Yirminci Yüzyılda Siyonizm, İsrail ve Doğu Birliği

Öyleyse

Yaz ilk sayfanın en üstüne

İnsanlardan nefret etmiyorum

Haddimi aşmadığım gibi

Ama gaspçının gözleri

Dikilirse benim ekmeğime

Kork…

Kork…

Açlığımdan

ve öfkemden

Mahmut Derviş, Kimlik Kartı

Yahudiler emekçi halkın düşmanı değildir. İşçilerin düşmanı tüm ülkelerin kapitalistleridir. Yahudiler arasında emekçiler mevcuttur ve bunlar çoğunluğu oluştururlar. Onlar tıpkı bizim gibi sermaye tarafından ezilen bizim kardeşimizdir; onlar bizim sosyalizm için birlikte mücadele ettiğimiz yoldaşlarımızdır. Yahudiler arasında, tıpkı Ruslar ve tüm milletlerden insanlar arasında olduğu gibi, kulaklar, sömürücüler ve sermayedarlar vardır. Sermayedarlar, farklı inançlardan, farklı milletlerden ve farklı ırklardan işçiler arasına nefret tohumları ekmek ve işçiler arasında fesat çıkarmak için çabalar. […] Zengin Yahudiler, aynen zengin Ruslar ve tüm ülkelerin zenginleri gibi işçileri baskılamak, ezmek, soymak ve onların birliklerini bozmak için ittifak halindedirler.

Lenin Yahudi Karşıtı Pogromlar Üzerine Mart 1919

Hobsbawm Türkçe’ye Kısa Yirminci Yüzyıl üst başlığı ile çevrilen kitabına esas olarak dilimizdeki çevirisinde alt başlık olan Aşırılıklar Çağı adını uygun görmüş. Bu isme şaşırmamak gerekiyor. Hobsbawm’ın soyutlaması ile 1914’te başlayıp 1991’de biten bu kısa yüzyılın kısalığının yanı sıra bir diğer alamet-i farikası yoğunluğu. Bu yoğunluğun sonuçlarından biri, dönemin herhangi bir unsurunu yalıtarak incelemenin neredeyse olanaksız olması. Bunun iki temel sebebinden bahsedebiliriz. Bu durum ilk önce kapitalist sistemin söz konusu dönemde ulaşmış olduğu entegrasyon düzeyi ile ilgilidir. Ulaşılmış olan bu entegrasyon düzeyi, kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçişi anlamını taşımaktadır. Emperyalizm ise artık kapitalizmin rekabetçi yapısını bütünüyle terk ederek tekelci bir karaktere bürünmesi ve bu karakterin ülkeler sisteminde yepyeni bir ilişkiler ağını ortaya çıkarması anlamını taşımaktadır. İkinci sebep ise kapitalist sistemin işleyişini altüst eden önce bir sosyalist ülkenin ardından bir sosyalist sistemin ortaya çıkmış olmasıdır. Sosyalizmin ete kemiğe bürünmesi, kendisini büyük oranda ulusal sınırlar dahilinde hissettiren sınıflar mücadelesinin, uluslararası ilişkiler sahasında da esas belirleyen haline gelmesine neden olmuştur. Uluslararası ilişkiler sahasında ortaya çıkan yeni durumda Soğuk Savaş ile somutlanan bu çelişki, ulus-devlet sınırları dahilinde yürüyen sınıflar mücadelesinin dinamiklerini de doğrudan etkiler ve kimi zaman belirler bir düzeye ulaşmıştır. Durum böyle olunca yirminci yüzyıla ilişkin söz söylerken dikkate almamız gereken ve analizimizi üzerine inşa etmemiz gereken eksenleri şu şekilde ifade edebiliriz: Emperyalizm düzeyine ulaşmış kapitalist sistem ve kapitalist-emperyalist sistemin işleyiş mekanizmalarını dumura uğratan sosyalist sistemin varlığı. “Kısa yirminci yüzyıl”ı değerlendirirken bu iki unsurdan birinin üzerinden atladığınızda, ne kadar soldan vurmaya çalışırsanız çalışın tarihsel olarak düşeceğiniz yer kokuşmuş liberal cenah olacaktır. Sanıyoruz ki vereceğimiz örnek ne demeye çalıştığımızı açıklayacaktır.

1989’da ne oldu dersiniz? Bu soruya emperyalizmin varlığını, sınıflar mücadelesinin uluslararası ilişkiler arenasında almış olduğu biçimleri ve bunun hem sosyalist kuruluş sürecine hem de ulusal birimlerdeki yansımalarını ve tabii ki sosyalist sistemin iç dinamiklerini dikkate alacak bir yanıt Gelenek’in sayfalarında çok kereler verilmeye çalışıldı. Gelin 1989’da ne olduğunu çıkışları itibariyle kendilerini Marksizmin bir yorumu olarak sunup, entelektüel camiada bu kimlikle yer edindikten sonra adlı adınca anti-Marksist -ve Marksizmi liberalizmin bir varyantı sayacak kadar solcu(!)- dünya-sistemci ekolden dinleyelim:

“Esaslı bir biçimde yeniden yapılandırılmış bir sivil toplum ile, komünist yönetimin kemikleşmiş kurumları arasındaki uçurum öylesine büyük bir hal almıştı ki, bu ikisini uyum içine sokma işine, Regis Debray’nin deyişiyle ‘çılgınca bir enerji ile saldırmak gerekiyordu’. Ve 1968’de, Batı Avrupa’nın kurumsal çağdaşlaştırılmasında nasıl bir ‘çılgınlık rüzgarı’ görüldüyse, 1989’da da Doğu Avrupa’nın kurumsal çağdaşlaştırılmasında böyle bir ‘çılgınlık rüzgarı’ görülmekteydi.” 1

Debray, çılgınlık rüzgarı derken hadisenin esas belirleyeni olarak sunulan sivil toplum-devlet restleşmesinin üzerine sol bir sos dökülmeye çalışılıyor. Bugün artık ayan beyan biliniyor, sivil toplum-devlet dikotomisi egemen sınıfın “elveda proletarya” şiarını kodlamasından başka bir şey değildir. Çokça dem vurulan neoliberal saldırı programının en merkezi öğelerinden birisidir. Elbette bu kadar uzağa gitmeye gerek yok denebilir. Boyalı gazetelerin herhangi birinin köşelerinde belli periyotlarla yer bulan “Efendim; Almanya İkinci Dünya Savaşı’na girdi yerle bir oldu. Japonya iki tane atom bombası yedi. Biz, İkinci Dünya Savaşı’na girmememize rağmen…” ile başlayan özgünlük şampiyonu tezlerden tutun da Güney Kore’den “mucize” üreten “bilimsel” çalışmalara kadar pek çok alandan örnekler verilerek de bu zaafın altı çizilebilirdi elbette. Ancak bu faslı çok uzatmadan konumuza dönmemiz gerekiyor. Velhasıl yirminci yüzyılda Yahudiliğe ve İsrail’e bakarken de atlayamayacağımız noktalar yukarıda anmış olduğumuz iki unsurdur.

Yazımızın Gelenek’in 92. sayısında yayımlanan ilk bölümünde İsrail devletine giden yolun emperyalist çıkarlar ile nasıl döşenmiş olduğuna değinmiş ve son söz olarak Theodore Herzl’in İsrail Devleti’ni tanımlarken kullanmış olduğu “Batı çıkarları için müdafaa duvarı” ifadesine yer vermiştik2 . Bu küçük metafor dahi bizim yukarıda anlatmış olduğumuz iki dinamiği iç içe barındırır niteliktedir. Herzl, İsrail’i reel sosyalizmin bölgede artan etkinliğine karşı emperyalist çıkarları koruyacak bir unsur olarak sunmakta ve bu şekilde “büyük devletler”i iknaya çalışmaktadır. Ancak aşırılıklar çağına daha yakından baktığımızda çizmeye çalıştığımız tablo ile pek de uyuşmayan bir gelişmenin var olduğu hemen göze çarpacaktır. Sovyetler Birliği, Birleşmiş Milletler’in bölünme planı tartışılırken İsrail Devleti’nin varlığından yana tavır almıştır. Yazımızda üzerine odaklanacağımız bir nokta, kayıtlara “pro-Siyonist” olarak geçen bu kısa süreli Sovyet politikası olacak. Bu başlığı ele alırken aynı zamanda İkinci Savaş öncesinde artan Nazi baskısı ve zulmüne karşı Yahudiler ve sosyalist ideoloji arasında kısalan mesafeye de dikkat çekmeye çalışacağız. Yazımızda üzerine odaklanmayı hedeflediğimiz bir diğer nokta ise 1947’den yirminci yüzyılın sonuna değin İsrail’in bölgedeki varlığının bölgeye olan siyasi ve özellikle iktisadi etkisi olacak.

Bolşevikler ve Yahudi Sorunu / Sovyetler Birliği ve İsrail: Teori ile “Reel Politika” Arasında

Sovyetler Birliği ve İsrail ilişkisini anlayabilmek için bu ilişkiyi tarif etmemize yarayacak iki ana düzlem tanımlamak gerekiyor. Bunlardan ilki Bolşeviklerin ve Sovyetler Birliği’nin “Yahudi sorunu”na ve Siyonizme bakışıdır. Diğer düzlem de Sovyetler Birliği’nin ve Komünist Enternasyonal’in Ortadoğu’ya yönelik geliştirdiği siyasi açılımlardır. Sanıyoruz ki bu iki düzlemi bir arada ele alarak 1947’de Sovyet Dışişleri Bakanı Andrei Gromiko’nun şu sözlerini açıklığa kavuşturabiliriz:

“Hiçbir Batı Avrupalı devletin Yahudi halkının temel haklarının korunmasını sağlayamamış olması ve onu faşist cellatların vahşetine karşı muhafaza edememiş olması, Yahudilerin kendi devletlerini kurma isteklerini açıklamaktadır. Bunu dikkate almamak hem bir adaletsizlik olacak hem de Yahudi halkının bu isteğini gerçekleştirmesi hakkının inkarı anlamına gelecektir. Yahudi halkının, özellikle İkinci Dünya Savaşı esnasında maruz kaldıkları düşünüldüğünde, bu hakkın inkarının savunulabilir yanı yoktur.” 3

O halde Bolşeviklerin “Yahudi sorunu”na bakışları ile başlayabiliriz.

Başta Lenin olmak üzere Bolşevikler, kuramsal olarak özerk bir “Yahudi sorunu”nun varlığını reddetmişlerdir. Bu nedenle “Yahudi sorunu” Bolşevik literatürde “ulusal sorun”un özgül bir yansıması olarak görünmektedir. Ancak, bir ulusal sorun başlığı olarak “Yahudi sorunu”, Rusya’da kendisini oldukça kuvvetli biçimde hissettirmektedir. “Yahudi sorunu” kendisini o denli kuvvetli hissettirmektedir ki kimi araştırmacılar Siyonizmin doğuşunu Herzl’in Judenstaat’ından (1896) önceye alıp coğrafi olarak da Rusya’ya yerleştirmektedir. Ülkede Yahudilere karşı uygulanan tüm baskı ve pogromlara karşı Hovevei Zion (Siyon Sevdalıları) isimli örgütün Rusya kolunun 1890 yılında “Suriye ve İsrail Ülkesi’ndeki (Erez-İsrail) Yahudi Çiftçi ve Zanaatkarlara Destek Topluluğu” adıyla resmileştiği ve Basel’de toplanan Birinci Siyonist Kongresi’nden önce Rusya’da bu örgütün ilk konferansını topladığı biliniyor 4 . Kapitalizmin “ulusal sorun” meselesini demokratik yollarla çözme ehliyetini gelişiminin çok erken evrelerinde kaybettiği göz önüne alınarak bu meselenin yalnız devrimden önce değil, devrimden sonra da varlığını hissettirdiğine ilişkin yapılan akıl yürütmeyi yalnız bizim örneğimizde değil, daha pek çok olayda tarih desteklemektedir. Bu nedenle, Bolşeviklerin devrim öncesinde ve devrim sonrasında teorik düzlemde otonom bir “Yahudi sorunu”nun varlığını reddetseler dahi, Yahudilere dönük olarak özel politika geliştirmiş olduklarını görebiliyoruz. Bolşeviklerin Yahudi politikası özellikle Lenin’in 1903 yılından itibaren Bund ile yapmış olduğu polemiklerin izi sürülerek anlaşılabilir. Bund’a karşı girişilen mücadeleden önce Lenin’in hangi soyut zemin üzerinde hareket ettiğini göstermeye çalışalım ve uluslar meselesine ilişkin Marksist-Leninist programın bazı temel kuramsal ve siyasi öğelerini belirlemeye çalışalım.

Yukarıda değindiğimiz amaca yönelik olarak Lenin’in 1913 yılında kaleme aldığı “Ulusal Sorun Üzerine Eleştirel Düşünceler” metninin özel bir öneme sahip olduğuna inanıyoruz. Lenin bu metinde uluslar meselesine yaklaşımdaki yöntemsel dehasını ve bugüne ışık tutan yaklaşımını sergilemektedir.

“Gelişen kapitalizm ulusal sorun konusunda iki tarihsel eğilime sahiptir. İlki, ulusal hayatın ve ulusal hareketlerin uyanışı, tüm ulusal baskılara karşı mücadele ve ulusal devletlerin ortaya çıkmasıdır. İkincisi, her biçimde uluslararası münasebetin gelişmesi ve büyümesi, ulusal engellerin yerle bir edilmesi, sermayenin, iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin vb. uluslararası birliğinin yaratılmasıdır. Her iki eğilim de kapitalizmin evrensel yasalarıdır. İlki, gelişme döneminde baskınken; sonraki, sosyalist topluma dönüşmeye yüz tutmuş olgun kapitalizmde baskındır.”5

Lenin, Marksistlerin ulusal programının her iki eğilimi de dikkate alması gerektiğinin altını çizmektedir. İlk eğilim Marksist programda ulusların ve dillerin eşitliğinde ifadesini bulmaktayken, ikinci eğilim her çeşidiyle burjuva milliyetçiliğine karşı mücadele ve işçi sınıfı enternasyonalizmi olarak tezahür etmektedir. Lenin’in bir diğer önemli çıkış noktası kapitalizmin bir eğilim olarak geniş, merkezileşmiş devletler olmadan işleyemeyeceği yönündedir. Bundan bir adım ötede, Lenin, işçi sınıfının da federasyon ve ademi-merkeziyetçi çözümlerden yana olamayacağını belirtmektedir: “İşçi sınıfı mümkün olan en geniş devletten yana tavır alacaktır.” 6 Burada elbette “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” olarak kodlanan Leninist siyasete ilişkin söz söylemek gerekmektedir.

Lenin’in pek çok defalar tekrarladığı gibi ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ayrılma ve bağımsız devlet kurma hakkının tanınması anlamına gelmektedir. Yine bu sayfalarda pek çok kereler yazıldığı üzere söz konusu hakkın pratikte işlerlik kazanması Leninist program açısından hiç de kayıtsız şartsız değildir. Açık konuşmak gerekirse, kendi kaderini tayin hakkı zaman ve mekan sınırından bağımsızlaşmış bir siyasi açılım olarak ele alınırsa karşımıza bu konuda “ilkesel” olarak oldukça cesur ve istekli bir Lenin çıkarken, işin “pratik” boyutunda oldukça gönülsüz ve “bin dereden su getiren” bir başka Lenin çıkacaktır. Burada esas belirleyen söz konusu siyasetin sosyalist mücadelenin ve sonrasında sosyalist kuruluşun çıkarlarıyla paralellik taşıyıp taşımadığıdır. Devrimci politikanın rehberi olarak Leninizm, ulusal meseleyi devrimin hizmetine koşmaya çalışmaktadır. Lenin ve onun sadık takipçileri olarak bizim için mesele bu denli yalındır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı bu şekilde anlaşılmadıkça, işçi sınıfının mümkün olan en geniş devletten yana nasıl tavır alacağının, siyasi ve toplumsal haklarını koruyarak azınlıkların “gönüllü asimilasyon”undan Lenin’in nasıl bahsettiğinin, devrimci önderin sık kullandığı tabirle amalgamlaşmanın nasıl olup da gerçekleşeceğinin anlaşılmasının olanağı yoktur. Lenin’in “Yahudi sorunu”na bakışı da Bund ile girişmiş olduğu mücadele de işte bu çerçevenin bir sonucudur.

Bund (Litvanya, Polonya ve Rusya Yahudi İşçileri Genel Birliği), 1897 yılında kurulmuş ve 1898 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) kurulduktan sonra 1903 yılına değin RSDİP içinde “özerk” faaliyet göstermiştir. Lenin ve Bund’u karşı karşıya getiren ilk mesele Bund’un ulusal soruna yaklaşımı değil, ekonomist tarzıydı. Bund’un siyasi mücadelede benimsediği tarz Aleksandr Kremer’in 1895’te yazmış olduğu “Ajitasyon Üzerine” metnine dayanıyordu. Metnin özü kısaca soyut teorizasyonlardan, ziyade ekonomik mücadele içinde edinilen deneyimin işçileri sınıf bilincine ulaştıracağı tezi ile özetlenebilir niteliktedir. Lenin’in elbette ekonomizme karşı yürütmüş olduğu amansız mücadeleden Bund’un su katılmamış ekonomizm yorumu da nasibini almıştır. Lenin’in RSDİP’in bir parçası olarak Bund’u ikinci kez karşıya alışı 1903 yılında Bund’un RSDİP’ten ayrılmasıyla beraberdir. 1901 yılında “ulusal-kültürel özerklik” talebini (Avusturya Marksistlerinin ve daha sonrasında Menşeviklerin de ulusal sorun başlığında getirdikleri çözüm bu taleptir) programının asli unsuru haline getiren Bund bunun ertesinde RSDİP ile kurmuş oldu bağı federatif olarak tarif etmeye başlamıştır. 1903 yılında Lenin’in Bund’a karşı mücadeleyi sertleştirme kararı almasının ertesinde Bund’un Parti’den ayrılmasına müteakip iki yıl içinde üye sayısını 5 binden 30 bine çıkarması yatmaktadır. Bund’un örgütlenme ivmesinin artışı önemli bir tehlike işaretidir. Ancak tehlike “eyvah onlar örgütleniyor biz örgütlenemiyoruz.” habisliği değildir. Lenin 1903 yılında kaleme aldığı Yahudi Proletaryasının “Bağımsız bir Siyasal Partiye” İhtiyacı Var mı makalesini şu cümlelerle noktalamaktadır:

” […] Otokrasiye karşı mücadeleye dair başlıklarda, tüm Rusya’da burjuvaziye karşı mücadele ederken tek ve merkezi bir militan örgüt olarak hareket etmeli, tüm proletaryayı dil ya da milliyet farkı gözetmeden arkamıza almalıyız. Proletaryanın birliği ise teorik ve pratik taktiksel ve örgütsel sorunlara sürekli birlikte mücadelesi ile perçinlenir. Her biri kendi yollarından ayrı yürüyecek örgütler kurmamalıyız, sayısız bağımsız örgütlere bölünerek saldırı gücümüzü zayıflatmamalıyız, uzaklaşmamalı ve yalnızlaşmamalıyız ve ondan sonra meşhur “federasyon” bandajları ile suni biçimde içimize sızan hastalığı tedavi etmeliyiz.” 7

Lenin başka siyasal ve örgütsel meselelerden dolayı pek çok yol arkadaşı ile yollarını ayırdığı ya da ayırmaya hazırlandığı bir dönemde, ulusal farklılıklardan dolayı işçi sınıfının birliğini bozacak bir ayrışmaya karşı çıktığını bu satırlarda açıkça dile getirmekte. Bund ise 1903’te Parti’den ayrılması ile birlikte bir daha geri dönülemeyecek kadar derinlikli bir karşı devrimci pozisyona sürüklenmiştir. Bund ile mücadele ve Bund’un Bolşevikler ile mücadelesi 1921 yılında örgütün devrimin zaferine ikna olarak kendisini feshetmesine kadar devam etmiştir.

Ulusal soruna ilişkin “birlikçi” bir bakış açısı geliştiren Lenin, ulusal sorunun varlığından faydalanarak işçi sınıfı saflarına sızmaya çalışan burjuva ideolojilerine sert biçimde karşı çıkmaktadır. Lenin, Siyonizmi bilimsel olarak temelsiz açık bir gericilik olarak adlandırmaktadır. Siyonizm ya da ona hizmet eden her akım, işçi sınıfının tarihsel çıkarları ile derinden çelişmektedir. Örneğin, Siyonistler tarafından da eleştirilen Bund’u federasyonu savunarak son kertede Siyonizme hizmet etmekle ve Yahudilere dönük pogromları kendi ayrılıkçı propagandasına meze yapmakla suçlamaktadır. Burada bir tesadüften bahsetmemek olmaz. 1910 Nisanında Lenin ile Haim Weizmann -İsrail’in ilk başbakanı olacaktır- Paris’te bir kafede karşılaşmıştır. Bu karşılaşmanın büyük tartışmalara sahne olduğu biliniyor. Lenin’in bu tartışmalarda kendi politik duruşunun anti-Semitizm ile hiçbir ilgisinin olmadığını ve bilimsel bir temele yasladığını sabırla anlattığı kaydediliyor.8

Büyük Ekim Devrimi ertesinde izlenen somut politikalar da dönem dönem dalgalanmalar gösterse de bu hatta devam etmiştir. Hem Yahudilere olan saldırıları engellemek hem de “Yahudi sorunu”na kalıcı bir çözüm bulmak için 1926-1928 yılları arasında yoğun çabalar olduğu görülmektedir. Çözüm önerilerinden birisi olarak Sovyetler Birliği sınırları dahilinde bir Yahudi cumhuriyetinin ilanı özellikle Kalinin’in yoğun çalışması sonucu gündeme gelmiştir. Sovyet yönetimi söz konusu cumhuriyet için Mançurya yakınlarında bir Uzak Doğu bölgesini (Birobidzhan) göstermiştir. Birlik yönetimi, bu sayede bir yandan kendi iç sorununu çözerken diğer yandan yürürlükte olan ve nüfus kaybetmesine yol açan Filistin’e göçü temel alan Siyonist planların da üstesinden geleceğini düşünmüştür. Ancak bir süre sonra tarafların karşılıklı itirazları sonucu bu plan geçersizleşmiştir. Bu dönemde Yahudileri devrime kazanmaya çalışan Sovyetler Birliği 1930’larla birlikte kendisini hem sınırları dahilinde hem de uluslararası anlamda sıkıştıran bu soruna siyasi bir çözüm bulmak ve yanı başındaki emperyalist varlığa karşı mücadele etmek için Ortadoğu’da inisiyatif almaya karar vermiştir. Kendi sınırları dahilinde ve Ortadoğu’da inisiyatif almaya karar veren Sovyet yönetimi; içeride Yahudi yurttaşlarını devrimci bir duruştan uzak tutan, Ortadoğu’da ise Britanya ile kol kola girmiş Siyonizme karşı güçlü bir kampanya başlatmıştır. 1931 yılında Komintern, Siyonizm hakkında ilk kez resmi bir belge yayınlamıştır. Bu belge, Filistin Komünist Partisi’nin (Kuruluş: 1919 Komintern’e kabul: 1923) merkezi yayını olan Ila el-Aman’da yayınlanmıştır. Komünist hareketin Siyonizm konusundaki resmi görüşü Filistin Komünist Partisi’nin yayın organında şu şekilde ifade edilmiştir:

“Siyonizm, Doğu Avrupa’daki Yahudi ulusal azınlıkların maruz kaldığı zulmü emperyalist politikaların amaçları doğrultusunda bu politikaların bekası için kullanan Yahudi burjuvazisinin sömürücü ve baskıcı çabalarının ifadesidir. Bu amaca ulaşmak için Siyonizm manda ve Balfour Beyannamesi yoluyla İngiliz emperyalizmi ile ittifak kurmuştur. Karşılığında İngiliz emperyalizminin artan desteği sonucu, Siyonizm kendisini Arap kitlelerinin ulusal bağımsızlık hareketini bastırmak için bir araca çevirmiştir.”9

Komünist hareketin, ilkeler ile reel politika arasındaki gerilimden doğan sınavı bu dönemle birlikte başlamıştır. 1936-39 yılları arasındaki Büyük Arap İsyanı Sovyetleri İngiliz emperyalizminin bölgeden uzaklaştırılması konusunda ümitlendirse de başka bir tehlikeyi de bünyesinde taşıyordu. 1933 yılında Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesi ile beraber günbegün dozajı yükselen Yahudi karşıtı Alman politikası, Araplar arasında hızla prestij kazanmaya başladı. Oysa ki Hitler’in izlediği politika Filistin’e Yahudi göçünü artırmakta ve de facto biçimde Siyonist projeyi beslemekteydi.

Tablo 1

Nazi politikalarının Araplar arasında yaygınlaşan anti-Semitizmden faydalanarak Sovyetler Birliği’nin politikalarından daha hızlı alan kapatması, anti-Semitizmden ziyade anti-komünizmde ifadesini bulan faşizmin güç kazanması Sovyetler Birliği’ni bölgede İngiliz etkisinden çok daha ciddi biçimde rahatsız etmeye başlamıştı. Kudüs Baş Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyini Sovyetler Birliği/sosyalizm ve islam arasında uzlaşmazlık olduğu iddiasıyla etkin biçimde Nazi propagandası yapıyordu. Sovyetler Birliği, faşizme karşı kurulacak en geniş cephenin peşindeydi. 30’ların başında Komintern tarafından geri bir ideoloji olarak adlandırılan Siyonizm şimdi bir bölgesel ittifak unsuru olarak görülmeye başlanmıştı. Üstelik 1939’da Uluslararası Siyonist Kongresi’nin İngiltere karşıtı bir tonda toplanmış olması tüm bu süreci tamamlar nitelikteydi. (Artan basınca karşı Siyonistler, izinsiz kitlesel göçler organize etmeye başlamıştı ve bu durum, İngiltere’nin sert tepkisi ile karşılaşmıştı.) Yalnız Ortadoğu’da değil, Doğu Avrupa’da da ilk planda Siyonistler olmasa dahi Yahudiler ile sosyalizmin arasında bir ittifak ve bağ oluşmaya başlamıştı. Söz konusu bağ Ribbentrop-Molotov paktının 1939’da imzalanması ile bir miktar örselense de bu stratejik hamlenin kısa sürede miadını doldurması ile birlikte ilişkilerin kaldığı yerden devam etmesi mümkün olmuştur.

“Başta Siyonist olan pek çok genç Yahudi, komünist oldular; zira, Yahudilerin çektiği ıstıraplar aşikar olsa da, bu evrensel zulmün sadece bir parçasıydı. Julius Braunthal, yüzyılın başlangıcında sosyalizme dönüşünü şöyle tarif ediyordu: ‘Terk ettiğim Siyonist arkadaşlarım için üzülüyordum; fakat onları bir gün küçük amaçların büyüklere dönüşmesi konusunda ikna edebileceğimi umdum.” 10

Hobsbawm, otobiyografisinde pek çok aydının, daha doğrusu dünyanın belki de en “eşitlikçi” faaliyeti olan savaş dolayısıyla buna benzer pek çok sıradan insanın portresini sunmakta. Baskı ve zulüm silsilesinin zirvesi olarak faşizm koşullarında insanlığın yaşamadan tasavvur edemeyeceği olayların yaşanmış olması, Avrupa’daki pek çok Yahudiyi evrensel bir kurtuluş aramaya itmiş ve pek çok Yahudinin tavrını eşitlik, özgürlük ve belki de en fazla kardeşlikten yana koymasına ve bu ideallerin yegane temsilcisi olarak komünizmi seçmesine sebep olmuştu. Yeri gelmişken söylemekte fayda var; 20. yüzyılı bir de siyasi gelgitleri olan ancak ne olursa olsun yaşamının elli yılını partili olarak geçirmiş olan yetkin bir tarihçinin gözlüklerinden bakarak görmek isterseniz Tuhaf Zamanlar’ı mutlaka okuma listenize dahil etmelisiniz. Tuhaf zamanlar tarihin tecellisinin beklenilenden farklı biçimde gerçekleşmesi ya da beklenilenlerin sonuçlarının bir hayli farklı olması ise, yirminci yüzyılın yazımızın girişinde belirttiğimiz gibi en âlâsından bir tuhaf zaman olduğunu söyleyebiliyoruz. Bu durumun burada anlatmaya çalıştığımız olaylar dizisinden daha iyi kanıtı ne olabilir ki? Devam edelim.

Ortadoğu’ya dönük bu dönemki Sovyet stratejisinin değiştiğinin işaretleri savaşın geç dönemlerinde ve sonrasında net biçimde gözlenebilecek sonuçlar doğurmaya başlamıştır. 1943 yılında Filistin Komünist Partisi Yahudiler ve Araplar olmak üzere iki hizbe ayrılmıştır. Savaş sonrasında Sovyetler Birliği’nin bölgeye dönük önceliği kendi güneyinde tarafsız bir tampon bölge oluşturmak biçimde kodlanabilir niteliktedir. Filistin’deki Arap-Siyonist kutuplaşmasına Sovyet çözümü birleşik bir Arap-İsrail devletidir. Gromiko’nun yukarıda alıntıladığımız konuşması esnasında dahi Sovyetler Birliği’nin A planı birleşik bir Arap-İsrail devletidir. Ancak görüşmelerin sonuçsuz kalacağının anlaşılması üzerine Sovyetler Birliği 1947’de bölünmeden yana oy kullanmıştır. 1947’ye giderken Filistin’de Siyonistler ile İngilizler arasında muazzam bir çekişmenin başladığını gözlemleyebiliyoruz -Söylediğimiz gibi söz konusu durum Sovyetler Birliği’nin bölgeye bakışında oldukça etkili olmuştur. Aynı dönemde Mısır hükümetinin İngiliz silahlı güçlerinin ülkeyi terk etmesi için yaptığı baskı da İngiltere’yi bölgede zorlayan bir diğer gelişmedir. Buna karşılık İngiltere bölgede tutunabilmek için çeşitli önlemler alma yoluna başvurmuştur. Filistin’de Yahudilerin İngiliz otoritesini tanımayan davranışlarına dönük olarak uyguladığı önlemler ise Yahudi Direniş Hareketi tarafından cevapsız bırakılmıyordu 11 . Söz konusu direniş hareketinden yalnızca İngilizlerin nasiplendiğini düşünmek elbette saflık olacaktır. Direniş Hareketi’nin tarihinde oldukça ilginç olan bir başka ayrıntı ise Haganah’ın Çekoslovakya ile kurmuş olduğu ilişkidir. Bu ilişki başlı başına bir yazı konusu olabileceği için bu şekilde değinerek geçmek zorundayız. Yalnız burada söylememiz gereken nokta, iktisadi gerekçelerle Çekoslovakya, İkinci Savaş’ta esir alınan Alman askerlerinden toplanan silahları Suriye’nin de talip olmasına rağmen “ihale”de daha fazla fiyat öneren Yahudilere satmış olmasıdır. Söz konusu dönemde Yahudilerin bağımsız bir yönetim olarak kabul edilmedikleri için dünyanın hiçbir ülkesinden silah satın alamadıklarını belirtmemiz gerekmekte.

14 Mayıs 1947’de toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurul toplantısında Sovyetler Birliği’nin önce iki toplumlu çözüm önerisini desteklemesi, ardından da bölünme yönünde oy kullanması Arap dünyasında tam bir infial yaratmıştı. Araplar ilginç bir şekilde meselenin esas kazananının “ABD doları” olduğunda diretirken, “Sovyetler Birliği’nin kendilerini çok ucuza sattığını” belirtiyorlardı. Arapların emperyalist sistem içindeki değişim emarelerini Sovyetler Birliği’nden daha iyi okuduğunu görebiliyoruz. Ancak Araplardan gelen bu tepkinin Sovyetler Birliği’ni söz konusu politikasını değiştirmesi konusunda ikna ettiğini söyleyemiyoruz. 26 Kasım 1947’de Birleşmiş Milletlerde Gromiko bu kez Filistin’de bir Yahudi devletinin meşru bir hak olduğunu söylemekte ve tıpkı ilk konuşmasında olduğu gibi Yahudilerin son dönemde maruz kalmış olduğu muameleye dikkat çekmektedir. Aynı konuşmanın sonunda Gromiko, Arap devletlerinin Sovyetler’den destek beklediğini belirtmektedir. Söz konusu toplantıya ilişkin bir diğer ayrıntı ise Genel Kurul esnasında Sovyet delegasyonunun Arap devletlerinin temsilcileri ile tek tek görüşerek onlara ısrarla yakında Sovyetler Birliği’nin onların dostu olduğunu anlayacaklarını söylemesidir. Gerek Sovyetlerin bu vurgusundan gerekse oturumun hemen ertesinde Arap ülkeleri komünist partilerinin yayın organlarında üst düzey yöneticiler tarafından kaleme alınan metinlerden Sovyetler Birliği’nin, attığı adımın bölgede öngördüğü “aşamalı devrim”in bir parçası olduğu açığa çıkmaktadır. Bu aşamalı devrimin ilk adımı “emperyalizmin motor gücü” olan İngiltere’nin bölgeden defedilmesidir. Buradan anlaşıldığı kadarıyla Sovyetler Birliği hâlâ emperyalist sistemin merkezini Londra olarak görmektedir. İngiltere-karşıtı Siyonist hareket ile her ne pahasına olursa olsun girilen yakınlaşmayı başka bir akıl yürütme desteklememektedir. Sovyetler Birliği dış politikasını yanlış bir “somut durumun somut analizi” üzerine kurmaktadır. Buna bir ek yapmak gerekebilir. Filistin’de en etkin olan Siyonistler Ben-Gurion’un önderliğindeki sosyalist Siyonistlerdir ve bir Yahudi sosyalizmi kuracaklarını ilan etmektedirler. Bu iddia bölgede sosyalizmin hem güncel hem de uzun vadeli çıkarları için önemli olanaklar vaat eder gibi görünmektedir 12 .

Bundan sonraki diplomatik trafiği es geçerek şunu söyleyebiliriz. 15 Mayıs 1948 tarihinde Filistin’de İngiliz mandası sona ermiştir. Diakanoff’un deyişi ile 16 Mayıs’ta ABD İsrail Devleti’ni de facto, biçimde Sovyetler ise 17 Mayıs’ta de jure tanımışlardır 13 . İngiltere ülkeyi terk ettiğinde Araplar ve Yahudiler arasındaki asimetri çok daha netlikle fark edilebilir olmuştur. Yahudiler süreç içinde başkenti Tel-Aviv olan bir devleti tüm kurum ve organları ile hazır hale getirmişlerdir. Oysa Arapların böyle bir hazırlığı mevcut değildir. Hazırlıksızlık, mücadelenin bugüne kadar devam eden hemen her evresinde kendini hissettirecektir.

Bir Terörist Devletin Kuruluşu

“Terörizmin en önemli psikolojik kaynağı, daima bir çıkış arayışı içindeki intikam hissi olmuştur.” diyor Trotsky terörizme ilişkin yazmış olduğu meşhur “Marksistler Bireysel Terörizme Neden Karşıdırlar?” makalesinde. Siyonizmin ve dolayısıyla onun ete kemiğe bürünmüş hali olan İsrail devletinin serüvenini, eğer bu şekilde tarif ediyorsak, terörist sıfatı dışında çok az sıfat tanımlayabilecektir. Siyonizm ideolojisi, Yahudilerin çektiği acılı yüzyılların öcünü almaya programlanmış görünüyor. Siyonizmin ortaya çıkardığı insanlık dışı uygulamaları başka nasıl açıklayabiliriz ki? Biz yazımızın bu bölümünde siyasi mücadele dahilinde pek az ele alınan bir meseleyi, İsrail egemen sınıfının ekonomik açıdan herkesin çok iyi bildiği terörist faaliyetlerini nasıl desteklediğini ve ülkenin tüm ekonomisini bu terörist yapıyı nasıl besleyecek biçimde kurguladığını göstermeye çalışacağız. Bunun dışında İsrail’in terörist faaliyetlerini ve genel olarak Ortadoğu tarihini aktaracağımız bir kronolojiyi yazımızın sonuna iliştirmiş bulunuyoruz. Tarihsel olaylar detayıyla oradan takip edilebilir. Bu bölümün amacını aktardığımıza göre devam edebiliriz.

Şubat 1947’de İngiltere’nin meseleyi Birleşmiş Milletler’e havale etmesinin ardından gelişen diplomatik trafiğe önceki bölümde bir miktar değindik. Bu diplomatik trafik sonucunda BM Genel Kurulu 29 Kasım 1947’de Filistin’i bir Arap devleti, bir Yahudi devleti ve Kudüs, Betlehem ve çevresini tarafsız bir uluslararası komitenin yönetimine bırakacak olan tavsiye kararını almış oluyordu. Arap dünyası bu kararı şiddetle reddediyordu. Zira BM’in aldığı karar her ne kadar Arap çıkarlarını da gözettiği iddiasını taşısa da su kaynaklarının önemli bir bölümünü ve daha önemlisi ekilebilir toprakların yarısından fazlasını İsrail’e bırakıyordu. Oysa bu dönemde Yahudi nüfusu toplam Filistin nüfusunun yaklaşık 35’i civarındadır. Dahası Araplar ekilebilir toplam arazinin 90’ından fazlasını resmen ellerinde bulundurmaktadır. Tavsiye kararının ardından, İsrail 14 Mayıs 1948 tarihinde bağımsızlığını ilan ettiği vakitlerde Arap Devletleri Filistin topraklarını korumak üzere İsrail Devleti’nin işgal ettiği topraklara askeri bir müdahale hazırlığı içindeydi. 15 Mayıs’ta yedi Arap devletinin birleşik güçleri bu müdahaleyi başlattı. Temmuz 1949’a kadar süren savaşın sonucunda iki tarafın da birliklerinin bulundukları yerlerde kalmaları koşulu ile bir mütareke imzalandı. Söz konusu savaşın Arap devletleri açısından tam bir hezimetle sonuçlandığını söylemek mümkün. Zira bu müdahaleden önce yukarıda belirttiğimiz gibi Filistin topraklarının yarısından biraz fazlasını elinde tutan İsrail mütareke sonrasında Filistin topraklarının yaklaşık 80’ini denetimi altına almış oluyordu. Resmi istatistiklere göre bu dönemde 750 bin civarında Arap, eski Filistin yeni İsrail topraklarından Batı Şeria, Gazze, Ürdün, Lübnan ve Suriye’ye göçmek zorunda kalmıştır. 1948 ve ardından 1956 savaşları (üstelik bu savaşlarda Sovyetler Birliği Arap devletlerinin -özellikle Suriye- İsrail tehdidine karşı silahlanması konusunda ciddi yardımlarda bulunmuştu.) bir noktayı tüm açıklığıyla gözler önüne seriyordu: 40 milyonluk Arap dünyası, 650 bin nüfuslu İsrail karşısında diz çökmüştü. Bunun en önemli sebeplerinden bir tanesi İsrail’in kurulurken hatta kurulmadan oldukça önce dayanmış olduğu iktisadi kaynaklardı. İngiliz ve Fransız manda yönetimlerinin bölgeden çekilmesinin ardından prematüre Arap ekonomileri karşısında kıyas kabul etmez bir üstünlüğe sahip olarak ortaya çıktı. Bunun yanı sıra kendine özgü bir iktisadi politika izleyen İsrail bu kendine özgü iktisadi politikaya “ulus yaratımı” adını verdi.

İsrail ekonomisinin bel kemiğini çalışma sektörü ve onun en önemli parçası olan İstadrut (Yahudi Genel İşçi Federasyonu) oluşturuyordu. Bütünüyle kapalı bir Yahudi ekonomisi oluşturma hedefiyle ve göç ile Filistin’e yerleşen Yahudi işçilerin iktisadi yapı içine dahil olmalarını düzenlemek amacıyla İstadrut, 1920 yılında kurulmuştur. İstadrut’un kuruluşundaki ilginç nokta, bu işçi federasyonunun Filistin bölgesinde tek bir gerçek sanayi girişimi yokken kurulmuş olmasıdır. Kurgulanan ekonomik yapı o denli kapalı, korumacı ve hatta plancıdır ki ücretlerin belirlenmesi bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Bu dönemde Yahudiler arasındaki en ilginç iktisadi uygulamalardan bir tanesi de “aile ücreti” denen uygulamanın ücret politikası olarak geçerli olmasıdır. Aile ücreti, ücret farklılıklarının yapılan işe ya da statüye göre değil, haneye giren toplam ücret miktarına ve hanenin nüfusuna göre belirlenmesidir. Çalışma sektörünün en aktif öğesi durumundaki İstadrut, devletin inşası döneminde de etkin biçimde rol almıştır. Çünkü İstadrut sözü geçen yıllarda isminin çağrıştırdığı gibi basit bir sendika değildir, aynı zamanda en önemli işveren pozisyonundadır ve bünyesinde pek çok şirket barındırmaktadır. Esasen İstadrut, ekonomideki devlet sektörünün adıdır. Çalışma sektörü için Owen ve Pamuk şu tespitte bulunuyorlar:

“1950’li yıllarda İstadrut ve ortak olduğu şirketler aktif nüfusun yaklaşık yüzde 25’ini istihdam ediyordu. Ayrıca 1948-1957 arasında inşa edilen 268.000 konutun yarısının yapımını gerçekleştiren Sol Boneh gibi örgütler aracılığıyla göçmenlerin iskânında ve İsrail’in iktisadi kaynaklarının gelişmesinde kilit bir rol oynamıştı.” 14

Arap işçilerin İsrail sınırları dahilinde yasal olarak çalışabilmesinin önü ancak 1950’lerin sonunda açılmıştır. Ancak Arapların düzenli iş edinmeleri ve maaşlı hale gelmeler yasaklanmıştır. Dolayısıyla Araplar yalnızca gündelikçi işçi olarak İsrail’in işgücü piyasasına dahil olabilmişlerdir.

Çalışma sektörünün bu denli önemli olarak kurgulandığı bir ekonomide, İsrail egemenlerinin Yahudi göçü konusundaki ısrarları hiç de şaşırtıcı görünmüyor. Yahudi göçünün yanı sıra ekonominin sırtını dayadığı bir diğer önemli husus ise Yahudi diasporası ile kurulmuş olan ilişkidir. Zira kuruluş aşamasındaki İsrail ekonomisinin en önemli özelliği, aynı yerde belirtildiği üzere üç önemli kaynaktan gelen yüksek düzeydeki sermaye akışıydı. Bunlar, diaspora, ABD hükümeti ve İkinci Savaş nedeniyle kazanılan tazminatlardı. Bu kaynaklar o denli yoğundu ki 1949-65 yılları arasında 6 milyar ABD doları düzeyinde sermaye girdisi sağlanmıştır ve bu girdinin üçte ikisini faiz ya da anapara ödemesi gerektirmeyen tek yönlü transferler oluşturmuştur.15

Kuruluş döneminde sermaye piyasasına devlet hemen her alanda yaptığı gibi ciddi müdahalelerde bulunmuştur. Bunun nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

i.”Sosyalist Siyonistler”, kendi iktisadi politikalarını sermaye piyasalarının devletleştirilmesi üzerine inşa etmişlerdi. Devletin özel sektörden daha etkin bir yatırım politikası izleyebileceği düşüncesi bu programın esas rasyoneliydi.

ii.Kuruluşta devlet politikası olarak kâr değil, ulusal ihtiyaçlar göz önünde tutulmuştur. Başından itibaren sürekli bir savaş ekonomisi üzerine inşa edilen İsrail, diğer yandan iskan politikası gibi masraflı zorunlulukları iktisadi programın ilk sıralarına yazmıştır.

iii.İsrail ekonomisinin kuruluşun ilk yıllarında yüksek enflasyondan mustarip olması. (1952’de enflasyon oranı %66)

iv.İsrail’e yönelik sermaye transferlerinin önemli bir bölümü hükümetler-arası nitelikte yani özel sektörün kullanımına kapalıydı.

v.İsrail devletinin harcamalarının -özellikle askeri harcamalar- büyük bölümünün devlet sırrı olarak saklı tutulmasıdır. Kuruluş döneminde bütçe içindeki payının %50 civarında olduğu tahmin edilen askeri harcamalar resmi istatistiklerde savaş dönemlerinde dahi sadece %11 olarak görünmektedir.

Askeri harcamalar, İsrail için hep bütçesinin önemli bir kalemi olagelmiştir. Henüz İsrail devleti kurulmadan önce, Ben-Gurion tarafından görevlendirilen Haganah ajanları yasadışı yollarla dünyanın dört bir yanından son teknoloji ürünü silahlardan hurdaya çıkmış tanklara kadar ne buldularsa almışlardır. Silahların Filistin’e taşınması ise türlü “senaryolar” ile olmuştur. Örneğin, oldukça ünlü bir İngiliz reklam şirketinin özel izinle çekim yapmak için havalandırdığı uçaklar bir daha asla ada topraklarına iniş yapmamıştır. Dünyanın dört bir yanında bu ve benzeri senaryolar için fason şirketlerin kurulduğu bilinmektedir. Bu askeri harcamalar kuruluş döneminde aynı zamanda getirisini kısa vadede alınan yatırımlar haline dönüşmüştür. İlk bölümde aktardığımız gibi İsrail, Arap devletleriyle girişmiş olduğu savaştan ekilebilir toprakların büyük bölümünü eline geçirerek çıkmıştır. Bunun yanı sıra örneğin 1967’de gerçekleşen ve İsrail’in esas kuruluş manifestosu niteliği taşıyan Altı Gün Savaşı ile bölgedeki en önemli rakibi Mısır’ı yenerek, bu ülkenin ekonomisini önemli ölçüde tahrip etmiştir. Bu savaş sonucunda İsrail Batı Şeria, Sina Yarımadası, Gazze Şeridi ve Golan Tepelerini ele geçirmiş ve İngiliz manda yönetiminin ardından Filistin topraklarının tamamına sahip olmuştur. 1967 yenilgisinin 3 yıl ardından Nasır’ın ölmesi ile birlikte Mısır, İsrail için bir tehdit olmaktan tamamen çıkmıştır. Bunun en somut göstergesi Nasır’ın halefi Enver Sedat’ın İsrail Parlamentosu Knesset’te yapmış olduğu konuşmadır. Mısır, bu konuşmanın ardından iflah olmamıştır denebilir.

Tarım sektörü, İsrail ekonomisi içinde hiçbir zaman can alıcı unsur olmadıysa da daha başından itibaren İsrail’in hem verimli toprakların önemli bölümünü elinde tutması hem de yoğun tarım tekniklerine dayalı zirai programı sayesinde yüksek verim alınan bir sektör durumundadır. Tablolar bu durumun açık kanıtını sunmaktadır. Kuruluş yıllarındaki bu açının ilerleyen dönemlerde çok daha fazla arttığını söyleyebiliriz.

Tablo 2

Tablo 3

Tarım denince akla hiç kuşkusuz sulama gelmektedir. Oysa Ortadoğu’da yalnız tarım için değil, hemen her şey için kıt bir kaynak olarak suyun varlığı oldukça büyük önem taşımaktadır. Suyun, başından itibaren Siyonist projenin özenle üzerinde durduğu bir başlık olduğunu söylemeye bilmiyoruz gerek var mı? Weizmann, Llyod George’a şöyle akıl vermektedir:

“Filistin’in tüm iktisadi istikbali sulama ve elektrik gücü için gerekli olan su kaynaklarına bağlıdır ve su kaynakları da esas olarak Hermon Dağı’nın yamaçlarından, Ürdün’ün membalarından ve [Lübnan’daki] Litani Nehri’nden sağlanmalıdır. Biz Filistin’in kuzey sınırının Litani Vadisi’ni içine alması gerektiğini düşünüyoruz […]” 16

İsrail kurulduktan sonra ise Siyonizmin oldukça saldırgan bir su politikası izlediğini görüyoruz. İsrail 1949’da ülkenin su kaynaklarını millileştirdiğini ilan ediyor ve kaynakların yönetimini İsrail Su Komisyonu’na bırakıyor. Su Komisyonu, iki ana bileşenden oluşuyordu: Mekorot (İsrail Su Şirketi) ve Tahal (İsrail Şirketi için Su Planlaması). İsrail, bu alanda ilk hamle olarak Batı Şeria’dakiler de dahil olmak üzere mevcut rezervuarları İsrail mülkiyetine aldı ve hemen ardından su kaynakları açısından zengin kuzeyden, çorak güneye su taşıyacak ve tüm bölgesel sistemleri birleştirerek tek bir su taşıma sistemi haline getirecek olan Ulusal Su Nakledicisi Projesi’ni hayata geçirdi. Bunun yanı sıra adına Hayes Planı denilen plan uyarınca komşuların su kaynaklarını sömürmeyi önüne ikincil hedef olarak koymuştu. Bu kapsamda Suriye, Lübnan ve Ürdün’ün çeşitli su kaynakları farklı teknik ya da zor yöntemleriyle İsrail kullanımına açıldı. Örneğin, Ürdün Nehri sularının Necef’in güneyine saptırılması için gerekli adımlar atılmaya başlandı. Söz konusu adıma karşılık Araplar misilleme olarak İsrail’e giden Banyas ve Dan nehirleri üzerine baraj inşa etmeye giriştiler. Bu barajların yapımı tamamlanabilseydi İsrail’in, Ürdün’den elde ettiği suların %35’i Arap denetimine geçecekti. Ancak barajlar bitmeden 1967’de Altı Gün Savaşı sonucu Golan Tepeleri’ndeki su kaynakları ve Ürdün Nehri’nin kaynağı İsrail’in yani Mekorot şirketinin denetimi altına girmiştir.17 Bugün hâlâ gerek ölümü göstererek sıtmaya razı ettirme ilkesiyle imzalatılmış anlaşmalarla, gerekse uluslararası hukuku hiçe sayan uygulamalarla İsrail, Filistin’de açılan artezyen kuyularına dahi kendi yeraltı rezervlerini tüketebileceği gerekçesi ile müsaade etmemektedir. Üstelik yeraltı kaynaklarının bilinçsiz kullanımını bahane ederek Arap çiftçilere kuyu açma izni vermeyen İsrail su rezervlerine oldukça büyük zarar verdiği bilinen 750 metre derinliğe varan artezyen kuyuları açmaktadır. Arap kuyularının derinliği genellikle 100 metre kadardır. Üstelik İsrail bölgenin su kaynakları konusunda oldukça detaylı bilgilere sahipken bu bilgileri “ulusal güvenlik” gerekçesi ile kamuoyu ile paylaşmamaktadır. Kıran, bölgede su kullanımına ilişkin üç önemli eşitsizlikten bahsetmektedir. Bunlardan ilki Yahudi yerleşimciler ile Araplar arasındaki kullanılan su miktarının arasındaki uçurumdur. Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimciler arasında fert başına 368 litre/gün kadar su düşmekteyken, bir Arap için miktar yaklaşık 88 l/gün’dür. Üstelik Yahudi yerleşimcilere şehir şebekesinden su sağlanırken Arap köylerinin önemli bir miktarına tanker ile su taşınmakta ve buna rağmen bir Arap suyun birim miktarına bir Yahudi’nin altı kat daha fazla ücret ödemektedir. Gazze Şeridi’ndeki mülteci kamplarında ise evlerin yüzde 40’ında su bulunmadığını BM, 1992’de yayımladığı bir rapor ile tespit etmiştir.

Nasıl özgünlükler taşırsa taşısın bir kapitalist ekonomi olarak İsrail ekonomisi kapitalizmin küresel dalgalanmalarından azade değildir. 1967 sonrasında savaşın etkisi ile atıl kapasitenin harekete geçmesi ve kazandığı zaferle birlikte dünya Yahudiliği önünde prestiji pekişerek ülkeye göçün yoğunlaşması sonucu İsrail ekonomisi bir genişleme dönemi yaşadı. Ancak bu dönem yarattığı umutları boşa çıkaracak denli kısa sürdü. İsrail’in büyük ekonomisinin kırılgan yapısı dünya kapitalizminin girdiği gerileme dönemi ile birleşince, hiperenflasyon, borçlanmanın artışı, verimlilik artışının azalması (gerçi ABD hibeleri bu konuda İsrail’in yardımına koşmuştur.) gibi “tanıdık” problemler İsrail ekonomisini ciddi biçimde sarstı. 1987 yılında başlayan Birinci İntifada’nın da elbette söz konusu süreçteki payını yadsımamak gerekir. Bu sarsıntıdan kurtulmanın yolunu katı devletçiliğini bırakarak özelleştirme ve liberalizasyona yönelmekte bulan İsrail’in Oslo Süreci (1993) adeta imdadına yetişmiştir. Oslo Süreci’nin İsrail’e iktisadi olarak nasıl faydalar sağladığını Marwan Bishara kabaca şu şekilde özetlemektedir:

-Modern kapitalizmin putlarından istikrar nihayet uzun bir süre sonra İsrail topraklarında da kendisini göstermiştir. Işığa uçan pervaneler misali istikrarlı yere gittiğine inanılan yabancı sermaye girişi İsrail’de de artmıştır.

-Yeni yatırımlar ve ona eşlik eden iktisadi büyüme yeni dağılmış olan Sovyetler Birliği’nin Yahudi nüfusu için İsrail’in çok ciddi bir cazibe merkezi haline gelmesini sağladı. Bu kalifiye işçi göçünün sonucunda 1995-1999 arasında GSMH yüzde 50 oranında büyüdü nüfus ise sadece yüzde 10 artış gösterdi.

-1992 yılında yüzde 11,2 olan işsizlik oranı, alınan yoğun göçe rağmen 1995 yılında yüzde 6,9’a geriledi.

-Buna karşılık, İsrail’in azalan askeri harcamaları sayesinde yabancı ülkelerdeki yatırımı yüzde 46 oranında artarak 2000 yılında GSMH’nın yüzde 7’sine ulaşmıştır.

-Dış ticaretin yapısı Arap boykotunun kalkması ile tamamen değişmiştir.

-İkinci ve üçüncü kademe Arap boykotlarının kalkması ile birlikte 70’li ve 80’li Arap Devletleri ile iş yapan şirketler İsrail’e de yöneldi.

Bu ekonomik patlama, hem İsrail’de hem de Filistin’de İsrail-Filistin sorunu ile yakından ilgilenmeyen yeni bir zengin tabakanın oluşmasına neden oldu. Özellikle Yahudi “yeni zenginler” İsrail’in işgalci devlet imajından bir an evvel kurtulması gerektiğinden dem vuruyordu. Bir diğer “yeni” kesim ise Filistinlileri tamamen İsrail işgücü piyasasına ucuz emek gücü olarak dahil edebilmek için Filistinlilerle yakınlaşılması gerektiğini savunan “küçük üretici”lerdi. Bu ikinci yaklaşımın ağır bastığını ve Oslo süreci sonunda bağımlılık ilişkilerinin yeniden tesis edildiğini söyleyebiliriz. Sürecin etkilerinin devam ettiği yıllarda İsrail’in kurt politikacısı Şimon Peres Le Monde’da yayımlanan “50. yılında İsrail, Neden Bir Filistin Devleti’ne İhtiyacımız Var?” isimli makalede (02.05.1998) bu iki kesime de göz kırpan siyasi temalar etrafında dönüp durmaktaydı. Daha dün Lübnan’da masum halkı gözünü kırpmadan bombalayan hükümetin başbakan yardımcısı olan Nobel Barış Ödüllü Şimon Perez, “Çok önemli bir hata yaptık; bizden başka bir halkın varlığını yok saydık.” demekteydi.

Dediğimiz gibi Filistin’de de süreçten istifade eden bir asalak kesim oluşmuştu. İsrail’e kaçak işçi gönderen taşeron şirketler ortaya çıktı. Son rakamlarla işsizliğin yüzde 80 civarında olduğu söylenen Filistin’de bu şirketler o denli çoğaldı ki Gazze Şeridi’nde taşeron firmalar ağı kuruldu. Bu da Filistinli ucuz emek gücünün İsrail emek pazarına eklemlenmesini sağladı. Tabii Filistin’in “yeni zenginleri” bunlarla sınırlı değildi.

“Birçok Filistinli uzman ve danışman İsraillilerin planlarını destekledi. Barış sürecinden çıkar sağlayan yeni bir sınıf oluşturan, bu sürecin evrelerinin doğruluğunu ve hakkaniyetini pek o kadar da umursamayan bu birkaç bin ‘VIP’, Dünya Bankası ve Avrupa Topluluğu himayesindeki İsraillilerin hükmettiği ‘barış ekonomisi’ ve ‘barış sanayii’nden ciddi kazançlar temin etti ve oldukça serbest bir biçimde yolculuk etmelerine de izin verildi. Yeni bir güvenlik sorumluları ve memurlar ağı, himayelerindeki işadamlarıyla birlikte süreçten çıkar sağladı. Ucuz işgücü taşeronluğu yapıp uluslararası mali kuruluşlarla tekelci ilişkiler sürdürerek İsraillilerle iş yaptılar. İçlerinden pek azı Filistin’deki reel sektöre yatırım yaptı; çoğu, İsrail sanayi kollarıyla Filistin işgücü ve çoğunluğu yoksul tüketiciler arasında aracılıkla yetindi.” 18

Oslo Sürecini takiben Filistin’e proje başı sağlanan yardımlar da büyük bir tuzaktı. Avrupa Topluluğu ve ABD tarafından yapılan ekonomik yardımlar İsrail-Filistin ortak projelerini desteklediğinden, Filistinlilerin iktisadi bağımsızlığını artırmak bir yana bağımlılık ilişkilerini derinleştirdi.

Oslo’nun en ciddi sonuçlarını Hamas’ın -Batı standartları açısından- demokratik biçimde seçilmesi sonucunda gördük. AB’ye ve İsrail’e yüksek düzeyde bağımlı hale gelen Filistin ekonomisi AB, ABD ve İsrail tarafından çemberin iktisadi olarak daraltılmasına çok kısa süre dayanabildi ve siyasi dayatmaları kabul etmek zorunda kaldı. İktisadi olarak eli kolu bağlı Filistin’i yönetmeye talip olan Hamas, siyaseten süreci taşıyabilecek yetenekte değildi. O dönem aylık olan soL dergisinde bizim kaleme aldığımız Filistin seçimleri değerlendirmesinden biraz uzun da olsa bir pasaj alarak ve sürecin ne yazık ki bizi haklı çıkardığını kaydederek yazımızın bu bölümüne son verelim.

“Filistin seçimleri aslında pek kimseyi şaşırtmadı. Şaşırtmadı derken yanlış anlaşılmasın, son güne kadar el-Fetih’in lehine seçim anketleri yayınlayan uluslararası “sivil toplum kuruluşlarını” ve haber ajanslarını bir kenara koyuyoruz. Seçime saatler kala ABD’nin desteğini ve İsrail’in onayını alarak ile seçimlere giren el-Fetih, anketlerde “birkaç puan” önde görünüyordu. (Hemen belirtmek gerekir ki ABD’nin el-Fetih’e destek için 2 milyon dolar harcadığı belirtiliyor.) Ama nedense Filistin’e ilişkin tüm haberlere Hamas damgasını vuruyordu. Hamas vurgusunun iki nedeni olabilir: İlki, kamuoyunu etkilemek için hazırlanan anketlerin etkisiz kalacağı belli olmuş Hamaslı günler tartışmaya açılmıştır. Diğeri ise ABD’nin ve İsrail’in ısrarla Hamas karşıtı açıklamalarda bulunarak emperyalizm seçimlerde Hamas’a oynamıştır. İkincisinin daha gerçekçi olduğu kanaatini taşıyoruz. Seçimler, anketlerden bir hayli sapma göstererek Hamas’ın ezici çoğunluğu ile sonuçlandı: Hamas oyların %60.3’ünü aldı ve parlamentonun %57.6’sına tekabül eden 76 sandalyenin sahibi oldu. Bu durum Ortadoğu’daki ibrelerin ne yöne doğru çevrileceği sorununu gündeme getiriyor.

Hamas’ın, el-Fetih’in bir süredir -özellikle Arafat’ın ölümünün ardından- yürüttüğü uzlaşmacı siyasete tepki olarak ve buna ek olarak ABD ve İsrail’in açık baskısının halk üzerindeki negatif etkisiyle seçimleri açık ara kazandığını söylemek sanırız ki yanlış olmayacaktır. Emperyalizmin bu adımı açıktır ki Filistin’i siyasi başlıklar üzerinden sıkıştırma stratejisine dayanmaktadır. Emperyalizm, Hamas ile Filistin’i nasıl sıkıştırabilir? Burada öncelikle bir parantez açmak gerekiyor: Hamas’ın ne kadar direngen bir unsur olduğu, kapitalist-emperyalist sistem ile ne ölçüde çelişkileri olduğu oldukça tartışmalıdır. Bölgedeki kökten dinci hareketlerle ABD’nin tarihsel bir bağlaşıklığı mevcuttur. Buna ek olarak İsrail’in ise uzunca bir süre FKÖ’ye karşı Hamas’ı desteklediği bilinmektedir. el-Fetih’in Hamas’a miras bıraktığı miras Hamas’ı meclis çoğunluğuna taşıyan atmosfer ile uyumlu değildir. İsrail ile yapılacak müzakereler, ABD’nin basıncı, “barış” amacı ile AB’den gelecek fonlar için atılacak taklalar, Hamas’ın mizacı ile hiç de uyumlu başlıklar olarak görünmemektedir. Hamas da bunun farkındadır ve bu nedenle el-Fetih’e koalisyon teklifinde bulunmaktadır. el-Fetih’in Arafat sonrası önderliği 50 yılın yükünden arınmak için bu teklifi kabul etmemiş, bunun ardından Hamas yöneticileri ilk planda İsrail’e olmasa dahi ABD’ye göz kırparak “ABD düşmanımız değildir” mesajını vermişlerdir. Dakika bir, gol bir… Böyle bir durumda kanımızca bakılması gereken yer, Filistin’de Hamas’ın ne yapacağından çok ne yapamayacağıdır. Zira Hamas’ın yeni yönetimi oluşturması durumunda “gelişerek değişmek” adı verilen siyasi mutasyonu geçirmesi çok muhtemeldir. Hamas’ın yapamayacaklarını ise şu şekilde sıralayabiliriz:

i.Hamas, Filistin siyasetini taşıyamayacak kadar şu anki tablonun dışına kendisini konumlandırmış bir özne olarak çıkışsız durumdadır. Bu çıkışsızlığını el-Fetih ile kuracağı karşılıklılık ilişkisi ile çözmeyi deneyecektir. Bu yolun çıkmaz olduğunun işaretleri henüz bu proje olgunlaşmadan açığa çıkmıştır.

ii.Yalnız bırakılan Hamas, mevcut radikal tavrını uzun süre muhafaza edemeyecektir. Ancak bu, Hamas’ın siyasal bir program ortaya koyarak sorunu çözebileceği anlamına gelmemektedir.

iii.Hamas, İsrail’in şu an yürüttüğü “çözümcü” görünen stratejinin risklerini omuzlayacak yetenekte değildir. Tahminimiz odur ki İsrail mevcut politikasını Hamas bahanesiyle sıkılaştırarak, Hamas’ın geçmişini ve büsbütün arınamayacağı kimi özelliklerini kullanarak Filistin’i marjinalize etmeyi deneyecektir.

iv.Arafat faktörünün varlığında dahi dağılma sinyalleri veren Filistin siyasetinin değişik unsurları arasındaki konsensüs, bir daha sağlanamamak üzere bozulmuştur ve bu kurumsallaşmıştır. Emperyalizmin seçimi, hiçbir işe yaramadıysa dahi buna yaramıştır. “Hamas, bu süreci geriye doğru işletebilecek bir özne midir?” sorusunun yanıtının olumlu olma ihtimali hayli düşüktür. Böyle bir nesnellikte Filistin’in savunmasız kaldığı söylenebilir. Bu daha seçimin ilk gününden belli olmuştur.

v.Hamas, uluslararası alanda da etkili biçimde hareket edemeyecektir. Bunda İran’ın ciddi bir tehdit ile karşı karşıya olması da etkilidir.

Sanıyoruz ki, emperyalist merkezlerin borazanları şu anki panik havasını bilinçli biçimde yaratmaktadır. Kalkan tozdan kimsenin önünü görmemesi en fazla emperyalist-siyonist eksenin işine yaramaktadır. Burada dikkatler “Filistin’de intifada yeniden örgütlenebilir mi?” sorusuna odaklanmalıdır. Bir kere “demokrasi” virüsü Filistin’e bulaşmıştır. Filistin siyaseti kaotik bir mecraya sürüklenmektedir. Pandora’nın kutusu açılmıştır. Üstüne üstlük siyaseten karşı karşıya gelmiş olan tarafların silahlı güçlerinin olduğu hatta taraflardan birinin devlet ile özdeşleştiği, seçim sonuçları ertesinde el-Fetih göstericilerinin “silahlı kanadının” polisler olduğu hatırlanmalıdır. Filistin’de iç unsurların silahları belki de ilk kez bu kadar net biçimde birbirine dönmektedir. Bu durumda el-Fetih’e havuç, Hamas’a sopa stratejisinin ısrarla takip edileceği anlaşılmaktadır. İntifadanın yeniden örgütlenebilmesi bu süreçte sağlıklı bir ayrışma yaşanmasına bağlıdır. Irak direnişinin rüzgarının daha güçlü hissedildiği bir atmosferde bunun daha kolay olacağına kuşku yok.” 19

Ortadoğu’da barış için

İnsanlık bir kez daha barış için savaşmak zorunda. Ortadoğu’ya baktığımızda içimizi acıtan tablo bunu gösteriyor. Bir süredir söylüyoruz; emperyalizmin bütün araçları ile saldırdığı bu coğrafyada, karanlığın bölgede tutunmasını sağlayacak lanetli bir eksen oluşturuluyor. İsrail-Türkiye-Kürdistan ekseni… Eksen, parçalarından ilkinin terörist karakteri, ikincisinin çözülüş paniği ile saldırganlaşma potansiyeli, üçüncüsünün ise Anadolu’nun pek güzel ifadesi ise “buldumcuk” oluşu ve karşılığında kayıtsız şartsız teslimiyetçiliği birleştiğinde, Arabı, Kürdü, Türkü, Yahudisi, Süryanisi, Dürzisi, Marunisi, Sünnisi ve Şiisiyle tüm inançlardan bütün halklar için uğursuz günleri haber vermektedir. Bu uğursuz günlerin karşısına bölgenin tüm ilerici, anti-emperyalist güçleri beraber dikilmeli, emperyalizme karşı mücadele ederek emperyalizmin bölgeye demirlemesini sağlayacak bu eksen dağıtılmalıdır. Eksenin kuşku yok ki güçlü ve görece özerk hareket edebilme yeteneğine sahip öğesi İsrail’dir. İsrail’in bölgesel etkinliğinin azaltılması, Filistin direnişinin çürümeye yüz tuttuğu şu günlerde hepten önem kazanmaktadır. İsrail’in bölgesel etkinliğini kıracak olan hiç kuşkusuz Doğu birliğinin örülmesi, yıllardır emperyalizm tarafından aralarına nefret tohumları ekilen halkların birliğinin sağlanmasıdır.

Halkların birliğini sağlamak yazımızın ilk kısmında Bolşevik deneyimden aktararak anlatmaya çalıştığımız gibi ancak mücadele birliği ile olmaktadır. Bugün Doğu’da mücadele birliğini sağlayacak zemin mevcuttur. Anti-emperyalizm ve anti-Siyonizm mücadele birliği için uygun zeminin adı olmaktadır. Bu zeminin siyasi açıdan anlamlı kılınabilmesi için tabloda kızıl renge ihtiyaç duyulmaktadır. Kızıl rengin baskın olduğu bir tablo kimsenin kuşkusu olmamalıdır ki insanlığın evrensel kurtuluşunun tablosu olacaktır.

Bizim ülkemizde, bu eksenin bir parçası haline getirilmek için çürütülmeye çalışılan ülkemizde, bu görevin somut yansıması çok açık ki en fazla toplumsal çürümeye karşı durmak ve bu çürümenin siyasi boyutuna karşı savunmasız hale gelen Kürt kardeşlerimizi Kuzey Irak’a teslim etmemektir. Hrant Dink’in öldürülmesi bir kez daha göstermiştir ki; ülkemiz atmosferinde “yaşasın halkların kardeşliği” sloganının dolduramadığı bir boşluk mevcuttur. Komünistler mevzilenecekleri mevkiyi daha ileride konumlandırmak durumundadırlar. Ülkemize düşen görev budur. Ülkemize düşen görev halkların kardeşliğinden halkların birliğine nasıl sıçranacağını göstermektir. Galiba TKP’nin 8. Kongresinin altını kalın kalın çizdiği başlıklardan birisi budur.

Dipnotlar

  1. G. Arrighi, T. Hopkins, I. Wallerstein, Sistem Karşıtı Hareketler (çev.: C. Kanat B. Somay S. Sökmen), İstanbul: Metis Yayınları, 1995, s. 125
  2. Yazımızda teknik bir aksaklıktan dolayı yer veremediğimiz bir nokta da yok değildi.” !פועלי כל העולם התאחדו “Yani yazıya giriş notu yaptığımız İbranice ifade düşmüştü. Geriye ise yazarın köylü kurnazlığı zannedilebilecek “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin! – İbranice” ifadesi kalmıştı. Tüm okuyucularımızdan şansımızı zorlamayıp Türkçe özür diliyoruz.
  3. MidEast Web Historical Documents, http://www.mideastweb.org/gromyko1947.htm (İndirilme tarihi: 12.11.2006) Konuşmanın tam metninin İngilizce çevirisi bu sayfada bulunmaktadır.
  4. Burada bir dipnot ile belirtmekte fayda var. Devrim-öncesi Rusyası’nda on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde kendisini bir şekilde Yahudi kimliği ile ifade eden, politik yelpazenin hemen her bölmesinde konumlanmış özneler mevcuttu. Bizim burada anmış olduğumuz Siyon Sevdalıları örgütü, Siyonist-sosyalizmin ilk temsilcisidir. Siyon Sevdalıları’nın önemli teorisyeni Nahman Syrkin, 1892 yılında Yahudi Sorunu ve Sosyalist Yahudi Devleti adlı kitabını yayımlamıştır. Bu devlet, Yahudi işçilerin vereceği sınıf mücadelesi sonucu vaat edilmiş topraklarda kurulacak sosyalist bir devlet olacaktır. Dolayısıyla örgütün programı acil bir Yahudi göçünü öngörmektedir. Bunun dışında en bilinen sosyalist Yahudi örgütler Lenin’in hem “örgüt teorisi” hem de “uluslar meselesi” başlığında sıkça polemiğe girdiği Bund (Yiddiş dilinde Birlik), Yahudi Sosyalist İşçi Partisi ve Siyonist-Sosyalist İşçi Partisi’dir.
  5. V. I. Lenin, “Critical Remarks on the National Question”, Collected Works (4. İngilizce Baskı), c.20, Moskova: Progress Publishers, 1964, s. 27.
  6. s.45
  7. V. I. Lenin, “Does the Jewish Proleriat Need an ‘Independent Political Party’?”, Collected Works, (4. İngilizce Baskı), c.6, Moskova: Progress Publishers, 1964, s.335-36.Lenin’in Yahudi işçilerin ayrı bir çatı altında örgütlenmesine karşı çıkmasının ardında yatan en önemli sebeplerden bir tanesi, Yahudilerin Rus sosyal demokrasisi için önemli bir “kadro” kaynağı olmasıdır. Eleştirel Düşünceler’de Lenin “Yahudilerin demokratik hareketler ve proletarya hareketi içindeki oranı, her yerde Yahudilerin toplam nüfusa oranlarından fazladır” demektedir.
  8. Arnold Kramer, The Forgotten Friendship-Israel and the Soviet Bloc, 1947–53 1974: Illionis: Illionis Üniversitesi Yayınları, 1974, s.6.
  9. age., s.7
  10. Eric Hobsbawm, Interesting Times – A Twentieth-Century Life, Londra: Abacus, 2005, s.137.
  11. Arnold Kramer, a.g.y., s.11.”David Ben-Gurion’un yönetimindeki Yahudi Ajansı tarafından kumanda edilen Yahudi Direniş Hareketi, yeraltı ordularına bölünmüştü: Haganah (Genel askerî yapı – yaklaşık 75 bin kişi) ve Palmaç (Yigael Allon’un doğrudan komutasında olan 20 bin ila 26 bin savaş bölüğünden oluşan Haganah’ın savaşçı birlikleri). İlaveten, Menahem Beygin önderliğindeki sağ-kanat Siyonist Revizyonist Parti, Irgun Zvi Leumi (IZL) olarak adlandırılan kendi terörist grubunu örgütlemişti ve yaklaşık 4 bin kişiden oluşuyordu.” (a.g.y., s.11, dipnot 16.)
  12. Bir yandan diplomatik olarak bu süreç işlerken öte yandan 1947’de Sovyetler Birliği bir belgesinde Siyonistleri “İngiliz emperyalizminin burjuva dalkavukları” olarak tanımlamaktadır. Sanıyoruz ki bu tanımlama, diplomatik cenahta yürüyen sıcak ilişkilere karşı, Sovyet sınırları dahilinde yükselme ihtimali olan Siyonist akımlara karşı ideolojik bir önlem niteliğindedir. Burada eklemek istediğimiz bir diğer husus Siyonizmin belli açılardan imajının konjonktür tarafından çarpıtılmış olduğudur. Sovyetler Birliği’nin her sosyalizm diyene kucak açmayacak kadar dikkatli olduğu bilinmektedir. Ancak Yahudilerin İkinci Savaş’ta maruz kaldığı uygulamalar ve soykırım, buna ek olarak anti-faşist cephede kurulan dirsek teması diğer yandan Siyonistlerin İngilizler ile dönemsel karşı karşıya geliş ve Ben-Gurion’un sosyalist olma iddiası ile birleşince Siyonizm gerçekte olduğundan oldukça farklı bir görünüme bürünmektedir.
  13. Igor M. Diakonoff, Tarihin Yörüngeleri (çev.: Mete Tunçay), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 2004, s.463.
  14. R. Owen, Ş. Pamuk, age., s.239
  15. age., s.237-8. Aynı yerde söz konusu transferlerin hangi alanlarda kullanıldığı da aktarılmaktadır. 1967’ye kadar bu transferler İsrail’in hem askerî gücünü perçinleme tutkusu, hem de sanayisini büyütmek amacıyla yaptığı ithalatlar sonucu ortaya çıkan muazzam dış ticaret açığının finansmanı için kullanılmıştır.
  16. Haim Weizmann’ın Lloyd George’a yazdığı mektuptan aktaran Jeffrey D. Dillman, Water Rights in the Occupied Territories, Journal of Palestine Studies, Vol. 19, No.1, (Güz 1989), s.48
  17. Abdullah Kıran, Ortadoğu’da Su – Bir Çatışma ya da Uzlaşma Alanı, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2005, s.166. Buradan sonra su meselesine ilişkin sayısal veriler aksi belirtilmedikçe Kıran’ın çalışmasından aktarılacaktır.
  18. Marwan Bishara, Filistin/İsrail Barış veya Irkçılık (çev: Ali Berktay), İstanbul: Kitap Yayınevi, 2003 s.95–96
  19. Galip Munzam, Emperyalizmin Filistin Seçimi, soL 243.