Engels’e saldırmanın kaynağındaki ‘ayakları yerden kesme’ arzusu
Engels’in Marksizme katkılarının da, Marksizm karşıtlarının ona saldırı nedenlerinin de tamamını tek bir yazıda işlemek mümkün değil. Böyle bir çaba, olsa olsa bir “listeleme” niteliği taşır ve ister istemez önemli olana odaklanmayı ve derinleşmeyi engelleyecek bir yöntemle yazılmış olur. Oysa Engels’in Marksizme olan katkılarına yönelik saldırılar o henüz hayattayken başlıyor ve bu saldırılarda belirli bir ideolojik kümelenme, dolayısıyla ortak bir politik gerekçe gözlemlemenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda (bazılarının son tahlilde “bizim” tarafta olduğundan şüphe duyamayacağımız) bir dizi örneğe de başvurarak, Engels’e saldırıların en önemli bölümünün devrimci olmayan bir “ayakları yerden kesme”, bir “gerçekliğin ayak bağı gibi görünen sınırlarını umursamama” çabasının mantıki sonucu olduğunu göstermeye çalışacağım ve bu bağlamda, tersi iddia edilse de asıl devrimci duruşun Engels’in pozisyonunda ısrar etmek olduğunu tartışacağım.
Engels’in büyük günahı: Yöntemin bilimselliği meselesi
Engels’in Marksizme en büyük katkısının diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemin geliştirilmesi için verdiği emek ve yaptığı açılımlar olduğunu düşünüyorum. Bu çaba, bir “bilimsel kesinlik” takıntısından kaynaklanmıyor, devrimci mücadelenin bilimsel sosyalizm zemininde yapılabilir hale gelmesi, bu zeminin güçlendirilmesi amacı taşıyordu ve hiç tartışmasız bu doğrultu, Marx ile aralarında bir ayrım değil, çok temel bir ortaklaşma noktasıydı. Bu, iki büyük devrimcinin hayatları boyunca yaptıkları “sol-içi” polemiklerin tamamında benimsedikleri yoldu zira daha yolun başında, ayaklarını maddeye basmayan ütopyacı idealizmin, her ne kadar özneye daha fazla önem verse de, ayaklarını maddeden kaldıramayan kaba materyalizm kadar etkisiz olduğunu fark etmişlerdi. Sosyalizmin diyalektik materyalist yöntem doğrultusunda bilimselleştirilmesi bu yüzden ikisinin de çabasıydı. Marx’ın bu çabaya başlıca katkısı, ortadan kaldırılması gereken düşmanın, yani Kapital’in tabi olduğu, dolayısıyla onun zayıf noktalarını, zırhındaki boşlukları ve nefesinin tükendiği anları tespit etmemize olanak sunan bilimsel yasaları ortaya koymak oldu. Engels ise, bilhassa Marx tarafından Kapital’in birinci cildi yazılıp sermayenin varoluş ve işleyişinin temel yasaları ortaya konduktan sonra, diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemi bu temelin üzerinde şekillenen kimi felsefi alanlara taşıyarak bütünselleştirdi. Nitekim bu konuda en önemli çalışması olan ve en fazla saldırılan eseri Anti-Dühring’in ikinci baskısına yazdığı önsözde kendi katkısını, bilindik mütevazı tavrıyla şöyle ifade etmişti:
Bay Dühring’in bu kitapta eleştirilen “sistem”i çok geniş bir teorik alanı kapsar; ben ise o nereye giderse takip etmek ve onun görüşlerine karşı kendi görüşlerimi çıkarmak zorunda kalmıştım. Böylelikle olumsuz eleştiri olumlu bir duruma gelmiş, polemik, Marx’ın ve benim temsil etmekte olduğumuz diyalektik yöntem ve komünist dünya görüşünün, hem de bir dizi oldukça geniş alanda, az çok bütünsel bir açıklamasına dönüşmüştü. Bizim bu dünya görüşümüz, ilk kez Marx’ın kaleme aldığı Felsefenin Sefaleti’nde ve ardından Komünist Manifesto’da ileri sürülmesinden bu yana, Kapital’in yayınlanmasına değin yirmi yıl süren bir kuluçka döneminden geçti [ve şimdi] bir yanda proleterler ve öte yanda cesur bilimsel teorisyenler arasında dinleyici ve destek buluyor.[1]
Buradaki üç vurgu (dünya görüşünün bütünselliği, bilimselliği ve yaygınlaştırılma hedefi) arasında ayrılamaz bir ilişki bulunuyor. Gerçeğin bilgisine ulaşma çabası söz konusu olduğunda devrimci ve tutucu toplumsal sınıflar arasında önemli bir fark mevcuttur. Tutucu toplumsal sınıflar, bilhassa da mevcut egemen sınıf olan burjuvazi, kapitalist düzenin sürmesinden yana oldukları için, bu düzenin meşruiyeti ve sürekliliğine destek verecek ya da en azından zarar vermeyecek biçimde “çarpıtılmış” bilgiye ihtiyaç duyar. Bu bilgi sadece “eksik” değil “çarpıtılmış” olmak zorundadır; zira tarih üstü olamayacak bir şey olan kapitalist üretim biçimini tarih üstü bir mertebeye yükseltmek için epistemolojisini bu bağlamda bilimsellikten uzaklaştırmak; gerçeğin bilgisinde bunun aksi yönde unsurları ayıklamakla kalmayıp ortaya çıkan tutarsızlıkları gerçekdışı unsurlar ekleyerek örtmek zorundadır. Dolayısıyla burjuvazinin iktidarı yerleşik hale geldikçe ve çürüdükçe, onun güdümündeki doğa bilimlerinin sapmalarla dolu, toplum bilimlerindeki genel geçer teorilerin ise “sapma” hafifliğinde değerlendirilemeyecek deli saçması varsayımlar üzerine kurulu hale gelmesi bir tesadüf ya da beceriksizlik değildir.
Öte yandan devrimci işçi sınıfı ise gerçeğin olabildiğince bütünlüklü bilgisine ihtiyaç duyar; zira madde kendiliğinden de değişim halindedir (ve dolayısıyla maddenin kendiliğinden hareketi de uzun erimde tutucuların zararınadır) ancak devrim, maddenin toplumsal hareketine bilinçli ve tarihsel bir kırılma yaratacak ölçekte bir müdahaledir. Bu müdahale nesnesine dair “doğru” bilgiye muhtaçtır, bu yüzden bilgiyi edinme yöntemi bilimsel olmak zorundadır. Ancak bunun da ötesinde, sosyalist devrim sınıflı toplumdan sınıfsız topluma, yani toplumsal gerçekliği sınıflar arasında parçalanmış bir toplumdan toplumsal gerçekliği enikonu bütünsel bir topluma geçişin başlangıcı olduğu için; bu devrimi yapacak olan sınıfın gerçeğin bütünlüklü bilgisine ve bu bilgiyi edinmek için her alanda kullanılabilecek bütünlüklü bir yönteme ihtiyacı yaşamsaldır.
Engels, bu yüzden, yaşamı boyunca verdiği düşünsel emeğin büyük bölümünü, diyalektik ve tarihsel materyalizmi bu işlevi üstlenebilecek yetkinlikte bir bilimsel yöntem olarak kurmaya adamıştı. Devrimci teorinin iki büyük üstadı daha yoldaşlıklarının başında doğa bilimi ile toplum bilimi arasında, bu ikisinin karşılıklı olarak birbirini koşullandırdığı diyalektik bir ilişki olması gerektiğini tespit etmişlerdi.[2] Dolayısıyla devrimin bilimi, gerçeği olabildiğince köklü biçimde değiştirebilme arayışında, aradaki bu ilişkiyi de çözümlemek zorundaydı. Mesele kimilerinin iddia ettiği gibi Engels’in öznel siyasi tezlere nesnel doğada meşruiyet kaynakları bulma çabası değildi. Diyalektik bir kere yöntem olarak benimsendiğinde, yani insanlığın bilimsel ilerlemesindeki bu güne dek kaydedilmiş en büyük yöntemsel sıçrama yapıldığında, artık araya duvar çekmek imkânsız hale gelmişti.[3]
Ama mesele bununla sınırlı da değildi. Bilgiyi edinme yönteminin, yani epistemolojinin bilimselleştirilmesi, ideolojiye ve doğal olarak onun rehberliğinde yapılacak siyasete yeni sınırlar belirler:
Bu bakış tarzı, öncüllerden yoksun değildir. Bu tarz, gerçek öncüllerden yola çıkar ve onları bir an için bile olsa terketmez. Bu öncüller insanlardır, ama herhangi bir düşlemsel yalıtılmıştık ve değişmezlik içindeki değil, belirli koşullar altındaki gerçek, ampirik olarak gözlemlenebilir gelişme süreci içindeki insanlardır. Bu faal yaşam süreci bir kez ortaya kondu mu, tarih, kendileri daha da soyut olan ampiristlerinki gibi bir cansız olgular derlemesi olmaktan, ya da idealistlerinki gibi hayalî öznelerin hayalî eylemi olmaktan çıkar.
Demek ki, gerçek yaşamda, kurguculuğun bittiği yerde pozitif bilim; insanların pratik faaliyetinin, gösterdikleri pratik gelişme süreçlerinin ortaya konuluşu başlar. Bilinç konusundaki boş sözler biter, onların yerini gerçek bilgi almalıdır. Gerçeğin kendisi ortaya konduğunda, özerk felsefe varlık ortamını yitirir. Onun yerini, olsa olsa insanların gösterdikleri tarihsel gelişmenin gözlemlenmesinden çıkartılabilecek en genel sonuçların bir sentezi alabilir.[4]
Bu satırlar, mevcut inceleme bağlamında, “maddeden bağımsız düşünsel uçuşlar yapma” faaliyetinden gönüllü bir vazgeçiştir; ancak bu asla kaba materyalizmin öznellikten toptan vazgeçip kendisini maddenin hareketinin pasif bir seyircisi düzeyine indirgemesine benzetilemez. Olguları bilinçli eylemle değiştirilemez zannetmek ile olguları bilinçli eylemin zemini ve referansı olarak almak tamamen farklı şeylerdir. Birincisi öznelliğin reddidir; ikincisi ise felsefi idealizmin bazı insanları mutlak özne yetkesiyle donatıp bir “insan-tanrıya” dönüştürmesi, geri kalanını ise tarih dışı fazlalıklar statüsüne indirgemesinin reddedilmesidir. İşin özü şu ki, madde düşünceden önce geliyorsa, yani insan bilincine dışsalsa, onun yine insan bilincine dışsal sınırları vardır. Felsefi anlamda “zorunluluk” bu sınırlardır ve bu sınırlar diyalektik anlamda “tam” olarak asla bilinemez (zira öznenin maddenin “tam” bilgisine vakıf olması mümkün değildir) ancak bilgi edinme yöntemi yetkinleştikçe, sınırların yaklaşık nerede olduğunun kestirilmesi de daha isabetli biçimde yapılabilir hale gelir.
Bu asla bir “elini korkak alıştırma” biçiminde anlaşılamaz. Bunu daha çok bir yüksek atlama-sırıkla atlama meselesine benzetebiliriz. Dünya yüksek atlama rekoru 2,45 metre, sırıkla atlama rekoru 6,18 metredir. Her ikisini de gerçekleştiren insan bedenidir ve ikincisinde bedenin atlama faaliyetini yeni bir düzeye taşıyacak biçimde alet kullanılmaktadır. İnsan dilerse günler geceler boyunca dilediği yükseğe kadar sıçrayabileceğini, hiçbir gücün onu tutamayacağını düşünüp, bunun felsefesini yapabilir; ama elde sırık olmadan hedefi 6,18 metreye koymak bolca vakit kaybının yanı sıra 2,45’i de atlayamamakla sonuçlanır. Gerçek ilerleme ise tam tersi yönde işler. İnsan işe “6,18 metre sıçrasam ne güzel olurdu” diye hayal kurarak başlamaz, sıçramak zorunda olduğu bir 6,18 metrelik yükseklikle karşılaşır, bu sıçrama onun için bir varoluş sorunu haline gelir, o da “burayı çıplak elle sıçrayamam” deyip sırıkla sıçramayı dener. Başarır, ve tarih ilerler.
Dolayısıyla Engels, Anti-Dühring’in çok tartışılan ünlü pasajında, Hegel’e referansla özgürlük ve zorunluluk diyalektiğinin özünü tanımlarken, bir takım aşılamaz cam tavanlardan değil, hareket halindeki gerçekliğin herhangi bir anında öznenin özgürlüğünün felsefi sınırlarından bahsetmektedir.
Özgürlük ve zorunluluk ilişkisini doğru olarak ilk düşünen, Hegel oldu. Ona göre özgürlük, zorunluluğunun kavranmasıdır. “Zorunluluk ancak kavranılmadığı ölçüde kördür.” Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil ama bu yasaların bilinmesinde ve bu biliş sayesinde bu yasaların belirli amaçlar doğrultusunda sistematik bir biçimde kullanılabilmesindedir. Bu, dış doğa yasaları için olduğu kadar insanın maddi ve zihinsel varlığını yöneten (gerçeklikte değil, olsa olsa kafamızın içinde böylesi iki sınıfa ayırabildiğimiz) yasalar için de böyledir. Öyleyse özgür irade, öznenin kararlarını bilgi sahibi olarak almasından başka bir anlama gelmez. Buna göre, belirli bir sorun üzerinde bir kişinin yargısı ne denli özgürse, bu yargının içeriğini belirleyen zorunluluk o denli geniştir. Öte yandan çok sayıda çeşitli ve çelişik kararlar arasından birini, görünüşte canının istediği gibi seçen, bilgisizliğe dayanan kararsızlık, bununla özgür olmayışını, egemenliği altına alacağı şeyin egemenliği altında bulunduğunu göstermekten başka bir şey yapmaz. Öyleyse özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenliğe dayanır; böylece özgürlük, zorunlu olarak, tarihsel gelişmenin bir ürünüdür.[5]
Burjuvazinin felsefi anlamda “sınır” ve “zorunluluk” kavramlarıyla başı hiç hoş değildir, çünkü Marx’ın çok isabetli biçimde ifade ettiği üzere sermaye birikiminin de sınırları vardır. Ne var ki bu sınırların hepsi sermayeye aşılması gereken engeller gibi gelir; zira sermaye, birikimini sürdürebilmek için bu sınırları sürekli aşırı üretime neden olacak biçimde zorlamak, bunu yaparken de ekonomik krizlere sebebiyet vermek zorundadır.[6] Oysa sermaye ortadan kalktığında maddenin bu sınırları oluşturan ilişki dizilimi ortadan kalkmış olacak, böylelikle insanlığa tarifsiz acılara mâlolan, sonu da hiç gelmeyen bir “tekrar tekrar aşma” çabasına gerek kalmayacaktır. Ne var ki sermaye kendi sonunu kendi getiremeyeceğine göre (zira toplumsal sınıflar bireyler gibi intihar edemezler), varoluşunun kendisine dayattığı bu sürekli aşma çabasını, toplumun zararına olan bu zorunluluğu herkesin çıkarına gibi göstermek için bunu egemen ideolojinin merkezine çakmak zorundadır. Bu bağlamda spor ayakkabı reklamlarını süsleyen abartılı atletizm estetiği ile Beckett’in sol liberalizm tarafından pek sevilen “yine dene, yine yenil, daha iyi yenil” aforizması, birazdan nedenlerini de göreceğimiz üzere, aynı ideolojik kökten filizlenmektedir.
Engels’in eleştirilerinin eleştirisine geçmeden önce son bir soru sormak ve yanıtlamak durumundayız: Özne-nesne diyalektiğini özgürlük-zorunluluk diyalektiğiyle yan yana ele almak, nasıl ele alınırsa alınsın özgürlüğe bir sınır çekmek, dolayısıyla devrimcilikten uzaklaşmak ve modernist bir statükoculuğa meyletmek değil midir?
Dilerseniz bu konuda önce Lenin’e başvuralım:
Marx ve Engels daima kötü (ve bilhassa anti-diyalektik) materyalizmi mahkûm ettiler; ancak bunu Humecu ve Berkeleyci bir noktada değil daha yüksek, daha gelişkin bir noktada, diyalektik materyalizm noktasında durarak yaptılar. Marx, Engels ve Dietzgen kötü materyalistlerle tartışır, onları ikna etmeye çalışır ve onların hatalarını düzeltmek için çaba sarf ederlerdi. Humecu ve Berkeleycilerle, Mach ve Avenarius ile tartışmaya ise tenezzül dahi etmez, onların eğilimleri hakkında toptan ve daha da aşağılayıcı bir yorumla yetinirlerdi.[7]
Alıntıdaki vurguların tamamı Lenin’e ait ve “diyalektik materyalizm”in ikinci kelimesine vurguyu bilinçli olarak yapıyor; büyük felsefe eseri Materyalizm ve Ampiryokritisizm’in başka yerlerinde de benzer yöntemle bazen diyalektik, bazen materyalist kelimesine vurgu yapıyor. Mesele şu: Diyalektik ve tarihsel materyalizm, liberallerin iddialarının aksine idealizmden öznelliği alıp bunu kaba materyalizme yamayan, böylece bir orta yol bulan, melez ve oportünist bir ideoloji değildir. Diyalektik ve tarihsel materyalizm, kaba materyalizmin çürütmeyi deneyip başaramadığı Hegel idealizmini çürütmeye çalışmak yerine devrimci yanlarını içererek aşan, ikisinin ortalaması ya da sentezi değil her ikisinin de ilerisinde bir felsefi akımdır. Doğal olarak, genel anlamda kaba materyalistlerle tartışılırken vurgu diyalektiğe, idealistlerle tartışılırken vurgu materyalizme yapılır. Ancak, özne-nesne ilişkisi söz konusu olduğunda, özneyi serbestleştirmek adına zorunluluk kategorisini geçiştirmek hiçbir şart altında diyalektik materyalizm çatısı altında yapılamaz. Bu materyalizm yerine diyalektiğe güçlü bir vurgu yapmak değil, ikisinden birden vazgeçmek anlamına gelir.
Engels’e saldırıların başlıca nedeni: Diyalektik öznenin zorunluluk çelişkisinden kaçış
Bilimsel sosyalizmin kitleleri harekete geçirecek ajitatif retorik malzemesinden yoksun olduğu ve duygulara hitap etme becerisinin olmadığı, kendisini işçi sınıfının peygamberi ilan eden Weitling’den bu yana[8] Marksizme defalarca çeşitli vesilelerle getirilmiş çok uyduruk bir eleştiridir. Tarih tam tersini göstermiştir. Ne var ki yüzyılın başından itibaren bu eleştiri bir ölçüde kılık değiştirmiş, “ruhsuz bilimcilik” ve “şablonculuk” günahı Engels’e yamanmaya başlamıştır.
Bu eğilimin ilk ölçüsüz örneği Lenin’i Materyalizm ve Ampiryokritisizm’i yazmak zorunda bırakan Vpered sapmasıdır. Sapma çok boyutludur ama konumuz açısından önemli olan bir yönü Marx ile Engels’i karşı karşıya koyması, Engels’in Marx’ın düşüncesini sığlaştırdığını ve ruhsuzlaştırdığını iddia etmesidir. Ruhsuzlaştırmadan kastın ne olduğunu anlamak için ise sapmanın en renkli ismi Lunaçarskiy’e bakmak öğretici olacaktır. Lunaçarskiy, Bolşeviklerin Marksizmi işçi sınıfına insan merkezli bir din olarak sunması gerektiğini savunuyordu, zira insanı yüce şeyler yaratmak için ihtiyaç duyduğu coşkuyu en iyi din sağlardı. Bu dinin tanrısı potansiyelini gerçekleştirmiş insan, müjdecisi ise insan eyleminin doruk noktası niteliğindeki devrim olacaktı. Feuerbach, ardından da Marx bunun yolunu açmıştı, ama Engels ve ardından Plehanov bu öğretiyi etik içeriğinden arındırıp geriye salt bilimsel, kuru bir doktrin bırakmıştı.[9]
Bu örneği kendi başına değil, Lukács’ın teşkil ettiği örnekle birlikte yorumlamak daha akıl toparlayıcı olacaktır.
Lukács’ın Tarih ve Sınıf Bilinci eserinde yer alan Engels eleştirisi, sonrasındakilere teorik zemin teşkil etmiş olması açısından önemlidir ve Lunaçarskiy’in yukarıda sunduğumuz eleştirisiyle akraba olmakla birlikte çok daha derin, dolayısıyla daha tehlikelidir. Lukács, “ortodoks Marksizmi Engels’e karşı savunmak”[10] olarak nitelediği eleştirisinde Engels’e birbiriyle sıkı sıkıya bağlı iki noktadan saldırır:
Engels, [kavramların ve onlara karşılık gelen nesneler arasındaki] etkileşmenin en canlı ve özlü momentinden bir kez olsun söz etmiyor, ki o da şu: Tarihsel süreçte özne ile nesne arasında oluşan diyalektik ilişki. Engels böyle bir ilişkiden söz etmiyor, kaldı ki onu yöntemsel bir bakışın içine oturtsun! Nedir ki diyalektik ilişki bu rolü oynamadıkça, diyalektik yöntem de (…) devrimci olmaktan çıkar.[11]
Yöntemin toplum-tarihsel gerçeklikle sınırlı tutulması çok önemlidir. Engels’in diyalektiği yorumlama biçiminden kaynaklanan yanlış anlamalar aslında Engels’in –Hegel’in verdiği yanlış örneğe dayanarak– diyalektik yöntemi doğa bilgisine de genelleştirmeye kalkışmasından ileri geliyor. Çünkü diyalektiğin asıl belirleyicileri şunlardır: Özne ile nesne arası karşılıklı etkileşme, teori ile pratiğin birliği, kategorilerin düşüncede uğradığı değişmelerin kök-nedeni olarak onların temelindeki tözde, yani gerçeklikle meydana gelen tarihsel değişmeler. [Bunlar doğada yoktur.][12]
Bu iki eleştiri arasındaki bağ şudur. Lukács, Engels’in özne-nesne diyalektiğine yeterince önem atfetmediğini söylemektedir, ancak Anti-Dühring’den bu sonucu çıkartmanın tek yolu kitabın içindekiler kısmına bakıp orada “Özne ve Nesne” diye bir başlık görmemekle yetinmek olabilir. Lukács bunu yapmış olamayacağına göre, çıkartmamız gereken sonuç, Engels’in özne-nesne diyalektiğini özgürlük-zorunluluk diyalektiği içinde ele almasından rahatsız olduğudur. Bu rahatsızlığının kaynağında ikinci eleştiri vardır. Lukács diyalektik yöntemi toplum ve tarihle, yani öznelerin karşılıklı etkileşimlerinden ibaret olduğunu düşündüğü alanla sınırlamaya, böylelikle maddi gerçekliğin özneye dayattığı zorunluluk biçimlerinin önemli bir bölümünden kurtulmaya çalışmaktadır. Ne var ki, insanı özneye dönüştüren şey onun varoluşsal eylemi olan emektir ve emek, içinde bulunduğu üretim ilişkilerinden bağımsız olarak doğayı dönüştürmek için uygulanır. Dolayısıyla, özne-nesne diyalektiğinden asıl vazgeçiş diyalektik yöntemi toplum ve tarihle sınırlamakla olur; zira en temel özne-nesne ilişkisi olan insan-doğa ilişkisi kapsam dışında tutulduğunda, düşünce, herkesin iyi kötü özne potansiyeli taşıdığı bir hayali evrene sıkıştırılmış ve özne-nesne diyalektiği de hangi öznenin hangi özneye nasıl nesne muamelesi yapabileceğine dair politik bir cendereye alınmış olur. Tekrara düşmek pahasına söyleyelim ki bu, siyasetin özgürleştirilmesi değil, onun son tahlilde maddi üretim ilişkilerinin üzerinde yükseldiğinin reddidir; dolayısıyla Marksizmden de, diyalektik materyalizmden de köklü bir vazgeçiştir.
İlginç olan şu ki, Lukács kitabın yaklaşık 50 yıl sonra yapılan bir yeniden basımına yazdığı önsözde şu ana kadar altını çizdiğimiz hemen her şeyi bir özeleştiri çerçevesinde kabul eder:
Burada en göze çarpan özellik, Tarih ve Sınıf Bilinci’nin marksizmin tarihsel bağlamı içinde yer alan bir eğilimi -yazarın öznel niyetlerinin tersine- nesnel olarak temsil etmesidir. Bu eğilimin, gerek felsefi kökenleri gerekse siyasal sonuçları açısından pek çok farklılıklar göstermesine rağmen, özünde ortak bir noktası var: [Marksizan ontolojinin tam temeline vurmaları.] Kısacası şu eğilimi kast ediyorum: Marksizmi yalnızca bir toplum kuramı, toplumsal bir felsefe olarak görüp bu kuramın ya da felsefenin doğaya karşı aldığı tutumu görmezlikten gelme ya da red etme eğilimi. Daha 1. Dünya Savaşı’ndan önce bile birbirinden ayrı yönlerdeki Max Adler ve Lunaçarski gibi marksistler de bu çizgiyi savunuyorlardı. Bugünlerde bu akımın bir kez daha, özellikle Fransız varoluşçuluğu ve onun entelektüel ortamı içinde –herhalde bir bakıma Tarih ve Sınıf Bilinci’nin etkisiyle olacak– ortaya çıktığını görüyoruz.[13] Benim kitabım bu sorunlar karşısında çok belirgin bir tavır takınmaktadır. Kitabın pek çok yerinde, doğanın toplumsal bir kategori olduğu ileri sürülmekte ve içindeki kavramlama sistemi, felsefe açısından ancak topluma ve toplumun içinde yaşayan insanlara özgü bilginin önemli olduğunu göstermeye çalışmaktadır.
[D]ikkatli bir inceleme bu [eğilimin temsilcilerinin] bir dizi ortak yönünü ortaya çıkartır. Bir yanda, burjuva ve sosyalist dünya görüşleri arasındaki gerçek radikal ayrımı yaratanın doğanın materyalist kavranışı olduğunu göstermek mümkündür. Bunun kavranmasındaki başarısızlık felsefi tartışmayı bulandırır ve mesela Marksist praksis kavramının net biçimde derinleştirilmesini imkânsız kılar. Diğer yanda, toplumsal kategorilere yönelik metodolojinin geliştirilmesi gibi görünen bu şey bu kategorilerin gerçek epistemolojik işlevlerini çarpıtır. Bu kategorilerin spesifik Marksist nitelikleri zayıflar ve bilinçdışı biçimde onların burjuva düşüncesinin üzerine yürüyüşleri geri çekilir.[14]
(…) Benim kitabımda bu sapma, orada belirttiğim ekonomik görüşleri doğrudan etkilemiş ve ekonomi sorununun doğal olarak odak noktasını oluşturduğu için de zihinlerin kökünden bulanmasına yol açmıştır. Gerçi orada bütün ideolojik fenomenler onların ekonomideki temellerine dayanılarak açıklanmaya çalışılıyor; ama ekonomi, burada ekonominin temel marksist kategorisi –yani toplum ile doğa arasındaki metabolizma sürecine aracılık eden çalışma– hesaba katılmadığı için dar bir çerçevede tutulmuş oluyor. Ancak bu da buradaki temel yaklaşımın doğal sonucudur. Böyle olunca marksist dünya görüşünün gerçekteki en önemli direkleri kayboluyor ve marksizmden, en radikal biçimiyle varılacak devrimci sonuçları çıkarma girişimi asıl ekonomik temel ve nedenlerinden yoksun kalıyor.(…) Sonuç olarak gerek kapitalizmin çelişkileri gerekse proletaryanın devrimcileşmesi konusundaki açıklamalar farkında olmadan öznelliği ağır basan bir havaya bürünüyor.[15]
Uzun alıntının, içeriğinin konuya dair önemi gerekçesiyle bağışlanacağını umuyorum. Lukács’ın özeleştirisi, detaylılık düzeyi açısından şaşırtıcıdır. Ama asıl şaşırtıcı olan, bu kapsamlı özeleştiriden bir sayfa sonra tekrar Engels’in tezlerindeki “teorik eksiklikten” bahsetmeye başlaması ve Engels’in “praksis alanının gelişme sürecinde işçilerin çalışmasının oluşturduğu faaliyet alanına nazaran daha karmaşık ve dolayımlı hale geldiğini göz ardı ettiğini” iddia etmesi.
Böylelikle mesele bir “güreşe doymama” hali alıyor ve Lukács örneğinin bize daha fazla fayda sağlamayacağı noktaya ulaşıyoruz. Not edelim ve geçelim, salt Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri eserine yazdığı ve Alman Sosyaldemokrat Partisi’nin yayın organı Vörwarts’ta alçakça izinsiz sansürlenerek yayınlanan giriş yazısı[16] dahi, Engels’in praksisin üretken emekten daha karmaşık ve dolayımlı olduğunu gayet iyi kavradığının göstergesidir.
Artık örneklerden genele ulaşma çabamıza başlayabiliriz.
Lukács’ın bizzat Lunaçarskiy’in ismini anması işimizi kolaylaştırıyor, zira diğer kimi örneklerden farklı olarak bu iki isim, Engels’e yönelik ilgili eleştirilerini getirdiklerinde bir sapma içindeydiler ancak amaçları antikomünizm değildi. Öyleyse bu iki örnek üzerinden, komünist hareket adına genelleştirilebilecek bir eğilimden söz edebilir miyiz (Lukács edebileceğimizi düşünüyor) ve böylesi bir eğilim, neden Engels’le sorun yaşıyor?
Meselenin özünde bir yenilgi dönemi sendromu olduğunu düşünüyorum. Yenilgi yılları sadece Lenin’in benzetmesiyle devrimci hareketi eğiten bir okul değildir, aynı zamanda Lunaçarskiy ve Lukács’ta örneğini gördüğümüz türden sapmaların boy atabileceği bereketli bir toprak sağlar. Zira yenilgi yıllarında teori ve ideolojinin eylemde sınanması zorlaştığı için devrimci düşüncenin doğruluk ve yanlışlığının test edilmesi de zorlaşır ve kâğıt üzerinde sapma kolaylaşır. Ayrıca yenilginin ardından “neden yenildik?” sorusunun sorulması gayet meşru olduğu için, bu sapmalar sıklıkla özeleştiri kisvesine bürünür.
Ancak burada konumuz açısından önemli olan, öznenin politik anlamda görece hareketsiz kalması zorunlu hale geldiğinde, bu zorunluluğun etrafından kâğıt üzerinde dolaşılma çabasıdır. Lunaçarskiy 1905 devriminin yenilgisinin ardından, belli ki diyalektik materyalizmin felsefi anlamda Çarlık coğrafyasının gerici karanlığına karşı yoksul, cahil emekçi kitlelerinde tutunmasından umudu kestiği için işçi sınıfının kendi tanrısını (dolayısıyla dinini) inşa etmeye koyulmuştur. Lukács, 1919 ilkbaharında kurulan ve 133 gün yaşayan Macaristan Sovyet Cumhuriyeti’nin yıkılmasının ardından kaçtığı Viyana’da yayınladığı Tarih ve Sınıf Bilinci’nde[17] daha incelikli biçimde ancak aynı yönde, tarih ve sınıf bilincini neredeyse işçi sınıfının alnında açılacak üçüncü bir göze dönüştürmüştür. Ortak özellikleri proletaryada, harekete geçmesi durumunda tüm maddi zorunlulukları aşacak, muazzam ve metafizik bir politik potansiyel olduğunu düşünmeleridir. Bu, Leninizmin, devrimci durumda, işçi sınıfının o ana dek politik anlamda hareketsiz, hatta belki burjuvazinin görece gerici ideolojilerinin etkisi altında olan kesimlerini de bir ölçüde kapsayacak kendiliğinden bir patlama beklentisinden farklıdır. Leninizmin bu patlamaya yön verme iddiasının (hatta bir ölçüde patlama beklentisinin de) arka planında Parti’nin işçi sınıfına devrimci olmayan yıllar boyunca sistematik biçimde ektiği bilinç tohumlarına ve onun içindeki örgütlülüğüne güven vardır. Buna karşın Lunaçarskiy’in hayalindeki parti, Weitling’in bireysel peygamberlik hayallerine benzer bir biçimde, işçi sınıfının içinde gezinen, ona ajitatif bir retorikle kurtuluş öğretisini tebliğ edip ayaklanmaya çağıran münevver bir keşişler tarikatını andırmaktadır. Lukács’ta ise Parti ve onun işçi sınıfına dışarıdan bilinç taşınma biçimindeki öncü rolü toptan yoktur.[18]
Bu savrukluğun sonuçlarını ve Engels’in teorik ve felsefi titizliğinin değerini aşağıda inceleyeceğiz. Ancak bir not düşmekte fayda var. Engels’in tüm bu saldırılara vesile olan Anti-Dühring’i de benzer bir duruma karşı yazılmıştı. Eugen Dühring’in düşüncelerinin Alman Sosyaldemokrat Partisi’nde bir sapmaya zemin teşkil edecek ölçüde yaygınlaşması 1870’lerin ilk yarısında gerçekleşir. Bu yıllar da komünist hareket açısından ağır bir gerileme dönemidir. Paris Komünü yenilmiş, Birinci Enternasyonal bölünmüş ve dağılmıştır. Dühring’in bu ortamda yaygınlaşan düşüncelerinde ise maddenin toplumsal hareket yasaları yani ekonomi politik konusunda çok geri, devrimci olmayan ve bilimsel hatalarla dolu bu kavrayışın üzerine, öznenin yetkesinin abartıldığı (örneğin sosyalizmde dinin toptan yasaklanacağını iddia eden[19]) bir siyasi iddia bindirilmiştir. Engels’in kitabının tam ismi bu yüzden “Bay Eugen Dühring’in Bilimi Altüst Edişi”dir; bu yazıda ele aldığımız tartışmaların tamamına vesile olan polemik, daha işin başında, bir kısmı safsata niteliğinde olan bilimdışı düşüncelerin abartılı politik iddialarla komünist hareket içerisinde kendisine alan açmasını engellemek için yazılmıştır.
Sonuç
Engels’in sosyalizmi bilimselleştirme ve onun yöntemi olarak diyalektik ve tarihsel materyalizmi yetkinleştirme yönündeki titiz çabasının amacı komünist hareketi kısıtlayacak bir takım modernist şablonlar oluşturmak değil; onu bilimsel zemine oturtacak, karşı karşıya olduğu zorunlulukların bilincine varmasını sağlayacak, dolayısıyla eylemini de özgürleştirecek bir teorik gelişkinlik kazandırmaktı. Zaten teorinin komünist harekete bundan başka bir temel faydası olacağını düşünmek teori fetişizmidir. Ne var ki bunun tersi, yani teorinin önemsenmemesi ise daima madde ve onun hareket yasalarına dair bilginin önemsenmemesiyle sonuçlanır ve bu savrukluk özgürleştirmez, yalnızca revizyonizm ve oportünizme kapı açar.
Tek bir örnekle yetineceğim ve konumuz açısından geri kalan tümünü açıklayacağını düşünüyorum.
Sosyalizm tarihindeki en incelikli, en keskin revizyon ekollerinden biri Frankfurt Okulu’dur. Lukács bu ekolün doğrudan üyesi değildir ama bilhassa Tarih ve Sınıf Bilinci bu ekolün başlıca düşünsel kaynaklarından birisidir. Ekolün önde gelen temsilcilerinden Adorno 1966’da, yani Lukács’ın özeleştirel diyebileceğimiz ancak ana fikri “Marksizme zarar verme niyetinde değildim” olan 1967 tarihli önsözünden bir yıl önce, Negatif Diyalektik’i yayınlar. Burada “kırk yıldan uzun bir süre önce Lukâcs’ı önemli kitabı Tarih ve Sınıf Bilinci’nin şeyleşme üzerine bölümü nedeniyle küfürle suçlayan gaddar ve ilkel parti görevlilerinin, Lukács’ın kavrayışındaki idealizmin kokusunu almış olmaları gayet ironiktir” demektedir.[20] Lukács bir yıl sonra bizzat “o yıllarda iki paralel eğilimde yol alıyordum, bir yanda Marksizmi benimsemek ve siyasal etkinlik, öte yanda salt idealist düzeydeki ahlak sorunlarına durmadan yoğunlaşmak” şeklinde yazacak ve kendisini “yüreğinde iki ruhu birden barındıran Faust’a” benzetecektir[21] ama artık iş işten geçmiştir. Zira Lukacs’ın becerikli savrukluğunun üzerine çoktan antikomünizm inşa edilmiştir. Önce diyalektik materyalizmin felsefi kopuşu yalanlanır ve Marksizm, bilhassa Engels’in katkılarıyla, Alman idealizminin bir uzantısı, onun otoriter eğilimlerini taşıyan (dolayısıyla Nazizmle akraba olan) bir ideolojiye indirgenir:
Kant’a göre akıldan yola çıkarak eylemek olan özgürlük de yasaya tabidir, özgür eylemler de “kuralları takip eder”. Kant sonrası felsefe de işte bundan yola çıkarak özgürlüğe tahammül edilemez bir ipotek koymuş, yasasız özgürlüğün özgürlük olmadığını; özgürlüğün ancak yasayla özdeşleşme aracılığıyla tesis edildiğini savunmuştur. Alman idealizminin mirası olan bu sava Engels’in el koyması hiç beklenmedik siyasal sonuçlara yol açmıştır: yanlış uzlaşmanın teorik kökeni işte budur.[22]
Ve devamında bunun aslında materyalizm değil, maddeyi mutlaklaştıran bir çeşit saldırgan, ödünsüz idealizm olduğu savlanır:
Ateist Hegelciler [olan] Marx ve Engels’te dahi esas mesele, tarihin tanrılaştırılmasıdır. Ekonominin önceliğinin, mutlu sonun tarihe içkinliğini tarihsel bir titizlik ve katılıkla tesis edeceği beklenir; ekonomik süreç siyasi tahakküm ilişkilerini üretir ve onları ekonominin baskısından mecburi özgürleşme noktasına gelene kadar sürekli kökten değiştirir. Bu doktrinin ödünsüzlüğünün bilhassa Engels’te siyasi bir veçhesi vardır. Engels ve Marx devrimin tahakkümün oyun kurallarında, siyasi biçiminde bir değişim şeklinde değil, bir bütün teşkil eden toplumun ekonomik ilişkilerinde, toplumun özkorunumunun en temel tabakasında gerçekleşmesini amaçlamaktaydı (…) Ütopyanın gerçekleşmesini arzulayan ütopya düşmanlarıydı onlar.[23]
Buraya gelen yolun en azından bir bölümü, Lukács’ın iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir.
Küçük burjuva ilericilerinin maddenin sınırlarını yok sayma eğilimi, kâğıt üzerinde bir devrimcilik faaliyeti olarak, bilhassa o sınırlar kendilerini en acımasız biçimde dayattığında çekicilik kazanır. Ancak Leninizmin en önemli derslerinden biri, iradecilik ve kendiliğindenciliğin ortak özelliklerinin siyasi etkisizlik olduğudur.[24] Nitekim, burada ele aldığımıza benzer sorunlar karşısında Lenin sözünü hiç sakınmamaktadır:
Demek, fikirlerin baskılanması gibi yüksek perdeden lafazanlıklar teorik düşüncenin gelişmesi konusunda bir kayıtsızlığı, bir iradesizliği örtbas etmektedir (…) Şu dillere destan eleştiri özgürlüğü, bir teorinin yerine başka bir teorinin geçebilmesi demek değil, her türlü bütünlüklü, önceden düşünülüp taşınılmış teoriden özgürleşme demektir, eklektizm ve ilkesizlik demektir.[25]
Ve devamında Lenin, argümanlarını Engels’ten (bizim bağlama uygun biçimde kısaltacağımız) uzun bir alıntıyla desteklemektedir:
(…) kendini giderek daha fazla teorik sorunlara adamak, geleneksel, eski dünya görüşünden kaynaklanan etkilerden ve söylemlerden giderek daha fazla kurtarmak, sosyalizmin bir bilim olduğu günden itibaren bir bilim gibi yaklaşılmayı, yani sürekli olarak incelenmeyi talep ettiğini her zaman göz önünde bulundurmak, bu savaşın getirdiği yükümlülüklerdir. Bu yolla berraklaşacak bilincin işçi kitleleri içinde içtenlikle benimsenerek yaygınlaştırılması, parti örgütlenmesini de sendika örgütlenmesini de daha sıkı kenetlemesi kaçınılmazdır. Eğer Alman işçileri bu yolda ilerlerse (…) ağır sınavlar ve büyük olaylar onlardan daha büyük bir atılım, kararlılık ve enerji talep ettiğinde, hazır ve nazır bulunacaklardır.[26]
Engels’in ayakları maddeye basan ve böylelikle hareketi, maddenin sınırları kadar o sınırların nasıl değişeceği konusunda yönlendiren bir teoride, bu teorinin bir mücadele silahı olarak geliştirilmesindeki titizliği ve ısrarı, Engels ile Leninizm arasındaki en önemli bağlardan biridir. Lenin’in eserleri bu bağa dair referanslarla doludur. Bu bilimsellik ısrarı, asla bir “tutukluk” ya da “öznenin öznelliğinin budanması” değildir. Aksine bu, bilme ve bilmeyle özgürleşme çabasıdır. Bu sayede devrimci olmayan dönemlerde sınırların ne kadar dar olduğunu bilmek boğucu gelebilir; ancak aynı bilgi olmadan devrimci dönemde sınırların ne denli genişlediğini görebilmek mümkün değildir ki bu, devrimin gerçekleştirilebilmesi için yaşamsaldır. Birinciden kaçan, ikincisini yapacak teorik silahlarla donanamaz. Lenin’in “devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz” sözünün[27] bağlamı budur.
Maddenin sınırlarını hiçe sayan teorik savrukluklar ise, ne denli çekici, cesur ya da cin fikirli görünürse görünsün etkisizlikle ve sapmalarla sonuçlanır. Düşüncenin esareti asıl budur ve tarih, bir devrimci durum karşısında kendi teorilerindeki bozukluklar yüzünden akamete uğrayan devrimci hareketlerin trajedileriyle doludur.
Burjuvazinin gerçekliğin bilgisini, bu bilgiye ulaşma yöntemlerini ve kaynaklarını acımasızca tahrip ettiği, kitleleri sahte ışıkların parlaklığıyla kör edip karanlığa mahkûm ettiği bu çürüme çağında; gerçeğin bilgisine ulaşmamızı sağlayacak devrimci teoriye kelimenin tam anlamıyla varoluşsal bir ihtiyacımız var. Engels, bu bağlamda, hepimizin öğretmeni ve yoldaşıdır.
Büyük üstadın varlığının iki
yüzyılı doldurmuş olmasına saygıyla.
Dipnotlar
[1] Friedrich Engels, Anti-Dühring, Marx & Engels Collected Works (MECW) içinde, Çev. Emile Burns, elektronik baskı, Londra: Lawrence & Wishart, 2010. C.25, s.8-9.
[2] Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], 5. Baskı, Çev. Sevim Belli, Ankara: Sol Yayınları, 2004, s.38, dipnot. “Farelerin kemirici eleştirisine terk edilen” elyazmasında bu pasajın üzerinin çizili olması Marx ve Engels’in böyle düşünmediği, (ya da bu yazıda ele alacağımız revizyonizm girişimlerinin iddia ettiği gibi Engels’in böyle düşündüğü ama Marx’ın böyle düşünmediği) anlamına gelmez. Marksizm asla toplumun hareket yasalarını doğa yasalarıymış, yani bilinçsiz maddenin hareket yasalarıymış gibi ele alacak bir kaba materyalizm yoluna girmemiştir. Öte yandan, doğanın işleyişi ile toplumun işleyişinin diyalektik olarak birbirini koşulladığına yönelik yalnızca Engels’in değil aynı zamanda Marx’ın, sadece erken dönem metinlerinden değil tüm eserlerinden, bilhassa da en olgun eseri olan Kapital’den yapılabilecek onlarca alıntı mevcuttur.
[3] Nitekim, bu yazıda detaylarına girmeyeceğiz ancak, Engels’i diyalektik yöntemi doğaya uygulama çabasına karşı çıkanlar doğa bilimindeki ilerlemeler tarafından yanlışlandı ve 20. yüzyıl boyunca doğa bilimlerinde yaşanan neredeyse tüm büyük gelişmeler diyalektiğin yasalarının toplumsal ilişkilerle sınırlı olmadığını, öznenin olmadığı doğal etkileşimlerde de yürürlükte olduğunu gösterdi.
[4] Marx ve Engels, Alman İdeolojisi, s.46.
[5] Engels, Anti-Dühring, MECW, C.25, s.105-106.
[6] Marx ve Engels, MECW, C.28, s.329-399.
[7] V.I. Lenin, Materialism and Empirio-Criticism, Collected Works içinde, 4. Baskı, Çev. Abraham Fineberg, Moskova: Progress Publishers, 1977, C.14, s.239.
[8] Carl Wittke, The Utopian Communist: A Biography of Wilhelm Weitling, Nineteenth-Century Reformer. Baton Rouge: London State University Press, 1950, s.107-108.
[9] Shelia Fitzpatrick, The Commissariat of Enlightenment: Soviet Organization of Education and the Arts Under Lunacharsky, October 1917-1921. Cambridge: Cambridge University Press, 1970, s.4. Lunaçarskiy’in Din ve Sosyalizm eserine Türkçe veya İngilizce ulaşmak mümkün olmadığı için bu ikincil kaynağa başvuruyorum; yazarı Fitzpatrick’in kariyerini antisovyetizm üzerinden yapmış bir tarihçi olmasında ise bir sakınca görmüyorum. Lunaçarskiy’in Fitzpatrick’ten aldığı övgüler ile Lenin’in eleştirilerini karşı karşıya koyduğumuzda, ortaya çıkan tabloda bir tutarsızlık görünmüyor.
[10] György Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci, Çev. Yılmaz Öner, İstanbul: Belge Yayınları, 2006, s.47.
[11] A.g.e., s.56.
[12] A.g.e., s.57, dipnot. Köşeli parantez içerisindeki kısım önemli ancak çeviride bulunmuyor, düzeltme için kullanılan kaynak Georg Lukacs, History & Class Consciousness, https://www.marxists.org/archive/lukacs/works/history (Erişim tarihi 19.11.2020).
[13] Varoluşçuluk ile bu yazıda ele aldığımız “öznenin ayaklarını yerden kesme çabası” arasındaki akrabalığa Lukács’ın 1967’de işaret etmesi ilginç. Bu konu yazının sınırlarını aşıyor ama varoluşçuluğun özgürlük-zorunluluk diyalektiği çerçevesinde güçlü bir eleştirisi, bu felsefi akımın bir kez daha güçlenmeye başladığı günümüzde çok önem taşıyor.
[14] Bu paragraf ilginç bir biçimde, bütün olarak kullanılan Türkçe çeviride yer almıyor ancak metnin düşünsel bütünlüğü açısından önemli. Kullanılan kaynak Georg Lukacs, “Preface to the New Edition, 1967”,https://www.marxists.org/archive/lukacs/works/history/lukacs67.htm (Erişim tarihi 19.11.2020).
[15] Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci, s.15-17.
[16] Konumuzla alakası sınırlı olsa da bu vaka, Alman sosyal demokrasisinin Kemal Okuyan’ın Devrimin Gölgesinde (İstanbul: Yazılama Yayınları, 2019) eserinde detaylı biçimde ele aldığı ihanetinin hayli uzun bir revizyonist kuluçka döneminden geçtiğini gösterme açısından önemlidir. Üstelik ilginç biçimde revizyonizm bu örnekte de (bu kez kanlı canlı haliyle) Engels’e çatmak zorunda kalmıştır (üstat adeta bir revizyonist paratoneridir). Meselenin detaylarını merak edenler için: Karl Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 içinde “Friedrich Engels’in 1895 baskısı için yazdığı Giriş”, Çev. Erkin Özalp, İstanbul: Yazılama Yayınları, 2009, s.127-149.
[17] Not edilmesi gereken bir diğer nokta da Lukács’ın bu eseri yalnızca Macaristan Sovyet Cumhuriyeti’nin yıkılmasının ardından değil, aynı zamanda komünist harekette 3. Enternasyonal ve Sovyet Rusya’nın etkisinin yarattığı tekleşme basıncına karşı çıkan bir muhalefetin parçası olarak yazmış olduğudur. Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci, s.14.
[18] Tarih ve Sınıf Bilinci’ndeki (Lukács’ın 1967’de yazdığı önsözde de değindiği) bu eksiklik belli ki sorun yaratıyor zira Lukács kitabın yayınlanmasından hemen bir yıl sonra Lenin’in Düşüncesi’ni yazıyor ve kendi metafizik sınıf bilinci kavrayışını Lenin’in düşüncesiyle uzlaştırma çabasıyla işçi sınıfının öncü partisinin “proletaryanın sınıf bilincinin gözle görülür cisimleşmesi” olduğunu söylüyor. György Lukács, Lenin’in Düşüncesi – Devrimin Güncelliği, 2. Baskı, Çev. Ragıp Zarakolu, İstanbul: Belge Yayınları, 1998, s.28.
[19] Engels, Anti-Dühring, MECW, C.25, s.300-302.
[20] Theodor W. Adorno, Negatif Diyalektik, Çev. Şeyda Öztürk, İstanbul: Metis Yayınları, 2016, s.178.
[21] Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci, s.9.
[22] Adorno, Negatif Diyalektik, s.227.
[23] A.g.e., s.292.
[24] Ne Yapmalı bu konuda pasajlarla doludur ama bilhassa çarpıcı olan, ekonomizm ile terörizmin birbirine eşitlendiği bölümdür. V.I. Lenin, Ne Yapmalı?, Çev. Barış Zeren, İstanbul: Yazılama Yayınları, 2018, s.82-85.
[25] A.g.e., s.31-32.
[26] Engels’ten akt. Lenin, a.g.e., s.35-36.
[27] Lenin, a.g.e., s.32.