Yeni Ekonomi’ İdeolojisinin Çöküşü ve Dünya Kapitalizminin Krizi
Kapitalizm dünya çapında hızla yeni bir resesyon dalgasının içine düşerken yaklaşan krizin nedenleri konusunda pek çok tartışma yürütülüyor. Krizin ipuçlarına veya sonuçlarına tek başına belli ülkelerdeki verilere bakarak yaklaşmak bir takım sorunları beraberinde getiriyor çünkü krizin görüntüsü tek tek bakıldığında ülkelerin özgün dinamikleri gereği çok farklı olabiliyor. Dolayısıyla dünya ekonomisinin krizine dair daha sağlıklı bir yaklaşıma bütün olarak dünyadaki sermaye hareketlerini ve ekonomik blokların krize vermiş olduğu refleksleri yorumlayarak ulaşılabilecektir.
Dünyanın hızla ekonomik durgunluğa gittiği bugün herkes tarafından kabul ediliyor. Tartışılan bu yeni konjonktürün hem tek tek ülkelerin ekonomilerinde hem de genel olarak uluslararası güç dengelerinde ne tür etkilere yol açacağı. Bu etkiler emperyalistler arasındaki ilişkilerde toptan bir değişimi varsaymıyor. Durgunluğu bu anlamda abartmamak gerekiyor; ancak özellikle bugün dünyada sermaye hareketlerinin tamamına yakın kısmını kontrol eden ABD-AB-Japonya bloklarının resesyon eğilimleriyle birlikte aralarındaki ekonomik ilişkilerde de belirli gözden geçirmelere gideceklerini söylemek zor değil. Yine de ekonomik ilişkilerin kolayca “gözden geçirilebileceğini” kimse iddia edemez.
Birkaç nedenle: Birincisi ekonomi alanı etkileşimde olduğu siyasal alanla beraber şekillenmektedir. Başka bir deyişle emperyalist bloklar arası ilişkileri saf ekonomik rasyonellerle değerlendirmek yanlıştır. İkincisi bugün dünya ekonomisinde senkronize bir durgunluk yaşanması çok daha kolaydır çünkü emperyalist merkezler son otuz yılda çok ciddi oranda birbirleriyle entegre olmuşlardır.
Kapitalizmin içine girdiği durgunluk öncelikle bu genel saptamalar hesaba katılarak değerlendirilmek durumunda.
Bir adım daha atarak dünya kapitalizminin ne tür bir sürece yelken açtığına baktığımızda ise birileri için tablonun pek de iç açıcı olmadığını görmekteyiz. Sözgelimi dünya sanayi üretimi 2001 yılının ilk yarısında yüzde 6 azaldı. Aynı dönemde dünya çapında ticaret hacmi ancak yüzde 3 büyüme kaydetti. Oysa 2000 yılının aynı döneminde uluslararası ticaret yüzde 13 büyümüştü. Dünya ticaret hacmindeki bu reel daralma 1975’ten bu yana gözlenen en büyük yavaşlama. Dünya ekonomisinin en hızlı büyüyen sektörleri 2001 yılında küçülme sinyalleri vermeye başladı. Sözgelimi ABD’de haziran ayı itibarıyla elektronik ürünlerine olan talep yüzde 32 azaldı. Bu gibi veriler özel tüketimin daralmasına olduğu kadar sermaye mallarına olan talebin de azaldığına firmaların bir önceki yıla göre çok daha düşük kâr beklentilerine sahip olduklarına işaret ediyor. ABD’de yılın üçüncü çeyreği için olumsuz kâr uyarısında bulunan şirket sayısı 403’e çıktı. Bu sayı geçen yıl 97’ydi. Şirketlerin performanslarını takip eden First Call’a göre SP 500 Endeksi’nde yer alan şirketlerin 3. çeyrek kazancının ortalama yüzde 144 oranında düşmesi bekleniyor.
Bu bekleyişle tutarlı bir diğer veri ise emperyalist merkezlerin tümünde işsizliğin yeniden tırmanışa geçmesi. Ağustos ayı itibarıyla ABD’de işsizlik oranı yüzde 49’a çıkarak son dört yılın en yüksek seviyesine ulaştı. ABD’de yıl başından bu yana 11 milyon kişi işini kaybetti. İşsizlik oranının yıl sonunda en az yüzde 52’ye çıkması bekleniyor. Bu yıl yüzde 32 küçülmesi beklenen Japon ekonomisinin de son on yılda üçüncü kez durgunluğa girmesi bekleniyor. Japonya’da işsizlik oranı yüzde 11’le İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en yüksek seviyesine çıkmış durumda. Avrupa’da da durum farklı değil… Hemen hemen bütün Avrupa Birliği ülkelerinde ekonomi küçülüyor. Avrupa çapında büyümenin bu yıl yüzde 2’den az olacağı tahmin ediliyor. Sanayi üretimi İngiltere’de yüzde 32 Fransa’da 28 azaldı. Geçen yıl yüzde 3 büyüyen Alman ekonomisinin bu yıl en iyi ihtimalle yüzde 1 büyümesi bekleniyor. Alman ekonomisi yılın ikinci çeyreğinde sadece yüzde 06 büyüme gösterebildi. Almanya’da da sanayi üretiminin durumu pek parlak değil…
Bu veriler emperyalist merkezlerin senkronize bir biçimde krize sürüklendiğini gösteriyor. Krizin tüm emperyalist odakları vurması kadar önemli bir başka olgu da krizin özellikle ABD’de kimilerinin “yeni ekonomi” diye kodladığı enformasyon teknolojileri sektöründe en yoğun biçimde hissedilmekte olması.
Küreselleşme savunucularının “yeni ekonomi” sayesinde kapitalizmin yeni ve kolay kolay geri dönmeyecek bir genişleme evresine girdiğini vaaz eden sözleri bu krizle birlikte yalanlanmış oldu. Başka bir ifadeyle “yeni ekonomi” kodlaması altında ifade edilen sektörlerin kapitalizmin yeni bir bilimsel-teknolojik sıçramasına işaret ettiği argümanı yanlışlandı.
Pek çok nedenle; sözgelimi dünya kapitalizmi çok büyük oranda bu sektörlerden başlayan bir krize doğru ilerlediği için ya da bu sektörlerde gözlenen aşırı birikim olgusu çok büyük ölçüde mali bir nitelik taşıdığı için… Bir üçüncüsü bu sektörler iddia edildiği gibi verimlilikte bir sıçrama yaratmadığı için… Enformasyon teknolojisinin bir düzeyde verimlilik artışı sağladığı ortada; ama bu kapitalizmi yeni bir genişleme dönemine taşıyacak bir yükseliş olmanın çok uzağında. Örneğin ABD’de son yirmi yılda ancak ılımlı bir üretkenlik artışı gözlenmekteyken söz konusu sektörlere en fazla yatırımın yapıldığı bir diğer ülke olan Japonya’da son on yıldır üretkenlikte artış gözlenmiyor. Öte yandan bu sektörlere dayalı üretkenlik artışının da istikrarlı bir seyrinin olamadığını gözlemekteyiz ki kapitalizmi bir genişleme evresine taşıdığı iddia edilen bir ekonomik faaliyet alanının bu kadar çabuk barutunu tüketmesi olanaklı görünmemektedir. Petrolün ve buna dayalı teknolojik dönüşümün ya da otomasyon teknolojisinin yarattığı sıçramaların iktisadi etkileriyle karşılaştırıldığında şu meşhur “yeni ekonomi”nin sağladığı gelişimi ancak dağın fare doğurması olarak niteleyebiliriz. “Yeni ekonomi” teorisyenlerinden birinin yaptığı şu değerlendirme bu saptamalarımızı doğrular nitelikte:
“Yeni ekonomide menkul kıymet fiyatlarının asıl değerlerinden bütünüyle uzaklaşması son derece kolaylaşmıştır ve bu elbette bazılarının ‘irrasyonel canlılık’ olarak da nitelediği türden bir aşırı canlılığa yol açmaktadır. Böylece hisse senedi fiyatları hem hızla yükselebilmekte hem de şu sıralar olduğu gibi hızla düşebilmekte. Böyle düşüşlerin gerçekleştiği dönemlerde ekonomi için ciddi bir durgunluk riski vardır. Bu elbette para politikasının iktisadi dalgalanmaları meydana getirmek ya da onların üstesinden gelmek konusunda son derece önemli bir etken olabileceğini de gösterir.”1
Stiglitz’in ortaya koyduğu çerçeve enformasyon teknolojileri sektöründe sağlanan sermaye birikiminin önemli bir yüzdesinin mali birikimden ibaret olduğunu ve bu alandaki birikimin mali sermayenin para ve sermaye piyasalarındaki uluslararası dolaşım hızını artırmasının bu teknolojinin temel “katkısı” olduğunu ortaya koyuyor. Özellikle ABD ekonomisi bu iki unsurla da ilgili ve giderek derinleşen bir krize doğru sürükleniyor. Daha açıkça ifade edecek olursak bu iki unsur aşırı birikimin yol açtığı üretkenlik ve kârlılık düşüşleriyle spekülatif hareketler sonucunda genişleyen mali sistem balonudur.
Dünya ekonomisinin derinleşme olasılığı yüksek görülen krizinin niteliğini tartışmaya geçmeden evvel küreselleşmecilerin neden “yeni ekonomi” kavramına sarıldıklarına ilişkin birkaç değinmede daha bulunalım. Enformasyon teknolojilerindeki gelişme sermayenin dünya çapında dolaşımını inanılmaz derecede hızlandırdı. Bu sayede sermaye özellikle de spekülatif sermayenin uluslararası dolaşımı çok kolaylaştı ve elbette bu dolaşımın rant gelirlerine dönüşümü için gerekli olan bir yeni birikim mimarisi emperyalist merkezler tarafından tüm dünyaya dayatıldı. Söz konusu mimarinin hangi ilkelere dayandığı üzerine daha önce pek çok şey yazıldığından burada bu konuya girmeyeceğim. Sadece şu kadarını belirtmek isterim ki bu mimari azgelişmiş ülkelerden merkeze değer aktarımı sürecini derinleştiren bir uluslararası işbölümü tanımlanmasını sağlamıştır.
“… bu yeni sektörlerin zayıf halkalar üzerinde yeni değer aktarım mekanizmaları yarattığı da açıktır. Nasıl önceden zayıf halkanın orta gelişkinlikte kapitalist rejimleri tarım ve tarıma dayalı sanayi ürünlerini düşük değerden satıp makine türünden ağır sanayi ürünleri alırken bir değer aktarımına tabi oluyorlardıysa bugün de telefon şebekeleri bilgisayar programları genetik dönüşüme uğramış tohumlar gibi yüksek değerli ürünler karşılığında mal satmaya çalışmaktadırlar. Daha da önemlisi üretim süreçleri parçalanarak merkezlerde son haline getirilmektedir. Bu amaçla sermaye ciddi bir dolaşım hızına sahip olmaya başlamıştır. Böylece hem az gelişmiş ülkelerin ucuz emek gücünden yararlanılmakta hem de teknoloji transferinin önüne geçilmektedir. Buna en kilit sektörlerden biri olan silah sanayi de dahildir.”2
Burada tarif edilen uluslararası işbölümü emperyalist merkezlere olası krizlerin yükünü orta gelişkinlikteki kapitalist rejimlere iteleme avantajını sağlamaktadır. Ancak emperyalizmin en temel niteliklerinden bir tanesi olan bu kriz ihracı olgusunu sonsuza değin sürdürmesi olanaksızdır.
Emperyalist blokların dönem dönem kaçmayı başarabildikleri kriz dinamikleri nihayetinde birikerek daha ağır ve genelleşmiş bunalımları hazırlıyor. Halihazırda dünya ekonomisinin gidişatı bu tür bir genelleşmiş bunalımın ipuçlarını sunuyor. Bu “yeni” kriz özünde 1997’de patlak veren ve literatüre Asya Krizi olarak geçen bunalımın bir devamı niteliğinde. Aradaki fark Asya Krizi’nin etkilerinden kaçabilen ve hatta yararlanabilen emperyalist blokların -özellikle ABD’nin- bu kez bizzat krizin merkez üssüne yerleşmesidir. Krizin etkilerinin yukarıda söz ettiğimiz uluslararası işbölümüne koşut bir yayılımı olduğunu ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin özellikle de enformasyon teknolojilerine dayalı sektörlerdeki yatırımları yoğun olan ülkelerin bu süreçten çok ciddi biçimde etkilendiklerini anımsatmak isterim.
Örneğin Singapur’un GSMH’si yılın ilk yarısında yüzde 11 Tayvan’ın yüzde 6 azaldı. Güney Kore Malezya ve Tayland ekonomileri halen toparlanabilmiş değil. Asya Krizi sonrası ABD pazarının canlanması ve özellikle enformasyon teknolojilerine dayalı sektörlerdeki canlılık Güneydoğu Asya ekonomilerini bir ölçüde rahatlatmıştı. Ancak ABD ekonomisindeki bu canlılığın bir dizi yapısal sorunla el ele gitmesi ayrıca söz konusu canlanmanın büyük ölçüde spekülatif hareketleri kapsaması başta bir zamanların “kaplanları” olmak üzere bütün kapitalist dünyayı düş kırıklığına uğrattı.
1 STIGLITZ Joseph, ”Flexibility, Risk-Taking Key to New Economy”, 17 Ocak 2001, http://www.nikkei.net
2 ÇAĞLAYAN Ergun, ”Kriz: Bu Düzenin Diğer Adı”, Gelenek, S.66, s.53.
Örneğin Tayvan’ın toplam ihracatı haziran ayı itibarıyla yüzde 28 azaldı. Tüm Asya yeniden aşırı kapasitelerin birikmesi sorunuyla karşı karşıya geldi.
Durum Latin Amerika’da da farklı değil. Brezilya ekonomisi yılın ikinci çeyreğinde yüzde 4 küçüldü. Parasını dolara bağlamış olan Arjantin yılbaşından beri krizden krize sürükleniyor ve borçlarını ödeyemez hale geldi. Toplam ihracatının yüzde 25’i ABD’ye olan Meksika ABD pazarının daralması ve doların değer yitirmesi karşısında ne yapacağını bilemez halde…
Krizin orta gelişmişlikteki kapitalist ülkelere etkilerine dair bu kaba değerlendirme bile emperyalist merkezlerin içerisine girdikleri durgunluğun bu gibi ülkelerde derin etkileri olacağını gösteriyor. Yaklaşan krizin “senkronize” yapısı bir de bu boyutuyla görülmek durumundadır. Kaldı ki The Economist gibi mali sermayenin sözcüsü konumundaki yayınlar bile bunalımın bu boyutuna dikkat çekiyor ve emperyalizmin korkularını dile getiriyorlar. Ağustos ayında The Economist’te yer alan bir yorumda şu satırlara yer verilmekteydi:
“Mevcut duraklamanın en çarpıcı boyutu 1975 1982 ya da 1991 bunalımlarına kıyasla bu bunalımın daha yaygın olmasıdır. Bu üç yıl da resmen dünya çapında durgunluk yılları olarak kabul edilmektedir. Buna rağmen bu yıllarda dünyanın bazı bölgelerindeki durgunluk başka yerlerdeki büyümeler tarafından dengelendiği için dünya çapında GSYİH’de yüzde 12 ile 19 arasında artış olmuştur. (Bu nedenle yüzde 2 veya daha az orandaki büyüme genel olarak dünya çapında bir durgunluk olarak kabul ediliyor -yn.) 1975’te petrol fiyatlarındaki artışın zengin ekonomileri krize sürüklemesine karşın Latin Amerika ve Asya göreli olarak sağlam kalabildi. 1990-91’de Amerika krize girdi ama Japonya Almanya ve pek çok yükselen ekonomi hızla büyümeyi sürdürdü.”3
Dünya ekonomisinde bütün emperyalist merkezlerin büyük bir üretkenlik düşüşü yaşadığı mali kriz olasılığının çok yüksek olduğu ve çok ciddi bir pazar daralması sonucunda özellikle imalat sanayiinde atıl kapasite sorunun hızlandığı bir döneme girmiş bulunuyoruz. Böyle bir dönemde siyasi alanın ekonomik ilişkileri belirlemesi çok bildik bir tedbirdir. Tekelci rekabetin kızıştığı bu dönemde ABD emperyalizmi bir kez daha emperyalist hiyerarşinin hegemonik gücü olmasının avantajını kullanarak Asya’da yeni bir maceraya girişti.
ABD’nin savaş oyunu enformasyon teknolojilerine yapılan aşırı yatırımların önemli bir kısmını kapsayan silah sanayiinin pazar bulmasını sağlayacak ve ABD ekonomisini bir ölçüde rahatlatacaktır. ABD’nin oynamakta olduğu oyunu sadece ekonomik rasyonellere dayandırarak açıklayacak değiliz elbette ama kesin olan bir nokta ABD tekellerinin ve onların diğer emperyalist bloklardaki ortaklarının döktüğü masum Afgan insanlarının kanı için başkanlarına minnettâr olacağıdır…
Yazının bundan sonraki bölümlerinde ABD AB ve Japonya ekonomilerinde krizin ne biçimde seyrettiğini inceleyeceğiz…
Krizin merkez üssü ABD
Uluslararası mali sermayenin en önemli savunucularından bir tanesi olan The Economist’e göre dünya ekonomisinde yaklaşan resesyonun arkasında dört temel neden yatıyor:
“(1) Enformasyon teknolojilerinde yakın zamana kadar gözlenen hızlı büyümenin bir çöküşe dönüşmesi (2) Hemen hemen tüm büyük borsalarda gözlenen düşüşler ve bunların hane halklarının tüketim talebi üzerinde yarattığı baskı (3) Geçtiğimiz yıl enerji maliyetlerinde gözlenen hızlı tırmanışın firmaların kârlılıklarını azaltması ve (4) ABD ekonomisindeki kötü gidişin diğer ekonomilere de sıçrama riskinin yüksekliği.”4
The Economist’in klasik bir metodolojik saptırmadan yararlandığını görmek gerekir. Bu tür neşriyatın klasik oyunu sonuçları neden olarak göstermek ve yaşanan sorunları asla ve kat’a kapitalist sistemin doğasıyla ilişkilendirmemektir. Yukarıda sıraladığımız dört “neden”e yakından baktığımızda dünya ekonomisinin hızla sürüklendiği bunalımın nedenlerine dair bir takım gerçeklere ulaşabiliriz.
Birinci neden yani kimilerinin “yeni ekonomi” dedikleri sektörlerdeki hızlı büyümenin terse dönmesi klasik bir aşırı birikim problemini imlemektedir. Özellikle ABD ekonomisinde kimi yıllarda yüzde 60’lara varan bir hızla büyüyen enformasyon teknolojileri sektörünün sermayenin uluslararası dolaşımı açısından işlevini yukarıda açıkladık. Bu patlama tarzı büyümenin bir sınırının olacağı ve bu sınıra dayanıldığı noktada kapitalizmin bir konjonktür çevrimin sonuna geleceği Türkçe’si yeni bir bunalıma sürükleneceği zaten bilinmekteydi. Aslında bu patlama tarzındaki büyümenin sınırları kendisini ilkin 1994’te ABD’de hissettirdi. Aşağıdaki tablo bu konuda bir fikir vermektedir:
Tablo 1: ABD ekonomisinde girdi ve çıktıların (*) büyüme oranları
*Çıktı kavramı GSYİH kavramının özdeşi olarak kullanılmaktadır. Çıktı kavramı GSYİH’den farklı olarak, enformasyon teknolojisi ürünlerini de kapsayan, hanelerde ve kamu kurumlarında kullanılmakta olan dayanaklı malların hizmet girdileri (sermaye maliyetleri) için gerekli yükümlülükleri de kapsamaktadır.
1990-1995 Fiyat Miktar 1995-1999 Fiyat Miktar
Enformasyon teknolojisi – 442 1215ÇIKTILAR – 974 2075
GİRDİLER
Enformasyon tek. sermaye hizmetleri – 270 1151-1046 1941
Kaynak: The American Economic Review Mart 2001 Dale Jorgenson “Information Technology and the U.S. Economy”.
Bu tablo da göstermektedir ki enformasyon teknolojisi ürünlerinin fiyatları sürekli azalmaktayken ürün miktarları sürekli artmaktadır. 1994’ten sonrasını kapsayan verilere bakıldığında ise gerek miktar gerekse fiyatlar bazında bir sıçrama noktasına gelindiği görülüyor. Bu verilerin anlamı açık: Söz konusu malın üretimi için haddinden fazla sermaye yatırımı yapılmış sermayenin aşırı birikimi yapılan yatırımların beklenen artı-değeri elde etmekte zorlanmasına başka bir deyişle artı-değerin gerçekleşmesinde sorunların yaşanmasına neden olmuştur. Peki ABD ekonomisinde 1994 sonrasında belirginlik kazanan bu olgu neden 6-7 yıllık bir gecikmeyle aynı ekonomiyi bir bunalımın eşiğine sürükledi Bu yanıtlanması gereken bir soru…
Ama önce yaklaşan krizin birinci nedenini düzelterek yeniden yazalım: Dünya -ve ABD- ekonomisinin içine sürüklendiği durgunluğun arkasında özellikle enformasyon teknolojilerine dönük aşırı yatırım vardır. Keza Morgan Stanley’in verilerine göre bu yılın ikinci çeyreğinde bu sektörde yatırım oranları ABD’de yüzde 15 Japonya’da yüzde 18 düştü.
Gelelim ikinci nedene… The Economist dergisinin aktardığı bir veriye göre 2000 yılından bu yana hisse senedi fiyatlarındaki yüzde 28’lik ortalama düşüşün dünyaya bedeli 10 trilyon dolar.5 Hisse senedi fiyatlarındaki bu düşüşün büyük oranda “yeni ekonomi” denilen alanda faaliyet gösteren şirketlerin hisselerindeki düşüşten kaynaklandığı biliniyor. İşte bu olgu bize ABD ekonomisinde sinyalleri çok daha önceden belirginleşmiş olan aşırı birikim sorununun neden gecikerek bir bunalıma dönüştüğünün yanıtını bir düzeyde veriyor.
Söz konusu aşırı birikim aynı zamanda spekülatif bir karakter taşıyor yani bu gibi sektörlere giren paranın önemli bir kısmı yatırıma dönüşmüyor bile. Durumun böyle olduğuna ilişkin bir kanıt ABD ekonomisinde üretkenlik artışının seyrinden verilebilir.
“Yeni ekonomi”cilerin iddiasına göre enformasyon teknolojilerine dayalı yeni bir genişleme dönemi yaşanmaktadır ve bunun bir diğer anlamı da bu sektörlere dayalı bütün sanayi üretiminde hızlı bir üretkenlik artışı olmalıdır. Oysa son hesaplamalara göre ABD ekonomisinde bu yıl yüzde 15’lik bir üretkenlik artışı bekleniyor. Bu rakam 1999-2000 için 3,4’tü.6 Yani ABD ekonomisinde üretkenlik reel olarak düşüyor. Eğer enformasyon teknolojilerinin tüm ekonomi üzerinde söylenildiği gibi dönüştürücü bir etkisi olsaydı böylesine ciddi bir üretkenlik düşüşüyle karşılaşmamız gerekirdi. Bu saptama da bize söz konusu ekonomik büyümenin önemli ölçüde bir mali sektör balonuna dayandığını gösteriyor.
Kapitalist sistemde mali birikimle reel birikim alanları arasında bir çelişki bulunur. Bu çelişki özünde kapitalizmde paranın üstlendiği işlevlerin bir sonucudur. Kısaca ifade edecek olursak paranın değer saklama aracı olarak işleviyle değişim aracı olarak işlevi arasındaki ayrılma sonsuz sayıda metanın her gün değiş-tokuş edildiği bir sistemde para sahibi olmanın kendisinin bir gücü olmasını sağlar. Para sahibi olan böylece sadece parayı satarak zenginliğini artırabilir ancak böylece sağladığı sermaye birikimi ancak “saymaca” olacaktır. Kapitalizmde para sahibini geliri saymaca sermayeden yani “faiz”den gelecektir. Ancak faiz artı-değerden ödenen bir pay olduğuna göre mali birikim fazlalaştıkça reel birikimin kaynakları tükenecek dolayısıyla iki alan bileşik kaplar yasasına göre hareket edecektir. Mali alandaki aşırı birikimin bir kısmı sonuç olarak krizler yoluyla yeniden üretken sektörlere dönecektir.
Kapitalizmin işleyişine dair bu çok temel hatırlatmanın ardından özellikle ABD ekonomisinde merkezileşen mali balonun bir kriz yoluyla patlayacağını bundan kaçış olmadığını belirtmek mümkün. Bilindiği gibi bu balonun ABD ekonomisine taşınması özellikle 1997-1998’deki Asya Krizi sonrasında gerçekleşti. ABD ekonomisine akan bol miktarda para bu ülkede bir likidite bolluğu yarattı. Likidite bolluğu sayesinde kredi faizlerinin düşmesi ABD ekonomisinde hem tüketim talebinin artmasına hem de yatırımlarda bir artışa neden oldu. Ancak bu tatlı dönemin bir sonu olacaktı çünkü bu zahiri bolluk duygusu ABD ekonomisinin yarattığı bir şey değildi. Artık kronikleşmiş bir ödemeler dengesi sorunu olan ABD’nin cari işlemler açığını böyle bir ortamda sürdürmesi oldukça zordu. Tüketim ve yatırım talebinin arttığı bir ortamda cari açık büyüyecek ve ABD’nin zaten bozuk olan makro dengelerini koruması zorlaşacaktı. Öyle de oldu… Genel olarak gayri safi milli hasılanın yüzde 1’i ilâ 2’sine eşit bir cari açık sürdürülebilir bir açık olarak değerlendirilmekteyken ABD ekonomisinde bu oran yüzde 4’ü buluyor. Cari açığın GSMH’nin yüzde 4’üne eşit bir oranda büyümesi önümüzdeki on yılda ABD’nin borcunun GSMH’sinin yüzde 15’inden yüzde 50’sine çıkması anlamına geleceğini belirtelim.
ABD ekonomisinde 2000 yılının sonlarına değin likidite bolluğuna bağlı talep canlanması kamu ve özel borçların hızla artışı pahasına devam etti. Ne zaman ki Nasdaq’tan başlayarak hisse senetleri ciddi bir biçimde değer yitirmeye başladı o zaman tüketim talebinde ciddi bir düşüş baş gösterdi. Tüketim talebinin azalması borç geri ödemelerinin riske girmesine neden olduğundan borçluluğa ve talep daralmasına bağlı olarak mali kriz olasılığı yükselmiş oldu. Giderek Wall Street’te geçmişte de pek çok örneği görülmüş olan türde bir çöküş beklenir oldu (Tablo 2).
Böyle bir dönemde ABD Merkez Bankası’nın talebi canlandırmak adına ikide bir faiz indirimine gitmesi ise çok geç atılmış bir adım olmaktan öteye geçemedi. Bu döngünün motorunun yüksek teknolojiye dayalı sektörlerdeki aşırı ve spekülatif birikim olduğunu OECD gibi kurumlar bile artık tescil etmiş durumda. OECD’nin mayıs ayında yayımladığı raporda “Öz sermaye değerlerini temel değerlere yakınlaştıran ciddi bir hisse senedi piyasası düzeltmesi özellikle teknoloji hisselerinden başlayarak ve ABD’yle sınırlı kalmayacak biçimde gerçekleştirilmeye başlandı”7 değerlendirmesine yer veriliyor.
Tablo 2: ABD ekonomisinde finansal çöküş örnekleri: Wall Street’te bir gün içinde görülen en büyük düşüşler. (Dow Jones Endüstriyel Ortalama yüzde değişim)
TarihEndeksteki düşüş miktarı ()
28.10.1929-128
29.10.1929-117
06.11.1929-99
12.08.1932-84
26.10.1987-80
21.07.1933-784
18.10.1937-775
05.10.1932-715
24.09.1931-707
19.10.1987-226
Kaynak: Michel Chossudovsky “The Global Financial Crisis”.
Krizin oluşumunda güçlü dolar politikasının rolü
Asya Krizi sonrasında ABD ekonomisine büyük miktarda para sermaye akışı ABD’nin “güçlü dolar” politikasının bir sonucu oldu. ABD sermaye piyasalarına büyük miktardaki yabancı sermaye akışı doların suni olarak değerli tutulabilmesini bir süre için daha kolaylaştırmış oldu. Ancak aynı politikanın ABD ekonomisinin borç yükünü artıracağı zaten büyük miktardaki cari açığın daha da büyümesine yol açacağı biliniyordu. Yani kısa süre içinde ABD ekonomisinden kaynaklı bir durgunluğun yaşanması beklenen bir durumdu. Bu noktada krizin emperyalist sistemin işleyiş yasallıklarıyla ilişkili bir diğer nedenine göz atmak durumundayız.
Yukarıda The Economist dergisinden alıntıladığımız “krizin dört nedeni” açıklamasının son maddesi yani “ABD ekonomisindeki kötü gidişin diğer ekonomilere de sıçraması”nın hangi mekanizmalarla gerçekleştiğini anlamak gerekli.
Buraya kadar ifade ettiklerimiz bir düzeyde bu soruya yanıt vermekte ancak konunun bir diğer boyutunu yani emperyalist hiyerarşinin en tepesindeki ülke olarak ABD’nin dünya ekonomisindeki belirleyici rolünü bir de ABD dolarının işlevi üzerinden değerlendirmek gerekiyor.
ABD 1989’dan bu yana net olarak borçlu bir ülke. 1999 başı itibarıyla ABD’nin net dış borcu 15 trilyon dolar yani GSYİH’sinin yüzde 18’i. Başka bir deyişle ABD yabancı sermaye girişine muhtaç bir ülke. ABD’nin buna rağmen ekonomik gücünü koruyabilmesi nasıl mümkün oluyor Burada ABD’nin emperyalist hiyerarşideki konumundan gelen bir özelliği doların rezerv para olma işlevini kullanarak uygulayageldiği güçlü dolar politikasının bu ülkeye sağladığı avantajın temel neden olduğunu görüyoruz. ABD’nin dünya ekonomisinde özgül bir konumu var çünkü dışarıdan gelecek sermayeye bu kadar bağımlı bir ülke aynı zamanda ticaret açığını yabancı yatırımlarla finanse edebilme lüksüne sahip. Nedeni basit; çünkü ABD’ye gelen yabancı yatırımlar da ABD doları cinsinden.
Doların dünya çapında güçlü -değerli- olması ABD’ye daha az borç alarak nispi olarak daha büyük bir açığı finanse etme şansını veriyor. Bu sayede yabancı sermaye girişi makroekonomik göstergelerdeki bozulmaya rağmen daha uzun süre devam edebiliyor. Dolayısıyla güçlü dolar politikasının on yıllardır ABD’nin kendi ülkesine ihtiyaç duyduğu fonları çekmesinin temel aracı olduğunu görüyoruz. Ancak doların aşırı değerli olması bir dizi sorunu da beraberinde getiriyor. Nihayetinde ABD’ye bu şekilde akan fonlar borç niteliği taşıyor. Bu nedenle ABD’de kamu borçları olduğu kadar özel sektör borçları da bir sorun teşkil ediyor çünkü özellikle ABD merkezli çokuluslu şirketler de güçlü dolar politikasının sunduğu bu “avantaj”dan yararlanıyorlar. ABD’ye akan fonların sağladığı likidite bolluğu kredilerin ucuzlamasına bu da tüketim talebinin artışına yol açıyor. Ancak bu unsur da ABD ekonomisinin bir başka boyutta borçluluğunu artırmış oluyor. İkinci sorun bu politikanın ABD imalat sanayiini ciddi biçimde zorlaması. Bu nedenle ABD son on yılda doların mark ve yen karşısındaki değerini yüzde 40 ila 60 arasında düşürdü ve böylece Alman ve Japon imalat sanayilerine karşı rekabet gücünü artırma yoluna girdi. Bu politikanın her zaman ara uğrakları oldu yani doların değerindeki bu düşüş istikrarlı bir biçimde gerçekleşmedi. Bu “istikrarsızlık” olgusunun bir maliyeti vardı ve bu maliyeti özellikle dolar-yen paritesiyle çok yakından ilgili olan Güneydoğu Asya ülkeleri ödedi:
7 OECD, World Economic Outlook, Mayıs 2001, No.69.
“Doğu Asya ekonomileri sırf para birimlerini dolara bağladıkları ve dolar yen karşısında değer yitirdiği için 1990’ların ilk yarısında ABD ekonomisine bağlı olarak Japonya’da yerleşik bulunan üreticiler aleyhine çarpıcı bir biçimde büyüdüler. Söz gelişi Kore doların dolayısıyla da Kore won’unun yen karşısında değer yitirmesi sayesinde sürekli olarak rekabet gücünü arttırdı ve Kore’de yatırımlar pazarın hiçbir sınırı yokmuşçasına patladı. Ancak sonunda yen 1995’ten itibaren won ve diğer Doğu Asya para birimleri karşısında hızla değer yitirmeye başlayınca Kore ve Güneydoğu Asya’daki diğer ekonomiler çok büyük miktarlarda aşırı yatırım sorunuyla karşı karşıya kaldılar. Bu ülkeler böylece kendilerini muazzam miktarlara varan aşırı kapasiteyle ve yeniden değerlenen para birimleri nedeniyle belirli bir kârla satış yapma sorunuyla baş başa buldular.”8
Sonuç biliniyor; 1997’de Asya Krizi patlak verdi. Asya Krizi özellikle Japonya’nın ve önemli ölçüde Avrupa’nın da ihracat pazarlarına olan ihtiyacını körükledi. Daha önemlisi mali sermaye sığınacak güvenli bir liman arayışına girdi. Gidilebileceği ana pazar ABD’ydi. Bu süreç aynı zamanda ABD ekonomisindeki sorunların büyümesine ve söz konusu sorunların emperyalist bloklar arasında senkronize olmasına da neden oldu.
“1990’lardan beri yaşamakta olduğu krizinden Doğu Asya’ya yönelerek çıkmaya uğraşan Japon ekonomisi daralan doğu Asya pazarıyla karşı karşıya kalınca kendisini bir açmazın içinde buldu ve tüm ümidini başka bir yere dönük ihracatını artırmaya bağladı. Almanya ve daha genel olarak Avrupa da durgunluktan çıkmak için yönünü böyle ihracat pazarlarına döndü. Böyle bir ihracatın odak noktası iç pazarını büyütmeyi ve genişletmeyi başarabilen yegâne ülke yani ABD olabilirdi. 1997’de ABD ekonomisi sonunda iç pazarın hızla büyümesinin hatta reel ücretlerin artışının nimetlerinden yararlanmış ve bunu artan imalat sanayi ihracatıyla sağlayabilmişti. Dolayısıyla ABD’nin dinamizmini koruyabilmesi ABD’nin ekonomik başarısının kaçınılmaz ürünü olan doların yeniden yükselişi tarafından sekteye uğratılmış oldu. ABD’de 1998’in ilk yarısında ithalat yüksek dolar kurunun da yardımıyla patladı ve ihracat daralan Asya pazarları karşısında büyümeyi yitirdi. ABD imalat sanayisinde kârlar düşmek Amerikan iktisadi patlaması bitmek durumundadır.”9
Brenner’in bu makalesi 1998 tarihli. Dünya ekonomisini kapitalist aklın dışından bakarak görebilenler gidişatın hangi istikamette olduğunu çok önceden tespit etmişlerdi. Güçlü dolar politikası ABD’nin emperyalist hiyerarşideki konumundan kaynaklanan bir olgudur. ABD’nin bu politikayı uygulaması çoğu zaman bu konumdan kaynaklanıyor. ABD verili hiyerarşiyi korumak ve gücünü pekiştirmek adına güçlü dolara mahkumdur. Ancak aynı politikanın son üç yıldır ciddi bir canlılık gösteren ABD ekonomisini krize sokan temel faktörlerden bir tanesi olması kapitalist sistemin krizlerden kaçışı olmadığının bir kanıtıdır. Krizin arkasındaki bir başka dinamik de kanımca budur.
ABD krizin etkilerini hafifletmek imalat sanayiindeki kapasite fazlasını üretime sokabilmek ödemeler dengesi açığını yeniden sürdürülebilir sınırlara çekmek gibi bir dizi nedenle doların değerini düşürmeye mecbur. Ancak öte yandan dünya ekonomisinin gelmiş olduğu tekelleşme düzeyi merkez emperyalist güç olan ABD’yi oynaması gereken role yani güçlü dolar-canlı iç pazar rolüne doğru iteliyor. Bu koşullarda bir savaş hatta uzun süreli bir savaş ABD tekellerini ziyadesiyle memnun edecektir!…
Duraklayan Avrupa ekonomisi
Geçtiğimiz yıl Avrupa için her şey iyi görünüyordu. ABD’nin görünürde parlak olan ekonomisi ve artan tüketimi Avrupa’yı da etkiliyor ve ihracatının gittikçe yükselmesine neden oluyordu. Yılın başında Almanya vergi indirimleri ile ekonomisini daha da güçlendireceğini düşünüyordu. Fakat bu yıl gidişat değişti. Yavaşlayan ABD ekonomisi Avrupalıların beklentilerinin aksine Avrupa’nın başlıca ekonomilerini de etkilemeye başladı.
Özellikle yılın ikinci çeyreğinin başında yani nisan ayında sanayi çıktısı ve siparişler keskin biçimde düştü; iki yıldan fazla bir süreden sonra sınai üretimde daralma yaşandı. Alman ara malları için verilen siparişlerde yılın başından mayıs ayına kadar yüzde 12 oranında bir düşüş oldu. Alman ekonomisi yılın ikinci çeyreğinde daralma yaşadı. Sınai üretim sadece haziran ayında yüzde 04 düşerken 2001 büyüme oranının yüzde 1’in biraz üzerinde olmasının şans olacağı söyleniyor. Oysa geçen yıl Almanya ekonomisi yüzde 3 büyümüştü. Sanayi sektörü resesyonda ve Alman Borsası her hafta yeni düşüşler kaydediyor. Bu veriler kârların da düştüğünü gösteriyor.
Enflasyon ve işsizlik oranları ise daha iyi değil. Özellikle işsizlik Almanya’da yüzde 9’un üzerinde bir oranla hâlâ oldukça yüksek ve sürekli yükselme trendinde. Enflasyon oranı mayısta son sekiz yılın en yüksek oranına ulaştı. Ticaret fazlası giderek azalan Almanya’nın cari hesabı haziran ayında açık verdi. Bu koşullarda Almanya’nın iç tüketim seviyesi ekonominin canlanmasına yardımcı olamıyor. Alman tüketiciler ABD’de olduğu gibi borsadan sürekli gelir (buna refah etkisi deniyor) elde etmiyorlar. Ayrıca petrol ve gıda fiyatlarındaki artışlar ve işsizlik riski harcamaların artmamasına yol açıyor. Oysa ABD’de tüketicilerin tasarruf eğilimi neredeyse sıfır ve bu durum ABD ekonomisinin senelerdir canlı görünmesine yol açıyor. Bazı ekonomistlere göre tüketim Alman ekonomisinin aşil topuğu ve ihracattaki düşüş sadece Alman ekonomisinin bu “zaafının” ortaya çıkmasına neden oldu.
Almanya euro bölgesi toplam çıktısının yüzde 30’unu tek başına üretiyor.10 Euro bölgesi 12 ülkeden oluşuyor. Avrupa Para Birliği’ne katılmış olan bu ülkeler Avusturya Belçika Finlandiya Fransa Almanya Yunanistan İrlanda İtalya Lüksembourg Hollanda İspanya ve Portekiz. Almanya’nın bu merkezi rolü Alman ekonomisinin içine düştüğü durgunluğun diğer Avrupa ülkelerini de etkilemesine yol açıyor. Yılın ikinci çeyreğinde artan durgunluk en çok Almanya ve İrlanda’yı etkilemiş durumda.
Geçen yıla kadar Avrupa’nın en hızlı büyüyen ekonomisi olan İrlanda özellikle “yeni ekonomi”de yoğunlaşan yabancı yatırımlara olan bağımlılığının faturasını ödemeye başladı. Ağustos ayının başında kişisel bilgisayar üreticisi bir Amerikan şirketi olan Gateway İrlanda’daki fabrikasını kapatmayı planladığını açıkladı. Yine Alman çip üreticisi Infineon işçilerinin yüzde 15’ini işten çıkarabileceğini duyurdu. Almanya yüksek teknoloji ürünlerinde Avrupa kıtasında en büyük ve dünyada ABD ve Japonya’nın ardından üçüncü büyük ihracatçı ülke. Ayrıca çevre teknolojisi yenilenebilir enerji kaynakları ve bioteknoloji alanında dünya lideri.
‘90’ların ikinci yarısında dünya kapitalizminin umudu haline gelen yeni ekonomideki duraklama Almanya ve İrlanda’nın yanı sıra Finlandiya’yı da vurmuş durumda. Yüksek teknoloji ürünlerine ve özellikle cep telefonlarına olan dünya talebindeki düşüş Finlandiya ekonomisinin yüzde 33 küçülmesine neden oldu.
Diğer euro bölgesi ülkelerinin durumu da bir resesyon ihtimalini güçlendiriyor. İtalya ve Hollanda fiilen hiç büyümüyor. İtalya’nın bütçe açığının hedeflenenin üç katı kadar olması bekleniyor ve bu durum katı kurallara sahip Avrupa Para Birliği içinde ciddi bir sıkıntı kaynağı haline gelmiş durumda.
Diğer bölge ülkelerinin de artan bütçe açıkları ekim ayında toplanacak bakanların “bütçe açığı hedeflerini gözden geçirmesini” gerektirecek. İtalyan ekonomisinin bir özelliği de gelişmekte olan ülkelerdeki yatırımlarından dolayı bu ülkelerdeki krizlerin etkilerine açık olması.
Euro bölgesinde Almanya’nın ardından ikinci büyük ekonomi olan Fransa’nın 1998’den bu yana görece canlı olan ekonomisi ise tüketicilerin ve sermayedarların harcama ve yatırımlarını kısması nedeniyle keskin biçimde yavaşlamış durumda. Geçtiğimiz yıl yüzde 34 büyüyen Fransız ekonomisinin bu yıl en iyi ihtimalle yüzde 23 büyümesi bekleniyor ki bu keskin bir düşüş anlamına geliyor. Fransa’da işsizlik üç yıldan sonra ilk defa temmuz ayında yükselme gösterdi. Bu durum Fransa’nın iç talebinin görece yüksek olmasından kaynaklanan avantajını kaybetmesine neden olacaktır. İletişim ürünleri üreticisi Alcatel beyaz eşya üreticisi Moulinex gıda grubu Danone ve bilişim şirketi olan Cap Gemini ErnstYoung dünya talebindeki azalma nedeniyle kitlesel işten çıkarmalara gideceklerini duyurdular.
Euro bölgesi dışında olan İngiltere’nin resesyonda olduğu ise resmi olarak da kabul ediliyor. İngiltere en büyük ihracat pazarları olan ABD ve Almanya’daki duraklamadan çok etkilendi; İngiliz para birimi poundun aşırı değerli oluşu bu etkiyi güçlendiriyor. Yılın ikinci çeyreğinde sınai üretim yüzde 2 sınai yatırım yüzde 27 düşerken toplam özel yatırımların yüzde 25’ini oluşturan bilişim sektöründe yatırımlar durma noktasına geldi. İngiliz elektronik tekeli Marconi grup bu yıl kârlarının yarıya düşebileceğini duyurdu. Kapasite altı çalışan firmaların oranı İngiltere’de 1993’ten sonraki en yüksek seviyesine ulaştı.
Avrupa ekonomisindeki duraklamanın nedenleri
Duraklamanın nedenlerinden birisi açıkça ABD’deki ekonomik yavaşlama olduğu halde Avrupalılar duraklamanın başladığı nisan ayında iddialı konuşuyorlardı. AB Dönem Başkanı İsveç’in Maliye Bakanı bir basın toplantısında şunları söylüyordu: “Amerikan ekonomisinin Avrupa için giderek daha az önemli olacağı bir gerçektir. Çünkü AB ekonomisi giderek güçleniyor ve bu yüzden Avrupa’nın bağımlılığı azalacaktır. Ve bu ABD’nin keşfedeceği bir gerçektir.” Avrupa Merkez Bankası (AMB) Başkanı ise “Biz 300 milyon nüfusu olan öyle büyük otonom bir bölgeyiz ki dışımızdaki gelişmelerin etkisi ihmal edilebilir değilse bile gerçekten oldukça sınırlıdır” diyordu. ABD Hazine Sekreteri O’Neill’in tuhaf bulduğu ve “Benim bildiğim dünyayla tutarsız” dediği bu sözlerle Avrupalılar aslında inanmak istediklerini söylüyor gibiydiler.11
Çünkü Alman emperyalizmi eski Doğu Almanya’ya ve Doğu Avrupa’ya çok fazla yatırım yapmıştı ve bu bölgeyi sömürmek alabildiğine sömürmek istiyordu. Sadece eski Doğu Almanya’yı yutabilmek için yüzlerce milyar marklık yatırım yapılmıştı. Almanya hem Avrupa Para Birliği’nin hem de genişlemenin maliyetlerini karşılamadan ve entegrasyon süreçleri tamamlanmadan bir krizi kabul etmek istemiyordu.
Almanya, sözgelişi, düşük euro kurundan ve ihracat avantajından faydalanarak Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini sosyalizmden kalan sınai altyapısının da yardımıyla bazı ara malların yoğun emek sömürüsüyle üretildiği belirli bir işbölümüne yönelik olarak yapılandırmaya çalışıyor; yatırımlarını buna yönelik yapıyor. Nitekim bu ülkeler AB ile ticaretlerinde sürekli açık verir bir konuma gelmiş durumdalar. Polonya ve Çek Cumhuriyeti ihracatlarının üçte birini Almanya’ya yapıyorlar. Gerçekten Almanya büyük ölçüde bu maliyetler ve yatırımlar nedeniyle 1995’ten bu yana euro bölgesinin toplam büyüme oranının altında bir büyüme yaşadı.12 1999’da euroya geçilmesinin en önemli amacı Alman sermayesinin tüm AB ülkelerinde serbestçe dolaşımını ve tüm sömürü olanaklarını kâr transferlerinde bir kur sorunuyla karşılaşmadan değerlendirmesini sağlamaktı ve sıkı şartları olan bu süreç henüz tamamlanmamış durumda.
Ancak kapitalizmin ne planlanması mümkündü ne de krizsiz yaşaması. Ve ABD’deki tüketime dayalı balon inmeye başlamıştı. ABD Merkez Bankası krizin etkilerini hafifletmek ve piyasaya para pompalamak için yani bir anlamda balonu kontrollü biçimde şişik tutmak için bu sene içinde yedi defa faiz indirimine gitti. Buna karşılık AMB ABD ve IMF’den ve yatırımcılardan gelen tüm baskılara karşın sadece bir defa mayıs ayında o da küçük bir oranda faiz oranınıdüşürdü. AMB’nin ısrarla faizleri düşürmeme politikasının ardında Avrupa ekonomisinin “yeniden yapılanması” ve böylece kâr imkanlarının artırılması için daha çok şey yapılması gerektiğini düşünmesi yatıyor.
Merkezi Almanya’nın finans merkezi Frankfurt’ta olan AMB’nin Başkanı Duisenberg para politikasının büyüme potansiyelini artıramayacağını çünkü büyümenin büyük ölçüde “yapısal faktörlere” bağlı olduğunu düşündüğünü söyledikten sonra ne yapılması gerektiğini şu şekilde açıklıyordu:
“Potansiyel büyümeyi artırmak için emek piyasası katılımını artırmayı ve yatırım eğilimlerini güçlendirmeyi amaçlayan kapsamlı yapısal reform politikaları gerekiyor. Önemli ilerlemeler sağlanmakla birlikte piyasa-merkezli reformların pek çok alanda daha hırslı uygulanmasına ihtiyaç var.“13
Alman sermayesi çok hırslı ve para politikasını gevşetmeyerek kendi bölgesinde “reformların” sürmesi için baskı uygulamaya kararlı (yani önümüzdeki dönemde daha da saldırganlaşan bir Avrupa emperyalizmi görebiliriz). Zira AMB’nin en büyük korkusu faiz indirimleri sonucunda zaten yeterince yüksek olan enflasyonundaha da yükselmesi ve bunun euroya geçişe ve genişlemeye “yapısal reformlara” verebileceği zarar. Bu nedenle AMB işinin büyümeyi teşvik etmek değil enflasyonu kontrol etmek olduğunu vurguluyor. Bu arada bir noktayı vurgulamakta fayda var. Duisenberg’in kastettiği reformlar emek piyasanın daha da esnetilmesini ve ücretlerin düşürülmesini de içeriyor; kısaca işçi sınıfına yeni saldırıları…
12 Avrupa Para Birliği’nin şartları şunlar: 1) Bir ülkenin enflasyon oranı en fazla, enflasyon oranları en düşük üç ülkenin ortalamasının yüzde 1.5 üzerinde olabilir; 2) Bir ülkenin bütçe açığı milli hasılasının yüzde 3’ünü geçemez ve kamu borcu milli hasılasının yüzde 60’ından fazla olamaz; 3) Bir ülkenin uzun dönemli faiz oranı, en düşük faiz oranlarına sahip üç ülkenin ortalamasını yüzde 2’den fazla geçemez; 4) Bir ülke Avrupa Para Birliği’ne geçilmesinin iki sene öncesinden itibaren diğer herhangi bir üye ülkenin para birimi karşısında para birimini devalüe edemez.
Öte yandan ABD sermayesi de daha az hırslı değil. ABD Merkez Bankası’nın yedi defa faiz düşürmesine rağmen AMB’nin buna ayak uydurmaması onlarda tepki uyandırıyor. Açıkçası AMB üzerindeki bu baskının nedeni kriz riskinin AB tarafından da paylaşılmasının istenmesi. Çünkü açıkça söylenmese de faiz indirimleri hızlı olursa bu doların tam da bir resesyonun ortasında çöküşüne neden olabilir.
ABD’de tüketime pahalı dolara ve ağırlıkla yeni ekonomiye dayalı balonun bu ülkenin tarihinde görülmüş en büyük cari açığa yol açtığını yukarıda belirtmiştik. Bu cari açıklar ancak yüksek sermaye girişleriyle sürdürülebiliyor(du). Bu nedenle ABD dünyadaki net sermaye hareketlerinin yüzde 64’ünü veya başka bir göstergeyle toplam dünya tasarruflarının yüzde 775’ini emiyordu. ABD birkaç senedir devasa sermaye girişleri yaşarken euro bölgesi de buna paralel büyük boyutlarda net sermaye çıkışları yaşadı ki bu durum euronun işleme girdiği ‘99’dan bu yana değer yitirmesine yol açıyor. ABD’nin korkusu sermaye akışının hızla tersine dönme riski. Bir ölçüde sermaye kaçışının yaşanmasını bekliyorlar ama belli ölçülerde tutabilmek ve şok sermaye değersizleşmesini önleyebilmek için Avrupa’nın uygun koşullar yaratmasını ve bir anlamda balonun risklerine ortak olmasını istiyorlar. AMB faizleri düşürerek sermaye girişlerini kolaylaştıracak -euro satın almak kolaylaşacak- bu euronun değerini yükseltecek ve ABD hem riskin bir kısmını AB’ye devredecek hem de düşecek dolar kuru sebebiyle ihracatını artırarak sürdürülemez hale gelen cari açığını kontrol altında tutacak.
ABD ile AB arasındaki gerilimin kaynağını bu oluşturuyor ve bu gerilim henüz çözülmüş değil; AB için faiz oranları elinde güçlü bir koz niteliği kazanmış durumda. İkinci bir faiz indiriminin doların euro karşısında değerinin ve bununla birlikte enflasyonun bir miktar düşmesine paralel olarak AMB’nin 30 Ağustos’ta yapacağı toplantıda gerçekleşebileceği bekleniyordu. AMB faiz indirimine ancak 11 Eylül’deki saldırının ardından gitti.
Bazı yapısal gözlemler
Yeniden dünya ekonomisindeki duraklamanın özgül niteliklerine dönelim.
İlki kapasite fazlasının Büyük Bunalım’ın yaşandığı 1930 yılından bu yana en yüksek seviyesine ulaşmış olması. Aslında bu durum yüksek büyüme oranlarının yaşandığı 1999 ve 2000 yıllarında da böyleydi ancak finansal balon ve yüksek sermaye hareketleriyle maskelenebiliyordu. Durum balonun inmeye başlamasıyla birlikte açığa çıktı.
Aşırı kapasitenin özellikle “yeni ekonomi” denen yüksek teknoloji ürünleri sektöründe yoğunlaştığını belirtmiştik; daha doğrusu zaten durgunluk içinde olan geleneksel sektörlere bir de bu “yeni” sektör eklendi. ABD’de enflasyon düşük ve sıkı para politikası da yokken yavaşlamanın yaşanması bu kapasite fazlasıyla ilgili. Gerçekten dünya enflasyon oranı son 30 yılın en düşük seviyesindeyken 1995’ten 2000’e enformasyon teknolojisi harcamaları neredeyse üçe katlandı. İkinci gözlem birincisiyle ilişkili. Yüksek büyümeden yavaşlamaya çok hızlı geçildi. Son iki senedir yüzde 5’in üzerinde büyüyen ABD ekonomisi bu senenin ilk çeyreğinde yüzde 13 ve ikinci çeyreğinde yüzde 07 büyüdü.
Bu durum bir kez daha “yeni ekonomi”nin ne denli büyük bir balon olduğunu gösteriyor. Aslında kârları yüksek olmayan hatta düşen ama yağmayı sürdürmek için “yaratıcı muhasebe” denilen yöntemlerle bunları makyajlayan yeni ekonomi şirketleri şimdi hızla küçülüyor. Yılın ikinci çeyreğinde yeni ekonomi şirketleri dahil 900 ABD şirketinin kâr marjları bir önceki yılın aynı döneminde yüzde 72 iken bu yıl yüzde 32’ye düştü. Şimdi bu yeni ekonomi şirketleri kitlesel işten çıkarmalara gidiyorlar…
Japonya ekonomisinin genel görünümü
Japon ekonomisini anlayabilmek için ülkenin iç pazarının özelliklerini ve bu özellikler üzerinden şekillenen ihracat sektörünü (dış pazarlarla ilişkisini) ayrı ayrı ele almak gerekli. Japonya ABD ve Avrupa’ya oranla daha geç gelişmiş bir kapitalist pazara sahip. Geç kalmışlığı aynı zamanda kalkınma için gerekli teknoloji birikiminin ithalini gerektirmiş. Teknolojik altyapısını daha önce kurmuş olduğu savaş sanayii ile birleştirdikten sonra Japonya geç kalmışlığın ve teknoloji ithalinin dezavantajlarını iç piyasada işçi maliyetlerini baskılayan “Japon sistemi” ve coğrafi açıdan yakın olduğu Uzakdoğu Asya’nın doğal ve insan kaynaklarını sömürmesiyle kapatabilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin reel sosyalizmin varlığı koşullarında ekonomik askeri ve siyasal açıdan hem belirlediği hem de işbirliği yaptığı Japonya bu tarihten sonra gerçekleştirmiş olduğu müthiş büyümeyi diğer ülkelerin aksine dış borçlara ve yabancı sermayeye bağımlı olmadan gerçekleştiriyor.
Ülkede tarihsel yerleri de olan büyük aile holdingleri “zaibatsu”lar ve bu holdinglerin faaliyetleri için gereken finansmanı grubun bir bankasının karşıladığı daha çok mali işbirliğine dayalı farklı bir yapılanma olan “keiretsu”lar ülkedeki ekonomik yapıyı karakterize ederler. Keiretsuda merkezde şirketlerin finansmanını sağlayan banka ve şirketlerin karşılıklı birbirlerinin hisselerini satın alarak oluşturdukları bir örgütlenme göze çarpar. Bugün Japon ekonomisinin neredeyse tamamını hemen tüm sektörlerde belirleyen 6 önemli keiretsu mevcut. Bunlar;
Mitsui (Toshiba Sony Toyota)
Mitsubishi (Mitsubishi Honda Nikon)
Sumitomo (NEC Mazda)
Fuyo (Oki Canon Hitachi 14 Nissan)
Sanwa (Daihatsu Sharp Hitachi)
DKB (Isuzu Kawasaki Fujitsu Hitachi)
Japon firmaları büyümelerini ve dünya pazarındaki yerlerini üretimdeki düşük maliyetlerine borçlu. Düşük maliyetlerin nedenlerinden birkaçına yukarıda değinmiştik; ancak bununla birlikte rekabetçi fiyat yapıları nedeniyle Japon firmalarının kârları da Avrupa ve ABD şirketlerine oranla daha düşük. Japon firmaları açısından bu kayıp (yani düşük kârlar) devlet tarafından fonlanarak kapatılıyor. Bu temel özellik yıllardır Japonya’nın kamu harcamalarının yüksekliğinin ana nedeni. Yine benzer şekilde bu durum ülkenin bugün hâlâ ciddi bir sorun olarak yaşadığı bütçe açığının nedenlerinden biri. Bütçe açığı 1997’den beri artıyor. Asya Krizi’nin etkisinin görüldüğü 1999 yılında yüzde 676 ile zirve yapan açık 2000 yılında GSMH’nin yüzde 6’sı civarına çekilmiş durumda.
14 Bir şirket finansmanını birden fazla grubun bankasından sağlaysbiliyor.Bu gruplar merkezde aynı adlı bir bankaya sahip.
Japon ekonomisinde ihracatın önemi büyük. Japonya çok güçlü bir ihracat pazarına sahip. Bu durum Japon iç pazarının oldukça cılız olması ve Japonya’nın iç pazarını dış rekabetten koruması ile birleşince ortaya ciddi bir dış ticaret fazlası çıkıyor. Bu fazla Japon ekonomisinin bir diğer karakteristiği. Yıllardır dünyanın en büyük cari açığını veren ABD’yi Japonya’nın bu fazlası fonluyor. Japonya dış ticaretten elde ettiği dolarları yine ABD’ye devlet tahvili almak için geri veriyor. Bugün ABD devlet tahvillerinin dörtte biri Japonların elinde. Bu dolarların iç pazarda kullanılması ya da ithalata ayrılması tercih edilmiyor. Çünkü Japonya’nın tüm ticaret rejimi yenin dolar karşısındaki güçsüzlüğüne dolayısıyla ihracattaki etkinliğine bağlı. Bu dolarların farklı şekilde kullanılması yenin dolar karşısındaki gücünü artıracağından ihracata zarar verir endişesi taşınıyor. Ticaret fazlasının GSMH’ye oranı da sürekli artıyor. 2000 yılında bu oran 248’e çıkıyor. 1997’de ise aynı oran 219. Bu oranın dünyanın özellikle de ABD’nin Japonya’nın ihracatında en önemli kalemlerden biri olan bilişim ve elektronik sektöründe genel talebinin azaldığı dönemde arttığı göz önüne alınmalı.
Japon şirketlerinin ABD ve Avrupa kökenli şirketlerden en önemli farkı finansmanlarını bankalar aracılığıyla karşılamaları. Japon şirketleri finansman sağlamak için sermaye ve tahvil piyasalarını tercih etmiyorlar. Bu durumun en önemli nedeni devletin yukarıda bahsettiğimiz gibi iç piyasa aktörlerini fonlaması. Dolayısıyla şirketler için zaten bağlı bulundukları grup bankalarından veya devletten ucuza kredi alabilme şansına sahipler. Böylesi finansman şeklinin varlığına Japon bankalarının borç ve kredi verme oranının yabancı partnerlerine oranla hayli fazla oluşu bir kanıt oluşturuyor. Diğer yandan Japon imalat sanayiinde küçük ve orta ölçekli fabrikaların yeri büyük ve bu ölçekteki işletmelerin yüzde 994’ü imalat sanayi üretimiyle ilgileniyor. Esnek üretimin anavatanında bu durum hiç de şaşırtıcı değil…
Ülkede sanayi üretimi tüm ekonominin motoru. Sanayi üretimi bugün GSMH’nin yüzde 20’si büyüklüğüne erişmiş durumda. Sanayi sektörlerinde üretim bazında ise özellikle elektronik ve otomotivde dünyada ilk sırayı alıyor. Japonya aynı şekilde makine ve yedek parça üretimiyle demir-çelik üretiminde de ilk sırada.
Yatırım oranları Japon ekonomisinde her zaman yüksek seviyelerde. Bu seviyelerde devletin geçmişten beri ekonomiyi canlı tutmak için açtığı mali canlandırma programları ve tabii ki kamu harcamalarının yeri büyük. Örneğin 1996-2000 yılları arasında brüt sabit sermaye yatırımları GSMH’nin yüzde 27-30’u düzeyinde. Bu oran Almanya ve ABD’nin aynı dönemde sahip olduğu oranlardan hayli yukarıda.
Japon ekonomisinin bir diğer özelliği dış piyasaya oldukça kapalı olması. Dış ticaret fazlasının da işaret ettiği bu gerçek kendisini devletin yerli şirketleri korumak için koyduğu yüksek koruma duvarları tarifeler gibi uygulamalarla somutluyor. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) toplantılarında -özellikle Asya Krizi’nden sonra- Japonya’nın bu konudaki uygulamaları yoğun tepki alıyor. Japonya’nın son süreçte iç piyasasını belli oranlarda dışa açma çabasında olduğu da görülüyor.
İç talebin oldukça cılız olduğu Japonya’da ABD’de yaşanan tüketim çılgınlığının borçla sürdürülmesine dayalı bir büyüme yaşanmıyor. Piyasa o kadar cılız ve son yıllarda durgun ki deflasyon Japon ekonomisinin bir diğer karakteristiği olmuş. Tüketici fiyatları artışı yıllık bazda neredeyse sıfıra yakın (binde 2). Bu rakam geçtiğimiz on yıl boyunca kimi yıllar eksileri de görmüş bulunuyor. Japonların tüketimlerinde kredi kartı kullanım oranı bize piyasa ile ilgili bazı ipuçları veriyor. Japon halkının borçlanarak tüketmeye soğuk baktığı veya piyasanın bu anlamda henüz “oturmadığı” söylenebilir. ABD’lilerin toplam tüketimde kredi kartı ile yaptıkları alışverişler yüzde 20’lerin üzerindeyken aynı oran Japonya’da yüzde 5 civarında.
Ekonominin yaşadığı yapısal sorunlardan bir diğeri de kur politikası üzerinden belli rasyonelleri olsa da ülke derin bir durgunluktan muzdaripken faiz oranlarının yine de yüzde 0 seviyesinde seyretmesi.
Asya Krizi Japonya Resesyon
Asya Krizi’nin 1997 yazında Tayland’ın ulusal parasının çöküşü ile başladığını ve arka arkaya bölge ülkelerine devalüasyonlarla yayıldığını biliyoruz. Bu ülkelerle doğrudan ya da dolaylı ticaret partneri olan ülkeler yaşanan gelişmelerden yoğun bir şekilde etkilendi. Mali liberalizasyon politikalarının tüm dünyada yol açtığı sermayenin dolaşım hızının artmasının ve sermayenin serbest giriş çıkışının zaman zaman yıkıcı sonuçlar doğurabileceği anlaşılmış oldu. Asya Krizi kendini döviz kuru aşınmaları ve daha önemlisi bölgeden sermaye kaçışı ile somutlayan ama bu somutlukların sadece krizin sonuçları anlamına geldiği bir kriz. Aksini iddia etmekse düpedüz saçmalık…
Bölge ihracat maliyetlerini döviz kurlarını dolara bağlayarak sabitlemeye çalışan ekonomik altyapıları farklı dinamiklere sahip özellikle enformasyon teknolojilerine dayanan ihracat sanayileri olan ülkelerden oluşuyor. Diğer yandan bu ülkelerin diğer ortak özelliği Japonya dışında sermaye giriş-çıkışlarının serbest oluşu.
Doğu Asya ülkeleri ihracatta maliyetleri düşürme yollarından biri olan döviz kurunu düşürme yoluna zaman zaman başvurmuşlardı. Ancak zamanla ülkelerin büyük kısmı döviz kurunu sabitlemişti. Asya Krizi’nin ve sonrasında yaşanan ekonomik gelişmelerin dünyanın bugün içine girmiş olduğu resesyonun işaretleri olduğu iddiası bir bakıma doğrudur. Ama resesyonun ipuçlarının o tarihten çok daha önce üstelik bölge ülkelerinde ortaya çıktığını belirtmek gerekiyor. Japonya daha 1990’ların başından itibaren artık kronik hale gelen bir durgunluk dönemine girmişti. Durgunluğun belirtileri ise büyüme oranının düşmesiyle ortaya çıkmıştı. Aynı şekilde Çin de yüksek büyüme hızının bir sonucu olan enflasyonun ihracatını olumsuz etkilemesi nedeniyle 1994 yılında bir devalüasyon yapmıştı. Yani sorun yeni değildi.
Uzakdoğu ülkeleri dünyada uzunca bir dönem boyunca yüksek büyüme hızlarıyla diğer azgelişmiş ülkelere örnek gösterilmişlerdi. Gerçekten sözünü ettiğimiz Asya ülkeleri çift haneli büyüme hızları ile “Asya Kaplanları” adını almayı hak etmişlerdi. Bu ülkeler yine pozitif büyüme performansları gösteren Latin Amerika ülkelerinden farklı olarak büyürken sermaye kullanımını özel bankacılık sistemi ve özel firmalar tarafından yönetmişlerdi. Latin Amerika’da ise bu ihtiyaç devlet tarafından idare edilmişti. Gerek Latin Amerika ülkeleri gerekse Asya ülkeleri yüksek yatırım hızlarını ithal sermaye kullanarak gerçekleştirdiler. Doğu Asya’da yukarıda da değinildiği üzere Japonya dışında büyüme bu şekilde fonlanmış oldu. Bu aslında riskli bir büyüme yoluydu ve bu model ihracat sanayilerinde ya da genel olarak ihracatta her şeyin iyi gitmesi üzerine kurulmuştu. Nitekim artan uluslararası rekabet koşullarında bu durum modelin pamuk ipliğine bağlı olduğunu da gösterir. Sermaye hareketlerinin verimliliği artıran etkisiyle bir dönem büyümenin yan etkilerinin de (enflasyon) bertaraf edilebildiği bir konjonktür yaratabilmesi tüm dünyada aşırı kapasite sorununu yaratmıştı. Sorun aşırı kapasitenin pazarlarda artan taleplerle buluşamamasıyla katmerleniyordu.
Asya Krizi’nin ardından yapılan tartışmalarda ortaya atılan nedenler ve sonuçlar farklılaşsa bile iki ekonomik olgunun lafı sık edilir oldu. İlki “aşırı kapasite” olgusu ki bu durumda aşırı kapasitenin pazarda soğurulması için fiyatlar baskılanmak zorundadır. Diğeri ilkiyle ilgili olarak “deflasyon”dur. Fiyatların baskılanması uluslararası pazarlarda ihracat malları üreticilerinin pazarda yerlerini koruyabilmeleri açısından işlerine geliyordu. Ancak ihracatçı ülkelerin tüm dünyada ortaya çıkan deflasyon tehdidine yol açan bir davranışları daha vardı. İhracat pazarlarında avantaj elde etmek için devalüasyonlara gitmek. Bu davranış rakipler tarafından da gösterilince ortaya fiyatlarla birlikte kâr marjlarının da giderek düştüğü bir piyasa çıkarıyordu.
1997 yazında Tayland’da döviz kurunun çökmesi aşırı kapasiteye bağlı olarak kâr oranlarının düşmeye başlaması üretimin finansmanı için alınan kredilerin yeni/daha pahalı borçlanmalarla karşılanması ve sonucunda büyümenin kaynağı olan borçların döndürülemeyeceği şüphesinin doğmasının ardından döviz cinsinden büyük bir sermaye çıkışına bağlanabilir. Arkasından yaşanan devalüasyon bir “domino etkisi” ile tüm bölge ülkelerinde de devalüasyonlara yol açmıştı.15
Asya Krizi devalüasyonlar ve sermayenin bu bölgeden merkezlere doğru kaçmasının dışında batık kredilerle de hatırlanacak. Batan krediler Asya Krizi’nden Japonya’nın en çok yara aldığı nokta oldu. Japonya bölgeyle geçmişten itibaren yakın ekonomik ilişkiler içinde olmuş ardından bölgenin en büyük net kreditörü haline gelmişti. Japon mali sermayesi ticaret fazlasıyla ve ihracat gelirleriyle bölgenin kredi ihtiyacının yüzde 60’tan fazlasını karşılamaktaydı. Krizin ardından tüm bu krediler devalüasyonlarla birlikte ödeme gücü iyice zayıflayan doğu Asya ülkeleri tarafından ödenemedi battı. Batık krediler Japonya’nın zaten ciddi sıkıntılar içindeki (durgunluk deflasyon) ekonomisine ölümcül darbeyi vurmuş oldu.
Rakamlar incelendiğinde batık krediler sorununun gerçekten çok ciddi boyutlarda olduğunu anlamak mümkün. Japon mali sermayesinin Mart 1998 itibariyle batık kredileri 536 milyar dolara yaklaşıyordu. Bu miktarın 265 milyar doları Asya Krizi’ni bizzat yaşayan Asya ülkelerine ait. Dünya piyasalarındaki toplam kredilerin yüzde 20’sini veren Japonya’nın içine girdiği sıkıntı başta ABD olmak üzere tüm emperyalist merkezleri korkutmuştu. O dönemde Clinton Japonya’ya yardım da önermişti. Japonya’ya 10 yıldır açmakta olduğu konjonktür programlarından birini daha mali sermayesine soluk aldırmak için uygulamaya koyarak krizi aşmaya çalıştı. Kasım 1998’deki bu programın meblağı 200 milyar doları buluyordu.16
Asya Krizi’nin Japon ekonomisi için bu yıkıcı etkisinden sonra 2000 yılı verileriyle tüm dünyada açık açık görülen resesyon eğilimleri Japonya’ya daha ağır darbe vurmaya hazırlanmaktadır. Bu durumun farkında olan Japon hükümeti de yıllardır uygulanması öngörülen “yapısal reform”ları hayata geçirmeye hazırlanıyor. Dünya ve özellikle ABD’deki durgunluğun Japonya ve Doğu Asya ülkelerine neredeyse Asya Krizi kadar ciddi etkileri oluyor/olacak. Bu etki kendini Japonya’nın ve Uzak Asya ülkelerinin ABD bilişim ve elektronik sektörü malları ihraç rakamlarındaki düşüşle gösteriyor. 2001 Nisan ayı verilerine göre Uzakdoğu Asya’da bir önceki yılın aynı dönemine oranla ihracat düşüş rakamları şöyle:
Ülkeİhracatta düşüş (%)
15 ARIN Tülay, ”Asya Krizi ve Kriz Yönetiminde Hegemonya”, İktisat Dergisi, Ocak 1998, S.375.
16 MURPHY R. Taggart, ”Japan’s Economic Crisis”, New Left Review, Ocak 2000.
Tayvan113
Tayland10
Kore99
Hong Kong24
Bilindiği gibi ABD’deki durgunluk en fazla bu sektörlerde görülmektedir. Bölgenin tüm büyümesini ihracatla sağlamış ülkeleri için yeni ve ciddi sorunların kaynağı olacak bu yeni dönemde Japonya dışındaki bölge ülkelerinin eli kolu bağlı. Japonya ise bahsettiğimiz yapısal reformlarla yeni döneme kendini hazırlıyor. Ancak bu programın hayata geçirilmesiyle birlikte Japonya’da da uzun süre devlet fonlamalarıyla yaşamını sürdürmüş şirketler (mali ve reel sektörlerde) batacak. Bu programın ana hatları ise şöyle:
Batık kredilerin 2-3 yıl içinde tasfiye edilmesi: Yaklaşık 109 milyar dolarlık batık kredi silinecek.
Özelleştirmeler.
Sosyal Güvenlik ve vergi sisteminin yeniden düzenlenmesi.
Kamu harcamalarının kısılması.17
Japonya’nın işsizlik oranları
Kaynak: Japan Information Network jin.jcic.or.jp.
Bu reformlardan sonra 11 milyon kişinin işsiz kalacağı tahmin ediliyor. Ayrıca yıllardır dolar-destek mekanizmasıyla cari fazladan gelen dolarları kullanmak yerine monetizasyon politikası doğrultusunda kullanılması yani Japonya’nın genişlemeci para politikasının bırakılacağını da öngörmek güç değil. Bu politikanın bırakılması ise bir vadede doların yen karşısında değer yitirmesi anlamına gelebilir (Japonya’ya bir darbe daha indirebilir).
Japonya’nın bu zayıf hali yıllardır ABD’nin dış açığını kompanse eden konumunu giderek aşındırıyor. Japonya daha önce ABD devlet tahvillerinin yüzde 25’ini alıyordu bu oran düşüyor. Avrupa’nın bu tahvillerdeki payı giderek artıyor. Bu gelişme ABD ekonomisinin Avrupa ekonomisine Japonya’ya oranla daha bağımlı hale gelebileceğini gösteriyor.
Dipnotlar
- STIGLITZ Joseph “Flexibility Risk-Taking Key to New Economy” 17 Ocak 2001 http://www.nikkei.net
- ÇAĞLAYAN Ergun “Kriz: Bu Düzenin Diğer Adı” Gelenek S.66 s.53.
- The Economist “The World Economy A Global Game of Dominoes” 23 Ağustos 2001.
- The Economist a.g.m.
- Çıktı kavramı GSYİH kavramının özdeşi olarak kullanılmaktadır. Çıktı kavramı GSYİH’den farklı olarak enformasyon teknolojisi ürünlerini de kapsayan hanelerde ve kamu kurumlarında kullanılmakta olan dayanaklı malların hizmet girdileri (sermaye maliyetleri) için gerekli yükümlülükleri de kapsamaktadır.
- The Economist “Productivity Growth Cont’d” 6 Eylül 2001.
- a.g.m.
- OECD World Economic Outlook Mayıs 2001 No.69.
- BRENNER Robert “The Looming Crisis of Capitalism: From Neoliberalism to Depression”.
- BRENNER R. a.g.m.
- BBC News Online 22 Ağustos 2001.
- BEAMS Nick “US-European economic tensions increase” Financial Times 25 Nisan 2001 http://www.wsws.org
- Financial Times 8 Ağustos 2001 http://www.ft.com
- Bir şirket finansmanını birden fazla grubun bankasından sağlayabiliyor. Bu gruplar merkezde aynı adlı bir bankaya sahip.
- ARIN Tülay “Asya Krizi ve Kriz Yönetiminde Hegemonya” İktisat Dergisi Ocak 1998 S.375.
- MURPHY R. Taggart “Japan’s Economic Crisis” New Left Review Ocak 2000.
- SAMUELSON Robert “Can Japan Come Back” The Washington Post 28 Mart 2001.