‘Yeni Türkiye’nin’ yarattığı sarsıntı üzerine

Ankara Hükumeti temsilcileri Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti heyetiyle. 31 Mart 1922, Afyon.

23 Nisan’da Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılışı 1920 yılının siyasi karmaşasının ortasında bir nirengi noktasıydı. Belirsizliklerin yarattığı geniş bir kurgu yelpazesi içinde tabloyu sadeleştiren, tarihsel gelişmenin yönüne ilişkin değerli bir ipucuydu. BMM’de somutlanan siyasi iradenin kumanda ettiği milli mücadele, emperyalistlerin Yakın Doğu politikasını alt üst etti. Aynı zamanda Ankara adlı küçük kasabada kurulan meclis bir devrim meclisiydi. Yıkık bir imparatorluğun bizzat kendi askeri/siyasi kadrolarının öncülüğünde Ankara’da doğan yeni bir Türkiye’ydi.

Ankara’nın hem milli mücadelenin hem de bir siyasal devrimin merkezi olmasını iç içe birbirinden ayrılmaz olgular olarak düşünmek gerekir. Çıkarları Türkiye’de bir düzen değişikliğinden yana ve imparatorluğun sonbaharında doğmuş sınıfsal güçler emperyalistlere karşı gösterilen direnişe enerji aktarabilecek, bu direnişi merkezileştirebilecek, eski düzenin kimi unsurlarını kendine yedekleyebilecek ve nihayet süreci başarıya taşıyacak yegane özneyi teşkil ediyordu. Tersinden milli mücadele eski düzenin enkazını bir devrimle aşmanın yegane yoluydu. Bu iki olgunun birlikteliği bize Türkiye burjuva devrimini vermektedir.

Bu yazıda, yeni Türkiye’nin Ankara’da Büyük Millet Meclisi çatısı altında yukarıda tarif edilen çerçevede doğuşunun uluslararası sonuçları farklı boyutları ile ele alınacak. Böyle bir tartışma “yeni Türkiye’nin” emperyalistler açısından yutulması zor bir lokma olmasının basitçe bozulan jeo-stratejik hesaplardan kaynaklanmadığının, Türkiye’deki gelişmelerin bir tarihsel kırılmaya vesile olduğunun anlaşılması bakımından önemli.

Emperyalist planların gerçekçiliği

Marx ve Engels Prusya’nın 1871’de Fransa’yı mağlup edip Alsas-Loren bölgesini zapt etmesinin ardından Alman sosyal demokratlarına şu görüşü iletiyorlardı [1]:

“Ebedi barış garantileri icat eden alçaklar ve aptallar en azından Prusya tarihinden Napolyon’un Tilsit Barışı’nın bedelini nasıl ağır ödediği örneğinden hareketle yaşama yetisi olan bir halka gem vurulması için alınan benzer dayatmacı önlemlerin tam tersi sonuçlara yol açacağını bilmek zorundaydılar.” [2]

1920 yılında Türkiye’nin bağımsızlığını savunanlar objektif olarak ne kadar güçsüz görünürse görünsün ve emperyalizm bölgeye ne kadar egemen olduğu izlenimi vermiş olursa olsun, İtilaf devletlerinin Sevr Anlaşması’nda somutlanan Osmanlı’yı paylaşım planı gerçekçi bir plan değildir. Bunu bugünden bakarak olayların nasıl neticelendiğini bildiğimiz için değil tarihin mantığını kavradığımız için söyleyebiliyoruz.

Üstelik daha o gün emperyalist ülkelerin Yakın Doğu sorunuyla ilgili görevlendirilmiş kadroları arasında yukarıda işaret edilen durumu açıkça ifade eden kişiler mevcuttu. İngiltere’nin Akdeniz filosunda görevli amiral R. Webb’in Londra’ya yazdığı 23 Nisan 1920 tarihli raporda şu satırlar yer alıyor:

“Türkiye’nin kamuoyunda kötü bir şöhreti var; ve Türkiye ile dostluğun en az Yunanistan ile dostluk kadar belki ondan daha fazla değerli olduğunu öne sürmek pek çoklarına sapkınlık gibi gelebilir… Belki aynı fikri tersinden şu şekilde öne sürmek daha iyi olur: Düşman bir Türkiye bizim için düşman bir Yunanistan’dan daha tehlikelidir. Yunanistan’ın coğrafi konumuna sahip bir ülke her zaman Akdeniz’de hakimiyeti olan bir Büyük Güç’ün insafına kalır. Oysa Anadolu’nun yaylalarında konumlanmış Mustafa Kemal bir deniz gücüne karşı hiç de yumuşak başlı olmayacaktır.” [3]

Bir askerin gözüyle yapılan bu değerlendirme Mustafa Kemal’in liderliğinde egemen bir ülkeyi varsayıyor. Oysa BMM açıldığında ülkenin durumu hiç de bağımsızlık yanlılarının lehine değildi. Bu tarihlerde emperyalist ülke liderleri San Remo’da Osmanlı topraklarının geleceğine ilişkin plan yaparken aşağı yukarı bugünkü İç Anadolu, Orta ve Batı Karadeniz topraklarına daralmış, kendini savunma hakkı elinden alınmış, kukla bir saltanat rejiminin elinde bir Türkiye tasarımı üzerinde duruyorlardı. 16 Mart’ta İstanbul resmen işgal edilmiş, İstanbul’daki son Osmanlı meclisindeki önemli milliyetçi kadrolar Malta’ya sürgün edilmiş, 5 Nisan’da hainliği dillere destan Damat Ferit Paşa yeniden hükümet kurmuş ve hemen ardından emperyalistlere bulunduğu vaatler gereği Anadolu’daki ulusal harekete karşı fiziki saldırıları başlatmıştı. Ankara’da meclis açılırken Anadolu’nun dört bir yanı gerici ayaklanmalarla sarsılıyordu. Bir kısmını İngiltere’nin doğrudan finanse ettiği isyancı kuvvetler pek çok yerde milli mücadele hareketini geriletmişti.

Yine de bu tablonun emperyalistlere rahat bir nefes aldırdığını söylemek güç. Artık pek çoklarının sezdiği Türkiye gerçekliği ile hayata geçirilmeye çalışılan emperyalist planlar arasındaki açı San Remo’daki görüşmenin üzerine de koyu bir gölge düşürmüştü.

Zor “barış”

Önce bu gölgenin nesnel zeminine bakalım. İngiltere’nin başını çektiği koalisyon uzun süredir gündemde olan ancak halli savaş sonrasına kalan “Doğu sorununun” çözümü peşindedir. Savaş sırasında yapılan ve Ekim Devrimi’nin hemen ardından Bolşevikler tarafından ifşa edilen çok sayıda gizli anlaşma ile Osmanlı’nın Orta Doğu’dan tüm bir Anadolu’ya ve Trakya’ya uzanan geniş topraklarının kağıt üstünde paylaşım planı hazırdır.

Ancak kağıt üstünde yapılan bölüşümü hayata geçirmek hiç de kolay olmamıştır. Mütarekenin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen emperyalistlerin bu kadar kıvranmasının belli nedenleri olmalıdır. Çok geniş, zengin, pek çok ulusu barındıran bir coğrafyanın imparatorluğun son çeyrek yüzyılından ve savaş yıllarından derin sorunlar devretmiş yapısı “barışın” bağlanmasının önündeki objektif engeli oluşturmaktadır.

Ayrıca savaş sırasında yapılan planlarda çeşitli nedenlerle önemli revizyonlar meydana gelmişti. Rusya’da devrimin ardından Sovyet hükümetinin derhal savaştan çekilmesi planları bozan başlıca etmendi. Bu durum İstanbul’un ve Boğazların statüsünün ne olacağı konusunda büyük belirsizlik yaratmıştı. 1917 yılında savaşa dahil olan Yunanistan gizli anlaşmalarda İtalya’ya vaat edilen Batı Anadolu ve Doğu Trakya toprakları üzerinde tarihsel hakları konusunda İngiltere’yi ikna etmişti. Ancak ezici çoğunluğu Türklerden oluşan bu topraklarda Yunanistan’ın kalıcılığını tesis etmek İngiltere için yeni bir karın ağrısı yaratmıştı.

Emperyalistler Ermenilerin savaş sırasında maruz kaldığı tehcir ve katliamları siyasi olarak istismar ediyordu etmesine ama Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu topraklarını içine alan Büyük Ermenistan projesinin nasıl hayata geçirileceği konusunda hiçbir aklıselim fikir üretilemiyordu. Mütarekeden sonra Fransa’nın teşvikiyle Suriye’den Anadolu’ya geri dönen ve Fransız ordusunda silahaltına alınan Ermenilerle Türk çeteciler arasında kanlı çatışmalar ve sivil katliamlar yaşanmış, daha şimdiden Anadolu halklarının trajedisine bir yenisi eklenmişti. Yunanistan işgali örneğinde olduğu gibi etnik yapısı savaş yıllarında değişmiş doğu ve Karadeniz bölgelerinde yapılan planlar doğrultusunda istikrarı tesis edebilmek için güç yığmak gerekecekti. Oysa itilaf devletleri ne kamuoylarına yeni bir macerayı anlatabilecek, ne de çok değerli çiçeği burnunda Ortadoğu sömürgelerinden güç kaydırabilecek durumdaydılar.

Mütarekeden hemen sonra Anadolu’nun işgaline karşı başkentte ve diğer bölgelerde itirazlar yükselmeye başlamıştı. Bu hiç de beklenmedik bir durum değildi. II. Meşrutiyet’ten bu yana modern burjuva kurumlarının oluşumu hız kazanmıştı. Artık ülkede hem iktidarların hem de dışarıdan ülkeye müdahale eden aktörlerin dikkate alması gereken etkili bir kamuoyu vardı. Bu kamuoyunun dikkate değer bir bölümü milliyetçi ideoloji tarafından belirleniyordu. İmparatorluktan kopuşların ve savaş yıllarında yaşanan tehcir ve katliamların ülkeyi etnik olarak homojenleştirmesine paralel biçimde Türk milliyetçiliği baskın ideoloji haline gelmişti.

Ayrıca 1917’de Rusya’da yaşanan devrimin özgürlük vaadi dalga dalga Büyük Güçlerin tahakkümü altında yaşayan, işgal, müdahale ve dayatmalarıyla karşı karşıya kalan doğuyu etkisi altına alıyordu. Amerikalıların İstanbul’daki en yüksek yetkilisi Amiral Bristol’ün Mart 1920’de hükümetine geçtiği şu bilgiye bakın:

“İşgalden önce Cuma günü, Türk ilahiyat Okulunda Darü’l Hikmetü’l-İslamiye’de Milliyetçilerin gizli bir toplantı yaptıkları bildirildi. Bu toplantıya çok sayıda hoca ve milliyetçi militanlar katılmışlardır… Bu toplantıda yıkıcı barış koşullarına muhalefet etmek için ne gibi önlemler alınabileceğinin tartışıldığı ve Bolşeviklikten yana bir bildiri yayınlamanın kararlaştırıldığına inanılıyor.” [4]

O günlerde emperyalist ülke temsilcilerinin raporları münferit gibi görünen bu tür pek çok olayla doluydu. Olayların bir kısmının abartıldığını, uydurulduğunu varsaysak bile Türkiye’de kurtuluş yolu arayanlar için Rusya’nın bir referans haline geldiğini, en azından ilgi uyandırdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Türkiye’de emperyalist işgale direnişin örgütlü hale gelmesi için de bir zemin mevcuttu. Savaşın bitiminde İttihatçı liderlere yönelik öfke ve İttihatçılığın itibar kaybı bir veri olsa da artık bu akım ülkede sökülüp atılamayacak kadar köklenmişti. Kendini fesheden İttihat ve Terakki Partisi’nin yerine eski İttihatçılar İstanbul’da yeni partiler, cemiyetler kurdular. Milli mücadelenin İstanbul ayağında önemli roller üstlendiler.

Mütarekenin ardından emperyalist işgale ve müdahalelere karşı direnme yönündeki kıpırdanmalar Mayıs 1919’da İzmir’in işgali ile birlikte başka bir boyuta taşınmıştı. Anadolu’nun her yerinde işgale dur demek için kongrelerde ve cemiyetlerde yan yana gelen meslek sahipleri, esnaf, memurlar, taşra aydınları eski İttihatçı yapının devrettiği birikimi temsil etmekteydiler. Osmanlı aydınlanmasının ürünü olan, çoğu İttihatçılığın tezgahından geçmiş çok sayıda rütbeli asker, sivil bürokrat ve aydın milli mücadelenin ön safına geçiyordu.

Emperyalistlerin Türkiye’deki muhatapları, yani Saray ve İstanbul hükümetinin meşruiyeti hızla sıfırlanırken ve İstanbul dışıyla hemen hemen tüm bağlantısı koparken Anadolu’da kontrolü eline almış ve fiili bir devlet görünümüne kavuşmuş olan BMM kendini dayatıyordu. İngiliz hükümeti kısa sürede yaşanan bu gelişmeler karşısında onca yıla yayılan emperyalist planlarda radikal bir revizyona gitmek yerine ortaya çıkan bu yeni gücün alt edilebileceği yönünde kanaati güçlendirmeye çalışıyor, koalisyon üyelerini peşinden sürüklemeye devam etmek istiyordu [5]. 1920 yaz başında Damat Ferit’in idaresindeki gerici kuvvetler bütünüyle dağıtıldı. Emperyalistlerin doğrudan müdahalesinin gündem dışı olduğu durumda milli mücadele kuvvetleriyle uğraşmaya hevesli, bunun için ikna turları yapan Yunanistan başbakanı hırslı Venizelos’a işi teslim etmekten başka bir seçenek kalmıyordu [6].

İtalya’nın kuyruk acısı ve Fransa’nın rezervleri düşünüldüğünde Yunan ordularının harekatı bir İngiliz projesi olarak kendini gösteriyor. Türkiye barışının altında ortak imzası olan koalisyon çözülme emareleri gösteriyor, milli mücadelenin güçlenmesi bu çözülmede katalizör görevi görüyordu. Ankara sıkı bir diplomasiye girişmiş, süreç içinde İtalya ve Fransa’yı hem başarı ihtimaline ikna etmiş, hem de yeni Türkiye’de bu ülkelere sağlanabilecek avantajlar konusunda kimi güvenceler verilmişti. İtalya ile Ankara arasında kesintisiz bir iletişim sürüyor, bu ülkenin sahadaki temsilcileri Kemalistlerin tezlerine ikna olmuş görünüyorlardı [7]. Fransa Suriye’deki konumunu yitirmemek kaydıyla Ankara ile ateşkese razı olacak gibi duruyordu. Kemalistlerin hakim olduğu bir Türkiye’nin iktisadi olarak hamisi olma yönünde fikirler Fransız yönetiminde etkili olmaya başlamıştı [8].

Kemalizm faktörü

Yazının başında emperyalistlerin 1920 yılında kesin çizgilerine kavuşturdukları barış planının gerçekçi olmadığını iddia ettik. Hem masa başında hem de sahada karşılaşılan güçlükler, emperyalist hükümetlerin aralarındaki uyumsuzluklar ve her birinin kendi içinde yükselen çatlak sesler daha o gün emperyalist barış planının gerçekçilik testinden geçmekte zorlandığını gösteriyor. Türkiye’nin bir yüzü savaşların yıkımı karşısında bıkkınlık, yokluk, geri kalmışlık, cehalet ve gericilik olsa da Türkiye toplumu mutlak bir esareti barış diye sunan güçler karşısında direnç geliştirecek bir gelişkinliğe sahipti.

Ancak burada ihmal edilmemesi gereken başka bir şey var: Emperyalist barışın önüne çıkan nesnel kısıtlar ve mütareke sonrası kendini gösteren toplumsal dirence rağmen eğer Kemalistlerin harekete biçim ve yön tayin eden, bir düzen değişikliğini adım adım yürürlüğe koyan iradesi olmasa Türkiye’nin bağımsızlığı gecikebilir, bu arada pek çok ağır bedel Türkiye toplumuna ödetilebilirdi. Emperyalist planın gerçekçi olmadığını iddia etmek bir şey, olaylar kendi akışına bırakılsaydı “zaten bu ülke bu planı kusardı” demek başka bir şeydir.

Kemalistlerin başarısının sırrı ise askeri alanda değil Türkiye’nin son yarım asırdır ortaya çıkmış modern birikimini sıçratmak, burjuva anlamda ilerlemenin, adlı adınca kapitalistleşmenin önündeki engelleri yıkmak üzerine kurulu devrimci stratejisindedir. Yeni Türkiye’nin kuruluşunda, imparatorluk fikrinden vazgeçen, “misak-ı milli” olarak anılan ve aşağı yukarı bugünkü Türkiye’ye daralmış sınırlara tekabül eden topraklar üzerinde milli egemenlikten söz eden ve anayasal monarşiyi bir kenara bırakıp cumhuriyet rejiminde ısrar eden bir devrimci liderliğin ortaya çıkmış olması elbette olayların seyrini büyük ölçüde etkiledi. Dualarla açılan ve padişaha saygıda kusur etmeyen Büyük Millet Meclisi, içindeki azımsanmayacak sayıda mollaya ve saltanat yanlısına rağmen saltanatın durumunu belirsiz bir geleceğe havale ederek daha ilk günden Türkiye’nin işgal altında olmayan topraklarını fiili olarak cumhuriyet idaresi altına aldı [9].

Bu çizgi direniş hareketinin dağınıklığını giderdiği, hızla burjuva ilkeler üzerine kurulu merkezi bir iktidar inşa ettiği gibi emperyalistlerle erken bir uzlaşma ihtimalini de bertaraf etti. Oysa Mustafa Kemal’in yakın çevresinde dahi çeşitli ülkelere manda idaresiyle bağlanma fikrinin dolaştığı, İngiltere’nin 23 Nisan’ı takip eden aylarda uzlaşma için yokladığı zemine cevaz verecek kadrolar olduğu biliniyor. Çemberin en daraldığı anlarda bu tür ihtimallerin bertaraf edilebilmesi için, çok kez tek kişide cisimleşen bir siyasi kararlılık gerekiyordu.

Doğuda devrim cephesi ve Türkiye

Böylece Ankara’daki iktidarın milli mücadeleyi sonuna kadar başarılı biçimde götürebilmiş olmasını kendisini bütünüyle İstanbul’dan ayıran ve ayrıştıran, çizilen sınırlar dahilindeki siyasi egemenliği kabul ettirene kadar uzlaşmayan devrimci bir çizgiye oturmasına bağlamış oluyoruz. Bu Türkiye’nin 1920 yılı itibariyle doğuda yükselmekte olan devrim cephesine dahil olduğu anlamına gelmektedir. Çünkü aynı çizgi milli mücadelenin en önemli kadroları arasında Sovyet karşıtı bir tutum olmasına rağmen Sovyetlerle ittifak kararı alabilmiştir.

Kemalistlerin Sovyet Rusya ile işbirliği kararı her iki taraf açısından geniş bir coğrafyada en başta İngiliz emperyalizmine meydan okunması adına çok önemli bir gelişmeydi. Bunun İngiltere’yi fazlasıyla ürküttüğü aşikar. Emperyalist koalisyon doğudaki tehlikeye karşı çeşitli ödünlerle Kemalistleri Bolşeviklere karşı kullanmak ile Türkiye’deki milli mücadeleyi kesin yenilgiye uğratarak orijinal planlarını hayata geçirmek arasında gidip geliyordu. İngilizlerin Kafkasya görevlisi Komutan Harry Luke’un 21 Mart 1920 tarihinde kaleme aldığı memorandumda bu tereddüdü görüyoruz:

“Türklerin aktif düşmanlığının İngiliz İmparatorluğu için iki tehdit yarattığı bildirilmektedir. Birincisi, genel bir tehlike, Milliyetçiler Mısır’da, Hindistan’da, Orta Asya’da ve diğer yerlerde İmparatorluğa karşı Müslümanları kışkırtıyor. Diğer ve daha acil tehdit ise Bolşeviklerin Transkafkasya’ya girmesi durumunda onlarla ittifak yapmayı ve kırılgan doğu hudutlarımızda sonu gelmez nifak tohumları ekmeyi planlıyorlar. Türkler, daha doğrusu Müslümanlar Bolşevik teoriye içgüdüsel olarak karşıdır, çünkü Bolşevizmi İslamla bağdaştırmak mümkün değil. Ancak bir ihtiyaç olarak görürlerse bu doğal olmayan ittifakın içine girebilirler. Bu ihtiyaç önlenemez mi? Önlemeye değer olduğunu düşünüyorum, ve bence önlemek için Yunanistan’a İzmir ve Trakya’yı vermekten vazgeçilebilir ve Ermenistan’a Türkiye’den verilecek topraklarda sınırlamaya gidilebilir. Türkler gibi muhafazakar bir halk Ortadoğu’da Bolşevik cereyana karşı değerli bir tampon olduğunu gösterecektir.” [10]

Luke’un işaret ettiği tehlike kısa bir zaman sonra realize oldu. Kemalistler Bolşeviklerle anlaştı, Kafkasya’nın sovyetizasyonuna destek oldular, böylece çekilen Kafkas seti emperyalistleri bölgede saf dışı etti. 1920’de Bakü’de Doğu Halkları Kurultayı Komintern’in çağrısıyla çeşitli sınıfsal ve ideolojik kökenlerden, ortak noktası İngiliz karşıtlığı olan ve Asya’nın dört bir yanından gelen kalabalık bir delegasyonla toplandı. Türkiye’den Kemalistler, ittihatçılar ve komünistler de yerlerini almışlardı. Bununla da bitmeyecek, Bolşevikler sosyolojik olarak iç içe geçmiş Kafkaslardan İran’a oradan Hindistan’a kadar geniş bir hat üzerinde İngiliz nüfuzunu tehdit eden devrimci hamlelere girişebileceklerdir [11].

Sonuç

Ankara’da BMM’nin açıldığı 1920 yılında, Türkiye’de emperyalist Yakın Doğu tasarımlarıyla uyumsuz bir tablonun kendini göstermeye başlaması savaşın çözemediği emperyalist krizi derinleştiren bir artçı sarsıntı olarak da okunabilir. İlk büyük sarsıntı 1917 Büyük Ekim Devrimiydi. Nasıl ki İstanbul’da oturan sultan “mülkünü” korumak adına “küçük olsun benim olsun” deyip Sevr’de Türkiye’ye dayatılan tasarıyı sineye çektiyse, İngiltere de Doğu’nun sömürge ve yarı sömürge dünyasında ve “Büyük Güçler” koalisyonu içinde sarsılan otoritesini restore etmek istiyordu. Çıkarları var olan düzenin muhafazasından yana olan gerici koalisyonunun karşısında “Yeni Türkiye” Sovyet Rusya’nın yanında değişimin temsilcisi olarak belirmişti.

Türkiye’deki devrimin mülk sahibi sınıfların öncülüğünde gerçekleşmiş olması o günkü uluslararası düzeni sarsıcı etkisini hafifletmemektedir. Çünkü o günün dünya tasarımı içinde emperyalizmin doğal nüfuz bölgeleri olarak gördüğü, paylaşım için savaşa tutuştuğu bir coğrafyada kendine onurlu bir yer açmaya çalışan, var olduğu topraklarda siyasi egemenliğini iddia eden bağımsız kapitalist birimlerin yeri yoktur. Olmadığı için Kemalistler zafer kazanana kadar uzlaşmaktan kaçınmış [12], olmadığı için Sovyetlerle doğal olarak yakınlaşmış ve olmadığı için İngiltere Türkiye’de yükselen direniş karşısında gereken politik esnekliği gösterememiş, çok sayıda veriye ve uyarıya rağmen halihazırdaki plana sıkı sıkıya tutunmuştur.

Türkiye’de hesapta yokken ortaya çıkan cumhuriyetin emperyalist dünya tarafından hazmı zaman alacaktır. Ancak o gün İngiltere’yi ve diğerlerini asıl korkutan Sovyet Rusya ile temeldeki derin farklara rağmen sağlıklı bir ilişki geliştirebilmiş burjuva Türkiye’nin sömürge dünyası için teşkil ettiği kötü örnektir. Tarihin tekeri ise geriye çevrilememektedir. Türkiye’nin bağımsızlığının teşkil ettiği olumsuz örnek pek az uluslararası sonuç yaratsa da çeyrek asır sonra sosyalizm bir dünya sistemine dönüştüğünde az gelişmiş dünyaya ilişkin emperyalist kurgu bu kez bütünüyle tarumar olacaktır.

Dipnotlar

1. 1871’de Prusya militarizminin çiçeği burnunda Alman birliğine hediyesiydi Alsas-Loren. Ülkeyi Birinci Dünya Savaşı’nda büyük bir felakete sürükleyen Alman emperyalizmi 1919’da, yine Versay’da, Alsas-Loren’in zaptını kırk sekiz yıl önce resmileştirdiği yerde, bölgeyi Fransızlara geri vermek zorunda kaldı. Bu kez “yaşama yetisi olan bir halka gem vurulması için alınan benzer dayatmacı önlemlerin tam tersi sonuçlara yol açacağını bilmek zorunda” olan ama bilemeyen Fransa ile itilaf cephesinin diğer emperyalist devletleriydi. 1919 Versay Anlaşması Alman emperyalizmini çürüğe çıkarttığı gibi Alman toplumunun tarihsel birikimini yok sayıyor, onu en temel haklarından mahrum bırakıyordu. Bu anlaşmanın “olmayacak duaya amin” demek olduğu kısa sürede ortaya çıkacaktı.

2. G. Serebryakova, Ateşi Çalmak, Evrensel Basım Yayın, 2005, Cilt 4, s. 334

3. B. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, Türk Tarih Kurumu, 2000, Cilt 2, s. 72

4. O. Duru, Amerikan Belgeleriyle Türkiye’nin Kurtuluş Yılları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2011, s. 76

5. 25 Kasım 1919’da Times’da çıkan linkteki haber “Türkiye’nin isyankar generali Mustafa Kemal’in boyun eğdiği bildirildi” başlığını taşıyor. Haberde Mustafa Kemal’in İstanbul’daki Ali Rıza Paşa hükümetine artık devlet işlerine karışmayacakları yönünde güvence verdiğini bildiriyor. Ali Rıza Paşa hükümeti kendisi dahil Anadolu’daki direniş hareketine sempati duyan bakanların ağırlığı oluşturduğu bir hükümetti. Böyle bir hükümete emperyalist güçlerin izin vermesi bu biçimde direniş hareketinin kapsanabileceği beklentisi ile alakalıydı. İngiliz Times gazetesinde gelişmelerin bu beklentiyi güçlendirecek şekilde yorumlandığı anlaşılıyor. https://www.thetimes.co.uk/archive/article/1919-11-25/11/6.html?region=…

6. Yunan ordularının ihtiyaç durumunda Anadolu içlerine girmesi planı daha önce gündeme gelmiş, bunun bir felaketle sonuçlanacağına ilişkin çok sayıda rapor yayınlanmıştı. Türkiye kamuoyundan İngiliz, Fransız ya da İtalyan işgal ordularına karşı gösterilmeyen şiddette tepki Yunanistan’ın İzmir işgaline karşı yükselmişti. Her yerde direniş hareketinin hız kazanmasında İzmir işgali önemli bir milat haline geldi. Bu hem küçük ülke milliyetçiliklerinin rekabetiyle hem de imparatorluktan 19. yüzyılda kopan Yunanistan ve Türkiye arasındaki tarihsel husumetle açıklanabilir. Amiral Webb 23 Nisan’da Lord Curzon’a yazdığı mektupta Batılı Güçlerin sert barış koşullarını kabul ettirmek istiyorlarsa hem politik hem de askeri bir görüş noktasından kendi öz güçlerine başvurmaları gerektiğini belirtiyor. Trakya ve Anadolu’ya barışı kabul ettirmek için gönderilecek Yunan birliklerinin sivil halka yönelik katliam ve tüm kırsal bölgenin tamamen tahrip olmasından başka bir sonuç yaratmayacağını belirtiyor. (B. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, Türk Tarih Kurumu, 2000, Cilt 2, s. 72.) Yunan işgali Anadolu’nun içlerine doğru genişlediği bir zamanda, 2 Eylül 1920’de, Amerikalı Amiral Bristol raporunda şu ifadelere yer veriyor: “Türkiye’yi ve Türk halkını bilen herkesin genel inancı odur ki, barış getirmek için bir anlaşmayı uygulama görevini, Türkiye’de Yunanlılara vermek izlenebilecek en kötü politikadır.” (O. Duru, Amerikan Belgeleriyle Türkiye’nin Kurtuluş Yılları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2011, s. 94)

7. A. Satan, İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye, 1920, Tarihçi Kitabevi, 2010, s. 76

8. a.g.e, s. 75

9. Ankara’daki yeni iktidarın otoritesini kabul ettirmeye çalıştığı günlerde meclisteki saltanat yanlılarını ve toplumdaki sultana yönelik bağlılığı hesaba katarak hareket etmekte tereddüt etmediği görülüyor: “Mücadele hükümete ve onu yönlendiren yabancı güçlere karşıdır. Padişah hazretlerine karşı değil; Müttefiklerin esiri olan Sultan’ın kendisine dikte edilenlerden dolayı mesuliyeti yoktur ve Milli Hareketin mukaddes gayesi mümkün olduğunca çabuk onun hürriyetini, istiklalini yeniden kazanmasına yardım etmekten başka bir şey değildir.” (P. Dumont, Mustafa Kemal, Çağdaş Türkiye’nin Doğuşu, Remzi Kitabevi, 2005, s.73) Ancak aynı meclis oturumunda geçen şu ifadeler yeni iktidarın zaman kazanmaya çalıştığını açıkça göstermektedir: “Hürriyet ve istiklaline yeniden kavuştuğunda Padişah Hazretleri Meclis tarafından tespit edilecek kanuni esaslar çerçevesinde yerini alacaktır.” (a.g.e, s.74)

10. B. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, Türk Tarih Kurumu, 2000, Cilt 2, s. 21

11. Bu tür girişimlere iyi bir örnek Bolşeviklerin Bakü’den Bombay’a bir bağlantı noktası olarak işlev görecek Meşhed Devrimci Komitesi’nin kuruluşuna ön ayak olmasıdır. (T. T. Minassian, Komintern’in Seyyar Militanları, Yordam, 2019, s. 132)

12. Uzlaşmaktan kaçınmış derken Ankara hükümetinin İtalya, Fransa ve ABD’yle diplomatik flörtünü değil İngiltere’nin basit ödünlerle Kemalistleri baştan çıkarma çabalarını reddetmesinden bahsediyorum. Ayrıca Şubat 1920’de Londra konferansında dışişleri bakanı Bekir Sami Bey’in kafaya göre İngiltere, İtalya ve Fransa ile imzaladığı anlaşmaların egemenlik haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle BMM tarafından geçersiz sayıldığı, bakanın bunun üzerine istifa etmek zorunda kaldığı hatırlanabilir.