1939. Türkiye, Avrupa, Sovyetler Birliği. Bir Komintern belgesi

Daha önce birkaç defa, muhtelif vesilelerle, 1939 belgeleri üzerine çalıştığımı yazmıştım. Önceleri sadece birkaç yüz sayfalık bir belgeler derlemesi yapmak niyetindeydim; ancak konuya daldıkça bunun yeterli olmayacağını fark ettim. Böylece odağında Türkiye’nin olduğu bir 1939 tarihi ortaya çıktı, üstelik bu tarih ilk tahminlerimin de çok ötesine geçti ve 1.000 sayfayı açtı. Bunun yaklaşık 600 sayfası (birinci cilt), “1939. Avrupa, Sovyetler Birliği, Türkiye” başlığını taşıyan genel bir tarih; Sovyet belgelerinden başka Ausamt ve Foreign Office belgelerinin de başlıca kaynakları teşkil ettiği bu bölümde önce Münih ve sonrasından başlayarak Avrupa’daki çatışmaların genel düzenini, arkasından İngiltere-Almanya, Almanya-SSCB ve Türkiye-İngiltere-SSCB ilişkilerini inceliyorum. Çalışmanın ikinci bölümü (ikinci cilt), bildiğim kadarıyla büyük bir çoğunluğu Türkçede ilk defa yayınlanacak 200’ü aşkın Sovyet belgelerinden oluşuyor; bunlara ek olarak “Türkiye’nin Belgeleri” başlığı altında Dışişleri Bakanlığı tarafından 1973’te yayınlanan “Montreux ve Savaş Öncesi Yılları” adlı derlemeden de (20 belge) yararlanıyorum.

* * *

1939, Türkiye açısından bir dış siyaset felaketidir. Sovyet dostluğunun damgasını vurduğu Kemalist dış siyaset döneminin perdesinin kapanması, Sovyet karşıtı oryantasyonun ortaya çıkması ve bu yeni oryantasyonun bundan böyle Türkiye dış siyasetinin omurgasını teşkil etmesinin miladıdır. Cumhuriyet tarihindeki biricik eksen kayması, bağımsızlıkçılıktan batı oryantasyonuna kayış, ancak 1939’a tarihlenebilir. Bu yeni oryantasyonun sömürge ilişkileri halini alması için 1945’ten sonrasını, özellikle de CHP’nin 1947 kurultayını beklemek gerekecekti. 1945’i, aynı adı taşıyan çalışmamda incelemiştim; 1947 içinse çok kısa bir özet olarak Medya Günlüğü’nde yayınlanan bir başka yazıma bakmak mümkündür.[1] Ancak 1939’da “eksen kayması” artık netleşmişti ve Sovyetler Birliği ile dostluğun yerini tanzimatçı bir Rus düşmanlığıyla karışık antikomünist hezeyan almıştı.

Peki ama, neden? Neydi Türkiye’nin Atatürk sonrası yönetimini eksen kaymasına iten? Ve bir başka soru: Bir önceki dönemde, bu yeni dönemin tohumları var mıydı, varsa nelerdi, nasıl ve neden ekilmişti bunlar?

Kitap, bu sorulara da cevap vermeye çalışıyor.

Önünüzdeki kısa yazı kapsamında şu kadarını söylemek mümkündür: Normal bir kapitalist toplumda kapitalistler kendi başlarına yönetmeye muktedir değildirler, çünkü kapitalist üretim tarzı kişisel bağımlılık ilişkilerini ortadan kaldırmıştır, böylece ekonomi dışı zorun da maddi temeli kalmamıştır. Bu yüzden normal bir kapitalist toplumu kapitalistler adına onların paralı memurları (ideologları, siyasetçileri, mülki idarecileri, vb.) yönetirler. Sistem ne kadar olağansa bu eğilim o kadar güçlüdür; sistem ne kadar olağandışıysa (kapitalistler doğrudan yönetiyorlarsa) kişisel bağımlılık ilişkileri ve ekonomi dışı zor da o kadar tayin edici olur.

Sistemin işleyişi açısından şunu da eklemek gerek: Olağan durumda burjuvazinin şu veya bu kesimlerinin temsilcileri hep orada, siyasetin içindedirler. Bunların yükselmesi veya alçalması, temsil ettikleri kesimlerin yükselmesi veya alçalmasıyla paraleldir. Başka deyişle, hâkim sınıf olarak burjuvazi, olağan şartlarda, siyaseti mühendislikle dizayn etmez; siyaset üzerinde planlı-programlı ve mutlak bir denetim kurmuş yekpare bir burjuva sınıfı yoktur. Hâkim burjuvazinin sınırları belirsiz değilse bile içindeki siyasi eğilimleri iktisadi menfaatleri ölçüsünde değişkendir, bu yüzden çatışmalıdır. Bir çatışma alanı olarak burjuva siyaseti de, sebeb-i mevcudiyetini orada bulur. Bu siyasetin muhtelif aktörleri, burjuvazinin, ekonomik, ideolojik, kültürel vb. çeşitli bağlarla ilişkilendikleri ölçüde, böylece temsil ettikleri kesimlerin menfaatlerini siyasi programlar haline ve burjuvazinin bu kesimlerinin kendi aralarındaki çatışmalarını da siyasi çatışmalar haline getirirler.

Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçisi Terentyev, Dışişleri Halk Komiserliği’ne 17 Ekim 1938’de çektiği bir şifrede şöyle yazmıştı: “Atatürk’ün sağlığının bozulması öyle ciddi ki, Ankara’da olduğu gibi İstanbul’da da hükümet ve iş çevreleri, onun çok uzun yaşamayacağı fikrini kabul etmiş durumdalar.” Bu “hükümet ve iş çevreleri”, giderek Hitler’e hayranlık beslemeye de başlamışlardı ve şimdi “dümeni Almanya istikametine doğru” kırıyorlardı. Almanlarsa bundan mümkün olduğunca yararlanmaya çalışıyor ve “öncelikle askeri inşa sahasında devasa bir faaliyet” geliştiriyorlardı ve bunların “Türkiye’ye yönelik açıkça sömürgeci tutumunu her yerde gözlemlemek” mümkündü.

Terentyev’in Türkiye’de Alman nüfuzunun artmasını Atatürk’ün sağlığıyla ilişkilendirmesi çok dikkat çekicidir. Terentyev belli ki, Atatürk sağlığını kaybedip siyasi faaliyetlerin dışına düştükçe, ülkenin “hükümet ve iş çevrelerinin” de “belirgin şekilde ve hızlanarak” faşist Almanya’ya yönelmekte olduklarına işaret ediyor. Bu ilginç gözlem, kuşkusuz, Atatürk’ün olaylar üzerinde (hayatının sonlarına doğru giderek zayıflayan ama gene de tayin edici) kişisel etkisini gösteriyor; bununla birlikte daha önemli bir şeyi, “saksıda burjuvazi” yaratma siyasetinin sınırlarını da gösteriyor. Bu siyaset artık fiilen bitmiş ve gelişmeler hükümeti, her olağan burjuva devletinin yapacağı gibi, “iş çevrelerinin” taleplerini yerine getirmeye itiyordu. Zorlamıyor, itiyor ve dahası örtüşüyordu da, zira gene her burjuva devletinde olacağı gibi, “iş çevrelerinin” menfaatleri, hükümetin kararlarının yönünü tayin ediyordu.

1939, Ankara yönetiminin Alman etkisine karşı İngiliz yanlısı refleksidir. Ama daha önemlisi, bir burjuva refleksidir; bu refleks, görünürde batı ve mihver arasında batıyı tercih etmiştir ama her ikisinde de esas olan antikomünizmdir.

* * *

Cevat Akalın anılarında, Moskova yolundayken Saraçoğlu’na, Moskova görüşmelerinden sonuç alınacağına dair kuşkularını bildirdiğini yazar; Türkiye’nin teklifi, fiilen, Molotov-Ribbentrop paktına rağmen, Sovyetlerden Almanya’ya karşı Türkiye ile ittifak istemek anlamına gelmektedir. Akalın, dışişleri bakanına sorar: “Ne olacak?” Sonra devam eder: “Saraçoğlu’nun ciddi bakışı yüzümde toplandı. Başını salladı ve hiç cevap vermedi.

Bu bir sır değildi. Her aklı başında insan da bunu görürdü. Ben, kitapta, karşılıklı belgelere dayanarak, Moskova’nın insiyaklarını ve Ankara’nın niyetlerini ortaya koymaya çalıştım.

Stalin, 1 Ekim’de Saraçoğlu ile görüşmesinde şöyle demişti: “Hadiselerin kendi mantığı vardır; biz bir şey söyleriz ama hadiseler başka bir yoldan gider. … Türklerle bir pakt imza etmeyi istiyor muyuz? İstiyoruz. Türkiye’nin dostları mıyız? Evet. Ama işte, bu söylediğim ve paktı kâğıt parçasına çevirecek durumlar var. Türkiye ile pakt imza edilmesinde arzu edilmeyen sorunlar çıkmasından kim sorumlu? Hiç kimse. Şartlar, hadiselerin gelişimi. Polonya’nın eylemi kendi rolünü oynadı. İngilizler ve Fransızlar, bilhassa İngilizler, bizsiz idare edebileceklerini düşünerek, bizimle mutabakat istemediler. Eğer suçlu birileri varsa, biz de suçluyuz; bunu öngörmemiştik.”

Durum gerçekten de böyleydi; hadiselerin kendi mantığı, batı oryantasyonunu hâlihazırda tamamlamış bulunan Ankara’yı kaçınılmaz olarak Sovyetler Birliği ile düşmanlığa itiyordu, üstelik de Londra hükümeti, Molotov-Ribbentrop anlaşmasına rağmen Moskova ile ilişkileri sürdürmeyi amaçladığı ve bunun için Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki “geleneksel” dostluktan yararlanmak istediği halde. Başka deyişle Londra, Moskova’nın bütün taleplerini kabul etmeye hazırdı (savaş kabinesi tutanaklarının buna tanıklık ettiğini kitapta gösterdim), ama Türkiye’nin İngiltere aşkıyla, Sovyetler Birliği ile olası bir anlaşmayı imkânsız kılan tutumu, Londra’yı da (amiyane deyimle) kontrpiyede bırakmıştı.

Ağustos ayında İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği arasında Moskova’da yapılan askeri görüşmelerin çökmesi ve 23 Ağustos’ta Molotov-Ribbentrop Paktı’nın imzalanmasının ardından dört taraf, dört ayrı varyant güdüyordu:

SSCB: Türkiye İngiltere ve Fransa’dan uzaklaşsın, ama Almanya’ya da yaklaşmasın.

Almanya: Türkiye İngiltere ve Fransa’dan uzaklaşsın, ama Sovyetler Birliği’ne de yaklaşmasın.

İngiltere ve Fransa: Türkiye SSCB’den uzaklaşmasın, ama Almanya’ya da yaklaşmasın.

Türkiye: Savaşı İngiltere ve Fransa kazanacağına göre, SSCB’den uzaklaşma pahasına onlara yaklaşmalıyız.

Bu varyantlar arasındaki çatışma antagonistiktir. İngiltere ve Fransa ile Sovyetler Birliği’nin varyantları uzlaşma vaat etmesine rağmen Ankara’nın tutumu, ona da gerçekleşme şansı bırakmamıştır.

* * *

Aşağıdaki belge, bu antagonistik ortamda Komintern’in gelişmelere bakışını özetliyor. Birçok açıdan önem taşıyan bir belge bu; zira kemalizmin evrimine dair de somut bir teorik çerçeve geliştiriyor. Burada 1935-1936 separat kararının çerçevesini aşan bir faaliyet çağrısı söz konusudur; ancak günümüz açısından en önemli nokta, kemalist devrimin ikili niteliğinin altının kalınca çizilmesidir: “Bu ikili karakteri onu bir taraftan milli menfaatler için, ülkede tekel olan hâkim konumlarını korumak aşkına emperyalistlere karşı direnişe, diğer yandan da kendi dar sınıf menfaatleri için, kâr aşkına ve kapitalizmi tahkim etmek amacıyla emperyalistlerle pazarlığa itiyordu; bu ikili karakter, dış siyaset alanında sürekli zikzaklara ve içeride de ağır bir baskı rejimine yol açtı.”

Her tarihi belgede olduğu gibi burada da tartışmalı iddialar ve ifadeler var. Ancak bu iddia ve ifadeler bile, sorunun o sırada nasıl kavrandığını açıkça gösteriyor. Ne var ki hiç tartışma götürmeyecek ifade ve iddialar, bunlardan daha fazladır; en önemlisi de, “Türkiye burjuvazisi içinde güçlü anglofil, frankofil ve germanofil grupların mevcudiyetine rağmen Türkiye halkı, onun işçi sınıfı, köylülüğü, aydınları ve ilerici burjuvazinin bir kısmının, emperyalistlerin ve gericiliğin saldırılarını hep tam zamanında savuşturmuş” olduğudur. Ta ki, üçlü ittifakın imzalanmasına kadar. Komintern, bu yeni durumun Türkiye’nin geleceği için tarihi bir altüst oluş anlamına geldiğinin açıkça farkındaydı.


[1] Yalın H. “En uzun kurultay: Devrimden evrime”, Medya Günlüğü, 27 Temmuz 2020, https://medyagunlugu.com/haber/en-uzun-kurultay-devrimden-evrime-47575.