Yeni bir Enternasyonal İçin Avrupa Soluna Bakarken

Türkiye kapitalizminin Avrupa ile ilişkilerinde yeni bir evreye girişinin arifesindeyiz. AGİT zirvesi, Türkiye’nin dış politikasında radikal adımların atılmasını dayatıyor. Özellikle deprem felaketi sonrasında, Yunanistan ile ilişkilerin yumuşaması ve AB üyeliğinin gündemde ilk sıralara oturması, Avrupa’daki siyasi dengelerin daha dikkatle incelenmesini gerekli kılıyor. Zira yaşanan süreç, ABD tarafından çerçevesi çizilen, AB ülkelerinin ve restorasyoncuların ikna edildiği bir programa sahip görünüyor. AB ile ilişkilerin gelişmesi bizim sözlüğümüzde daha fazla sömürü, daha fazla kapitalizme entegrasyon ve daha fazla ABD politikalarının piyonu olma anlamına gelirken, bazı çevreler demokrasi yolunun AB’ye girişten geçtiğini söylüyor. AB’ye giriş “demokratik Türkiye” hedefinin bir parçası olarak kurgulanıyor.

Avrupa solunun özellikle AB konusunda çok net olmadığı bir gerçek. Anti-kapitalist bir bakış açısı olmadan AB’ye karşı çıkmanın pek olanaklı olmadığı düşünülürse, Avrupa solunda AB’ye ve diğer pek çok uluslararası anlaşmalara dönük bir belirsizliğin egemen olduğundan söz etmek gerekiyor. AB üzerinden Türkiye’ye dönük değerlendirme yapan unsurlar için de Türkiye dendiğinde, insan hakları ve Kürt sorunu başlıkları öne çıkıyor. Bu unsurlar Türkiye’ye dışarıdan “diplomatik ve demokratik” bir basınç oluşturma konusunda, kendi egemen sınıflarıyla ortaklaşabiliyorlar. Kürt hareketi zaten “demokratik cumhuriyet” tezini biraz da bu basınç üzerinden kurgulamıştı, sonucun ne olduğu halen açık bir biçimde yaşanıyor. Peki Türkiye solunda da benzer beklentilere girenlere ne demeli? Demokrasiyi Avrupa’dan bekleyenlerle ortaklaşmak mümkün mü, dahası bu kesimlerin ortaklaştığı Avrupa solu içinden unsurlarla ortaklaşmak ne derece mümkün?

AB konusu yalnızca işin bir boyutunu oluşturuyor. Ama oldukça da tasnif edici bir özellik taşıyor. Avrupa solu içinde AB’ye karşı çıkan unsurlar arasında Türkiye’de ancak marjinal unsurlar olarak kendini var edebilecek anarşistler, çevreciler, anti-nükleer oluşumların yanında komünistler kimi zaman geri planda bile kalabiliyor. Avrupa nesnelliği zayıf halkalarda marjinal sayılabilecek unsurlara daha fazla kanal açabiliyor. İlginç giysileriyle, ellerinde taş ve sopalarla Londra’da Britanya’nın finans merkezini birbirine katan ve kendilerini anti-kapitalist olarak nitelendiren gençler belli bir sempatiyi haketmelerine karşın, gelişmiş kapitalizmin yozluğuna karşı başıboş bir çıkıştan başka bir anlama gelmiyor. Örgütlü ve sınıfla sıkı bağlara sahip geleneksel sol yapılardan ise geriye sosyalizmin hanesine ne yazık ki fazla bir şey kalmadı, kendini var etmeye, leninizmi yeniden üretmeye çalışan unsurlar ise bir-iki ülke dışında kendilerini marjinal bir konumda buluyor.

Avrupa, kapitalist sistemin sakin limanı mı? Kapitalizmin tüm dünya ölçeğinde içine girdiği kriz, siyasal süreçleri de farklı bölgelerde farklı ölçeklerde hızlandırıcı bir etkide bulunuyor. Yeni Dünya Düzeni veya onun yerine kullanılan daha “sevimli” küreselleşme kavramı kendisini bir barbarlık olarak dayatıyor. Emperyalizm dünyanın her yerinde daha pervasız davranırken, emperyalist güçlerin lideri konumundaki ABD, kelimenin tam anlamıyla bir haydut gibi oraya buraya saldırıyor. Tüm siyasal süreçlerin üzerinde çok doğrudan, genellikle incelikten yoksun bir tarzla etkide bulunuyor. Küreselleşmenin aldığı boyut ile birlikte tüm dünyada çok hızlı siyasal gelişmeler olurken, emperyalizme karşı mücadele her toprakta kendini bir zorunluluk olarak dayatıyor.

Geçen bir yıl emperyalizm açısından Avrupa’da da oldukça hızlı ve kökten adımların da atıldığı bir dönem oldu. Pek çok ülkede sosyal demokratların iktidara gelmesi, para birliğine geçilmesi, Kosova ve onun üzerinden Balkanlar’a emperyalist saldırı, Öcalan’ın yakalanması Avrupa’daki siyasal dengeler üzerinde belirleyici etkilerde bulundu. Belirleyicilik bir yana, safların belirginleşmesini ve siyasal mücadelelerin daha yalın bir şekilde kendisini ortaya koymasını sağladı. Tüm bu hızlı gelişmelerin yanısıra, Avrupa’da emekçilerin onyıllardır kazandığı değerlere yoğun saldırılar olurken, artık “sosyal devlet” kavramının her boyutu aşınmaya, yok olmaya başladı. Örnek olsun sosyal devlet kavramının somutlandığı ve örnek olarak gösterildiği Almanya’da bile, ekonomik canlanmanın yolu olarak iç tüketimi arttırmayı, yani klasik sosyal demokrat politikaları uygulamayı savunan Oscar Lafontaine’e bile sermayedarların tahammülü kalmıyor. MAI, MIGA, TAI gibi küresel “yasa”lar ve bunların tepesinde Dünya Ticaret Örgütü yalnız azgelişmiş kapitalist ülke emekçileri değil, Avrupalı kapitalist ülke emekçileri üzerinde de Demoklesin kılıcı gibi sallanıyor. Avrupalı emekçiler için de mücadele başlıklarının sayısı günden güne artıyor. İşin ilginci mücadele başlıklarının giderek arttığı bu Avrupa ülkelerinin büyük çoğunluğunda ise sosyal demokratlar iktidarda bulunuyor. Avrupa işçi sınıfına dönük önümüzdeki dönemlerde daha da yoğunlaşacak saldırıları sosyal demokrat iktidarlar örgütlüyor. Dahası, Avrupalı kapitalistlerin emperyalist politikalarını tüm dünyada örgütlemek de “sol” iktidarlara düşüyor.

Tüm yukarıda yazılanlar gözönünde bulundurulduğunda insan merak ediyor, Avrupa’da sol var mı? Varsa ne yapıyor? Önümüzdeki dönem yoğun mücadele başlıklarına dönük olarak hazırlıklı mı? Ülkelerindeki işçi sınıflarıyla bağları nasıl? AB, Para birliği, NATO küreselleşme vb. başlıklar konusunda neler düşünüyor? Dahası enternasyonalist bir dayanışmayı örmek doğrultusunda özellikle zayıf halka ülkeleri ile ilişkileri nasıl kurgulamaya çalışıyor, bu ülkelere dönük emperyalist politikalara (örneğin Öcalan’ın yakalanması) nasıl bakıyor? Türkiye solu hangi öncelikler üzerinden bir birlikteliği kurgulayabilir, tutarlı bir enternasyonalizmi kurumsal hale getirebilir?

Bu yazıda bu sorulara belli tasnif edici başlıklar gözönünde bulundurularak yanıt aranmaya çalışılacak. Bu arayış bir siyasal veya teorik gereklilikten ziyade, pratik, somut gereksinimlerden kaynaklanıyor. Türkiye sosyalist devrimine giden yolda enternasyonalist dayanışmayı örmek, örgütlemek de Türkiyeli sosyalistlerin önünde bir görev olarak duruyor. Bir zayıf halka ülkesi olarak devrimin güncelliğini yaşayan Türkiye, bulunduğu bölge itibariyle uluslararası etkisi oldukça büyük bir sosyalist devrime topraklarında kucak açıyor. Gerek sosyalist devrim mücadelesi boyunca, gerekse de devrim sonrasında kapitalist sisteme mümkün olan en büyük gediği açmak salt bu topraklardaki mücadele ile değil, uluslararası ölçekteki ilişkiler, örgütlülükler ve somut mücadele kanalları ile de mümkün olacak. Dünya sosyalist hareketinin önemli merkezlerinden birisi haline gelecek Türkiye’de işçi sınıfının öncü partisinin, Avrupalı emekçilerin desteğini arkasına alması, Avrupa’daki sol hareketleri bir çatı altında buluşturması da gerekecek.

Özellikle anti-emperyalizmin güncelliğinin günden güne kendisini hissettirdiği bir konjonktürde, büyük bir sınıf dayanışması gösteren farklı ülkelerin sermaye sınıflarına karşı, Avrupalı emekçilerin ve sosyalistlerin de enternasyonalist dayanışmayı örmesi bir gereklilik olarak kendisini dayatıyor. Emekçilere dönük saldırılar enternasyonal bir şekle bürünürken, buna dönük mücadelenin de sınırların ötesine geçmesi, belli ortak başlıklara yoğunlaşması ve somut örgütlükler şeklinde kendisini hayata geçirmesi, her zamankinden daha acil bir hedef olarak önümüzde duruyor. Bu gereklilikler Avrupa sosyalistlerinin bir haritasının çıkarılmasını gerektiriyor. Bu çalışmada, eski sosyalist ülkelerdeki sol hareketler yerine “Batı Avrupa” üzerinde duracağım. Eski sosyalist ülkelerde yavaş yavaş toparlanmaya çalışan, yitirdikleri itibarı yeniden kazanacaklarını ve kendilerine yepyeni bir gelenek yaratacaklarını ümit ettiğim sol hareketlerin incelenmesi ayrıca kapsamlı bir çalışma gerektiriyor.

Avrupa solu nasıl bir miras üzerinde yükseliyor?

“Trajedi 20. yüzyılın ortalarından itibaren başladı. Mekanı Avrupa’ydı. Örokomünist partiler enternasyonalist sorumluluklarını yerine getirdikten sonra, ulusal plandaki misyonlarını tamamlama işine giriştiler. Trajedi bazı yerlerde hem nicel gücün zayıflaması, hem de bir komünist partinin gücünün en önemli bileşeni olan -nicelikten bağımsız olarak- nitel gücün azalması şeklinde gerçekleşti. Birçok yerde nicelik korundu hatta artış gösterdi; ancak, maliyeti yüksek oldu: Leninizm bir kenara bırakıldı, marksizm ise revizyona girdi, demokrat-menşevik bir halde çıktı revizyondan. Avrupalılar bütün bu uygulamaları ileri sanayi ülkelerine uygun bir strateji geliştirmek adına yaptılar. O güne dek başarıyla uygulanmış stratejiler, mekan farkından dolayı, Avrupa için geçersizdi. Bir dönem, tek ülkede sosyalizmin korunmasının görev sıralamasında öncelik kazanmış olması, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu misyonun yerine getirilmiş olmasıyla, yerini ilk sosyalist ülkeden bağımsızlaşmanın fetişleştirilmesine bıraktı” 1 . [GÜNDEŞ Nejat]

60’lı yıllar bir taraftan barış kavramının Sovyetler tarafından başarılı bir şekilde kullanılarak, komünistlerin hanesine yazılmasına yolaçarken, öte yandan bu kavrama kendi topraklarında “burjuvazi ile barış” temalarını da eklemeye başlayan KP’ler için de Sovyetlerden uzaklaşma anlamına gelmeye başladı. Bu yıllarda başlayan ve sonraki yıllarda yaygınlaşan “çevre koruma”, “barış” gibi konjonktürel toplumsal canlanmalar üzerinde de Avrupalı KP’ler otorite oluşturmayı başaramadılar. 68’de Sovyetler’in, sosyalizmi korumak için Çekoslovakya’ya yaptığı müdahale ise SBKP’den uzaklaşmanın ikinci ve farklı bir adımı oldu, Avrupalı komünist partiler için. Daha önceden söylemek isteyip de, fırsat bulamadıkları “biz farklıyız” için bır fırsat çıkmıştı. ’56 “Stalin kısıtı”ndan kurtulma, ’68 ise “SBKP’den bağımsızlığı” vurgulama şeklinde gerçekleşti. O zamana kadar önemli bir kazanım sağlayamamış veya sağladıklarıyla üstünlük kuramamış AKP’ler (İKP, FKP, İsKP) için yapılmış şu değerlendirme çok yerinde:

“Varlıklarını dışsal bir tarihin otoritesine borçlu olmaya başladılar. Zamanla o tarihin de uzağına düşseler bile, onun dışında hiçbir kazanç sağlamamaları çok uzaklara gitmelerine neden oldu”. 2 [Gelenek]

Avrupa komünizmi dendiğinde öne çıkan partiler İtalyan, İspanyol ve Fransız komünist partileri. Trajedinin bir başka boyutu da, bu ülkelerde sınıf hareketinin büyük örgütlülüğe sahip ve komünistlerle bağları olan yapısı; keza komünist partilerin özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında sahip oldukları prestij. Güney Avrupa çelişkilerin daha yoğun bir şekilde hissedildiği topraklar olarak, 20. yüzyılın ikinci yarısına giriyor. Ancak özellikle Fransız, İtalyan ve İspanyol komünistleri nesnelliğe tabi oluyorlar. Doğru bulduğum bir yorumu aktaracağım; bu ülkelerde komünistler seçimle iktidara gelemeyecek kadar az, devrim yapamayacak kadar da çok kitleye sahiptiler. Ancak tercih seçimle, barışçıl bir geçiş olduğunda, ittifak arayışları, NATO’yu kabullenmeler, dini bir veri olarak kabul edip yapılmaya çalışılan tarihsel uzlaşmalar, kimi zaman ABD’ye karşı Avrupa egemen sınıflarının yanında saf tutmalar vs. vs. Amaç hep aynı, toplumsallığı soldan değil, sağdan açılımlar yaparak ilerletmek…

Avrupa komünizminin yeşerdiği ülkelerin ilginç bir özelliği var. Bu ülkelerde sosyal demokrasi gerek diktatörlük dönemlerinde, gerekse de sonrasında yok veya “dış destekle” kuruluyor. Avrupa komünizmi, olmayan sosyal demokrasinin yerine oynamayı tercih ediyor. Komünistler tüm örgütlülüklerine ve sınıfla bağlarına karşın, sosyal demokrat rolüne soyununca ve toplumsal uzlaşma ve sağduyu telkin etmeye başlayınca radikalizm marjinal unsurlara kalıyor. Reel sosyalizme karşıtlıklar kendilerine yer açmaya başlayan troçkistler, Avrupa komünizmi SSCB’den giderek uzaklaştıkça kendine alan bulamasa da, radikalizmin sözcülüğüne soyunabiliyor. Troçkistler günümüzde de Avrupa’da, Dördüncü Enternasyonal çerçevesinde pek çok örgütle varlar, ancak marjinallikleri hâlâ devam ediyor. Küçük örgütlülükler şeklinde tüm Avrupa ülkelerinde mücadele ediyorlar. Ancak 68’in liberal ve yeni sol unsurlara açtığı alan üzerinde yükseliyorlar ve yeni sol-liberal sol ve küçük burjuva radikalizmi arasında salınıyorlar.

Üst yapı kurumlarının analizlerin merkezine fazlaca yerleştirilmesi, alt yapı üst yapı ilişkilerine dair bilimsel olmayan yaklaşımlar, marksizmin reel sosyalizmin resmi ideolojisi olarak algılanması vb. etkenler ile Avrupalı aydınlar ve uzakdoğu gezileri yapan gençler arasında çekim merkezi haline gelen Çin ve özelde kültür devrimi pratiği, maocu unsurların da doğmasına yol açmıştı. Şu anda küçük gruplar halinde maoculara rastlamak mümkün.

Öte yandan 70’lerle birlikte “farklı” toplumsal mücadelelerin belirginleştiği Avrupa nesnelliği, nükleer karşıtlığı, çevrecilik, feminizm gibi ideolojik motiflerin fazlaca öne çıkmasına yol açmıştı. Bu motifler üzerinde yükselen toplumsal hareketlilikler, hiç bir zaman Avrupa’da bile sürekli bir örgütlülüğe sahip olamadılar. En kalıcı olan yeşiller ise artık çevre hareketini, kapitalizmin yedeğine takmış partiler şeklinde kendilerini varediyorlar. Kuşkusuz Avrupa nesnelliğinde yukarıdaki motifler, toplumsal mücadelede oldukça önemli bir yere sahip olabilirler. Ancak sosyalist ideoloji, bu ideolojik motifleri belli bir öncelik sıralamasına göre hiyerarşik bir yapı içinde kapsamaya çalışmalı ve en tepede emek-sermaye çelişkisi yer almalıydı. Bu hiyerarşik kapsayıcılık Avrupa nesnelliğinde başarıyla gerçekleştirilebilirdi. Ancak marksizmden giderek uzaklaşma, toplumsal hareketliliklere kendini verememe ve kitleselleşme kaygıları, sosyalist ideolojinin eşitlerden biri olarak diğer ideolojilerin yanında yer almasına yol açtı. Bundan kârlı çıkanlar ise, yeni sol, liberal unsurlar, kimi zaman çevreciler, kimi zaman feministler, kimi zaman nükleer karşıtı platformlar vs. vs. oldu. Bu unsurlar, şu anda Yeni Dünya Düzeni tarafından dayatılan sivil toplumculuğun 60’lı, 70’li yıllardaki öncülleri oldular. Örgütlü olmadan örgütlü rolü oynamak, Avrupa demokratik kamuoyuna çok öncelerden girmeye başladı, öznenin eksikliği sonucunda…

‘68, Avrupa solunu derinden etkilerken, komünistlere kesinlikle alan açmadı. Komünistlerin inisiyatifsizliği, bu alanların giderek sağa kayması sonucunu getirdi. Örneğin partilerin inisiyatifleri dışında gerçekleşen olaylara karşı İtalyan KP “maceracılık” derken, FKP “sağduyulu” kentli, sendikalı sanayi proleteryasının sesi oldu, hareketlere uzak kaldı, De Gaulle’ün çekilmesini bile istemeye istemeye talep etti. Komünistlerin kitleselliğe ulaşamadığı diğer ülkelerde ise, ‘68 bir gençlik nostaljisi olarak bir kenara not edildi…

Avrupa’da tek tek komünist partilerin tarihçesini incelemek ilginç olabilir. Ancak görülen, günümüzde gözlemleyebildiğimiz olgular şunlar: En klasik anlamda geleneksel sol değerlere bağlı olan partiler hâlâ mücadele bayrağını onurla ellerinde taşıyorlar. Birbirlerine yoldaş diye seslenmeyi “arkaik” bulan Fransız komünistleri ise, komünist adını eski liderleri Marchais’in hatırına koruyorlar. Eski liderlerinin adının Türkçesi yürüyüş ama aynı zamanda “yürüyordum” anlamına geliyor. FKP artık yürümüyor! Jospin liderliğindeki Sosyalist Parti’nin Blair ve Schröder’den farklı olarak “sol” politikalar uygulaması FKP’ye oynayacak alan bırakmıyor. Gelecek yıldan itibaren toplu işten çıkarmaların devletçe yasaklanmasını da kapsayan, ama aslında işçi-patron ilişkilerini devletçi bir yaklaşımla, düzenlemeye çalışan yeni yasa tasarıları Jospin’in soldan da destek almasını sağlıyor. Ekim ayında ulusal eylem günü dolayısıyla FKP ve sol örgütlerin katıldığı büyük eylemde Jospin de bizzat yeraldı. Fransa’da hâlâ sendikalarda örgütlü bulunun FKP’nin yeni, alternatif hemen hemen hiç bir politika geliştirememesi yeni kadrolarla buluşmasını değil, geçmişin güzel günlerini unutamayanların partiden kopmamasını sağlıyor.

Parlamento pratikleri ve perspektifleri tartışılır olsa da, İtalyan komünistleri sol değerleri sahiplenmenin ve yoldaşlık ruhuna sıkıca bağlanmanın sonuçlarını, hâlâ yıkılmayan örgütlülükleriyle, hâlâ ülke siyasetine müdahil olabilmeleriyle görüyorlar. Avrupa komünizmine ve anti-sovyetizme hiç bulaşmamış Portekizli komünistler anlamlı çıkışlar yapamasa da, onurluca yollarına devam ediyorlar, Yunanistan Komünist Partisi ise özellikle gençleri bünyesinde topluyor, giderek artan oy oranıyla ABD’nin Yunanistan‘ın NATO içindeki konumunu yeniden düşünmesini dayatıyor.

Avrupa zemini burjuvazi için kayganlaşıyor…

“…tarihsel açıdan leninizmin evrenselliğini kavramış bir komünistin istikrarlı kapitalist ülkelerde ciddi açmazları olduğunu düşünmek zorundayız”. 3

(…)

“Doğru, leninizm her nesnellikte çıkış yapamaz…Ama çıkış yapılacak her nesnellikte leninizm olmak zorundadır…” 4 [HEKİMOĞLU Cemal]

“Lenin’in örgüt düşüncesi, devrim olgusunu, devrimin güncelliğini şart koşar”. 5 [LUKACS György]

Sonuncusu dışında, bu satırların yazılışının üzerinden yaklaşık beş yıl kadar bir zaman geçiyor. O dönemlerde kapitalizmin sakin limanları nitelemesini hakeden Batı Avrupa ülkeleri, eski sakin günlerinden giderek uzaklaşıyorlar. Sakin olmayan limanlardan gelecek haberleri beklemek zorunda olsalar bile, sular giderek kabarıyor, bu limanlar eskiye oranla leninizme daha fazla olanaklar sunuyor.

Emekçilerin, komünistlerin öncülüğünde kazandıkları her türlü hakları birer birer ellerinden alınıyor. Sosyalist ülkelerin artık varolmaması, yüzlerini sosyalizme dönmemeleri için işçi sınıfına verilen küçük payları da gereksiz kılıyor. Dahası burjuvazi yatırımlarını ucuz emek cenneti haline getirilen eski sosyalist ülkelere kaydırıyor, kendi ülkelerine Avrupalı emekçilerin beşte biri, onda biri ücretlerle çalışacak sınıfdaşlarını getirme olanağı buluyor. Tüm bunlar bir de sosyalist ideolojinin prestij kaybıyla birleşince sosyal devlet olgusunu ortadan kaldırıyor. Emeklilik sistemlerinin özelleştirilmesi, zamanında sosyal devlet kavramının somut örneği olan, AB’nin liderliğine oynayan Almanya’da bile gündeme geliyor:

“Gündemden inmiyor: emeklilik sigortasının finansman çıkmazına girmesi ve önü alınamayan işsizlik, Almanya’da gündemin ilk maddesi olmayı sürdürüyor. Dolayısıyla sosyal devletin krizi de gündemden düşmüyor. Rekor düzeydeki işsizlikle mücadelede, eğer emeklilik sigortalarının sorunu çözülürse, bu alanda da rahatlanabileceği söyleniyor” 6 . [ÇUTSAY Osman]

Para birliği ile birlikte liberal ve monetarist Maastricht kriterleri emekçilerin üzerlerine ek vergiler dayatıyor, sosyal harcamalar kısılıyor ve özelleştirmelere hız veriliyor. Esnek üretim ve çalışma saatlerinde getirilmeye çalışılan düzenlemeler Avrupa’nın kırları olarak bilinen güneyde değil, kuzeyde de kendisini dayatıyor.

Dahası Avrupa’nın göbeğinde, Kosova’da çok sıcak bir savaşı yakından hissediyorlar. Bu sakin limanların sahipleri bile kimi zaman, ABD’nin kendi yakınlarındaki bu haydutluğa karşı tepki üretebiliyor. Doğal olarak bu tepkiler, emperyalist hiyerarşi içinde hiyerarşinin tepesinde olamamanın verdiği serzenişlerden kaynaklanıyor. Bu durum açıkçası sol unsurlara büyük bir fırsat yarattığı gibi, Avrupalı kapitalistlerin görece ABD karşıtlığına yedeklenme riskini de beraberinde taşıyor. Avrupalı komünistler anti-emperyalizmi, anti-Amerikancılık olarak gördükleri sürece bu risk devam edecektir. Zira Avrupa komünizminin mirasında açıkça bu görülebilmektedir:

“Berlinguer’in denge ile anlatmak istediği ise ne anti-amerikan, ne de anti-sovyet olan bir Avrupa’dır. Ülke çapındaki özerkliğin kıta çapında olanı böyle bir özellik taşıyor. Bunu “ne prosovyet, ne de proamerikan” olarak algılamak pek de çarpıtma olmaz sanırım. Ülke ekonomisine yönelik hedeflerde de aynı yaklaşımı taşıdı İKP: Emperyalist ABD’nin ekonomik etkisinden kurtulmak.” 7 [GÜNDEŞ Nejat]

Geçmişte, anti-kapitalizmi bir yana bıraktığı için, emperyalistler arasındaki çekişmelerde Avrupa tarafında yer alan ve Avrupa egemen sınıfları tarafından da yurtseverlikleri kullanılarak yedeklenebilen komünistler için bu mirasın izinden gitmenin nesnelliği de yoktur. Avrupalı kapitalistler, daha öncesinde ABD-Sovyetler üst belirleyeninin bulunduğu bir dünyada “barışçı demokratik bir düzen” masalını anlatabilirlerken, şu anda daha da pervasızlaşmış ve saldırganlıkta ABD ile yarışır hale gelmişlerdir. Bugün basılan zemin daha sağlamdır. Avrupalı kapitalistlerin emperyal politikaları artık çok daha net ortaya çıkmaktadır.

Avrupa’da yeni bir güvenlik konseptinin oluşturulması tartışmaları devam ederken, ABD bunun NATO’yu dışlayarak olamayacağını dayatıyor. Avrupalı kapitalistlerin niyeti ne olursa olsun, bu dayatmalara fazla da karşı çıkabilmesi mümkün değil. Bu konuda Samir Amin’in Radikal gazetesi ile yaptığı röportajda söylediklerine kulak vermek gerekiyor:

“Ortada Avrupalı bir üretim sistemi yok. Bir ortak pazar tek bir Avrupa yaratmaya asla yetmez, piyasa tek başına bunu oluşturamaz. Tek bir Avrupa için bir toplumsal proje gerekir ki, bu da Avrupa’da yok. Ama ABD’de birleşik bir üretim sistemi var. Dolayısıyla AB, ancak ABD’nin sadık bir müttefiki olarak kendi varlığını koruyabilir”.

Avrupa solu açısından daha öncesinde yapılmaya çalışılan anti-Amerikancılığın artık kendi egemen sınıflarını da hedef tahtasına koyması kaçınılmaz. Ancak sosyalizmin çözülüşü sonrasında, pek çok geleneksel sol partinin ardılları için zaten böyle bir arayış da sözkonusu değil. Egemen bloka eklemlenme çabaları haricinde, kendilerine açabilecekleri özgün bir alan bulunmuyor. Keynesyen politikaları uygulamaya çalışmak veya parlamento oturumlarında bu konuda önergeler vermenin ötesine pek geçilemiyor. AB üyeliği hararetle destekleniyor, bunun ABD yayılmacılığına karşı olduğu düşünülüyor. Dış politikada ise, ABD güdümündeki insan hakları örgütlerinin çizgisinin dışına çıkılamıyor.

Ancak Yugoslavya’ya dönük emperyalist saldırganlık, açıkçası ABD güdümündeki insan hakları örgütlerinin ipliğini pazara çıkardı ve solu kavgaya davet etti. Solun bu daveti kabulu kimi yerelliklerde daha canlı, kimi yerelliklerde ise hakkı verilemeden gerçekleşti.

Yugoslavya: Uykudan uyanan sol

Tüm dünyada olduğu gibi, Avrupa solunda da reel sosyalizmin çözülüşü, bir dönüm noktasını ifade ediyordu. Açıkçası safların belli olması açısından oldukça işlevsel oldu çözülüş. Yıllardır adı komünist, sosyalist olan partiler ve/veya bu partilerin içindeki kimi unsurlar artık geldikleri sağ noktayı örgütsel bir kimlikle, bütünlüklü bir şekilde ifade edebileceklerdi. Yeni solun ve liberalizmin etkisine direnen odaklar kendilerini sancılı da olsa yeniden var etmeye çalıştılar. Bu varolma çabası daha çok eskiye nostaljik bir bağlılık şeklinde görüldü, bütünlüklü bir yapıya dönüşemedi.

Bu sancılı süreçte, NATO, uluslararası anlaşmalar, AB, para birliği vb. unsurlar konusunda net olunamadı. Emperyalizm ile hiç bir şekilde uzlaşmayanlar da bu devrimci karşı duruşu, sürekli hale getiremedi, enternasyonal dayanışmaya tahvil edemedi.

Derken ikinci şok yaşandı. Emperyalizmin saldırganlığını göstermesi ve yakıcılığını çok yakında hissettirmesi anlamında Kosova’ya dönük saldırganlık Irak’a karşı yürütülen insanlık dışı saldırıdan çok fazla etki yarattı. Irak’a dönük saldırıda yeni yeni kendisini toparlamaya çalışan bir Avrupa solu sözkonusuydu. Öte yandan kendi halkını ezen, bir ülkeyi haksız yere işgal eden Saddam imajına karşı, ABD insancıl bir yüzle kendini pazarlamaya çalışıyordu. Genelde sağduyulu bir davranış egemen oldu Avrupa solunda. “Ne o ne öteki” yaklaşımı hakimdi, emperyalizmin kirli yüzü tam anlamıyla teşhir edilemedi.

Ancak Kosova’ya dönük saldırganlıkta, “ne o ne öteki” yaklaşımından uzaklaştı solun kişilikli unsurları. Yugoslav halkıyla ve hatta Yugoslav yönetimiyle büyük bir dayanışma halkası örülmeye çalışıldı. İdeolojik olarak Miloseviç’in kim olduğu ve politikaları üzerinde durulmaması gerekiyor, NATO maskeli ABD emperyalizminin teşhir edilmesi öncelikli olarak kendisini dayatıyordu. Bunda başarılı olundu denilebilir. Medyaya hiç yansımadığı kadar yoğun eylemlilikler, Avrupa’nın dört bir yanını sardı. Bu eylemliliklerde NATO’ya karşı AB’yi ve uluslararası kuruluşları yardıma çağırmak, AGİT’i bir çözüm mercii olarak öne çıkarmak gibi zaaflar gösterilse de, ilerisi için çok ama çok olumlu enternasyonalist dayanışma örnekleri verildi. Dahası ABD’nin Avrupa’ya dönük politikalar geliştirirken büyük bir toplumsal muhalefetle karşılacağı gösterildi. Avrupalı kapitalistler, bu ABD karşıtlığını AB yandaşlığına dönüştürmek için büyük bir çaba harcadı ve harcıyor. Ancak bu dayanışmanın ve anti-emperyalizmin sosyalist ideolojiyle donatılması ile bu çabalar suya düşecektir. Bunda Avrupa solu büyük bir sınav verecek, gelecekte bu sınavın sonuçlarını almaya başlayacağız.

Avrupa emperyalizme direniyor!

Belki iddialı ve abartılı bir başlık gibi gelecek. Ancak Avrupa’da NATO karşıtı eylemliliklerin sayısı ve kitlesel katılımı düşünüldüğünde hiç de öyle değil. Emperyalist uluslararası medya kuruluşları tarafından bize süzülerek gelen enformasyonların biraz dışına çıkmaya başladığımızda, Avrupa’nın geçtiğimiz ayları oldukça hareketli geçirdiğini görüyoruz.

Eylemlerin yoğunlaştığı yerlerin, solun daha doğrusu komünistlerin güçlü olduğu topraklar olması sürpriz değil. Örneğin İtalya, biraz da savaşa yakınlığı dolayısıyla kitlesel eylemliliklerin odaklandığı bir yer olarak öne çıktı. Komünistler Arnavutluk’taki karışıklık döneminde, İtalya’nın bu ülkeye askeri birlik göndermesinden, NATO üslerine karşı yürütülen kampanyalara kadar pek çok başlıkta anti-emperyalist mücadele hattını inatla örüyorlar. Geçmişinde NATO’ya evet diyen geleneksel sol hattın ardılları, “NATO’ya Hayır”ın en ateşli savunucuları olarak ABD’nin NATO’ya ilişkin planlarını zorluyorlar.

Hükümetteki, Solun Demokratları Partisi (PDS), ki İKP’nin kadrolarının büyük bir kısmını içinde barındırıyor, işçileri eylemlerinden vazgeçirmek ve işçileri savaşın “insancıl değerler” için yapıldığı konusunda ikna etmek için çaba harcarken, komünistler tam anlamıyla öncülük yapamasa da kitlesel gösteriler tüm ülkeyi sarmıştı. Komünist Yeniden Kuruluş Partisi ve diğer sol yapılar tüm Avrupa hükümetlerini savaştan sorumlu tutarken, geçmişte öncüllerinin ABD’ye karşı genelde Avrupa yanlısı olma konumlarından da sıyrıldılar. Yugoslav halklarına ölüm getiren Kosova, tarihin ironisi olarak komünistlere de yaşam öpücüğü oldu. Enternasyonalizmin güzelliğini orak-çekiçli bayraklarla yanyana gelen, işçiler, barışseverler, tüm muhalif güçler gösterdi.

Büyük sendikalar da, eylemlere aktif olarak katılarak parti öncülüğüne ne kadar aç olduklarını gösterdiler. Medya’da NATO generallerinin verdiği brifingler izlenirken, Roma’da 100 bin, sonrasında 50 bin kişilik mitingler gerçekleştiriliyor, farklı şehirlerde toplam 1 milyon işçi grev yapıyor, sokaklar anti-emperyalist sloganlarla çınlıyordu.

Eylemlerden belki de en anlamlısı, Aviano üssünde gerçekleştirilen eylemdi. 25 bin kişinin katıldığı gösteri boyunca üsten uçak kaldırılmadı.

ABD’nin NATO içinde politikalarını yeniden değerlendirmesine neden olan ülkelerden biri, Yunanistan ise anti-emperyalist mücadelenin anti-kapitalist bir zorlamayla etkisizleşeceğini söyleyenlere bir ders gibiydi. Yunanlı komünistler açıkçası ikibinli yıllara girerken Avrupa solunun yüzakı olduklarını gösterdiler. YKP’ye bağlı Komünist Gençlik Örgütü binlerce genci emperyalizme karşı sokaklara döktü. AB ve ABD hükümetine karşı en ufak bir iyiniyetin bile gösterilmemesi gerektiğini söyleyen YKP, bu savaşın kapitalist pazarın yeniden düzenlenmesi için yapıldığını, AB hükümetlerinin de bu savaşta birebir suçlu olduğunu söyledi. İkinci dünya savaşında, Rus, Sırp ve Yunan halklarının faşist işgale karşı büyük ve destansı bir direniş örgütlediğini belirten YKP, Yugoslavya’ya dönük saldırıya karşı da, benzer bir karşı duruşun örgütlenmesi gerektiğini her platformda dile getirmeye çalıştı. Bu çerçevede Balkan komünist partilerinin pek çok ortak açıklamasında yer aldı. Destek mesajlarının ötesine geçen Yunanlı komünistler anlamlı eylemler örgütlediler. En anlamlıları arasında yer alan ve bir sembol haline gelen, NATO operasyonu çerçevesinde yola çıkacak olan Themistoklis destroyerindeki denizcilerin mesajları, tüm ülkede anti-emperyalist bir bayrak oldu. Keza Selanik’ta demiryolu işçileri Makedonya’daki NATO birliklerine götürülmek üzere yüklenen İngiliz askeri araçlarıyla dolu trenlerin önünü kesti, eylemi sona erdirmek için büyük çatışmalar yaşandı. Yunanlı emekçiler özellikle Yugoslavya’daki sanayi merkezlerine dönük saldırıları kınadılar ve destek mesajları gönderdiler. Benzer eylemler Kasım ayında Clinton ziyareti öncesinde de tırmanmaya başladı.

Kapitalizmin metropollerinden İngiltere, örgütlü kitlesel öznelerin yokluğuna karşın, küçük grupların kotardığı eylemlere tanık oldu. Bu eylemlerde, Blair tarafından insani amaçlar için yapıldığı iddia edilen savaşa karşı “No war but class war” (Savaşa hayır sınıf savaşına evet!) sloganıyla farklı görüşlerde (troçkistler, anarşistler, liberter marksistler, komünistler, ve bazı marjinal gruplar) tarafından eylem komiteleri oluşturuldu. Özellikle internet üzerinden, Yugoslav halklarına destek mesajı zinciri oluşturuldu ve AB hükümet merkezleri elektronik posta ve faks bombardımanına tutuldu. Sanal ortamda etkisini daha fazla hissettirse de, İngiltere’de sol gruplar açısından enternasyonalizmi yeniden hatırlama açısından verimli bir süreç yaşandı.

İngiltere, sosyalist solun görece güçsüzlüğüne karşın, solun güçlü olduğu pek çok ülkeye oranla daha canlı ve kitlesel eylemliliklere tanık oldu. Balkanlar’da Barış Komitesi’nin gerçekleştirdiği eylemler, yalnızca NATO ve ABD’ye karşı değil, özellikle Blair hükümetine ve medyanın taraflı tutumuna karşı da gerçekleştirildi. Londra’daki 20.000 kişilik eylemin etkisi kitlesine oranla oldukça fazlaydı.

Eylemlere öncülük eden Balkanlarda Barış Komitesi, ilginçtir İşçi Partili milletvekillerinin öncülüğünde kuruldu. Genelde NATO ve ABD karşıtlığı üzerinden, Avrupa ülkelerinin birliğini ve kendi kaderlerini tayin hakkını öne çıkaran komite, sosyalistlerin görece güçsüzlüğü yüzünden ülkedeki eylemlerin öncülüğünü hemen hemen tek başına üstlendi. NATO “çözümüne” karşı, BM çözümünü talep eden komitenin, diğer ülkelerdeki eylemlere destek mesajları göndermesi belki bir olumluluktu. Bu ve benzeri komitelerin genelde savaş karşıtlığı ve anti-militarizm üzerinde yükseldiği düşünüldüğünde, gelişkin kapitalist ülkelerde zemin bulmaları kolaylaşıyor. Komite tarafından yayınlanan bildiride “ABD, bütün dünyada yarattığı olağanüstü durum yüzünden milyonlarca insanda uyanan bilince ve savaşın doğurduğu savaş karşıtı harekete katlanmak zorunda kalacak” denirken, bu gibi eylemliliklerin anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir bilinç üretmeyeceği de aslında itiraf edilmiş oluyor.

İngiltere’dekine benzer eylemler, yine bir başka gelişkin kapitalist ülkede, Almanya’da da gerçekleşti. Sosyal demokrat hükümete karşı kendi içinden gelen cılız tepkilerin yanısıra, sokaklar göçmen işçiler ve farklı marjinal gruplar tarafından gerçekleştirilen radikal eylemlere tanık oldu. Sınıfsallığın zayıf olduğu eylemlerde ana tema, yine savaş karşıtlığı ve muğlak bir barış söylemiydi. Ülkede giderek artan oy oranına sahip Demokratik Sosyalizm Partisi’nin merkezi eylem kararları bulunmamasına karşın, yerel seksiyonlar özellikle yabancı işçilerle birlikte eylemlere katıldılar. Bu eylemlerde, kitlesellikleri düşen Alman Komünist Partisi (DKP) ve Almanya Komünist Partisi (KPD) eylemlere aktif olarak katıldılar. Ancak kitlesellikleri eylemlere renk vermek için oldukça yetersiz olan bu partiler, daha çok dayanışma hattının örülmesine destek vermiş oldular.

Fransa’da Anarşist Federasyon’un düzenlediği kitlesel eylem, komünist ağırlıklı sendikaların eylemleriyle birlikte uyarı niteliği taşıdı. Geçtiğimiz yıl kitlesel MAI ve Maastricht kriterlerine karşı eylemlere tanık olan Paris sokakları, bu kitleselliklerini yeniden sokağa taşıyamadılar. “Komünist” parti ise, kınama mesajlarının ötesine geçemedi.

Tutarlı komünist partilerden birine sahip olan Portekiz’de, NATO saldırısı iyi bir şekilde kullanılamadı. Portekiz Komünist Partisi, cumhurbaşkanını ve hükümeti, Portekiz’in bölgeye asker göndermek için meclisten onay almamakla suçlarken, uluslararası hukuka ve BM kurallarına vurgu yapmaya çalıştı. Portekiz’de gençlik federasyonları tarafından gerçekleştirilen eylemlere, PKP’nin örgütlediği eylemler eşlik edemedi. “AB’deki 15 ülkeden 13’ünde sosyalistler iktidardayken, Avrupa ABD’ye teslimiyet konusunda rekor kırıyor” diyen PKP, daha çok anti-amerikancı bir çizgide yer alırken Avrupa merkezli bir bakış açısının dışına çıkamadı, sonuçta bu onu çıkışsızlık ve eylemsizliğe itti. Eylem çağrılarında ideolojilerden ve partilerden bağımsız, yalnızca bu saldırganlığa dur diyecek eylemler olması gerektiği vurgulanırken, süreç PKP’nin önüne geçmişti.

“Barış ve İşbirliği Konseyi” adına gerçekleştirilen eylemler, belli bir kitleselliğe ulaşsa da, Yunanistan, İspanya, İngiltere ve İtalya’nın oldukça gerisinde kaldı.

İspanya’da ise genelde gençlik eylemleri gerçekleştirilirken, işçi sınıfının ve sendikaların kınama mesajlarının ötesine geçemediği görüldü. NATO’ya hayır kampanyasının zamanında büyük kitleselliğe ulaştığı ve anti-emperyalist bilinci yeniden dirilttiği bu ülkede parçalı bir konumda bulunan komünistler, ortak dayanışma mesajlarını aşan bir canlılık gösteremediler.

Savaşla gelen uluslararası dayanışma

Emperyalist saldırganlığa karşı, pek çok dayanışma komitesi ve ortak açıklama yayınlandı. Bunlardan en önemlisi, 21-23 Mayıs tarihleri arasında Atina’da düzenlenen “Kapitalizmin Krizi, Küreselleşme ve İşçi Hareketi” buluşması ardından yayınlanan ve 41 ülkeden 55 sol partinin yayınladığı savaşa hayır çağrı metniydi. Yine Balkan komünistleri arasındaki dayanışma ruhunun canlanması, ortak çağrı metinlerinin yayınlanması ve ortak mücadele arayışları medyada rastlanmasa da, komünistlerin gündemini meşgul etti.

Gençlik örgütleri arasındaki anti-emperyalist hareketler konusunda ortaklıklar da dikkat çekiciydi. 21-23 Nisan tarihleri arasında tüm Avrupa’da gerçekleştirilecek eylemlere dönük çağrı metnine imza atanlar Yunanistan, Kıbrıs, Portekiz, İspanya, Çek Cumhuriyeti Danimarka, Bulgaristan, İngiltere, İrlanda ve Almanya’dan gelen gençlik örgütlerinin temsilcileriydi. Kıbrıs’ta 22 Nisan’da gerçekleştirilen, Yugoslavya sorununa çözüm toplantısına katılan örgütler Avrupa solunun görece ileri unsurlarını barındırıyordu. Yunanistan, İtalyan, Portekiz komünist partilerinin yanısıra Balkan ülkelerinin komünistleri de bu toplantıda yer almıştı. Alınan kararlarda yer alan Birleşmiş Milletler’in sorunu çözmesi talebi geri bir hattı gösterse de, ortak eylem kararları ve bunların kimi zaman eşgüdümlü bir şekilde yaşama geçirilmesi geleceğe dönük bir olumluluğu gösteriyordu.

NATO’nun artık Avrupa’da göz göre göre güç kullanacağının görülmesi, sol partiler açısından uyarıcı bir etki yarattı denilebilir. Bu etki bir taraftan da iktidarın sosyalist/sosyal demokrat partilerde olduğu ülkelerde varolan boşluğu doldurmak gibi bir motivasyona da yol açıyor. Örnek olsun Almanya’da Sosyal Demokrat partinin aldığı yenilgi ile doğan boşluğu eski komünistlerin devamı Demokratik Sosyalizm Partisi doldurabilir, zira diğer komünist partiler oldukça marjinal bir konumdalar. Açıkçası PDS’nin politikası da tüm Almanya’ya seslenmekten ziyade “doğu” bölgelerinde bir güç oluşturmak ve kapitalist restorasyonun kitlelerde yarattığı düş kırıklıkları üzerinden politika yapmak. NATO’nun müdahalesi sonrası PDS’nin bir fırsat kaçırdığını söylemek gerek. Ancak PDS olsun, diğer ülkelerdeki komünistler olsun, yaşanan süreçten belki de olumlu tek bir kazanımla çıktılar. Bu kazanım diğer ülkelerdeki komünistlerle, sol yapılarla enternasyonalist dayanışmayı örmek veya örmeye çalışmak oldu. Ancak bu birlikteliklerin kalıcı olabilmesi için daha pek çok başlıkta kendisini yeniden üretmesi gerekiyor. En önemlisi de, enternasyonalist dayanışmayı örecek partilerin kendi işçi sınıflarıyla bağlarını güçlendirmesi, kendi ülkelerinde siyasal bir özne haline gelmesi, kendi ülkelerindeki muhalif konumu, enternasyonalist bir muhalifliğe değil, iktidar isteyen bir konuma getirmesi gerekiyor. Yani kısacası gerçek enternasyonalizmin yaratılabilmesi için “Avrupa’nın üzerinde kızıl bir hayalet”in gezmesi gerekiyor. Kimsenin şüphesi olmasın bu açıdan zayıf halka konumundan çıkamayan çoğu eski sosyalist ülke nasıl bir istikrarsızlık unsuru ise, bu istikrarsızlık batıyı da etkisi altına alıyor. Zemin gerçekten solu davet ediyor, sola alan açıyor.

Avrupa’da yeni bir enternasyonal gerçekleşebilir mi?

Bu soru aslında dünyada bir enternasyonal gerçekleşebilir mi sorusunun ilk adımını oluşturuyor. İlk adımı diyoruz, zira üçüncü dünya diye tabir edilen kapitalizmin görece az geliştiği ve sürekli istikrarsızlık kaynağı olan yoksul güney ülkelerinin yeni bir enternasyonalizmin merkezinde olacağını düşünmüyorum. Enternasyonalizmin ve de devrimin merkezi Avrupa olacak. Avrupa derken batı Avrupa anlaşılmasın yalnızca. Devrime kucak açan, işçi sınıfının görece gelişkinliğe sahip olduğu ve zayıf halka konumundan bir türlü kurtulamayan, kendi istikrarsızlığını daha gelişkin batıya aktarma riski dahi bulunan ülkeler bu coğrafyada bulunuyor. Türkiye bu açıdan gerçekten, yeni bir devrimci dalganın tam da merkezinde yer alıyor. Bu nesnelliğin çözümlemesi yapılarak ulaşılan bir sonuç, bunu somut gerçekliğe dönüştürmek ise bizim işimiz. Başka bir örnek mi; Rusya! Dahası Balkanlar, dahası Yunanistan… Bu ülkelere bakıldığında farklı derecelerde de olsa istikrarsızlığın hüküm sürdüğü coğrafyalar olduğu görülüyor. Ve de hepsi Avrupa’da bulunuyorlar.

Yeni bir enternasyonalin merkezini bu ülkeler oluşturacak. Ancak yeni enternasyonalin vazgeçilmez öğeleri arasında Batı Avrupalı komünistler de olacak. Başta komünistlerin görece kitleselliğinin bulunduğu güney Avrupa olmak üzere, gelişkin diğer Avrupa ülkeleri de mutlaka bu enternasyonalin kalbinde yer alacak.

Ama enternasyonal “Avrupalı” olmayacak.

Avrupalılığın getirdiği, Avrupamerkezcilik noktasına gelmeyecek. Gelişkin bir ülkedeki bir sol parti, azgelişmiş ülkelerdeki işçilerin kötü çalışma koşullarını eleştirmek için uluslararası standartları veya kendi ülkesindeki yasaları referans gösteriyorsa buradan enternasyonal çıkmaz, çıksa çıksa AGİT’in işçi bürosu çıkar.

Yine özellikle Batı Avrupa’daki toplumsal hareketleri merkezine alan bir enternasyonalist dayanışma olsa olsa NGO’ların biraraya gelip görüş alışverişinde bulundukları, kimi zaman da uluslararası anlaşmalara karşı eylemler tertipledikleri sivil toplum projeleri olarak kalır. Örneğin geçtiğimiz yılın ocak ayında kapitalistler Dünya Ekonomik Forumu için Davos’ta biraraya geldiklerinde, aynı günlerde “Ezilen halkların ve emeğin Davos toplantısı” adıyla da bir toplantı düzenleniyordu. Görüş birliğine varılan konular şunlardı:

– MAI’den sonra Dünya Ticaret Örgütü karşıtı bir mücadelenin başlatılması

– Uluslararası sermaye hareketlerinin binde bir oranında vergilendirilmesi ve bu şekilde oluşturulacak fonla yoksul ülkelerin borçlarının ödenmesi

– Dünya ekonomik sisteminin yanlışlıklarını göstermek için farklı ülkelerde etkinliklerin düzenlenmesi

– Dünyanın önde gelen bazı finans merkezlerini bloke etmek üzere “fiili müdahaleler”in gerçekleştirilmesi

– 2000 yılında yoksul ülkelerin borçlarının silinmesine dönük kampanya yürütülmesi

Aslında burada söylenenler yaşama geçirilmeye çalışıldı, Fransa’da, Almanya’da ve özellikle İngiltere’de kimi zaman anti-kapitalist tonlar taşıyan eylemlilikler düzenlendi. Ama buradan da enternasyonalizm çıkmaz, çıksa çıksa biraz sulandırılmış bir ’68 çıkar. Borsa merkezlerinde, maliye bakanlarının yüzüne boya ve pasta atma eylemlerinden, daha radikal olan Mc Donald’s bombalama eylemlerine kadar pek çok eylem aslında kapitalizmin çürümüşlüğüne karşı bir tepkiyi gösteriyor. Ancak bu tepkiyi özellikle metropol ülkelerde örgütlemeye aday, sınıfla bağları güçlü sol partilere rastlanamıyor.

Keza yukarıda sözünü ettiğimiz NATO karşıtı eylemlilikler. Uluslararası ticari anlaşmalara karşı yapılan eylemliliklere nazaran çok daha radikal ve yönü belli eylemler olmasına karşın gerçek anlamda enternasyonalizmi kurmak için yetersiz eylemler. Avrupa’da süregiden eylemliliklerin ve uluslararası dayanışma pratiklerinin ortak bir özelliği askeri terimlerle ifade edersek “tehdit” kavramının oldukça dışsal olarak algılanması. Dünya emekçilerini, halklarını tehdit edenler IMF’dir, NATO’dur, DTÖ’dür, kimi zaman AB’dir hatta AGİT’tir vs. vs. Tüm dayanışma pratiklerinde düşman olarak saptanan güçler uluslararası, uluslarüstü emperyalist kuruluşlar. Böylesi bir bakış açısı haliyle bu uluslararası şeytan şebekelerine karşı, uluslararası bir dostluğu zorunlu kılıyor. Ancak öte yandan, kolaycılığa da yol açıyor; kendi ülkesindeki mücadeleyi bir kenara bırakmak veya onu küçümsemek…

Yeni bir enternasyonal diyorsak ve bunun merkezinde Avrupa’nın mutlaka bulunması gerektiğini söylüyorsak bunun temeli belli örgütsel normlara sahip ve kendi ülkelerinde burjuvazinin tüm kurumlarına ve kapitalizme karşı mücadele eden örgütler olmalıdır. Enternasyonalizm, diyalektiğin doğası gereği ulusalcı bir temelden yükselmek zorundadır, yurtseverlik enternasyonalizmin olmazsa olmaz şartıdır. Sosyalistler ilk önce kendi ülkelerine dönmeli, kendi ülkelerinde siyasetin öncüsü olmaya çalışmalıdır. Avrupa’da sıkça örnekleri görülen MAI, IMF hatta NATO karşıtı platformların bileşenlerine bakıldığında ağırlığın sivil toplum örgütlerinde olduğu görülecektir. Sivil toplumculuk kozmopolittir, sosyalizm ise yurtsever. Avrupa’da sivil toplumcu muhalefet ezilenlere düşman olarak her şeyin üzerinde uluslararası kuruluşları, anlaşmaları göstermektedir. Aynı şeyi sosyalistlerin yapması, hedeflerini şaşırmalarına yol açar.

NATO’nun Yugoslavya’ya dönük müdahalesi dolayısıyla tüm Avrupa’da oluşturulmaya çalışılan karşıtlık çok ama çok olumlu şeyler bırakmıştır bugüne. Ancak takip edebildiğimiz kadarıyla kendi ülke kapitalistlerini suçlayan bir ya da birkaç komünist/sol parti vardı. Örneğin Yunanistan Komünist Partisi’nin tavrı daha en başından itibaren egemen sınıfa yöneldi ve bu kendi ülkesinde başta gençler olmak üzere büyük kitleleri harekete geçirmesini sağladı. Enternasyonalist dayanışma çağrılarında bulunurken ve bunları somutlamaya çalışırken arkasına ideolojik olarak ulusal onuru korumanın, yurtseverliğin gücünü aldı. Sonrasında “Kahrolsun NATO, Kahrolsun Emperyalizm” dediler. İşçi sınıfıyla bağları güçlü olmayan İngiliz komünistleri, Alman komünistleri de benzer tavırların içindeyken örneğin Portekiz Komünist Partisi, hükümetin konuyu uluslararası platformlarda gündeme getirmesini talep ediyor ve Portekiz’in savaşa asker göndermesini eleştiriyordu. Emperyalizmin ve kendi ülke egemen sınıflarının teşhiri için oluşan bu verimli atmosfer, pek çok ülkede heba ediliyordu.

Bugünden yarına bakarken, enternasyonal dayanışmayı örme çabasında Türkiyeli sosyalistlere büyük görevler düşüyor. Bu görevleri yerine getirirken de Türkiyeli sosyalistler belli başlı bir çerçeveyi çizmek durumunda. Salt NATO ve ABD karşıtlığının, uluslararası anlaşmalara muhalifliğin, radikal “anti-kapitalist” eylemliliklerin yeni bir enternasyonalin doğuşuna kaynaklık etmeyecekleri açık. Sol partiler arasında yaratılacak bir uluslararası dayanışma, farklı ülkelerin emekçilerinin dayanışmasını sağlamak zorunda. Çokuluslu tekellerin işletmelerinde gerçekleştirilecek grev, iş yavaşlatma vb. eylemler uluslararası bir nitelik kazanmak zorunda. Avrupa Birliği ile birlikte merkezileşen Avrupa kapitalizmine karşı, Avrupa’nın güçlü sendikalarının ILO ve uluslararası anlaşmalara dayanarak yaptığı siyasetin yerine, alt sektörlerde göçmen işçilerle bulundukları ülke emekçilerinin ortaklaşa yaptıkları eylemlilikler öne çıkarılmak zorunda. Özellikle Avrupa’da yükselen ırkçılığa kaynaklık eden alt sektörlerdeki göçmen işçilerin birliği yaratılmak ve bulundukları ülke emekçileriyle rekabetleri değil, ortak mücadeleleri örülmek zorunda. Ama her şeyden önce emekçilerin enternasyonalini yaratacak olan partiler birbirlerini tanımak ve emperyalist saldırganlığın yoğunlaştığı zamanlar dışında da, ortak projeler üretmek, ortak ilkeler oluşturmak zorunda. Örneğin Avrupa solu, AB karşıtlığını mücadele birliğinin ana eksenine yerleştirmek zorunda. Örneğin Avrupa solu NATO’ya karşı geliştirildiği iddia edilen Avrupa Güvenlik konseptine karşı çıkmak, AGİT gibi “şirin” yüzlü emperyalist odaklanmaları mücadelesinin eksenine yerleştirmek zorunda.

Ama yine Avrupa solu, kendi ülke egemen sınıflarına karşı bir mücadele hattı örmeden, bu mücadelelerde yaratılan deneyim birikimini kardeş partilere aktarmadan, siyasal, ideolojik, teorik tartışma ortamını tüm Avrupa sathında yaratmadan yeni bir enternasyonal için bir adım bile atamaz gibi görünüyor.

İlk adım için yalnızca sol partilere değil, marksist aydınlara, sanatçılara, bilim adamlarına, gençlik örgütlerine de büyük görevler düşüyor. Türk-Yunan emekçilerinin kardeşliği diye Livaneli-Theodorakis konserlerini layık görenlere karşı, partili partisiz sosyalist sanatçıların, ortak silah üretimi için NATO laboratuvarlarında çalışan bilim adamlarına karşı, çevre kirliliği,, silahlanma, nükleer santraller vb. konularda onurlu bilim adamlarının kardeşliğin anlamını yeniden yazmaları gerekiyor. Farklı ülkelerden genç sosyalistlerin birbirlerinin yüzlerini uluslararası şenliklerde, gençlik festivallerinde değil, ortak mücadelelerde, kapitalizmin yeni binyılın eşiğinde dayattığı eğitim politikalarının ve buna karşı verilecek mücadelelerin tartışıldığı konferanslarda görmeleri gerekiyor.

Kapitalizm Avrupalı emekçileri de sıkıştırıyor Avrupa toprakları yeni bir kızıl hayaletin üzerinde dolaşması için giderek daha acımasız, yoz ve çürümüş hale geliyor. Bu topraklar yeni bir enternasyonali bekliyor…

 

Dipnotlar

  1. GÜNDEŞ Nejat; Avrupa Komünizmi: Günden Geceye, Gelenek Kitap Dizisi 27 içinde, 1989, sayfa 60.
  2. GELENEK; Gündem, Gelenek Kitap Dizisi 3 içinde, 1987, sayfa 8.
  3. HEKİMOĞLU Cemal; Ne Yapmalıcılar Kitabı, Gelenek Yayınları, 1994, sayfa 224.
  4. a.g.e.; sayfa 225.
  5. LUKACS György; Devrimin Günceliği, Belge Yayınları, sayfa 27.
  6. ÇUTSAY Osman; Gölge Oyunu Biterken, YGS Yayınları, 1998, sayfa 133.
  7. GÜNDEŞ Nejat; a.g.e., sayfa 46.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×