İşçi sınıfının örgütsüzlüğü aşılabilir
İddia edilen odur ki, neoliberalizm ve kapitalist küreselleşme iflas etti. Doğal kaynakların sınırsız ve hesapsız tüketimi, kamu hizmetlerinin tümden ticarileştirilmesi, reel sosyalizmin çözülüşü sonrası beklenen barış ve demokrasi ikliminin gelişimi yerine otoriter rejimlerin ortaya çıkması, servet ve gelir eşitsizliğinin görülmemiş ölçüde artması, söz konusu iflasın başlıca nedenleri arasında sıralanıyor.
Sınıflı toplumlarda mevcut düzenin iflas etmesi, sömüren sınıfın kendi iç ahenginde bir bozulma ile sömürülen sınıf üzerindeki hegemonyasında bir sarsılma ortaya çıkmasını, ancak bunun yanında sömürülen sınıfın bu bozulmayı derin bir krize taşıyan bir varlık olarak sahne almasını koşullar. Bu nedenle iflas mı etti, can mı çekişiyor yoksa kendini mi yeniliyor soruları için “işçi sınıfının örgütlü müdahalesi” ekseni dışında bir tartışma yürütülemez.
Kapitalist küreselleşme tanımı da bu tartışmadan azade değil. Tanım, Lenin’in emperyalizm çözümlemesine burjuva ideologların yüzyılın sonunda geliştirdikleri sulandırma girişimi oldu. Küresel olmayan bir kapitalist sistemin, hele hele emperyalizm çağında zaten mümkün olamayacağı biliniyor. Kapitalizmin küreselleşmesi aslında bir propaganda aracı olarak da kullanılmıştır: Sınırlar açılıyor, sınıflar iç içe geçiyor ve hatta ortadan kalkıyor, bu anlamda bilinen tarih tanımının sonu geliyor, bilgi çağı ilerliyor ve insanlık yeni bir milenyuma doğuyor. Tez diye yutturulmaya çalışılan propaganda buydu.
Üstelik bu propagandaya soldan gelen katkı hiç de hafife alınacak cinsten olmadı. Sermaye sınırları kaldırıyorsa emeğin bundan yararlanmaması düşünülemezdi! Reel sosyalizm düşmanlığı ile bulaşık Avrupa solculuğu, Berlin duvarının yıkılmasını sınırların ortadan kalkması zannetti. Sovyetler Birliği’ne “özgürlükçü olmayan sosyalizm” eleştirisi getirenler, Kızıl Meydan’a açılan ilk hamburger dükkânından sonra, Sovyet halklarının hamburgerle beraber özgürlüğün de tadına vardığını düşünmüş olabilirler. Duvarın altında, hamburgerin arasında sadece reel sosyalizm eleştirisiyle kendini var eden solculuk değil, bir bütün olarak Sovyetler halkları ve dünya işçi sınıfı kaldı.
Sulandırmanın dozu kaçtığında sululuk ortaya çıkıyor. Çarpıcı örneklerinden biri “Emeğin Avrupası” hayalidir. AB’nin sendikal merkezi ETUC’un bu siyaseti, belki de tüm Avrupa’da en fazla Türkiye solu ile sendikal harekette karşılık bulmuştur. Sözde kapitalizmin küreselleşmesine karşı verilen en sulu yanıt olarak tarihe geçtiğini söyleyebilirim. Buna, örtük bir AKP’ciliğin eşlik etmesi o dönem bizim için hiç şaşırtıcı olmamıştı. Birikim’de AB’nin sosyal haklarını yere göğe sığdıramayan uzmanlar, AB’den fonlanan sendikalar, beş yıldızlı otellerde yapılan eğitimlerde işçilere AB’cilik pompalayan sendikacılar, “Türkiye’yi Avrupa gemisine bindirecek” diye AKP’ye ehveni şer gözüyle bakan sol siyasetçiler… Ne ararsan vardı. Gel gör ki her şey çok çabuk unutuluyor.
Şimdinin tartışması bunlar değil elbette. Hele pandemi döneminde yaldızları tel tel dökülen Avrupa’yı bir daha kimsenin “ama kırmızı ışıkta herkes duruyor” diye övebileceğini düşünmüyorum. Hele hele yeteri kadar solunum cihazı bulunmadığı için Roma’da ölen yüzlerce İtalyan, Londra’nın bakım evlerinde gözden çıkarılmış bir o kadar yaşlı varken… Ama dedik ya, her şey çabuk unutuluyor. Hafıza sorunundan değil, ayıp örtmekte işe yaradığından oluyor.
Şimdilerde yeniden “sosyal devletin” sıklıkla gündeme getirilmesi de bu yüzden. Hatırlamaktan değil, aynı şekilde çabuk unutmaktan. Liberal dalga işçi sınıfının üstüne gelirken özelleştirmeler için “çıksın devlet aradan, sınıfa karşı sınıf netleşsin” diye özelleştirmelerin karşısına bütünlüklü dikilemeyen solun şimdi “sosyal devlet” ihtiyacına işaret etmesi bir başka tuhaflık. Oysa devletin sınıfsal niteliği esastır ve kapitalist devlette kamusal ağırlığın düzeyi iki sınıfın arasındaki güç ilişkisi tarafından belirlenir. Zora gelmeyen sermaye sınıfı işçi sınıfıyla paylaşmak istemez. İşçi sınıfının yetinmek istememesi durumu ise devrimle sonuçlanıyor.
“21. Yüzyılda Kapital” isimli kitabı ile popüler olan Fransız iktisatçı Thomas Piketty’nin bölüşüm tabloları bu açıdan çarpıcıdır. Grafik yüzyılın başından itibaren işçi sınıfının sahne alıp sahneden çekildiği iki dönem dikkate alınarak incelenmeli. İlki Sovyet iktidarının dünya üzerine düşürdüğü “eşitlik” gölgesini, ikincisi sınıf savaşının hiç şakası olmadığını anlatıyor.
Şekil 1. En üst %1’lik dilimin toplam gelirden aldığı pay (%, 1900-2015) [1]
Küresel kapitalizmin iflası tezi beraberinde başka soruları da gündeme getiriyor. Kapitalizmin altın çağına dönüş mümkün mü? Sermaye sınıfının kendisinin de ayakta kalabilmesi için ihtiyacı olan bir kez daha ve kaçınılmaz olarak 1960’ların o ışıltılı refah devleti mi? Keynes tarih sahnesine bir kez daha çıkacak mı?
Sorulara olumlu yanıt verenleri iki kategoride değerlendirebiliriz. Birinci gruptakiler bu yönelimin sermaye sınıfının kendi bekası için de kaçınılmaz olduğunu ileri sürüyor. Onlara göre mevcut krizin aşılabilmesi için biraz “ayara” ihtiyaç var. Hele hele yaşanan pandemi, mevcut krize çarpan etkisi yapmışken. Burjuva iktisatçıların bir bölümü bu kategoride yer alıyor. İkinci gruptakiler ise esas çözümün merkezi planlama olduğunu düşünse de sınıflar arasındaki mevcut güç dengesinin bu önermeyi “gerçekçi” olmaktan çıkardığını varsayıyor. İkisinin de varsayımında “işçi sınıfı” veri değil. Biri yok sayıyor, diğeri “şu sıralar gelmez” diye başka çözüm arıyor. İkisi de aslında krizdeki kapitalizme reform paketi açmaya soyunuyor.
Konunun işçi sınıfı cephesine geçmeden önce bir veri daha paylaşıp kapitalist reform tezlerine ilişkin defteri kapatalım. Bu sefer kaynağımız Dünya Ticaret Örgütü. Grafik, ikinci savaş sonrasından günümüze kadar dünya toplam ticaret hacmindeki değişimi veriyor. Çarpıcı olan sözü edilen kapitalist küreselleşmenin “iflas” döneminde dünya ticaretinde yaşanan muazzam genişleme. 2008-2009 küresel krizindeki hızla telafi edilmiş keskin düşüşü saymazsak 1990’lı yılların ortalarından sonraki genişleme burjuvazi açısından gerçekten göz kamaştırıcı olsa gerek.
Bu grafik sermaye sınıfının bugün krizden olası çıkış için keynesyen politikalara ricat etmeyi mi yoksa 90’lı yıllardakinden daha azgın yeni bir liberal rüzgârı mı tercih edeceği sorusunu haliyle sorduruyor.
Şekil 2. Dünya ticaret hacmi (Milyar $, 1949-2019) [2]
Toparlayacak olursak, neoliberalizm/küresel kapitalizm iflas etti tezi aynı zamanda bir reform paketi beklentisini de gündeme taşıyor.
Bu beklenti temelsizdir. Devletlerin mal ve hizmet üretimlerinde merkezi rol üstlendiği ve planlı ekonomiye daha fazla rol verdiği uygulamalara dönüş ne ideolojik olarak ne de emperyalist-kapitalist sistemin son 30 yılda ulaştığı yapı nedeniyle teknik olarak mümkün.[3]
Üstelik bu tip bir kamucu adımın maliyetini üstlenmek için sermaye sınıfını zorlayan bir basınç da bulunmuyor. Bu tabloya, pandemi sürecinde işçi sınıfı için açılan kırıntı fonlarını fazlasıyla geri alacak planlamaların şimdiden yapılmaya başlandığı da eklenmeli. Diğer yandan sermaye sınıfı tüm getirisine karşın daha fazla otoriterleşmeden çekiniyor. Trump’ın tekellere yarattığı dertler hediye ettiklerinden az değil. Erdoğan’ın da aynı durumda olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de de salgın arkası rahatlama için iç kaynaklardan önemli ölçüde yoksun ve daha fazla otoriterleşmeden fazlasıyla çekinen bir sermaye sınıfı var. İşsizlik ile pahalılığın ekleneceği bu tablodan, ne yeni bir reform paketi ne de bir normalleşme çıkma şansı bulunmuyor.
Sermaye sınıfının tek şansı işçi sınıfının örgütsüzlüğü. Bu şansı asla yitirmemek elindeki yegâne kriz paketi. Bizim tartışmamızın ve aynı zamanda eylemimizin merkezinde de tam olarak bu bulunuyor. Sermaye sınıfının mevcut konjonktürde tek şansını, onun şansızlığına dönüştürmek.
Peki işçi sınıfı açısından durum nedir? Krizden çıkmak için sermaye sınıfının yirminci yüzyılın refah devletine yönelme şansı bulunmadığının altını çiziyorsak, işçiler için o dönemin çalışma rejimini referans alan örgütlenme modelleriyle yol almak mümkün müdür? İşçi sınıfının değişen yapısına uygun yeni örgütlenme biçimlerine sermaye sınıfının hazırlıksız olması bir tür avantaj değil midir?
Sorular çoğaltılabilir. Türkiye Komünist Partisi’nin 2018 krizinde gündeme getirdiği bir işçi dayanışma ağı olan Patronların Ensesindeyiz, bu sorulara sahada yanıt verme denemesi olarak görülmeli. Adını “PE” olarak kısalttığımız bu deneme bir buçuk yılı geride bıraktı ve şu ana kadar alınan yanıtların sonrası için umut verici olduğunu söyleyebiliyoruz. İşçiler için sadece patronlarını ihbar ettikleri bir haberleşme ağı olmanın ötesine geçerek, bir örgütlenme aracına dönüştüğü örneklerin ortaya çıkması, PE üzerinde daha fazla düşünmemizi zorunlu kılıyor. PE’ye yeniden dönmek üzere, PE’nin örgütlenme zeminini de resmeden nesnelliğe yakından bakalım.
Yeni çalışma rejimi
Kapitalizmin 70’lerin sonundaki krizden çıkış için çözüm arayışları arasında emek süreçlerinin esnekleştirilmesi önemli bir yer tutar. Birbirini tamamlayan iki süreç yaşandı. Birincisi emek süreçlerinin esnekleştirilmesinin işçi sınıfının yapısında ortaya çıkardığı değişim, ikincisi bununla da bağlantıları bulunan örgütsüzleşme.
Yeni bir çalışma rejimi var artık. Bu rejimin başat unsurları için şunları sıralayabiliriz:
- İşsizlik. Klasik bir yedek işgücü ordusu olarak işsizlik değil söz konusu olan. İşsizlik artık çok daha uzun süreli ve işsizlik ödeneğine erişim çok daha zor.
- Atipik istihdam ve geçici süreli sözleşmelerin yaygınlaşması sonucu “çalışılan işte süreksizlik”
- 8 saatlik iş gününü ortadan kaldıran esnek çalışma süreleri, düşük gelir düzeyini arttırmak için fazla mesailer ve bazı işlerde rutin hale gelen “uzun sürelerle çalışma”
- Yükseltilen emeklilik yaş hadleri nedeniyle “her yaşta çalışma zorunluluğu”
İşsizsen yapılacak hiçbir şey yok. Öyle ya da böyle çalışmanın yolunu bulacaksın. Kendi başınasın. İşin varsa güvencen olmayacak. Süreklilik beklemeyecek, her an o işi kaybedebileceğini bileceksin. İş varken sürekli çalışacak, yokken sürekli iş arayacaksın. Görece sürekli bir işin varsa bile, emekliliğin olmayacak. Her yaşta çalışabilmenin yollarını arayacak ve bulacaksın. Yeni çalışma rejimini bu şekilde tanımlayabiliriz.
Bu tanımı 2000’li yılların başında çokça dile getirilen “güvencesizlik” kavramı karşılamıyor. Bu özelliklere sahip bir çalışma rejimi için yapılacak tanımlamaya “geleceksizlik” tanımı daha uygun düşüyor.
Yeni çalışma rejiminde sınıfın hali
Yeni rejimin özelliklerini sıralarken işsizliğin değişime uğrayan niteliğine vurgu yaptık. Artık işsizlik daha uzun süreli ve işsizlerin işsizlik ödeneğine ulaşma olanağı daha kısıtlı. Bir yıl ve üzeri süreli işsizlerin toplam işsizlik oranı içindeki payı OECD ülkeleri ortalaması yüzde 29 (2018 yılı) düzeyinde. 2008-2009 krizine girerken bu oran yüzde 23,5 idi ve krizden hemen çıkışta tam 8 puan artışla yüzde 31,5’a (2010 yılı) çıktı. Bu düzey on yıla yakın süredir korunuyor. İşsizlerin üçte birinin bir yıldan önce iş bulamadığı bir çalışma rejimi var artık.[4]
Bir diğer gösterge süreksiz işlerde çalışmanın artması. Avrupa ülkelerinde geçici iş sözleşmeleri ile çalışan işçilerin toplam istihdamdaki oranı çarpıcı şekilde yükselmiş durumda. Bazı ülkelerde geçici sözleşmelerle çalışan işçilerin toplam istihdam içindeki oranları şu şekilde: İspanya %26,8; Fransa %16,8; İtalya %15,5; Hollanda %21,7.[5]
Bu veriyi daha vahim hale getiren ise yapılan geçici sözleşmelerin süreleri. Örneğin yukarıda belirtildiği gibi İspanya’da her dört işçiden biri geçici bir sözleşmeyle çalışıyor ve onların neredeyse tamamının (yaklaşık yüzde 90) sözleşme süresi bir yılın altında yapılıyor. Aşağıdaki grafikte bir yıldan daha az süreli sözleşmelerle çalışan işçilerin oranının yüzde 50’nin altında olduğu sadece iki ülke bulunuyor, Almanya ve Danimarka.[6]
Şekil 3. Geçici istihdamda sözleşme süreleri (Süre dilimlerinin payı, 2017) [7]
Benzer şekilde part-time (kısmi süreli) çalışan işçilerin oranı yükseliyor. Kuzey, Güney ve Batı Avrupa ülkelerinde her beş işçiden biri artık part-time çalışıyor. Hollanda’da bu oran yüzde 49,8’e kadar çıkıyor. Bu çalışma biçimi Avrupa ülkelerinde başlangıçta tam zamanlı çalışmak istemeyenler için nimet olarak pazarlanmıştı. Bugün ise erkek işçilerin üçte biri, kadın işçilerin ise dörtte biri, “tam zamanlı iş bulamadığı için” part-time çalışmayı tercih etmek zorunda kaldığını bildiriyor.[8]
İşsizlik ve istihdam biçimlerindeki niteliksel değişime, istihdamın sektörel dağılımındaki farklılaşmanın eşlik ettiğini eklemeliyiz. Tüm dünyada en belirgin eğilim hizmet sektörlerinde istihdamın radikal biçimde artması. Bu artışı aşağıdaki grafikten izlemek mümkün:
Şekil 4. İstihdamda sektörel kayma [9]
Son 17 yılda tüm istihdam içinde hizmet sektörünün payı yaklaşık 15 puan artarak yüzde 49’a yükseldi. Bu oran yüksek gelir grubu ülkelerde istihdamın dörtte üçüne ulaşmış durumda. Dikkat çekici olgu ise hizmet sektörlerine kayışın tarım sektöründen olması (%44 -> %28). İnşaat sektöründeki istihdamın payı yaklaşık iki katına çıkmış durumda (%4 -> %7). İmalat sanayindeki oran ise belli bir düşüşe rağmen kendini koruyor.
Özellikle alt, alt orta ve üst orta gelir ülke gruplarında imalat sanayi istihdamında düşüş bulunmuyor. Kapitalizmin son yirmi yılında tarımdaki istihdam, hizmet ve inşaata kayarken, imalat sanayi hala çekirdek pozisyonunu korumayı sürdürüyor.
Bu kayma, imalat sanayisindeki geleneksel sendikal yapıların tümüyle bozulmasına neden olmadı. Bugün işçi sınıfı, geleneksel imalat sektörlerinde hala sendikal örgütlülüğe sahip. Ancak bu örgütlülüğün geçmişe göre iki farkı var. Birincisi sendikalı işçilerin oranı dramatik ölçüde düştü. İkincisi ve belki de daha ağır olanı, sendikaların örgütlü olduğu işyerlerinde işçileri temsil gücü zayıfladı. Aynı anlama gelmek üzere sendikal yapılar önemli ölçüde sermaye sınıfının denetimine girdi.
Tarım geçmişten bu yana işçi sınıfının örgütlülüğünün zayıf olduğu sektörlerin başında geliyor. Hizmet ve inşaat sektörlerine kayan tarım istihdamı, örgütsüzlüğünü bu sektöre de taşıdı. Üstelik ne inşaat ne de hizmet sektörlerinin 1970’lerin sendikal kalıplarıyla örgütlenme şansı bulunmuyor. Uluslararası sendikal hareketin yeni işler, yeni tip çalışma biçimleri ve güçlü bireysel ideolojiye karşı bir stratejisi bulunmuyor. Böyle bir iç enerjinin olduğunu söylemek de mümkün görünmüyor.
Hal böyle olunca, son kırk yılın sendikal örgütlülüğü aşağıdaki tabloyu ortaya çıkarıyor. Eksiksiz tüm ülkelerde dramatik ölçekte düşen sendikalaşma oranları:
Tablo 1. Sendikalaşma oranları ve değişim (%) [10] | |||
Ülkeler | 1975 | 2018 | Fark |
Fransa | 22,8 | 8,8 | -14,0 |
Almanya | 34,6 | 16,5 | -18,1 |
İtalya | 48,0 | 34,4 | -13,6 |
Hollanda | 37,8 | 16,4 | -21,4 |
Birleşik Krallık | 43,8 | 23,4 | -20,4 |
ABD | 25,3 | 10,1 | -15,2 |
Avusturya | 52,6 | 26,3 | -26,3 |
Yunanistan (1977-2016) | 48,2 | 20,2 | -28,0 |
İrlanda | 55,3 | 24,1 | -31,2 |
Portekiz (1978-2016) | 60,8 | 15,3 | -45,5 |
İspanya (1978-) | 44,5 | 13,6 | -30,9 |
İsviçre (- 2017) | 27,8 | 14,9 | -12,9 |
Türkiye | 21,9 | 9,2 | -12,7 |
Danimarka | 68,9 | 66,5 | -2,4 |
Finlandiya | 65,3 | 60,3 | -5,0 |
Norveç | 53,8 | 49,2 | -4,6 |
İsveç (- 2017) | 74,5 | 65,6 | -8,9 |
Çek Cum. (1995- ) | 44,5 | 11,5 | -33,0 |
Estonya (1995- ) | 32,4 | 4,3 | -28,1 |
Macaristan (1995- ) | 48,3 | 7,9 | -40,4 |
Letonya (1995- ) | 28,9 | 11,9 | -17,0 |
Litvanya (1995- ) | 33,2 | 7,1 | -26,1 |
Polanya (1995-2016 ) | 28,9 | 12,7 | -16,2 |
Slovak Cum. (1995-2016) | 56,1 | 10,7 | -45,4 |
Slovenya (1995-2016) | 51,9 | 20,4 | -31,5 |
Avusturalya | 50,1 | 13,7 | -36,4 |
Kanada (- 2015) | 34,8 | 29,4 | -5,4 |
Yeni Zelanda (- 2016) | 61,0 | 17,3 | -43,7 |
Japony | 34,4 | 17,0 | -17,4 |
Güney Kore (- 2016) | 15,8 | 10,5 | -5,3 |
Sınır ihlali ve “PE”
Buraya kadar ele aldığımız veriler ve daha fazlası tek bir şeye işaret ediyor. Sermaye sınıfı kendi krizini aşmak için emek süreçlerine müdahale etti ve bunu yaparken işçi sınıfını örgütsüzleştirdi.
İşçi sınıfı geçmişte elde ettiği kazanımların önemli bir bölümünü bu örgütsüzlük nedeniyle kaybetti. İşçiler, temsil edilebilecekleri araçlardan yoksun kaldı. Sendikalar ayakta kalabilmenin yolunu uzlaşmakta buldu ya da zaten önemli ölçüde sermaye sınıfının örgütleri haline geldi.
Genellikle kriz dönemlerinde sınır ihlali yapan sermaye sınıfı, her seferinde ihlal ettiği kuralları yeni sınır olarak belirledi, kriz uygulamalarını kalıcı hale getirdi. Geleceksiz çalışma rejimi böyle bir kuralsızlık üzerine kuruldu.
Diğer yandan işçilerin sorunları basitleşti. Talepleri de. Tam zamanlı bir işte çalışabilmek, ücretini zamanında alabilmek, aylarca işsiz kalmamak, makul bir zamanda iş bulabilmek, makul yaşta emekli olabilmek… Sadece Türkiye’de değil, tüm dünya ülkelerinde üç aşağı beş yukarı benzer sorunlarla boğuşuyor işçiler.
Bir süredir işçilerin patronlarla işyeri bazında karşı karşıya gelişlerinde temel gündemin “ödenmeyen ücretler” olması tesadüf olabilir mi? Sınırlar hiç bu kadar ihlal edilmemişti.
Patronların Ensesindeyiz, işte bu sınır ihlaline karşı gündeme gelen bir örgütlenme fikri. Yalın. Ücret ödemeyen, çalışma süresini keyfine göre belirleyen, tozlu ortamda üç kuruşluk maskeyi çok gören, pirelerin cirit attığı yatakhanede işçiyi yatıran patronun ensesinde olmak…
Çok mu başa dönmüş oluyoruz?
Evet, neredeyse en başa dönmüş durumdayız.
Çünkü işçilerin talepleri sade. Örgütlenmeleri de öyle olmak zorunda.
Bazen alamadığı ücret için yan yana gelecek, bazen yatakhaneyi pireden temizleyebilmek için. Bunun için önce yalnız olmadığını hissedecek. Uğradığı haksızlığa karşı sesini duyurabileceği bir aracı olacak. Haksızlığa boyun eğmemenin mümkün olduğu fikri örgütlenmenin başlangıcıdır, kendi işyerinden arkadaşlarıyla yan yana gelebilecek, benzer sorunları yaşayan benzer işyerlerinden işçilerle buluşabilecek. Talebi için patronun ensesinde olacak. Bu basitlikte. Patronların Ensesindeler, haberleşiyorlar, dayanışıyorlar ve mücadele ediyorlar. Patronların Ensesindeyiz Haberleşme, Dayanışma ve Mücadele Ağı. Basit ama etkili.
Yola koyulduğu bir buçuk yılın sonunda ortaya çıkan örnekler bu basitliğin işe yaradığını gösterdi. Aynı fikirle neredeyse tüm sektörlerde çalışma yürütüyor. Sorunların teşhiri için güçlü bir mecraya sahipler. İşyeri sorunları için işyeri komitelerinde örgütleniyorlar. Ortak sorunlar için sektör dayanışma ağları kuruyorlar. Bazı işçi öbekleri öne çıkıyor. Özel okul öğretmenleri, otel ve turizm emekçileri, yazılım emekçileri, inşaat işçileri, kuryeler, tekstil işçileri bunların arasında. Salgın döneminde market, kargo ve lojistik depo işçilerinin örgütlenme girişimlerine kanal oluşturuyor. Bu sektörleri PE’de buluşturan ortak noktanın “sınır ihlalinin sınırsız hale gelmesi” olduğunu belirtmek gerek.
PE, imalat sanayinin düzenli istihdamı için de benzer bir basitliği içeriyor. Sendikanın kimine uzanmayı tercih etmediği, kiminde ise patronun denetim aygıtına dönüştüğü fabrikalarda işçiler, işyeri komitelerinde yan yana gelmeye çalışıyor.
PE, kapitalizmin esnek üretim şablonuna uygun bir örgütlenme modeline sahip. Bu esneklik bir özel okul zincirinde son yılların en etkili öğretmen boykotunun örgütlenebilmesini sağladı örneğin. Ya da bir şantiyede alacaklarını almak üzere işçileri bir araya getirebildi.
Bu esnekliği korumak ile ortaya çıkan örgütlenme birikimini
kurumsallaştırmak, birbirini çelmeyen seçenekler olarak PE’nin önünde duruyor.
Bu birikimin bir vadede “birleşik” bir sınıf örgütlenmesine öncülük etmesi ise
kimseyi şaşırtmayacak.
[1] Thomas Piketty, Paris School of Economics’te verilen Introduction to Economic History dersi, http://piketty.pse.enc.fr/fr/teaching/10/17
[2] Dünya Ticaret Örgütü, https://data.wto.org/.
[3] Gülay Dinçel, “Covid-19 Salgını ve Türkiye Ekonomisi: Sermaye Sınıfının Ufkunda ‘Düzeltilmiş’ Kapitalizm Var Mı?”, Bilim ve Aydınlanma Akademisi, Sosyalist Gelecek ve Planlama Sempozyumu Bahar 2020 Çalıştayı Birinci Oturumu için sunulan tebliğ, https://sol.org.tr/haber/covid-19-salgini-ve-turkiye-ekonomisi-sermaye-sinifinin-ufkunda-duzeltilmis-kapitalizm-var-mi
[4] OECD istatistik veri tabanı, İşgücü istatistikleri, süreye göre işsizlik serisi; https://stats.oecd.org, Erişim tarihi Nisan/2020.
[5] Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), World Employment Social Outlook – Trends 2019; s.50.
[6] A.g.y.
[7] A.g.y.
[8] A.g.e., s.51.
[9] A.g.e., s.14.
[10] OECD, https://stats.oecd.org, Erişim tarihi Nisan/2020.