1914 İhaneti: Sosyal Demokratlar Savaşa Nasıl Girdi?
103 yıl sonra 1914
Geçtiğimiz yüzyılda insanlık nice savaşlar gördü. Emperyalist saldırı dört bir yana yayıldı, yıkım derinleşti, ölüm kitleselleşti… Yine de bugün “Büyük Savaş” denildiğinde akıllarda hala 1914-18 savaşı canlanıyor. Makineli tüfek ve kimyasal silahlar gibi birçok yeni öldürme yöntemini getiren bu savaşın, aradan geçen koca bir yüzyılın ardından hala “Büyük Savaş” olarak anılıyor olması teknolojik nedenlere dayanmıyor. Olanlara tanıklık eden kimsenin bir daha unutamayacağı bir sarsıntıydı Birinci Dünya Savaşı. Yüzlerce yıllık imparatorluklar çökerken “işlerin bu noktaya varması” bir yandan da Aydınlanma’nın kazanımlarını sorguya açıyordu. Doğru dersleri çıkaranların önündeyse aydınlık bir geleceğin kapısı ardına dek açılmıştı.
İşçi sınıfı hareketi için 1914 aynı zamanda bir ihanetin tarihidir. Dönemin sosyal demokrat hareketi Marksizm’den hareketle sınıf siyasetini temsil ediyor ve hızla gelişen olanaklarıyla Avrupa’yı kasıp kavuruyordu. Yaklaşan dünya savaşının gölgesinde sosyal demokrasinin barış söylemi yüreklere su serpiyordu. Ama o an gelip çattığında, yalnızca söylemde bırakılan bu barışçı siyasetin bir anda terk edilmesi hiç de zor olmadı. Sosyal demokratlar burjuva hükümetleriyle uzlaşmakta hiçbir çekince göstermedi. Sanki yıllardır bu anı bekliyorlardı… Ve emperyalistlerin çıkarları uğruna milyonlarca işçiyi silah altına almaya koyuldular.
Sosyal demokrasi görev başında
Tarih öğretiyor. 1914’te sosyal demokrasinin bütün gövdesiyle burjuva siyasetine atıldığını gördük. Sonrasında köklü geleneklere dayanan koca partilerin devrimci niteliklerinden ve marksist geçmişlerinden bütünüyle ayrışması fazla zaman almadı. Bugün sosyal demokrasinin birincil görevinin işler yolunda gitmediğinde sömürü düzenine yaşam öpücüğü vermek olduğunu biliyoruz.
1914 ihanetinin güncelliğini ortaya koyan çarpıcı bir örnek, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası estirilen “milli mutabakat” havasıdır. Esintinin ömrü belki beklenenden kısa sürdü ama “Yenikapı ruhu” amacına ulaştı ve tökezleyen düzenin acil meşruiyet gereksinimi karşılanmış oldu. 2016 Türkiyesi’nde milli mutabakat, 1914 Almanyası’nda Burgfrieden, 1914 Fransası’nda Union sacrée… Bu sloganların her biri olağanüstü koşulların ürünü olarak ortaya çıktı. Ulus yaşamsal tehditlerle karşı karşıyaydı ve “milli irade”yi temsil eden hükümetin güncel çıkarları uğruna soyut ilkesel çıkarlar feda edilmeliydi. 1914 yılında bunun anlamı burjuva hükümetleri adına savaşa katılmaktı. 2016’dan beri Türkiye’de sosyal demokrasinin önüne konan görevlerse topun ağzındaki bir hükümete her defasında payanda olmak, sınır ötesindeki kirli maceraları aklamak, rejim değişikliği için atılan yapısal adımlara zemin sunmak ve ortaya çıkan siyasal tepkileri siyasetsiz ve ideolojisiz olduğu öne sürülen zararsız biçimlerde soğurmak gibi görünüyor.
Metnin devamını okuyanlar “amaç-araç” tartışmasının 1914 ihanetini anlamakta önemli bir yer tuttuğunu görecekler. Kısa-orta erimli hedefler uğruna kendi varlık nedenini rafa kaldırmak, düzen içinde kazanılan mevzileri kutsamak, sınıf kinini bir yana bırakıp “büyük siyasete soyunma” adı altında burjuvaziyle iş pişirmek, önünde toplanmış bulunan kalabalıklardan büyülenip bu büyünün etkisiyle hedeflerini ve kendi varlığını geriye çekmek, parti programını önemsizleştirmek, çelişkili ve üstelik taban tabana zıt eğilimlerin parti içinde tanımlı biçimde var olmasını ve örgütlenebilmesini benimsemek, ama bütün bunları yaparken devrimciliğe ve marksistliğe laf söyletmemek… 1914’te birbirlerini boğazlamak için koşa koşa orduya yazılan sosyal demokrat kadrolar işçi sınıfının sırtına sapladıkları hançeri bu biçimde aklamaya çalışıyorlardı. Bugün bu akıl yürütme kulağımıza ne yazık ki hiç de yabancı gelmiyor. Anlaşılan, birbirinden önemli derslerle dolu bir yüzyılın ardından likidasyon cephesinde yeni bir şey yok!
Bu yazıda güncellikle bağlantı kurmak çoğunlukla okuyucuya bırakılmıştır. Şimdi sosyal demokrasinin 1914 ihanetinin hangi koşullar altında ve tam olarak nasıl gerçekleştiğini inceleyeceğiz.
1914’e doğru zamanın ruhu
Yirminci yüzyılın başlarında sıkça başvurulan kavramlardan birisi Realpolitik’ti. Alman Devleti’nin kurucusu Otto von Bismarck ile anılan bu düşünce, ulusal çıkarlar adına dış politikada her türlü manevrayı meşru kılıyordu.1 Bütün burjuva iyimserliğine karşın 1914’e gelindiğinde dünya iki kutuplu bir ittifak sistemince bölünmüş durumdaydı. Siyasetin yasalarını okuyabilenler bölgesel çatışmaların genel bir savaşa dönüşebileceği konusunda uzlaşmışken, Avrupa toplumunun geneli böyle bir kuşkudan uzaktı. Öyle ki, Avusturya-Macaristan arşidükü Franz Ferdinand vurulduğunda birçokları bunu sıradan bir siyasal suikast ve “alışılagelmiş karmakarışık Balkan sorunlarından biri” olarak değerlendirmişti. Aydınlanma’nın koca mirası bir yana atılıp bütün uygarlık bir anda birbirine girecek değildi ya!
Bunun karşısında, savaşı “bir çeşit spor” olarak gören ve bunu düşündükçe elleri kaşınan bir azınlık da vardı.2 Savaştan hemen önceki yıllarda Paris’teki öğrenci gençlik içinde yapılmış bir araştırma, eğitimli Fransız gençlerinin hatırı sayılır bir bölümünün kendilerinden önceki kuşağı “pısırık ve entel” bulduğunu, buna karşı “yurtsever bir inanç, kahramanlık, ahlaka ve Katolik değerlerine dönüş, gelenekler ve siyasette gerçekçilik” adına “eyleme geçmeye” istekli olduğunu ortaya koyuyordu.3 Yine de bu görüşün Avrupa toplumundaki genel havayı yansıtmaktan uzak olduğunu söylememiz gerek. Britanyalı marksist tarihçi Eric Hobsbawm 1914’te seferberliğe katılan kitlelerin “savaş meraklıları” ya da “maceracılar” olarak değil, birer yurttaş olarak harekete geçtiğini belirtiyor.4 Emperyalistlerin ikna gücü halkları apaçık işgalci heveslerle donatmakta zorlanmış, daha çok anayurda yönelen tehditlere karşı savunmacı bir ulusçuluk duygusundan beslenmişti.
Savaşın gölgesinde Avrupa işçi hareketi
“Prusya-Almanya için bir dünya savaşı dışında artık başka bir savaş mümkün değildir ve bu savaş, bugüne kadar hayal edilmemiş bir ölçüde ve şiddette olacaktır. 8-10 milyon asker birbirini kıracak ve böylece bütün Avrupayı çekirge sürülerinin bile beceremeyeceği şekilde soyup soğana çevirene kadar hırsla yiyip yutacaklardır. 30 yıl savaşlarının yıkımı 3-4 yıla sığacak ve bütün kıtaya yayılacak; açlık, veba, ordularda ve halk yığınlarında son haddine ulaşmış ıstırap ve tehlikenin yarattığı bir çöküntü; ticaret sanayii ve bankacılıkta kurduğumuz suni mekanizmanın genel iflasla sonuçlanmasının doğurduğu umutsuz karışıklık; eski devletler ile bunların geleneksel devlet felsefesinin çöküşü öylesine bir durum alacak ki, düzinelerle taç kaldırımlarda yuvarlanacak ve kimse kafasını çevirip bakmayacak; nasıl sona ereceği ve mücadeleden kimin galip çıkacağını kestirmek olanaksız; yalnız tek bir sonuç kesinlikle belli: genel bir bitkinlik ve işçi sınıfının kesin zaferi için koşulların hazırlanması.” [Friedrich Engels, 1887]5
Dönemin marksist çevrelerinin savaş üzerine yaptığı kuramsal tartışmalar yoğunlaşmıştı. August Bebel’e yazdığı Mart 1875 tarihli mektupta Engels, Alman işçilerinin Avrupa işçi hareketinin başını çekiyor oluşunu her şeyden önce “Fransa-Prusya savaşı sırasında benimsemiş oldukları gerçekten enternasyonalist tutum”a bağlıyordu.6 Yukarıda yer verdiğimiz ve satırı satırına doğru çıkan kehanetin de gösterdiği gibi yaklaşan savaşın kaçınılmazlığı ve niteliği sosyal demokratlar için apaçık ortadaydı. Yoldaşlarımızın savaş karşıtlığıysa kimsenin kuşku duymadığı bir gerçekti. Alman sosyal demokratları Reichstag’da (Alman parlamento binası) düzenli olarak savaş bütçesinin aleyhine oy kullanırken “Bu düzen için ne tek bir adam ne de tek bir kuruş!” sloganını dillerinden düşürmüyorlardı. İtalyan Sosyalist Partisi’nin yayın yönetmeni Benito Mussolini, Libya’ya savaş ilanı hazırlığında olan hükümeti uyarıyordu: “Eğer Vatan hâlâ daha kan ve para fedakârlığı istemeye kalkarsa proletaryanın buna yanıtı genel grev olacaktır. Ve böylece uluslar arasındaki savaş sınıflar arasında bir savaşa dönecektir.”7 1912 yılında İşçi Enternasyonali’nin Basel’deki olağanüstü konferansında bütün ülkelerdeki sosyalist partilerin ve sendikaların savaş karşıtlığında uzlaştığı duyurulmuştu.8 Savaş karşıtlığı yalnızca dost meclislerinde değil, düzen güçlerince de bilinen bir durumdu. Temmuz 1914’te Fransız valileri savaş seferberliği durumunda hazırlıkları aksatma eğilimi gösterenlerin tutuklanması amacıyla düzenlenen B Karnesi’ni güncellemekle uğraşıyorlardı.9
Oysa bu durum fazla uzun sürmeyecek ve 3 Ağustos 1914’te Almanya Sosyal-Demokrat Partisi’nin (SPD) parlamento grubunda savaş bütçesinin lehine oy verme kararı alınmasıyla II. Enternasyonal’in ölüm fermanı imzalanacaktı. Yaşanacak büyük kırılmanın temelinde yatansa yaklaşan savaşın niteliği üzerine ortaya çıkan iki ayrı görüştü: “haklı bir savaş mı, yoksa emperyalist bir savaş mı?”10
Fransız sosyal demokrasisi
Ulusal hükümete yanaşma bakımından Alman sosyalistlerine katılacak olan, ancak “savaş delisi Kayzer’e karşı Büyük Devrim’in anayurdunu savunma” yolunda Alman yoldaşlarıyla karşı karşıya gelecek olan Fransız sosyal demokrasisi özel bir ilgiyi hak ediyor.
Sosyalist Parti (PS) yükselen bir gücü ve söylem düzeyinde sapına dek barışçı bir siyaseti temsil ediyordu. Bu yükselişe seçim başarıları, giderek genişleyen siyasal etki alanı ve parti yayınlarının dağıtımındaki büyük artış eşlik ediyordu. Üye sayısındaki artış şu veriler üzerinden izlenebilir: Şubat 1910 Nîmes Kongresi’nde 53.928, Ocak 1914 Amiens Kongresi’nde 72.765, Temmuz 1914 Paris Kongresi’nde 90.725 kayıtlı üye. Tirajını Ocak 1913’te 83.929’dan Ocak 1914’te 110.000’e ve Haziran 1914’te 150.000’e çıkaran, aynı zamanda Parti’nin yayın organı olan L’Humanité gazetesi Paris’in bir numaralı siyasal gazetesi olmuştu. Mayıs 1914’te Paris Komünü anısına düzenlenen yürüyüşte tahminlere göre 40 ya da 50 bin kişinin yer aldığı söyleniyordu.11
1914 yılına dek sosyal demokratlar burjuva toplumuyla aralarına belli bir mesafe koymaya özen göstermişlerdi. Dönemin sosyalist çevrelerince iyi tanınan Fransız bağımsız milletvekili Alexandre Millerand 1899’da Pierre Waldeck-Rousseau’nun kabinesine ticaret bakanı olarak girmeyi kabul ettiğinde uluslararası sosyalist harekette büyük tartışmaları fitillemişti.12 Bir burjuva hükümetine girme aymazlığının üzerine tüy diken durumsa, aynı hükümetin savaş bakanlığının başında “Komün’ün katliamcısı” olarak bilinen General Gaston de Galliffet’nin bulunmasıydı.13 “Millerand olayı” zamanla Fransız sosyal demokrasisi içindeki çelişkileri gösteren bir simgeye dönüştü. Parti’nin siyasal çizgisi “ilkelerde katı, uygulamada gevşek” olarak nitelendiriliyordu. İşçi Enternasyonali’nin kongrelerinde nesnel durum saptamalarına dayanan Alman sosyalizminin “ulusal gerçekçiliği” ile işçi sınıfının yükselen gücüne ve sosyalizmin ilerleyişine olan körü körüne bir inanca yaslanan Fransız sosyalizminin “Jaurès’çi muğlaklığı” sık sık karşı karşıya geliyordu.14
Fransız sosyalistlerinin Temmuz 1914’te düzenlediği savaş karşıtı gösterilerde “Yaşasın barış!” ve “Kahrolsun savaş!” sloganları atılıyordu ve yapılan konuşmalarda Fransız hükümetinin barışçı çabalarının hakkı veriliyordu. Savaşın sorumluluğu “despot ve kanlı bir çarın kaprisleri”nde, “doymak bilmez kapitalistlerin maddi çıkarları”nda ve “kozmopolit finansçıların arzuları”nda görülürken Fransız hükümetine toz kondurulmuyordu. Bedavaya değildi, İçişleri Bakanlığı’nın valilere yolladığı 30 Temmuz tarihli yazı sosyalistlerin düzenlediği toplantılara izin verilmesini, ama diğer toplantıların “duruma göre” ve “düzenleyenlerin niteliğine göre” yasaklanmasını buyuruyordu.15
28 Temmuz günü toplanan CGT’nin (Fransız Genel Emek Konfederasyonu) konfederasyon komitesinde bütün önde gelen yöneticiler hazırdı. Toplantı, tanıklıklara göre, “korku havasında” geçti çünkü militanlarının izlendiğinden, yarın sabah için öngörülen gözaltı planlarından ve başka tehditlerden herkes haberdardı. Fransız tarihçi Jean-Jacques Becker’e göre, “inandıkları düşünceler uğruna dövüşmeye ve acı çekmeye hazır bu adamlar işçi sınıfının savunucuları olarak hapse girmekten çekinmezlerdi ama vatan hainleri gibi toplama kampına götürülmenin utancına katlanamıyorlardı.”16 CGT yöneticilerinin o gece vardıkları sonuç, savaşı protesto edebilecekleri ama seferberliği aksatamayacakları yönünde oldu. 29 Temmuz tarihli La Bataille syndicaliste yayını bundan böyle genel greve atıfta bulunmaktan vazgeçtiğini duyurdu. Öngörülen tutuklamalardan da böylece vazgeçildi.17
Sosyalist Enternasyonal’in 29 Temmuz günü Brüksel’de gerçekleşen büro toplantısının çıkışında Fransız sosyalizminin önderi Jean Jaurès toplantıyı “umut verici” buluyordu ve Rusya’nın yirmi üç tümenini seferber etme kararı bile onun iyimserliğine engel olamıyordu. Başbakan René Viviani’yi görmeye gittiğinde Fransız hükümetinin orduları sınırdan on kilometre mesafede hazır tutma kararından haberdar oldu. 31 Temmuz günü Jaurès hala hükümetin kararları üzerinde etkili olma olanakları verecek kadar uzun bir bunalım bekliyordu ve hükümeti “İzvolski’in (bir önceki dönemde Rus dışişleri bakanlığı yapmış olan, Paris’teki Rus büyükelçisi Aleksandr Petroviç İzvolski) ve bir Rus entrikasının kurbanı” olmamak için ikna edebileceğini umuyordu. 18 Temmuz 1914’te L’Humanité’de şöyle yazmıştı: “Hasımlarımız ne derse desin, barışı sağlamak için azami çabayı göstermek ve olur da savaş bize rağmen patlak verirse ulusun bağımsızlığını ve bütünlüğünü sağlamak adına azami çabayı göstermek arasında hiçbir çelişki yoktur.”18
Jaurès’in 31 Temmuz günü katledilmesi Fransız savaş karşıtlığının başarısızlığının bir simgesi olacaktı. Le Bonnet rouge adlı sosyalist gazetenin 3 Ağustos 1914 tarihli sayısında yayın yönetmeni Miguel Almereyda şöyle yazıyordu: “Sosyalist kardeşlerim, Enternasyonalimizi ve Kızıl Bayrağımızı bir yana bırakalım. Artık bizim marşımız La Marseillaise (Fransız ulusal marşı), bayrağımız üç renkli bayraktır.”19
Çağrıyı aldıysak tam da bu noktada Alman sosyalizmine soralım: Sen de var mısın kardeşim?
Alman sosyal demokrasisi
Fransa karşısında kazanılan savaşı izleyen büyük sanayileşme dalgasından Alman işçi sınıfı da kârlı çıkmıştı. 1877 parlamento seçimlerinde Sosyal Demokrat Parti 500 bine yakın oy almış (bütün oyların % 9’u ediyordu) ve Reichstag’da 12 sandalye kazanmıştı. “Sosyalistler Yasası” olarak bilinen 1878-1890 döneminin bütün baskıları, terörü, tutuklamaları, yasakları ve kovuşturmalarının ardından Alman sosyal demokrasisi o zamana kadarki en büyük seçim başarısını 1890 genel seçimlerinde 1 milyon 427 bin 298 oy ve mecliste 35 sandalyeyle elde etmişti.20
Yirminci yüzyılın başında Almanya Sosyal-Demokrat Partisi kazanımlarını hızla ilerletiyordu. 1903’te SPD 3 milyondan fazla oy ve 81 sandalye elde etmişti.21 1912’de Almanya’daki bağımsız sendikaların 2 milyon 553 bin üyesi vardı22 ve aynı yıl yapılan seçimlerde SPD 4 milyon 250 bin 329 oy (bütün oyların % 34,8’i) ve 110 sandalye elde etmişti. Böylece Reichstag’ın en büyük grubu sosyal demokratların oluyordu. 1914’te üyelerin sayısı 1 milyon 65 bin 905’ti ve 110 gazeteden oluşan basın organlarının bir buçuk milyon abonesi vardı.23
1895’te sosyalistler askeri hanedanlığın törenlerinden duydukları rahatsızlığı dile getirerek yeni Reichstag binasının açılış törenine katılmamışlardı. Üstüne üstlük, parlamento açılışında – Alman ulusunun iradesini temsil etmesine bakmaksızın (!) – Kayzer’i selamlamak için ayağa kalkmayı da reddetmişlerdi.24 Davranışta gösterilen bu uzlaşmazlığa karşın, görünüm ve gerçeklik arasında ciddi bir açı vardı. SPD eylemde ve örgütte tanıdığı gevşekliği kuramda tanımaya asla yanaşmıyordu. Parti’nin resmi kuramcısı ve “sosyalizmin papası” Karl Kautsky yeni kuramlar karşısında ortodoksluktan ödün vermemekte kararlı görünüyordu. Sonradan “revizyonizmin babası” olarak adlandırılacak olan Eduard Bernstein 1899 Hanover ve 1903 Dresden kongrelerinde resmi olarak mahkûm edilmişti.25 1898 kongresinin ardından yazdığı ve başlıca yapıtı sayılan Sosyalizmin Ön Koşulları ve Sosyal Demokrasinin Görevleri kitabında Bernstein blankizme yakıştırdığı “devrimci siyasal şiddet ve devrimci mülksüzleştirme” ve “Hegel diyalektiği” öğelerinden arındırılarak marksizmin baştan sona yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini öne sürüyordu.26 Bernstein’ın ünlü “Benim için nihai amaç hiçbir şey, hareket her şeydir” sözü Rosa Luxemburg’un ağır eleştirilerinin hedefi olmuştu. Luxemburg “nihai amaç” tartışmasının siyasal boyutuna vurgu yapıyor ve şunu söylüyordu: “Biz devrimciler ve proleter partisi için nihai amaçtan daha pratik bir sorun olamaz.”27
Yaklaşan savaş konusunda SPD yöneticileri Fransız yoldaşları Jaurès ve Vaillant tarafından önerilen “Savaştansa ayaklanma!” sloganını hiç de benimsemiyorlardı. Parti’nin işleyişinin çağdaş toplumun yapısıyla son derece bağlı olduğunu gören Bebel şunu belirtiyordu: “Parti içinde yaşamı, hatta belli koşullarda partinin var olmasını ciddi tehlikelerle karşı karşıya bırakacak savaşım yöntemlerini kabul etmeye sürüklenmek, izin veremeyeceğimiz bir şeydir.”28 Sosyalistler Yasası yıllarının uzun deneyimi SPD yönetimine Alman devleti karşısında sahip oldukları hareket alanının sınırları konusunda yüksek bir bilinç sağlamıştı. Bu siyasal mekanizmayı kendi elleriyle var eden bir önceki kuşağın tersine, genç sosyal demokratlar bu mekanizmanın içine doğmuştu. Bu gerçeği düşünürsek, başından beri hükümetin donanmayı geliştirme politikasının arkasında duran sosyalist gazeteci Gustav Noske’nin bir savaş gemisini gezmeye davet edilmiş olmasına ve bir diğer sosyalist gazeteci olan Albert Südekum’un en azından Temmuz 1914’ten beri başbakanlıkla iletişim içinde olmasına şaşırmamak gerek. Bunlardan ilki 1919’da savaş bakanı, diğeri de 1918’de maliye bakanı olacaktı.29 Bal tutan parmağını yalar!
1913’te Alman hükümetinin meclise sunduğu yasa tasarılarından biri, yeni harcamaların karşılanması için gelirlerde ve mülkiyette kademeli dolaysız vergiye geçişle ilgiliydi. Fransız ve Alman sosyalistlerinin parlamento gruplarının silahlanma bütçelerini oylamayı reddeden bir ortak açıklama yapmalarının üstünden henüz birkaç ay geçmişti. Buna karşın, hükümetin önergesi tam da SPD’nin programında yer alan mali reformu içeriyordu. Sosyalist milletvekilleri yeni askeri programın karşılanması için getirilecek yeni vergilerin önüne geçecek olan ama aynı zamanda yeni askeri ödeneklerin önünü açan bu önergenin lehine oy kullanmaya karar verdiler.30 “Bu düzene ne tek bir adam ne de tek bir kuruş!” sloganıyla taban tabana çelişen bir karardı bu.
Yine de barışçı söylem henüz büsbütün terk edilmiş değildi. Tersine, sosyalist basın militarizme ve kapalı kapılar ardında dönen diplomasiye saldırmayı sürdürüyordu. 26 ve 30 Temmuz günlerinde Almanya’da sosyal demokratlar barışçı kitle eylemleri düzenlediler. Avusturya’nın Sırbistan’a verdiği ültimatom üzerine 25 Temmuz 1914’te SPD’nin yayın organı Vorwärts’ta (İleri) şunlar yazıyordu:
“Avusturyalı despotların şehveti ve emperyalist ticari çıkarlar için tek bir Alman askerinin kanı bile kurban edilmemelidir. Yoldaşlar, sizi kitle gösterileriyle sınıf bilincini taşıyan proletaryanın barış isteyen sarsılmaz iradesini ifade etmeye çağırıyoruz… Barış zamanında sizi ezen, küçük gören, sömüren yönetici sınıflar, şimdi sizi topun ağzına atmak istiyorlar. Her yerde şu çığlık despotların kulaklarında çınlamalı: Savaş istemiyoruz! Kahrolsun savaş! Yaşasın enternasyonal kardeşlik!”31
Alman sosyal demokrasisi içinde ayrı eğilimler
Alman sosyal demokrasisi içinde ilk tartışmalar Ağustos 1914’te yaşanmamıştı. Realpolitik anlayışı hareketin daha ilk yıllarında tartışılır olmuştu. “Oportünizm” sorunu Kurucu Babalar’ın zamanında bile gündemdeydi. 1891’de hazırlanan yeni parti programı taslağının eleştirisinde Friedrich Engels sosyal demokrat basının büyük bölümüne egemen olan oportünist yaklaşımlara dikkat çekiyordu. “Eski toplumun yeni topluma doğru barış yoluyla evrime uğrayabileceği” beklentisini eleştirirken Engels şunu yazıyordu:
“Günün geçici sorunları karşısında büyük temel düşüncelerin bu unutuluşu, geçici başarılar uğruna girişilen bu yarış ve sonal sonuçları gözönünde tutmadan çevrede verilmekte olan savaşım, hareketin geleceğinin bugünün sonuçlarına feda edilişi, bütün bunların belki de dürüst nedenleri vardır. Ama bunlar oportünizmdir ve oportünizm olarak kalacaktır. Ve ‘dürüst’ oportünizm, belki de oportünizmlerin en tehlikelisidir.”32
Oportünizm konusunda Karl Marx hiç de daha hoşgörülü sayılmazdı. Ludwig Kugelmann’a Şubat 1865’te yazdığı mektupta Alman orta sınıfının 1849-59 gericiliğini hoşgörüyle karşılamaya yönelmesinde “o alçakça realist politika”yı suçlu buluyordu. Eylül 1864’te Bismarck’ı genel oy hakkı sözü karşılığında Schleswig-Holstein’ı ilhak etmeye ikna etmek için Hamburg’a gitmiş olan Ferdinand Lasalle de bir “realist politikacı”ydı. Bismarck-Lasalle görüşmelerinin 1928’de yayımlanmasıyla doğrulanan bu büyük ithamın ardından Marx mektubunu Almanların Realpolitik anlayışına duyduğu öfkeyi belirterek sonlandırıyordu.33
Yirminci yüzyıla gelirken Alman sosyal demokrasisi içindeki reformistlerin ne düşündüğünü anlamak adına Bernstein’ın yazıları iyi bir kaynak sunuyor. Daha önce belirtmiş olduğumuz kitabında Bernstein “Demokrasi hem araç, hem de amaçtır. Demokrasi sosyalizmi elde etmenin aracı ve sosyalizmi gerçekleştirmenin biçimidir” diyerek kendince bir demokrasi tanımı yapıyor ve SPD’den gerçekte olduğu şey gibi görünme cesaretini göstermesini bekliyordu: “demokratik-sosyalist bir reform partisi.”34 Birçok kongrede savlarının mahkûm edilmesine karşın Bernstein’ın varlığı örgüt içinde ciddi bir rahatsızlık uyandırmıyordu. Uzun yıllar boyunca Parti’nin ulusal çapta başkanlığını yapmış olan Ignaz Auer’den aldığı mektup duruma açıklık getirebilir: “Elli yıllık bir yazına ve neredeyse kırk yıllık eski bir örgüte sahip olan bir partinin göz açıp kapayıncaya dek böylesine büyük bir dönüşüm geçirebileceğinin olanaklı olduğuna gerçekten inanıyor musun? Sevgili Ede, senin umduğun şeye karar verilmez, bu şey dillendirilmez, yapılır.”35
Bernstein’ın tartışmaya değer bir başka yönüyse savaştan on beş yıl önce yazdığı kitabındaki uluslararası değerlendirmelerle ilgili. Alman sosyal demokrasisinin Alman İmparatorluğu’nun sömürge siyaseti konusundaki çekincelerinden kurtulması gerektiğini belirtiyor ve bir yandan da emperyalist işgalleri aklıyordu, “Son tahlilde daha ileri kültür daha yüksek hakka sahiptir.”36
Bernstein’ın savlarına en sert eleştirileri getirenlerden biri “Kurucu Babalar’ın kuramsal mirasının bekçisi” sayılan Karl Kautsky’ydi. Aslına bakılırsa, değişen koşulların sosyal demokratları nerelere savurabileceğini göstermesi bakımından Kautsky’nin düşünsel evrimi başlı başına ibret vericidir. 1909’da reformist savlara karşı yazdığı İktidara Giden Yol kitabı şu biçimde başlıyordu: “Sosyal demokrasinin partisinin DEVRİMCİ bir parti olduğunu dostları da düşmanları da kabul etmektedir. Ancak ne yazık ki devrim fikri çok yönlüdür ve dolayısıyla partimizin devrimci karakteri çok çeşitli şekillerde algılanmaktadır.”37 İnsan uygarlığının barışçıl evrimine duyduğu büyük inançla Kautsky proleter devrimcilerden ayrışıyordu. Parti stratejisi ve savaş üzerine iki görev tanımlıyordu: Alman proletaryası için parlamenter hakların kazanımı ve dünya proletaryası için militarizme ve emperyalizme karşı savaşım. Kitabının sonunda Kautsky yaklaşmakta olan dünya savaşı tehdidine dikkat çekiyordu ve 1905 Rus Devrimi’ne anıştırmayla savaşların siyasal iktidar değişimleri adına sunduğu büyük olanakların altını çiziyordu.38 Yine de, büyük siyasal tutkular taşıdığı söylenemezdi, çünkü SPD’yi “devrimci ama devrim yapmayan bir parti” olarak görüyordu.39
Parti’nin sol kanadındaysa Rosa Luxemburg başı çekiyordu. Bir sosyalist devrimci olarak “hareket mi nihai amaç mı” ikilemini “proleter partisi mi küçük burjuva partisi mi” sorusuna denk görüyordu. 1899’da yazdığı Sosyal Reform ya da Devrim kitabında Bernstein’ın ortaya koyduğu savlara ve diğer reformistlere yanıt olarak, sosyal reformun doğal sınırlarının sermayenin çıkarlarını aşamayacağını söylüyordu. Savaş konusundaysa “kapitalist gelişimin itici gücü olmaktan çıkıp kapitalizmin hastalığı haline gelen” militarizmin tehlikelerine dikkat çekiyordu. Luxemburg programın öneminde üsteliyor ve eğer savaşımının her adımında kullanılmayacaksa parti programının kâğıt israfından başka bir şey olmayacağını yazıyordu. Bu doğrultuda, Bernstein’ın sınıf savaşımları yerine burjuva demokrasisini yücelterek liberalizm saflarına katıldığını öne sürüyordu. Yine de Luxemburg Bernstein’ın yaptıklarını büsbütün önemsizleştirmiyor, bu yazıların sosyal demokrasi içindeki oportünist akımlara kuramsal bir temel kazandırma yönünde ilk deneme olarak tarihsel bir değer taşıdığını alayla karışık biçimde dile getiriyordu.40
SPD içindeki ayrı yaklaşımları gözler önüne sermesi bakımından 1902 yılı kongresindeki çalışma saati tartışması iyi bir örnek sunuyor. Parti’den bir bakıma özerkleşmiş olan parlamento grubu, çalışma saatlerinin günde 10 saate indirilmesi yönünde bir yasa tasarısı sunmuştu. Ancak bu öneriyi meclise sunarken partinin asgari programında yer alan 8 saat hedefini umursamamışlar, inisiyatif almış ve daha gerçekçi buldukları 10 saat hedefini ortaya koymuşlardı. Bebel böylece diğer partilerin de ajandasında yer alan çalışma saati reformu konusunda “burjuva partilerinin ciddi olup olmadıklarını” sınayacaklarına inanıyordu. Buna karşılık Luxemburg 19 Eylül 1902’de Leipziger Volkszeitung gazetesinde yayımlanan makalesinde öfkesini kusmuştu. Parti içindeki yeni “pratik politika” uygulamasının “ılımlı ve sınırlı taleplerle büyük değişimler bekleme”yi ilke edinmesini sert bir dille eleştiriyordu.41
II. Enternasyonal’in sonu
Dönemin büyük partileri Enternasyonal’in sağ kanadını oluşturuyordu. Bu toplamın arkasında memurlardan, bürokratlardan, ulusal ve yerel seçilmişlerden; dahası, parti, sendika, kooperatif, spor kulübü ve daha nice yapılarda çalışan on binlerce maaşlı işçiden gelen destek vardı. Amerikalı marksist William Z. Foster “kalifiye işçilerin aristokrasisi” üzerine kurulmuş bu yapıyı “var gücüyle her şeyi olduğu gibi muhafaza etmeye çalışan büyük bir sağ bürokrasi ordusu” olarak tanımlıyor.42 Alman sosyal demokrasisi Sosyalist Enternasyonal’in bürokratik yapısını kendi örgütüyle de yansıtıyordu. Sendikal yapılarda, kooperatiflerde, sekreterliklerde, basın organlarında ve mecliste milletvekilliğinde yerini yapmış olan bir parlamenterler, işçi bürokratlar ve idari memurlar kesimi bulunuyordu. Örgüt “eylem için bir kaldıraç”tan çok kendinde bir amaç olarak görülüyordu. Wolfgang Abendroth’a göre, “yalnızca işçi hareketi için yaşamıyorlardı, aynı zamanda bunun sırtından geçiniyorlardı”.43 Fransız tarihçi Joseph Rovan bu koca mekanizmayı “kavgaya atıp tehlikeye sokmak için fazla güzel, kusursuz ve ağır” olarak nitelendiriyor.44 Bu anlamda bütün kitle eylemleri yasal çerçeveyi zorlamak ve hareketin yasallığına zarar vermek tehlikesini barındırıyordu.
Almanya Sosyal-Demokrat Partisi, İşçi Enternasyonali’nin diğer bileşenleri üzerinde ve uluslararası büro içinde tartışılmaz bir ağırlığa sahipti. 1913’te Parti’nin başlıca yöneticisi August Bebel öldüğünde hareketin geleceği adına endişelenenler yalnızca Almanlar değildi, Fransızlar da Enternasyonal kongrelerinde artık devrimcilerin ve ılımlıların arasını bulacak bir Bebel’in yokluğunda Almanların blok oy kullanmayacağının ayırdına varmışlardı.45 Bebel’in yerine geçen Friedrich Ebert’in başkanlığında merkezin reformist sağa katılacağı ve solun sivrilip kendini yalıtacağı öngörülüyordu.46
Enternasyonal kongrelerinde sosyalistler yüzyılın başından beri savaşın önüne geçmenin bir yolunu arayıp duruyorlardı. Çarlık Rusyası’na duyulan kin ise bütün sosyal demokratların paylaştığı bir duyguydu. 1905 Rus Devrimi halkların onaylamadıkları bir savaşı nasıl durdurabileceğinin simgesi olmuştu.47 1912 Basel Bildirgesi’nin bölümlerinden biri doğrudan “Çarlığa Karşı” başlığını taşıyor ve şöyle son buluyordu: “Avrupa’daki bütün gerici devletlerin umudunu, Rus halkının en korkunç düşmanı olduğu gibi avrupa demokrasisinin de en korkunç düşmanını, çarlık oluşturuyor. Çarlığın devrilmesine yol açmayı Enternasyonal, başlıca görevlerinden biri olarak görüyor.”48 29 Temmuz 1914’te Sosyalist Enternasyonal Bürosu’nun Brüksel’deki toplantısında Avusturyalı delege Victor Adler’in ve Çek delege Anton Nemec’in büyük karamasarlığı Alman delegeler Hugo Haase ve Rosa Luxemburg tarafından çokça eleştirilmiş ve üstelik aşağılanmıştı. Büro bir sonraki kongreyi Viyana’dan Paris’e ve ağustosun 23’ünden 9’una çekti. Toplantı savaşan bir ülkede yapılmak istenmiyordu. Belçika’da alınan kararlardan bir diğeriyse Avusturya ve Sırbistan arasındaki gerilimin bir çözüme ulaştırılması için eylemlerin artırılmasıydı. Fransız sosyalistlerinden Rusya’yı Alman sosyalistlerindense Avusturya’yı yatıştırması için hükümetlerine baskı yapmaları bekleniyordu.49
En sonunda çelişkili görünecek olansa, Ağustos 1914’te hükümetlerinin savaş politikalarına boyun eğecek olan partilerin neredeyse hepsinin 1907’de Stuttgart’ta yapılan İşçi Enternasyonali kongresinde şu metnin altına imza vermiş olmalarıydı: “Eğer bir savaşın patlak verme tehlikesiyle karşılaşılırsa, bu tehlikeyle karşı karşıya kalan bütün ülkelerdeki işçi sınıfı ve bu sınıfın parlamentolardaki temsilcileri için, bir eylem ve eşgüdüm gücü oluşturan Enternasyonal Sosyalist Büro’nun yardımıyla, kendilerine en uygun görünen ve sınıflar savaşımının yoğunluğuna ve genel siyasal duruma göre doğal olarak değişen bütün olanaklarla savaşı engellemek için ellerinden gelen her şeyi yapmak bir görevdir.”50
Bu çelişkiyi tek başına yurtseverlik kavramı açıklayamaz. Yurtseverliğin gerçek ve devrimci anlamını işçi sınıfının elinde nasıl kazanabileceğini Gelenek okurları iyi biliyor. Oysa burada sözünü ettiğimiz partilerin yurtseverlik algısını çelişkili kılan şey, sınıfsal konumlanışlarından ödün verip kendi hükümetlerinin güttüğü siyaseti aklamasıdır. Ufku dönemsel siyasal dengelerle sınırlı olduğundan buradaki yurtseverlik anlayışında “işçi sınıfının anayurdu iç ve dış asalaklardan temizlemesi” gibi bir kaygı yok. Burada şu soru sorulabilir: Çarlık Rusyası dönemin sosyalistlerinin gözünde ne ölçüde tarihsel ilerlemenin önünde duran karşı-devrimci gericiliğin simgesiydi, ne ölçüde Alman ve Fransız hükümetlerinin ikisinin birden savaşa girmesini aklayan bir bahaneydi?
Fransız sosyalizmi için yurtseverlik oldum olası vazgeçilmezdi. Yüzyılın ilk onyılında Jaurès büyük bir tutkuyla Yeni Ordu: Ulusal Savunma ve Uluslararası Barış ve Fransız Devrimi’nin Sosyalist Tarihi kitaplarını yazmıştı. Alman sosyalizmininse altta kalır yanı yoktu. Henüz 1891’de August Bebel şöyle haykırıyordu:“Alman toprağı, Alman anayurdu başkalarından çok daha fazla bize, kitlelere aittir. Eğer Rusya, terör ve barbarlık şampiyonu, onu yıkmak ve mahvetmek için Almanya’ya karşı saldırıya girişirse Almanya’nın başındakilerden çok, bu bizi ilgilendirir.”51 Benzer bir yorum, savaştan sonra Weimar Cumhuriyeti’nin ilk şansölyesi olacak olan Philipp Scheidemann tarafından yapılmıştı: “bugünkü savaşın baş suçlusu Rusya’dır (…) en gelişmiş sosyal demokrasinin ülkesini Rusya’nın kölesi haline gelmekten korumak, görevimizdir (…) biz sosyal demokratlar, Sosyalist Enternasyonal’e katıldık diye Alman sıfatımızı yitirmiş değiliz.”52
Almanya “Rus tehdidi”ne karşı seferberlik ilan eder etmez başlayan üç günlük hararetli iç tarışmaların ardından 4 Ağustos 1914’te Reichstag’da Alman sosyalistleri savaş bütçesini oy birliğiyle onayladılar. Bu daha başlangıçtı, SPD belli kadrolarını (Philipp Scheidemann Hollanda’da, Albert Südekum İtalya ve Romanya’da, Alman-Rus sosyalisti Alexandre Parvus – Israel Lazarevich Helphand olarak da tanınır – Bulgaristan, Romanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nda) “çekimser yoldaşları ikna etmek için” kulis yapmakla görevlendirecekti.53 Son ana dek barışçı söylem korunmuştu ancak bir zamanların barış yanlısı yayınlarında 4 Ağustos 1914’ten sonra artık en ufak bir barışçı duyarlılığa rastlanamayacaktı. Fransızlarda da durum çok farklı değildi. 26 Ağustos’ta Fransız sosyalistleri gensoru önergesinde hükümetin lehine oy verdiler ve iki tanesi René Viviani’nin Union sacrée hükümetine bakan oldu.54 Alman sosyalist hukukçu Wolfgang Abendroth savaşın ilk yıllarında yaşanan tüm o “yurtseverlik sarhoşluğu”na karşı İskandinav partilerinin ve aynı biçimde Hollanda ve İsviçre sosyal demokrasilerinin sosyalizmin değerlerinden açıkça uzaklaşmak zorunda kalmamasını ülkelerinin tarafsızlığına bağlıyor.55
Hobsbawm savaşın sosyalistler için doğrudan ve çift yönlü bir yıkım anlamına geldiğini belirtirken haklıdır.56 Luxemburg’a kalırsa savaşın patlak vermesiyle işçi hareketinin o şanlı sloganı artık değişmiş bulunuyordu: “Bütün ülkelerin işçileri, gırtlaklayın birbirinizi!”57
1914’ten çıkarılacak dersler
Şu uğursuz ağustos ayına gelindiğinde bile kimse olacakların ciddiyetini paylaşıyormuş gibi görünmüyordu. Ne olursa olsun bu kayıtsızlık tarihe ve sınıfa karşı gösterilen sorumsuzluğu aklayacak değil. İşçi hareketi içinde ortaya çıkan oportünizmin emperyalizmle bir ilişkisi olduğunu öne süren Lenin, oportünizme karşı iyimserliğin oportünizmi gizlemeye yaradığını söylüyor. Ve şöyle sürdürüyor: “Bu bakımdan en tehlikeli kimseler, emperyalizme karşı savaşımın oportünizme karşı savaşımla sıkı sıkıya birleştirilmedikçe boş ve aldatıcı bir söz olduğunu anlamak istemeyen kimselerdir.”58
1875 Erfurt Kongresi’nde parti programının iki yazarı olan “Parti’nin ikinci kuşaktan iki entelektüeli”nin (Bernstein 1850, Kautsky 1854 doğumlu)59 bir sonraki yüzyılın işçi hareketince sırasıyla “revizyonizmin babası” ve “dönek” olarak anımsanacağını kim düşünebilirdi? Sosyal demokrasinin iki büyük hareketi Ağustos 1914’te, yani son anda, aldıkları kararla Union sacrée ve Burgfrieden hükümetlerine katıldılar. Spartakistler Birliği’nin ilk broşürü olarak 1916’da yayımlanan “Yol Ayrımında” makalesinde Luxemburg, Parti’nin siyasetindeki çarkın faturasını “koşullara göre davranın politikası”na, “eski oportünist bekle gör politikası”na çıkarıyordu. “Gerçek maksizm” unutulmuş ve “resmi marksizm” bir felakete neden olmuştu.60 Dönemin yanıltıcı istatistikleri ve geçici kazanımlarına karşın proletarya gerçekte hiçbir zaman disiplinle ve bilinçle örgütlenmemişti. Luxemburg’un eleştirilerinin de gösterdiği gibi, Alman sosyal demokrasisi hiçbir zaman sıkı sıkıya tutarlı ve devrimci bir güç olmamıştı. Bu doğrultuda bakıldığında Lenin’in oportünizmle ilgili bir başka saptaması daha anlam kazanıyor: Eylül 1915 tarihli “II. Enternasyonal’in Batkısı” başlıklı makalede savaş öncesinin “oportünist – devrimci” ayrımıyla 1914 sonrasının “sosyal – şoven – enternasyonalist” ayrımının örtüştüğü yazıyor.61
Sosyalistleri bilerek ya da bilmeyerek son ana dek kararsızlıkta üstelemeye iten ve sonunda kaçınılmaz olarak yanlış seçime yönelten duygu, fanatik bir ulusçuluktansa konformizmde aranmalı. Sosyal demokrasinin kazanımları sosyalistleri rahata alıştırmıştı. İşçi hareketinin öne çıkan öğeleri maaşa bağlanmış ve düzen kurumlarında yerlerini yapmışken ortada onlar için yitirilecek çok şey vardı. Wolfgang Abendroth da SPD’nin emperyalist paylaşım savaşına teslim olmasını “örgütün yasal niteliğini yitirme kaygısı” ve “bir süreliğine üye yitirme kaygısı”yla açıklıyor.62
Onca slogana, imzalanan ortak kararlara ve kürsülerde edilen beylik laflara karşın barış adına ortaya elle tutulur hiçbir şey konmamıştı. Sosyalist Enternasyonal kongrelerinde yıllarca süren tartışmalarda savaş tehdidine karşı açık bir genel grev kararı bile bir türlü alınamamıştı. Dostlar alışverişte görsün! Yeri geldiğinde devrimci bir içerikte “barış için savaş” sloganını yükseltebilmek her yiğidin harcı değildir, adım adım örülmüş bir strateji ve bunu taşıyabilecek bir örgüt ister. Bu noktayı çarpıcı bir veriyle sonlandıralım; Hobsbawm’a göre, yurttaşların üçte birinin 1891’den beri resmi olarak “marksist” tanımlı olan bir partiye oy verdiği Almanya’da 1905 yılında Komünist Parti Manifestosu’ndan yalnızca 3 bin kopya basılmış!63
Siyasal-kuramsal ayrımların öneminin ve nerelere varabileceğinin simgesi, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in 1919’da sosyal demokrat Friedrich Ebert’in başkanlık ettiği hükümetçe katledilmesi oldu. Buraya dek anlatılan öykü mutlu sonla bitmiyor olabilir; ancak bu büyük sefaletten doğru dersleri çıkaranlar da vardı. Ve sonuç almakta gecikmediler.
Bolşeviklerin savaş karşıtlığı Çarlık hükümetine karşı yürüttükleri savaşımdan bağımsız değildi. Büyük Savaş’ın emperyalist niteliğinde ısrar eden Bolşevikler aynı zamanda da Çarlık gericiliğine karşı mücadelede kararlı bir duruş sergiliyorlardı. Ağustos 1914’te Duma’da savaş bütçesine oy vermeyi geri çeviren Bolşevik temsilciler tutuklanmış ve Sibirya’ya gönderilmişti. Saldırılara ve on binlerce parti üyesinin orduya alınmasına karşın Bolşevikler “emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürmek” konusunda kararlıydılar.64 Bu kararın önemli bir uğrağı, 1915-16’da savaş karşıtlığında direten sosyalistleri bir araya getiren ve “derhal ilhaksız barış” talebi çevresinde örgütlenen Zimmerwald Hareketi’ydi.65 5 Eylül 1915’te İsviçre’nin Zimmerwald kasabasında toplanan delegeler hepi topu dört faytona sığmış olmaları karşısında enseyi karatmamış, tersine bunu kendi aralarında alay konusu yapmışlardı.66 Enternasyonal geleneğinin birkaç yıl daha yaşatılmasını üstlenmiş olan bu hareket, dönemin sosyalist hareketi içindeki ayrımların olgunlaşmasıyla sonuçlanmış ve 1919’da Komünist Enternasyonal’in kuruluşuna giden sürecin önemli bir aşamasını oluşturmuştu.
1914’te enternasyonalizme bağlı kalan enternasyonalcilerin savaşın ilk yıllarında karşı karşıya kaldığı siyasal basıncın ağırlığını tahmin etmek zor değil. Partiye dönük çok boyutlu saldırılar, yalnızlaşma, solun büyük bölümünün ulusal hükümetlerin elinde buharlaştırılması, “vatan hainliği” suçlamaları, 1914’ün bütün insanlık için yarattığı derin sarsıntı… Bütün bunlara kafa tutup adım adım ördükleri bir strateji doğrultusunda canla başla çalışanlar yalnızca ülkelerini değil, koskoca bir yüzyılı kazanmış olduklarını gösterdiklerinde henüz savaş sürüyordu. Sonraki yüzyıl kötü başlamış olabilir, ama Ekim’in bayrağı yere düşmedi! 1914 karanlığının tarihi 2017’yi aydınlatmanın yollarına ışık tutuyor ve umudun nerede aranacağını gözler önüne seriyor.
Dipnotlar
- James Joll, The Origins of the First World War, Harlow, Pearson Education, 1992, s. 43, 45.
- Joll, s.214.
- Jean-Jacques Becker, 1914: Comment les Français sont entrés dans la guerre?, Paris, Presse de la Fondation nationale des sciences politiques, 1977, s. 30.
- Eric J. Hobsbawm, İmparatorluk Çağı: 1875-1914, çev. Vedat Aslan, Ankara, Dost Kitabevi, 2013, s. 181.
- Alfred Förster, I. Paylaşım Savaşı Öncesi Almanya’da Sınıf Mücadelesi, çev. E. Ateş, İstanbul, Ana Yayınları, 1977, s. 5.
- Karl Marx ve Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev. Barışta Erdost, Ankara, Sol Yayınları, 2010, s. 47.
- Joll, s. 208, 213.
- William Z. Foster, Üç Enternasyonalin Tarihi: 1848’den 1955’e Dünya Sosyalist ve Komünist Hareketleri, çev. Can Saday, İstanbul, Yazılama Yayınevi, 2011, s. 209.
- Joll, s. 208.
- Foster, s. 220, 222.
- Becker, s. 99.
- James Joll, II. Enternasyonal, çev. Kudret Emiroğlu, İstanbul, Belge Yayınları, 2002, s. 81.
- Wolfgang Abendroth, Histoire du mouvement ouvrier en Europe, Paris, Petite collection Maspéro, 1969, s. 66.
- Joseph Rovan, Histoire de la social-démocratie allemande, Paris, Editions du Seuil, 1978, s. 107.
- Becker, s. 172.
- Becker, s. 198.
- Becker, s. 204.
- Becker, s. 226, 233.
- Becker, s. 407.
- Förster, s. 74, 133.
- Joll, II. Enternasyonal, s. 93.
- Abendroth, s.60.
- Becker, s.107
- Joll, II. Enternasyonal, s.84.
- Joll, II. Enternasyonal, s.86.
- Eduard Bernstein, Sosyalizmin Ön Koşulları ve Sosyal Demokrasinin Görevleri, çev. Levent Bakaç, İstanbul, Yazılama Yayınevi, 2011, s. 58.
- Rosa Luxemburg, Sosyal Reform ya da Devrim, çev. H. Selman, İstanbul, Maya Yayınları, 1975, s. 14.
- Joll, II. Enternasyonal, s.126.
- Joll, II. Enternasyonal, s.137.
- Joll, II. Enternasyonal, s.133.
- Joll, II. Enternasyonal, s.145.
- Marx ve Engels, s.82.
- Marx ve Engels, s.42-45.
- Bernstein, s.162, 206.
- Rovan, s.102.
- Bernstein, s.190.
- Karl Kautsky, İktidara Giden Yol, çev. Özlem Altıok, İstanbul, Yazılama Yayınevi, 2015, s. 21.
- Kautsky, s.103, 117.
- Hobsbawm, s.150.
- Luxemburg, Sosyal Reform, s.45, 52, 101, 110.
- Rosa Luxemburg, Spartakistler Ne İstiyor?, çev. Ragıp Zarakolu, İstanbul, Belge Yayınları, 2012, s. 70.
- Foster, s.213.
- Abendroth, s.61.
- Rovan, s.85.
- Becker, s.107.
- Rovan, s.123.
- Joll, II. Enternasyonal, s.117.
- “Enternasyonal Bildirgesi: Sosyalist Enternasyonal Kongresi, Basel, 1912”, bkz. Vladimir İlyiç Lenin, Kapitalizmin Son Aşaması Emperyalizm, çev. Kenan Somer, Ankara, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1997, s. 138.
- Becker, s.222-23.
- “Enternasyonal Bildirgesi”, s.135.
- Joll, II. Enternasyonal, s.105.
- Foster, s.221.
- Joll, II. Enternasyonal, s.166.
- Guillaume de Bertier de Sauvigny, Histoire de France, Paris, Flammarion, 1977, s. 399.
- Abendroth, s. 69.
- Hobsbawm, s.353.
- Luxemburg, Spartakistler, s.120.
- Lenin, Emperyalizm, s.131.
- Rovan, s.88.
- Luxemburg, Spartakistler, s.123-128.
- Vladimir İlyiç Lenin, “II. Enternasyonal’in Batkısı”, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, çev. Kenan Somer, Ankara, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1997, s. 165.
- Abendroth, s.63.
- Hobsbawm, s.151.
- Aynur Kurmanov, “The Bolsheviks and the National Question”, International Communist Review: The 100th Anniversary of Great October Socialist Revolution, No: 7, 2017, s. 77-78.
- Foster, s.234.
- Joll, II. Enternasyonal, 171.