da bu konuda, bizim “yerli” liberallerimizin uydurmasıdır. Cumhuriyet’in özgürlükle bağını koparmaya yeltenmişlerdir. Öyle ki, son 40 yılın ortalama solcusu için Cumhuriyet baskı ve zulümle özdeştir. Bu Türkiye tarihine ilişkin bir okuma değildir sadece. Bu aynı zamanda Fransız Devrimi’ne dönük de bir soğukluk, hatta örtülü bir nefret olarak görülebilir.
Evet, Cumhuriyet, eşitlikçi bir düzen için mücadelenin ön koşulu değil, o mücadelenin bir parçasıdır. Burjuvazi, hemen her örnekte, Cumhuriyet’ten eşitliği eksiltmeye çalışmış, bunun karşılığında (ve buna rağmen) siyasal ve toplumsal hayatta birçok ilerlemeyi ya kendine yontmuş ya da kabullenmiştir.
Dünyanın hiçbir yerinde burjuvazinin kendi başına icat ettiği ve a’dan z’ye tasarlayıp, istediği gibi şekil verdiği bir Cumhuriyet olmamıştır. Devletler elbette egemen sınıfın karakterini alır. Ancak büyük altüst oluşlarda ve tarihsel ilerleme anlamına gelen uğraklarda burjuvazinin baştan veri aldığı, ulaşmak istediği bir modelden söz edilemez. Bu anlamda hangi sınıfın elinde olursa olsun, her Cumhuriyetin harcında yoksulların ve zamanla işçi sınıfının emeği ve kanı vardır.
Yani, Cumhuriyetçi birikimle etkileşime girmiyoruz biz, Cumhuriyetçi birikimin içindeki etkileşimi güçlendiriyoruz. Doğrusu budur. Doğrusu, komünistler her zaman Cumhuriyetçidir.