Yeni Yıla Devrolanlar, Yeni Yıldan Beklenenler

Türkiye 2009 yılını konjonktür dalgalanmaları içinde geçirdi. Hatırlanacak olursa, önceki yılın sonları ve 2009’un başları sol zihinlerde ekonomik krizin olası etkileri ve bunlara bağlı beklentilerle belirleniyordu. Ekonomik krizin, mağdur emekçi ve yoksul kitlelerin hareketlenmesini tetikleyeceği yaygın bir kabuldür ve solla sınırlı da değildir. Hatta Marksistlerin krizle devrim arasında ilişki kurmakta gösterebilecekleri hızın, kapitalist egemen sınıfların krizle toplumsal huzursuzluk arasında bağ kurmakta sergileyeceklerinden çok daha düşük kaldığı da söylenebilir. Marksizm toplumsal hareketin neden-sonuç ilişkilerini irdelerken burjuvazinin analiz kapasitesinin ötesinde bir yeteneğe sahip olagelmiştir. Bu örnekte de ekonomi ve diğer düzeyler arasında kaba bağlantılar aramak Marksistlerin işi olmamıştır. Bütün bu uyarılara karşın dünya kapitalizminin en ağır ekonomik krizlerinden biriyle karşı karşıya olmamız, hele ülkemizin de etkilenimin şiddeti açısından başı çekenlerden biri olduğu açıkken, ekonomi düzleminin toplumsal-siyasal alanları sarsacağı beklentisi mazur görülmelidir. Ya da Gelenek bu açıdan çok gerçekçi olmadığı bilinen diğer sol yorumcuları belli ölçülerde hoşgörüyle karşılayabilir.

Ancak Gelenek benzeri bir yanılgıya düşmedi. Bizim pozisyonumuz, esasen dünya kapitalizminin aşağı yukarı 1970’lerden itibaren hazırlanan, Thatcher’ın 1979 ve Reagan’ın 1981’de iktidara gelmeleriyle başlatabileceğimiz ve yüzyıl dönemecinde otuz yıla yakın süren bir dönemin sonlanmasıyla ilgili olmuştur. Neoliberalizm olarak adlandırılan, reel sosyalizme yönelik karşı devrimin kotarılmasıyla 1990’larda büyük bir ivme kazanan bu karanlık çağ, 2008’deki ölçekte bir dünya krizine çarptıktan sonra bir şey olmamış gibi sürdürülemez.

Bu yaklaşım kanımca yerli yerinde durmaktadır. Bu noktada acele de edilmemelidir. 1870’lerden 1890’lara kadar sürdüğü bilinen krizin dünya siyasetindeki, ideolojik yapılardaki etkileri Birinci Paylaşım Savaşı’na bağlanmıştı. Daha iyi bilinen 1929 krizinin bir ucu on yıl sonra patlak verecek olan İkinci Dünya Savaşı’na uzandı. Bu ölçekteki krizlerin genel etkilerinin belirginleşmesi önemli sürelere yayılmak durumundadır. Dolayısıyla neoliberalizmin –şimdilik inandırıcılığını yitirmesi, el yordamıyla yolunu araması, temel varsayımlarını feda etmeksizin kimi önemli politik manevralara başvurması gibi unsurlarla betimlenebilen– “krizi”nin boyutlarının daha da derinleşeceği tezi yabana atılmamalıdır. Dünya kapitalizmi krizin ikinci yılında henüz herhangi bir sorunu halletmiş değildir. Ne eski yapının restore edilebildiği söylenebilir, ne de yenisine ilişkin temellendirilmiş öngörülerde bulunulabilir. Ancak defterin açık olduğu, bu hamurun daha çok su kaldıracağı açıktır.

Bunun ötesinde bizim krizden emekçi tepkilerinin bir çırpıda çıkacağı yönünde bir beklentimiz ise olmamıştır. Bunu içinden geçirmek ise devrimcilik gereği sayılmalıdır.

Aradan geçen makul süreden sonra, bugün, 2010’un başında bir ara sonuç artık karara bağlanmalıdır. Marksizmin bir dersi bu noktada yeterli dayanak sunar. Ekonomik hareketin sınıfların davranışlarına, siyasete ve ideolojiye ancak ve ancak kimi dolayımlarla yansıyacağı açıktır. Üstelik bu yansıma, kendini, üstyapıların önceki dönemden devralınan kabuklarıyla çatışma içinde buluyorsa, üstyapıları değiştirmek için önce bu kabukları kırmak durumundadır. Dahası, yine üstyapıdaki çeşitli etmenler pasif bir beklemede kalmayacak, tersine ekonomiden kaynaklanıp üstlerine yıkılan basıncı bir biçimde göğüsleyecek, belki de etkisini azaltacaklardır. Bütün bunlar mücadelelerin konusudur.

Krizin etkilerinin işçi ve emekçi yığınlara politizasyon, örgütlenme ve aktif mücadele olarak yansıyacağı yolunda bir kural hiçbir kitapta yok. Türkiye’nin kitle mücadelesi geleneklerinin zaafları, solun etkinlik düzeyinin geriliği ve sendikal yapıların dalgakıran rolüne daha uygun düşmeleri de hesaba katılmalıdır. Bu cephede 2008-2009 kış aylarında az sayıda sendikanın son derece acemi biçimde koşulları zorlama ve işçi sınıfını direnişe itme girişimlerine tanık olunmuştur. Ama aynı dönemde sendikal örgütlenmede gözle görülür bir gelişme yaşanmaması bundan daha ağırlıklı bir veridir.

Öte taraftaysa AKP iktidarının topluma sunduğu yüzün önemli unsuru olarak “insani yardım kuruluşları”, daha doğrusu cemaat faaliyetleri vardı. Özellikle 29 Mart 2009 yerel seçimlerini önceleyen süreçte cemaatler, AKP’li belediyeler ve hatta kaymakamlar ve valiler eliyle devreye sokulan devlet mekanizmaları büyük ölçekli bir sadaka organizasyonu kotarmışlar ve bu ekonomik krizin etkilerini bertaraf etmekte veya hafifletmekte önemli rol oynamıştır. Bunların tamamı hükümet partisinin islamcı muhafazakarlıkla neoliberalizmi, elverişli bir emperyalist dış konjonktüre yaslanarak kendine özgü bir popülizmle harmanlamadığı bir bağlamın içine yerleşmektedir.

Krizin emekçiler cenahında sınıfsal davranışlar üzerinde yaratabileceği etkilerin karşısına ideolojik silahlarla da çıkmayı bilmiştir hükümet. Eninde sonunda kendisi kaynaklar karşısında çok daha cimri davranmak zorunluluğunu hisseden kapitalist sınıfın ve kaynakları öncelikle bu sınıfa ayırmakla yükümlü bir burjuva hükümetinin, zorlayıcı bir halk mücadelesinin var olmadığı koşullarda ne yapacağı bellidir. Kesenin ağzı esasen ve yalnızca seçim vesilesiyle açılmıştır. Bunun ötesinde krizin yıkıcı etkilerini dengelenmeye dönük yeniden bölüşüm politikaları söz konusu olmamıştır.

Burjuvazinin bu sınırlı müdahaleden elde ettiği sonucun etkinliği ise son derece çarpıcıdır! Ağır bir yoksullaşma ve işsizlik saldırısına maruz kalan yoksul halkın ekonomik alanla, ekonomik örgütlülükle ve ekonomik bilinçle sınırlı da olsa bir hamle gösteremediğini saptamak zorundayız.

Demek ki Marx ve Engels haklıdırlar. Krizin kaçınılmazlığı kadar, ekonomik faktörün belirleyiciliğinin bir dizi dolayımdan geçeceği konusunda da…

2008-2009 kışında, daha ziyade metal sektörüne yoğunlaşan direniş kıvılcımlarının sendikal hareket tarafından örgütlenmeye taşın(a)maması ve solcu sendikacıların solculuklarını kısa yoldan direniş örgütlemekle ölçmeleri bir kenara not edilmeli ve unutulmamalıdır. İkide bir ilgililere hatırlatmak için değil; değerli sınıf mücadelesi dersleri olarak.

2009-2010 kışının Ankara’da TEKEL ve İstanbul’da İtfaiye işçileri tarafından açılması bir yıl önceki zorlama direniş dalgasından ayırt edilmelidir. Ancak bu gözlemlerden hareketle “işte sonunda krizin acısı çıkıyor” denmemelidir. Bu satırlar yazılırken sürmekte olan ve kuşkusuz son derece umut verici nitelikteki işçi eylemlerinin, açıkça ekonomik nedenleri olmakla birlikte, eylemlerin bu nedenlere sığdırılması yanlış olacaktır. Bugün emekçi hareketinde, yoksullaşmaya karşı tepki göstermenin ötesinde, belki bundan daha değerli bir öğe gözlemleniyor: Sınıfımız ülkenin içinde bulunduğu siyasal çalkantılardan etkilenmekte, bu çalkantılardan kendi hareketlenmesi için cesaret almakta ve eylemi sırasında toplumsal sorunlara yanıt yetiştirmekle kendini yükümlü hissetmektedir.

Politik örgütlülüğün eksikliği anlamında bu işçi hareketi ekonomist sayılabilir; ama yalnızca bu anlamda… Yoksa bu yeni dalganın ortaya çıkışıyla siyasal konjonktür arasında güçlü bağlar vardır, bu bir. İkincisi de, hareketin AKP karşıtlığı, bu hükümet bir dizi dinamiği şahsında kristalize ettiği için, sıradan bir hükümet protestosu düzeyinde görülmemelidir. AKP’ye karşı olmak, yağmacılara, para babalarına, sermayeye, piyasaya, emperyalizme, ABD’ye, AB’ye, din sömürüsüne, islami soslu yalan kampanyalarına ve daha birçok şeye karşı gelmek demektir. İşin ilginç tarafı, bu öncü işletmelere çeşitli sektörlerden ve çeşitli illerden eklenen emekçi kesimlerinin adeta kural olarak kamuda çalışmaları ve kendilerini sağcı olarak nitelemeleridir.

Bu notların ardından, ilk cümlede değinilen konjonktür dalgalanmalarından ne anlamak gerektiğine ve bu dalgalanmaların nasıl belirli bir birikim oluşturduğunu tartışmaya geçebiliriz.

Türkiye’nin dönüşüm süreci

Bu güncel değerlendirme yazısının AKP ile özdeşleşen dönüşüm sürecinin tarihsel bir analizini yapma iddiası olamaz. Bunun yerine karşı-devrimci dönüşümün konjonktür dalgalanmalarının kimi çıktılarına işaret etmekle yetineceğim.

İlk vurgu şudur: 29 Mart seçimlerinde AKP’nin yaşadığı gerilemenin kendisi değil bu gerilemenin sınırlı kalması önemli olmuştur. Odaklanılması gereken konunun bu olduğu kısa süre içinde açığa çıktı. AKP güç yitirmemiş, gerilemenin sınırlılığı, tersine AKP’ye güç katmıştır. Gerilemeden hükümetin “ders alması” yönündeki liberal beklentinin yaşanan dönüşüm sürecinden geleneksel sermaye sınıfının duyduğu tedirginliği yansıttığı, kanımca rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu tablodan AKP’nin henüz kontrolü dışında kalan egemen güçler bloğu ve geleneksel büyük sermayeyle yeni bir uzlaşma politikası çıkmamış, bu anlamda liberal beklenti karşılanmamıştır. Sözü edilen iki kategori, sırasıyla yargı, ordu ve akademi ile TÜSİAD’a denk düşüyordu. AKP seçim dönemecinden sonra bu cephelerde yola kaldığı yerden devam etmiştir. Gelişmeler dönüşümün ilerlediğini göstermektedir.

Önceki süreçten, adlı adınca, 2007 seçim sonucundan devralınan bu operasyonların son güncel halkası Doğan medyada ifadesini buldu. Üniversitelerin dönüşüm karşısında beklenenden çok daha dayanıksız çıktıkları açıktır. Yargının meşruiyetçi çizgisinin bir direnç hattı oluşturmadığı da eklenmelidir. Büyük sermaye ekonomik krizi bu denli pervasızca yönetecek başka bir siyasal alternatif bulunmadığının farkında olmalıdır. İkide bir kimi beklentilerin orduya yığılması ise, artık bir gerçekliğe denk düşmemekte, dönüşümün sıkıştırdığı buharın tahliye edilmesi olarak görebileceğimiz bir manipülasyonu çağrıştırmaktadır.

Ancak devralınan operasyonlarda durum AKP’nin lehine sürüp gitmekteyken, yeni açılımlarda hükümetin performansı 2007 öncesine daha fazla benzemeye başlamıştır. AKP’nin ilk iktidar evresinde mehter takımından beter bir yürüyüş sergilediğini hatırlamalıyız. Bu beş yıllık süreç, AKP’nin devlet yapısında ve egemen politikalarda radikal dönüşümleri hayata geçirmesiyle değil, çeşitli başlıklarda gündemi açıp sonra kapatmasıyla tanımlanıyordu. Geriye iki toplumsal sonuç kalıyordu: Birincisi toplumun kriz dinamiklerine soğuması, ikincisi de AKP’nin vaaz ettiği dönüşümlere giderek hazır hale gelmesiydi. Krizden daha açık deyimle istikrarsızlıktan soğuyan orta sınıfların AKP’ye sığınması seçimlere yansıdı. Dönüşümler ise 2007 sonrasını bekledi.

2009’da önce Alevi, sonra bundan çok daha önemli nitelikteki Kürt açılımlarında benzer bir grafik ortaya çıkmıştır. Bu başlıklarda elle tutulur herhangi bir ilerleme yoktur; daha doğrusu AKP’nin önceden tasarladığı rotaya oturulamamıştır. Bir adım ileri iki adım geri…

Konjonktür dalgalanmalarından kast edilen esas olarak budur. Ama karşımızda karşı-devrimci dönüşümü zora sokacak, belirsizleştirecek bir gelişme de yoktur. AKP’nin yer yer kontrolü yitirdiği pekala söylenebilir. Ama kontrolü ele geçirmeye dönük düzen içi bir saflaşmadan hiç söz edilemez. Tersine son olarak kontrgerillanın komuta merkezi olarak bilinen askeri noktaya yapılan operasyonların Genelkurmaya rağmen yürütüldüğünü iddia etmek hayli temelsiz görülmektedir. Ordunun bölgesel bir plan çerçevesinde dönüştürülmesi hedefi AKP’nin gayriresmi sözcüleri tarafından çoktandır alenen açıklanmıştır. Bundan daha önemlisi TSK komuta kademesinin de uzun süredir profesyonelleşme ve modernleşme kavramları altında aynı doğrultuyu gösteriyor olduğudur. Artık son milletvekili genel seçimleriyle birlikte ölmeye yatan Kemalist direncin rönesansını gözlemlemek mümkün olmamaktadır. TÜSİAD, yukarıda dendiği gibi krizi fırsata çevirmek için bundan âlâ hükümet bulamayacağını bilmektedir. AKP’nin kontrolü büsbütün yitirmesi için karşı dinamiklerin kendilerine bir siyasal alternatif bulmaları gerekirdi. Oysa MHP ve CHP hesaplaşmaya hazırlanmaktan ziyade, AKP’nin frenlenmesi yönünde bir baskı uygulamaktadırlar. Bu iki partinin hükümetin geleneksel büyük sermayeye ve IMF’ye daha saygılı davranmasını telkin eden liberallerin yöntemini kendi mecralarında tekrar ettiklerini söyleyebiliriz. MHP’nin Kürt gündeminin hararet yaptığı sıralarda sokağa yöneldiği yolunda bir değerlendirme son derece yanlış olacaktır. Bahçeli önderliği, sokağın sınırlı kullanımı yoluyla hararetin düşürülmesine angaje olmuştur. CHP ve MHP 2010 yılına iktidar istemeyen partiler olarak girmektedirler.

Yargının doğası gereği sabitlendiği ve artık meşruiyetçilik değil legalizm olarak adlandırılması daha uygun olan pasif çizgi, dikkat edilirse TSK’nın söyleminin özünü oluşturur hale geldi. “Anayasadan kaynaklanan hak ve sorumluluklar” söylemi, AKP’nin dönüşüm gazına uyguladığı kuvvetle doğru orantılı olarak silikleşip ortadan kalktıysa buradan çıkarsanabilen biricik sonuç, dönüşümün yönü konusunda artık bir devlet politikasının şekillendiğidir. Hükümet saflarına ordu, yargı ve akademinin eklenmesinden sonra merkezi devlet yapısının yerini yerelleşmeye, ulus formasyonunun ise cemaatleşmeye bırakmasına sıra gelecektir. Bunlar da tamamlanmaksızın dönüşüm hedeflerine ulaşmış sayılmaz ve bu anlamda önümüzde daha çok yol var. 2009-2010 kavşağında ise şu saptama yapılabilir: Türkiye’de egemen güçler içinde herhangi bir kesimin karşı-devrimci dönüşüme faktör, daha doğrusu iki faktörün varlığı ve üçüncünün yokluğu hesaba katılmak zorundadır.

Birinci olarak, sermaye sınıfı doğası gereği hesaplaşma değil huzur, istikrar ister. Bayrak açıp kılıç çekenlerin sermaye sınıfının desteğini alamayacakları matematik bir kesinlikle ortaya konmalıdır.

İkincisi, Türkiye’de devlet geleneği asla hafife alınmamalıdır. Egemen güçler, hem devletin bir biçimde yeni yapılanmalara uyarlanarak sürekliliğini güvence altına alacağına, hem de herhangi bir kesintinin geçmişteki geleneklere yaslanarak atlatılabileceğine güven duyarlar. Hele, yaşanmakta olan süreç dış dinamik destekli, yani emperyalist politikalara uyumlu ise, soğukkanlılığı korumak dokunulmaz bir hak haline gelir.

Üçüncüye geçmeden, bu iki nokta popüler bir ifadeyle toparlanabilir. Türkiye egemen güçlerinin bütünü ve her bir kesimi piyasacılık ve emperyalizme uyum kulvarlarında ortak paydaya sahiptirler ve aralarındaki mücadeleler bu zeminde yapılacak yarışmaları tanım gereği aşamaz.

Üçüncü veya olmayan faktör de, düzen dışı veya devrimci dinamizm. Kural olarak solun bu oyunu tümden reddeden bir devrimci karakterde ve kitlelere ulaşarak sergileyeceği bir gelişme, ilk etapta egemen güçleri birbirine kenetleyecek, ikinci etapta –ve eğer bu kenetlenmiş güç karşısında gelişme sürdürülebilirse– bölecek, son etap ise kendi içlerinde kenetlenmiş iki cephenin hesaplaşmasına sahne olacaktır. Egemen güçlerin kendilerini devrimci bir tehdit altında hissetmedikleri bugün, birleştirici tehdit yokluğunu ilk iki faktör gidermektedir. Doğrudan ifade etmek gerekirse, AKP’nin önderliğinde süregiden dönüşüm sürecinin egemen güçlerin çatlaması biçiminde bir ara ürün vermesinin koşulu, devrimci dinamiklerin ikinci etaba geçmeleridir. Bunun için henüz çok erkendir.

Bir ekleme daha yapabiliriz. İşçi sınıfının ve solun etkili bir devrimci mücadele yürütmedikleri koşullarda bile işçi sınıfının fiziki varlığı, burjuvazinin davranışlarına bazı sınırlar çeker. Türkiye egemen güçleri, düzen sınırlarına gölge düşürebilecek işler yapmamak konusunda yeterince deneyimlidirler. Zaten bu konuda, aslında bütünüyle düzen içi olsalar da, emperyalist belirlenimli konjonktürle uyumsuz planlara meyledenler Ergenekon sepetine doldurulmuş bulunuyorlar. Kimse, artık Kemalizmi terk eden egemen güç fraksiyonlarının Avrasyacı fantezileri tazeleyeceklerini aklına getirmemelidir.

Karşı-devrimci dönüşümde genel tablo böyle resmedilebilir.

Çuvalladılar mı?

Benim konjonktür dalgalanması dediğim ve AKP’nin görünürde bir arpa boyu yol gidemediği açılımlar ne olacak peki? AKP veya dönüşüm bu başlıklarda tıkanmış mı sayılacak?

Bu noktada Alevi açılımı, değeri en fazla geleneksel olarak yüzü sola dönük bir dinamiğin kötürüm edilmesi olan –ama endişe duyulan bir sol mevcut olmadığı için– bir aksesuar sayılabilir. Oysa Kürt açılımı emperyalist bölgesel yeniden yapılanmanın merkezi unsurlarından biridir. Böyle bir başlıkta, kısa yoldan “resmi devlet geleneğine geri dönüldü” türünden çıkarsamalar yaparken kimi solcuların nasıl bu denli özensiz davranabildiklerine akıl erdirmek mümkün değil. Nasıl 29 Mart yerel seçimlerindeki kısmi gerileme bir atılım itkisine kaynaklık ettiyse, DTP’nin kapatılması ve PKK’nin baskılanması momentinden de mutlaka yeni bir açılım çıkacaktır. Bu başlıkta kalıcı ve yapısal bir tıkanma, her şey bir yana Washington tarafından kabul edilmeyecektir.

Elbette Washington ne suni ne dışsal bir faktördür. Kürt başlığında yerelleşme/özerkleşme doğrultusundaki gidişin durdurulduğunun kesinlik kazandığı nokta, Türkiye’de ulus-devletin restorasyonuna değil parçalanmaya denk düşecektir. Kürt milliyetçiliği psikolojik üstünlüğü bir parti kapatıldı diye yitirmez. Biraz özenli bakıldığında Öcalan’ın Kürt hareketinde yeni bir tasarıma açık olduğu da görülecektir. Benzer bir not Irak Kürt hareketi açısından da kaydedilebilir. Açılım defterini kapatan bir Türkiye, Güney tarafından da kabul edilebilir olmayacaktır. Özetle Kürt açılımı AKP’nin kontrolsüzlüğüne, savrukluğuna, çuvallamasına bırakılamaz. Zira böyle bir sonuç hem Türkiye, hem Irak hem de emperyalizm ölçeğinde kriz anlamına gelir.

“Sürecin kontrolden çıkması” ifadesini bu yazının başından beri birkaç kez kullanmış olabilirim. Belli bir sıklıkta başvurulan bir ifadenin bu kadar başıboş bırakılması doğru olmayacak. Sözcük anlamı itibariyle başıboş karakter taşıyan böyle bir ifadenin bile belirli bir çerçeveye oturtulması, yeniden anlamlandırılması, tanımlanması gerekir.

Türkiye’de kontrolün çoğu, büyük kısmı kimin harcıdır? 2001 krizinden bu yana her alanda “inisiyatifin emperyalizme geçtiğini” analiz eden bir yayın organının sayfalarında bu soruya vereceğim yanıt da bellidir. Bu dönemde özelleştirme ülke ekonomisinin önemli işletmelerinin yabancı sermayeye geçmesini sağlamış, Öcalan’ın İmralı’ya kapatılması ve Irak’ın ABD tarafından işgalinin ürünü olarak Kürt sorununda ABD artık içsel bir faktör haline gelmiş, Kemalist bir hizbin Avrasya fantezilerine şiddetle son verilmiş ve devletin bütün temel kurumlarıyla emperyalizme bağımlılığı teyit edilmiş, dış politikada geleneksel göreli bağımsızlık veya manevra alanını koruma güdüsü stratejik ittifak lafzıyla ezilmiş, Türkiye’ye şantajcı bir yöntemle anahtarı saklama imkanı veren bölgesel sorun başlıkları veya oyuncaklar Ankara’nın elinden alınmış ya da alınma yoluna sokulmuş, yerli sermayenin uluslararası karakter geliştirmesi hızlanmış, yerel yönetimlerin, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının piyasaya ve özellikle uluslararası sermayeye açılmaları hız kazanmış, kimi fonksiyonel devlet kurumları ABD’de üslenmiş bir tarikatın düzenleyiciliğine teslim edilmiş… Bütün bunların yaşandığı bir yerde emperyalist belirleyicilik afaki bir söylem değildir.

Bu zeminde siyasal-toplumsal süreçlerin kontrolü dendiğinde, hükümet önem taşımakla birlikte ikinci dereceden bir aktör olabilir ancak. Türkiye, büyük ölçekli toplumsal süreçlerin bir komuta merkezinden talimatlarla yürütülebileceği bir ülke değildir. AKP’nin kurduğu komuta merkezinde birileri saçlarını başlarını yolarken, okyanus ötesinden bakıldığında bütünlüklü bir süreç fotoğrafı çekilebilecektir. Örneğin AKP sokak çatışmalarının patlak verdiği bir ülkede kontrolü elinde tutamayacak ve bu tür bir gelişmeden ağır derecede olumsuz etkilenecektir. Ancak aynı süreç, sokakta çatışan çeşitli milliyetçi taraflar da dahil olmak üzere, bütün aktörlerin emperyalizmden beklentilerini, “gönüllü bağımlılıklarını” artırmalarıyla gelişecek ve yeni denge noktası bir önceki duruma oranla içerden daha az, dışarıdan daha çok belirlenmiş olacaktır.

Bunun da ötesinde başka olasılıklar kuşkusuz vardır. Ancak ilerlemeden önce hükümetin gelişmeler üzerindeki kontrolünün zayıflamasının uç noktası üstünde kısaca durmakta yarar olabilir.

Yukarıdaki akıl yürütme doğruysa, Türkiye’nin geleceğinde inisiyatifin daha fazla dışarı kaymasıyla açıklanamayacak bir çöküş momenti de pekala var olabilir. Dahası, açık konuşmak gerekirse, emperyalizmin bizimki büyüklüğünde bir ülkenin iç dinamiklerini teslim alması sıtmaya razı etmeye benzetilecekse, eşzamanlı olarak ölüm somut olarak ve sık sık gösterilmek durumundadır. Emperyalizm süreci, Türkiye’nin bütün taraflarına bu güce sahip olduğunu göstererek ördü. 2001 krizi böyle okunduğunda anlaşılır olmaktadır. TSK-PKK sertleşmesi de böyle bir denkleme oturtulabilir. Sarsıcı suikastların, katliam boyutunda olayların, iç çatışma örneklerinin böyle yorumlanmasında herhangi bir sakınca yoktur. Yalnızca AKP cephesinin diğer egemen güç fraksiyonlarına karşı saldırgan tutumuna bakmak bile yeterli olacaktır. Her büyük siyasal operasyonda, kuşku duymak çok yersiz, bir biçimde emperyalizmden onay ve cesaret alınmaktadır. Onaylanmış ve cesaretlendirilmiş operasyon, içerde yükselttiği hararet nedeniyle ülkenin başka enfeksiyonlara karşı direncinin neredeyse büsbütün tükendiği konjonktürler yaratır. Örneğin bir siyasi cinayetin borsada panikle birleşmesini temin etmek de, bunu engellemek de emperyalist bir inisiyatif olmaktadır.

İşte bu sürecin süreklilik taşıyacağı, kritik eşiğin aşılıp ülkenin çöküşe sürüklenmeyeceği, mekanizmanın tabiatı gereği hiçbir zaman iddia edilemez, böyle bir güvence oluşamaz. Tarif etmeye çalıştığım mekanizma bir denge değil dengesizlik halidir. Karakteristik gelişim, çöküşün eşit olasılıklardan biri olmaktan en muhtemel haline evrilmesidir. “Türkiye’nin feda edilemeyeceği” tezinin yerleşiklik kazanmasına izin verilmeyecek, kılıç tepede hep sallanacak, hatta korkutucu olabilmesi için ara sıra düşürülüp yeniden asılması da tercih edilecektir.

Elbette bölgenin bütünü düşünüldüğünde Türkiye’nin çökertilmesi halinde neyle ikame edilebileceğine ilişkin bir netlik elde etmenin çok güç olduğunu bilmeliyiz. Türkiye’nin çöküşü seçeneği, ABD emperyalizmi açısından da çok radikal bir karar olacaktır, ve, denebilir ki, dünya çapında bir krizin nedeni veya kaçınılmaz sonucu olarak gündeme gelebilecektir.

Ancak sözünü ettiğimiz seçeneğin radikal karakterini vurgulamak yetmez. Zira öte yandan Türkiye’nin bugün geldiği dönüşüm basamağı bir tür eğik düzleme geçmiştir. Bu eğim, merkezi devletin ve toplumun parçalanacağı bir ufka yönelmiş durumda. Dolayısıyla seçeneğin radikal veya uç niteliği, gerçekleşme olasılığını azaltmamaktadır. Türkiye bu anlamda menzile girmiş bir ülkedir.

Önem kazanan kim?

Ve bir kez daha; Türkiye, bu kalıplara sığması –hadi imkansız demeyeyim ama– pek kolay olmayan bir ülkedir.

Türkiye’nin iç dinamiklerinin 2000’li yıllarda olduğu ölçülerde kuruması, Osmanlı özleminin körüklenmesinde belli bir role kesinlikle sahip olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti okyanusta birkaç otelden ibaret bir ada devleti değildir. Bu toplumun sağlam dokunmuş belirli bir kolektif tanımla varlığını koruması, kendisine bir anlam yüklemesi gerekir. Bu tanım ve anlamlar toplumun geniş kesimlerini ortaklaştırmalıdır da. Çünkü Türkiye (Türk ulusu anlamında değil, ülke çapında anlamında) ulusal veya toplumsal bütünlüğün yerini tutabilecek alt kimliklere sahip değildir. En geniş ve kütlesel alt kimlikler olan Türkler ve Kürtler dahi, aynı zamanda hem Türkler hem Kürtlerden oluşan sınıflara sahiptirler. Bölgesel yoğunlukların dışında etnik açıdan homojen ve kendine yeterli bir Kürt burjuvazisinden, Türk proletaryasından vs söz etmek henüz mümkün değildir. Bu durumda ayrışma şiddetli krizlerle bezeli bir yeniden yapılanmayı gerektirecektir.

Özetle iç dinamik eksilmesi, kapsayıcı kimliklere çağrı yapan bir vakum etkisi yaratmıştır. Yeni Osmanlıcılığın bu gereksinimi ne ölçüde karşılayacağına dair bir yargıda bulunmak için henüz çok erken. Baksanıza, kavramın baş teorisyeni Davutoğlu bile İsrail’inkinden başlayarak nasırlara basmaktan korkmaktadır.

Türkiye’de devletin çelişki hafifletici, hararet düşürücü, bir arada tutucu fonksiyonları yerelleşmeyle paralel olarak gerileyecektir. İyi de, karşı-devrimci dönüşümler aynı yöndeki gereksinimleri sadece arttırır. Üstelik konu yalnızca milliyetçiliklerin, etnisizm türlerinin, cemaatçiliğin, bir başka açıdan mezheplerin çatışması da değildir. Bir de, Türkiye her düzeyde sermaye birikimlerinin veya sermayeye dönüştürülmeye açık servetlerin yatağıdır. Çelişkilerin hafifletilmediği her örnekte sermayenin orman yasaları ağırlık kazanacak ve servet paylaşım kavgalarının yelkenini maddi çıkarlar dolduracaktır. Milliyetçiliklerin kimi bölgelerde bu dinamizmle çoktan beri buluştuğunu, toplumsal satha yayılan linçli gerilimlerde bunun gözlemlenebildiğini söyleyebiliriz.

AKP’nin serüveni verili toplumsal ve siyasal yapıyı çözerken din ve piyasanın birleştiriciliğini abartmayı içeriyor. Din ve piyasanın rollerinin artmasına karşı çıkıyoruz. Ama bunun ötesinde bir de bu ikilinin, istenildiği kadar emperyalizmin desteğini alsınlar, sözü edilen toplumsal bütünlüğü temin edemeyeceklerini iddia ediyoruz. Neoliberalizm çağında emperyalist ideoloji, ulus-devlet formunun küçük ölçeklerce ikame edilebileceğini, bunun daha demokratik, daha özgürlükçü olacağı tezini ortaya attı. Bunun doğrulandığı tek bir örnek görmedik dünya üzerinde. Genellikle, “az kaldı, biraz sonra yeni birleştirici güçler devreye girecek” denirken araba yoldan çıkıyor!

Ancak bizim arabanın yoldan çıkmasının yaratacağı sonuçlar az önce yazdığımız kadar ağır olacaksa, eşanlı olarak başka birleştirici tezlerin sökün etmesi ve bunlardan bazılarının önünün objektif olarak açılması beklenir.

Bir yöntem parantezi buraya girmeli: Marksizm sınıflar mücadelesinin belirleyici olduğunu söyler. Ancak Marksistler aynı zamanda geçmişi ve barındırdığı olasılıklarla, maddi bir süreç olarak toplumsal akışın doğrultusunu saptamakla bilimsel anlamda da uğraşırlar.

Sınıflar mücadelesinin belirleyiciliğinden anladığımız, maddi akışın yönünü kavramaksızın bir kör dövüşüne dalmak değildir.

Belirlediğimiz doğrultuyu ise gerçekte de varacağımız son durak olarak görmeyiz. Doğrultu saptanması sınıfımızın donanımının artırılması içindir.

Sürecin varacağı son durak hakkında başka bir teze daha sahip olmamız da cabası: Marksizm kapitalizmin sosyalist devrimi olanaklı kıldığı söylerken ciddidir!

Başından beri çizilen çerçevenin içinde işçi sınıfının siyasallaşması ve solun kitlelere açılması için ciddi olanaklar ve potansiyeller bulunmaktadır. İşçi direnişleriyle başlamıştık… TEKEL işçilerinin sınıf kimliğini birleştirici kuvvet olarak eylemli biçimde kendilerini ortaya koymaları bu açıdan son derece anlamlıdır. Bu yaklaşım bir siyasal önderlik tarafından zorlama biçimde TEKEL direnişine eklenmiş değildir. İşçi direnişleri bölünme/çözülme sorularının baskın olduğu bir toplumsal atmosfere doğdukları, hatta bir ölçüde bu tür köklü soruların kendilerini dayattığı bir atmosferin ürünü olarak doğdukları için, kendiliklerinden toplumsal soru ve sorunlara yanıt arama, sözlerini söyleme eğilimi içine girdiler. Sorular başkaları tarafından yanıtlanmayacağına göre işçi sınıfının üzerine ilginç bir güncel görev düşmektedir. Üzerine politik bir yanıt üretme görevinin düşmesi, işçi sınıfının sola, politik bir önderliğe açıklığının güncel temelini oluşturur.

Bu anlamda 2010 Marksist hareketin on yıllardır görülmemiş biçimde önem kazanacağı bir yıl olacaktır. Türkiye’nin karşı-devrimci dönüşümünün yıkıcı sonuçları giderek kendini hissettirirken, ilginç nokta şu olmaktadır: Egemen güçler hayli radikal karakterli bu dönüşüme öylesine yığınak yapmaktadırlar ki, sonuçları dengeleyecek araçları ellerinden düşürmektedirler. Ya da dönüşüm, eğer yüksek bir tepenin balonla aşılmasına benzetilecekse, egemen güçler balonu yeterince yükseltebilmek için tepenin ardında çok ihtiyaç duyacakları donanımları da aşağıya atmaktadırlar.

Tablo buysa, buradan sosyalizm çıkar. TKP’nin “sosyalizm propagandası”na ağırlık vermek yönünde geçtiğimiz yıl çizdiği yol haritası 2010’da aynı ölçüde geçerliliğini korumaktadır. Ama bu kez bu propagandanın etkililiğinin defalarca artması da gündemdedir. 

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×