27 Mayıs

Türkiye tarihinde, son yüzyılda önemli değişikliklere neden olan dönemler var. Türkiye, bu dönemlerde iç ve dış dinamiklerin sonucu olarak, çok sarsılıyor.

Sosyalist harekette ise, bu dönemler çok yoğun tartışmalara yol açıyor. Açmaya da devam ediyor. Özellikle üzerinde en fazla tartışılan dönem 27 Mayıs. Getirdiği nispi özgürlükler açısından, bir askeri darbenin ilerici sayılması çok büyük yanılgılara neden olabiliyor.

Bunun ispatlanması her geçen gün daha önemli oluyor. 27 Mayıs’ı resmi ideoloji çerçevesinde yorumlayan görüş, kısaca şöyle ifade edilebilir: “27 Mayıs Türkiye burjuvazisini temsil eden, meşrutiyetini kaybetmiş Menderes Hükümeti’ne karşı emekçi HALKTAN yana olan ‘ZİNDE GÜÇLER’in (Öğrenci gençlik, aydın tabakalar, bürokrasi ve ordunun) birlikte başardığı bir askeri darbedir. Bu darbenin karakteristiği, ordunun tarihin derinliklerinden gelen ilericiliğinden kaynaklanıyor.”

Bu muğlak yorum, gerçeği son derece saptıran, sınıfsal tahlilinden yoksun, Türkiye’yi kapitalist sistemden soyutlayarak, sosyalist harekete yanlış yön vererek yapılan yığınla hatanın kaynağını oluşturuyor. Ne yazık ki bu görüş hala büyük rağbet görerek, ‘sol çevrelerde’ güncelliğini koruyor. Bu görüşe indirilen her darbenin sosyalist hareketin yolunda önemli gelişmeler sağlayacağından kimsenin şüphesi olmamalı. Özellikle 12 Mart’ta “Ordu şalını attı” manşetleri atanlarla, asker-sivil zümrelerin ilericiliği konusunda çığlık atanlar ve onlarla ittifak kurulması için genç beyinleri zehirleyenlerin sosyalist harekete yaptıklarını unutmak mümkün mü? Bu yazı Kemalist Tarih’le beslenip, sosyalist harekette yer alanların yaptıkları korkunç tahribatı bir ölçüde azaltmak için kaleme alınıyor. Bu yazının bir iktisat tarihi olmadığını unutmadan, 12 Mart 12 Eylül’ü daha iyi anlamak dileğiyle.

1950-60 ARASI TÜRKİYE:

Türkiye ekonomisinde, sanayileşme sürecinin ilk aşamalarında, ticari alan çok yüksek kar getiriyor. Ticaret sermayesi, sanayi sermayesine dönüşebilmek için bu alanda da aynı kar oranını korumak zorunda. Aksi halde, yatırım yapmasının anlamı yok.

Bu çerçevede, kısaca şu söylenebilir: Ticari sermayenin banka kredileri ile kısa vadede, alım satım yaparak elde ettiği yüksek karları ya da tarım sermayesinin yüksek taban fiyatları ve aldığı düşük zirai krediler nedeniyle elde ettiği karları sınai sermayeye dönüştürmeleri, ancak aynı olanakların sınai alanda da ortaya çıkmasına bağlı. Ya da başka bir deyimle, DEVLET sınai sermayesinin de oluşmasını istiyorsa aynı olanakları ona da yaratmak zorunda.

1923’ten sonra cılız da olsa gelişme çabalan gösteren sınai sermaye 1929 bunalımında çok büyük bir darbe yiyor. Tarım fiyatlarının düşmesi nedeniyle sanayiye tarım kesiminden gelen talep azalıyor. Buna bir çözüm aranıyor. Sınai sermayenin gelişebilmesi için gerekli alt yapı yatırımlarının devlet tarafından gerçekleştirilmesi ön plana alınıyor; ama bu da yeterli olmuyor. Kamu İktisadi Teşekkülleri kuruluyor. Böylece Türkiye’de özel sektörün gelişimi büyük ölçüde devletin yarattığı rantlara dayanarak gerçekleşiyor. Çünkü günümüze dek bu işletmelerin ürettiği mal ve hizmetleri halk kitleleri kullandığı kadar, hatta çok daha fazlasını özel sektör düşük fiyatlarla kullanabiliyor.

Bu teşekküller asıl amaçları olan, sınai sermayenin gereksinimlerini karşılamak dışında başka amaçlar da taşıyorlar. Özellikle bu teşekküllerin kurulmasına tarım kesiminin bunalıma girmesi de neden oluyor. Kısaca Kamu İktisadi Teşekküllerinin işlevlerini şöyle sıralamakta yarar var:

a- Ucuz hammadde ve ara malı üreterek sanayi kesimini ihtiyaçlarını karşılamak.

b- Tarım ürünlerine pazar yaratmak.

c- Bu Teşekküllerce talep edilen mallarla, yine bu Teşekküllerce üretilen malların satışından, ticaret kesiminin gelişmesine önemli katkılarda bulunmak.

d- Özel sektöre gerekli kalifiye eleman yetiştirmek.

e- Özel sektörle ortaklık kurarak, sanayicilerin sermaye ve teknoloji açısından gelişmesini sağlamak.

f- İstihdam sorununa çare bulmak.

g- Halkın, özellikle tarım ürünlerinin fiyatlarının düşmesi nedeniyle köylülerin, gittikçe kötüye giden satın alma güçlerini koruyabilmek için, ucuz tüketim mallarının pazarda bulunmasını sağlamak.

(Üç beyaz: Şeker, un, patiska)

Böylece 1950’lerde hız kazanmaya başlayan ve 1960’larda kapitalist sistemin isteği doğrultusunda doruğa erişen İTHAL İKAMESİ’nin uygulanabilmesinin temelleri 1930’larda atılıyor.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra ticari alanda çok büyük bir sermaye birikimi ortaya çıkıyor. Özellikle Savaş senelerinde yapılan büyük karaborsacılık ve savaş durumundaki orduya gerekli mal temininde yapılan yolsuzluklardan kaynaklanan bu sermayenin yatırıma gitmeyen gelirleri (tarımdan gelenlerle birlikte) ile genişleyen tüketim pazarı (lüks tüketim malları lüks konutlar vs) eskiden ülke içinde bulunmayan ve ihtiyaç duyulmayan mallara karşı çok büyük bir istek yaratıyor. Bu durum, tüketim toplumunun yaratılmasına neden olurken, iç pazarı da körüklüyor.

1954 sonrasında da, dış ödemeler açığından doğan zorunlu koruma etkisinin yarattığı ortamda, büyük ticaret sermayesi bu pazarı doyurmak için sanayiye dalıyor.

Verimlilik açısından düşük, ithal girdileri açısından yüksek, tüketim modeline dayalı bir sanayileşme gelişmeye başlıyor. Böylece iç pazarın getirdiği olanaklar çerçevesinde, üretim ölçeği düşük ve buna bağlı olarak geri teknolojiye dayanan bir sanayileşmenin ortaya çıktığı görülüyor. Sonuçta kapitalist sistemin kullanamadığı eskimiş üretim mallarına gerekli pazar yaratılmış oluyor.

Gümrük duvarları ile çevrili olarak kurulan sanayi dallarının hemen pazar bulabilme olanakları çok fazla olduğu için risk unsuru çok düşük oluyor. Küçük çaplı yatırımlar yapılsa daha kısa dönemde çok büyük kârlar elde etme olanakları ortaya çıkıyor. Ancak lüks tüketimi karşılayabilmek için dışarıdan döviz yokluğu nedeniyle getirtilemeyen malların ülke içinde yapılması ön plana çıkarken, aynı sanayi dallarında ülke dışından getirtilen hammaddelerin döviz ihtiyaçları yeniden ödemeler dengesinde kısır bir döngüye yol açıyor.

İthal ikamesinin ilk adımları böylece atılırken, 1950-60 yılları arasında sanayi sektörü tarım sektörüne göre iki kat hızla gelişmesine rağmen, bu sektörün GSMH içindeki payı ancak %2l.7’den %22.3’e yükselebiliyor.

                                                      TABLO I

                    SANAYİ ALANINDAKİ GSMH 1961 YILI SABİT FİYATLARIYLA

                                             YILLIK ORTALAMA

 

                  1950-53                %13.8               1956-57               %7.2

                  1953-54                 %4.8               1957-58                %7.0

                  1954-55                 %4.6                1958-59               %5.0

                  1955-56                 %5.8                1959-60               %0.0

 

                                                                         1950-60               %97.3 1

Bu durum, hâlâ tarım ve ticaret sermayesinin Türkiye ekonomisinde ağırlığını sürdürdüğünü gösteriyor. 1950-60 arasında toplam kredi hacmi ise 2.032.000’den 13.110.000’e yükseliyor. Bu krediden büyük ölçüde tarım burjuvazisi istifade ediyor. Ama bazı değişiklikler de söz konuşu. 1950-60 arasındaki dönemin ortalarına kadar makine ithalindeki ağırlık tarım makinelerine ayrılırken, bu pay yavaş yavaş imalat sanayiine yönelik makinelere geçiyor. Örneğin, tarım makinelerinin payı 1952 ile 1955 yılları arasında %33.8’den %15.2’ye düşerken, imalat sanayi makinelerinin payı %20’den %30.1’e yükseliyor.2 Bu nedenle 1955-59 yılları arasında 784 yeni işletme kuruluyor. 1954’den sonra ithalat, hammaddelere öncelik tanıyan kotalar halinde yapılmaya başlanınca ithalat-ihracat firmaları, ithalata ayrılan dövizin daha büyük bir kısmından yararlanabilmek amacıyla yeni sınai işletmeleri kuruyorlar.3 Dağıttıkları kredilerin 2/3’ü geri ödenmediği için, 1960 yılından sona bir kısmının iflas ettiği, bir sürü kamu sermayesiyle ortak özel banka kuruluyor bu dönemde. Para hacmi ise yine bu dönemde 6 kat çoğalıyor.4

1950-60 arasında nadasa bırakılan topraklar haricinde önemli bir genişleme oluyor, toprak ekimi açısından.

                                                         TABLO II

 

                   YILLAR             (Ekilen alan bin hek.)             ÖNCEKİ DÖNEME

                                             YILLIK ORTALAMA                GÖRE ARTIŞ%

                1951-55                         12.227                                  37.2

                1956-60                         14.807                                   22.1

                1961-65                         15.246                                   3.0

 

1960’a doğru tarım kesiminde ekilen toprakların sınırına gelindiği için, yeni toprak kazanmak mümkün olmuyor. Ama buna mukabil traktör, kimyevi gübre ve zirai ilaçlar gibi sınai ürünlerin tarımsal girdi olarak kullanımı hızlanıyor.

Bu dönemde Menderes Hükümetleri büyük ölçüde alt yapı yatırımlarına hız veriyorlar. Devlet Karayolları, Devlet Su İşleri gibi kuruluşlar çok önem kazanıyor. Bu yatırımlar işsizliğe çare olurken, 1950’lerin sonlarına doğru da atıl kapasiteler de yaratıyor. İleride 1960’dan sonra İthal ikamesi çerçevesinde sanayileşme bu alt yapı yatırımlarının üzerine kuruluyor. Ancak plansız programsız yapılan bu yatırımlar çok büyük dış harcama istediğinden aynı zamanda döviz darboğazlarının bir nedenini de oluşturuyor. Burada unutulmaması gereken bir nokta var: Alt yapı yatırımlarının bir sanayi tesisi gibi hemen kuruluşundan sonra kendini amorti etmesi mümkün değil. Aradan uzun bir müddet geçmesi ve bu yatırımlardan faydalanan tesislerin kurulması gerekli.

Genellikle özel sektörcü olarak tanınan ve seçim bildirgesinde KİT’nin özel sektöre devredilmesi konusuna yer veren DP, yoğun bir devletçilik politikası uyguluyor. Karlılığı düşük, rizikosu yüksek, çok büyük sermaye gerektiren alanlarda, özellikle ara malı ve yatırım mallarında az da olsa yeni KİT’leri görmek mümkün. Bu teşekküller diğerleri gibi kapitalist sistemin getirdiği sanayileşme doğrultusunda esas olarak ithal ikamesine dayalı, iç pazara yönelik bir strateji içinde gelişmelerini sürdürüyorlar. Nitekim tüm bu teşekküllerin sayısı, 1950 yılında 110 iken, 1960 yılında 215’e yükseliyor. 1964 yılında, bu teşekküller sayı olarak 9’dan fazla işçi çalıştıran işletmelerin ancak %7.9’unu oluştururken, sanayideki toplam ücretlerin %51.1’ini ödüyor ve sanayide kullanılan elektriğin %60.8’ini tüketiliyorlar.5 Türkiye’de içe dönük biçimde sanayiinin hızla gelişmesi, tarımın aleyhine olduğu sürece önemli sonuçlar yaratmaya başlıyor. Sanayide, sektörler arasında eşitsiz gelişme büyürken, tarımda da teknolojik gerilik nedeniyle başka bir eşitsiz gelişme, tarım ile sanayi arasında büyük uçurumlar açıyor. Bu sorunlar günümüzde de güncelliğini, daha ciddi biçimde, korumakta devam ediyor.

1958 EKONOMİK BUHRANI

Türkiye ekonomisi, 1950’lerden sonra Menderes Hükümetleri iç tasarrufu kat kat aşan çok büyük yatırım hamlelerine girince, dış finansman ihtiyacını ihracatla karşılayamıyor. Büyük ölçüde dış yardıma başvuruluyor.

                                                     TABLO III6

      SENE                 İHRACAT              ABD YARDIMI               İHRACATA GÖRE%

    1949-59               3.483.818               1.054.346                       30.3

 

ABD’den alınan dış yardım ihracatın üçte birine eşit. Ama bu yardım da yetersiz kalıyor. TC Hükümeti, büyük bir kısmı OECD ülkelerine olan borcunu zamanı gelince ödemeyince bunalım patlak veriyor. 1958 yılının Mayıs ayında OECD Konseyi, TC Hükümeti yetkililerinin bir istikrarlaştırma programını uygulamadıkları takdirde, Türkiye’ye yapılan yardımın durdurulmasına karar veriyor. Kapitalist sistem içindeki yaraya kangren olmaması için neşteri vurmaktan çekinmiyor. Türkiye’de başıbozuk bir ekonomiye dur demenin zamanını çok iyi seçiyor. Durumu Ankara Hükümeti’ne bildirmek, yakından kontrol etmek için Haziran ayında bir heyet Türkiye’ye geliyor. Belli başlı üç esas nokta üzerinde duruluyor.

a- Enflasyon hızının düşürülmesi.

b- Ülkedeki kaynakların ıslahı.

c- Ekonomik yapıya uygun bir yatırım programı.7

Tüm bunlar için:

a- Özellikle tarım dahil, tüm kredilerin sınırlandırılması;

b- Denk bütçenin yapılması;

c- Tarım alanlarında yatırımların verimli kılınması için entansif tarım yapan işletmelerin hızla genişletilmesi;

isteniyor. Ayrıca, yatırımların tümünü denetim altında tutabilmek ve bunları kendi istekleri doğrultusunda yönlendirmek için kapitalist sistem, kendi uzmanları tarafından hazırlanacak bir ekonomik PLAN’ın yürürlüğe girmesini, Türkiye ekonomisini düzene koymak adı altında ısrarla talep ediyor.8 Nitekim, 4 Ağustos devalüasyonuyla sonuçlanan 1958 Paris müzakerelerinde, dış yardım koşullarından biri olarak,

“bir kalkınma programı çerçevesinde yatırımların zorunlu koordinasyonunu sağlamak üzere gerekli yetkilere sahip bir koordinasyon Bakanlığı’nın kurulması”

isteniyor. Sebati Ataman’ın Koordinasyon Bakanlığı bu baskı üzerine kuruluyor. Ayrıca bu bakanlığa bağlı bir “Ekonomik Danışmanlık Kurulu” teşkil ediliyor.9 Devalüasyondan sonra, 1959’da verilen yardımlarla birlikte Hollanda ekonomi uzmanı Prof. Tinberger ve yardımcısı Koopman, bir plan yapmak üzere Ankara’ya geliyorlar. Kapitalist sistemin ithal ikamesine (özellikle tüketim malları dallarında) dayalı bir sanayileşmeyi geliştirmek için tarımsal/ticari sermaye birikiminden sınai sermaye birikimine geçişin şartlarını hazırlayan bu planın amacı, özellikle iç çelişkileri yoğunlaşan Türkiye’de GSMH’dan çok büyük bir pay alan arazi sahiplerine bir set oluşturmak oluyor.

Paris müzakerelerinden sonra boyun eğmek zorunda kalan Menderes Hükümeti, 4 Ağustos Kararları adı altında, bir yığın istikrar tedbirleri alırken, büyük bir devalüasyon yapıyor. 1 Dolar 9 TL. oluyor. Ancak alınan tedbirler ani bir fren yapılması gibi, borçla büyümeye çalışan sanayi sermayesine çok büyük bir darbe vuruyor. Çünkü devalüasyon ithal dengesini bozuyor. Sınai üretim durgunlaşıyor, yeni yatırımlar kesiliyor. Bunun en önemli göstergesi, TABLO I’de görüldüğü gibi 1961 sabit fiyatlarıyla 1959 yılında sanayi alanındaki GSMH arıtışının sıfır olması.

Sanayi burjuvazisi, bu durumdan hoşnutsuzluğunu siyasi alanda gösterebilmek için kentsel kitleleri harekete geçirmek yönünde CHP’yi kullanmaya çalışıyor. Her zaman bozulan devlet düzenini, yerine oturtmakla kendini görevli sayan CHP ise 1876’dan beri devleti kurtarmak isteyenlerin, dört elle sarıldığı Anayasa’yı yeniden yapılandırma görevini üstleniyor.

“1876’da Yeni Osmanlılar, 1908’de Jön Türkler, ne söylüyorsa 1950-60 muhalefeti de onu söylemektedir. Nasıl, Namık Kemal dört başı mamur bir anayasa yapmakla dertlerimizin çözüleceğine inanmışsa, 80-90 yıl sonra da aynı şeye inanılmaktadır. Hakim teminatı, çift Meclis, Anayasa Mahkemesi, nisbi temsil kurumlarını getiren bir Anayasa kurtuluş yolu olarak gözükmektedir.”10

CHP’nin 1959 Kurultayında kabul ettiği ögeler ileride kabul edilecek olan 1961 Anayasa’sının maddelerini kapsaması tesadüf değil. Diğer yandan, her şeyin yeni bir Anayasa ile değişeceğine inanmaktan bir türlü vazgeçmeyen “ZİNDE GÜÇLER”in bu tarihi alışkanlığı burada da kendini gösteriyor.

Tarihi alışkanlık, nasıl 1878 Anayasa’sını tarih sahnesine iç ve dış dinamiklerin sonucu olarak çıkardıysa, 1961 Anayasası da böyle hazırlanıyor.

6 Mart 1959’da TC Hükümetinin borçlarını düzenlemek için bir konferans toplanıyor. Bu konferans ileride (1963 yılında) kurulan Türkiye’ye Yardım Konsorsiyumun temelini teşkil ediyor.11 Böylece, yapılan antlaşmalar çerçevesinde OECD’ye bağlı ülkeler, TC Hükümeti’ne 357 milyon dolarlık borç vermeyi kabul ediyorlar. Bu meblağın 450 milyon dolarlık ticari borcun, vadesi gelen ödemelerinin yapılmasında, geri kalan kısmının da kredi ve maliye mekanizmalarının düzenlenmesinde kullanılması gerekiyor.12 Bu durumda Menderes Hükümeti’nin ekonomik programına çok bir şey kalmıyor. Bunun üzerine Sovyetler Birliği ile ekonomik düzeyde yeni anlaşmaların yapılacağı söylentileri yaygınlaşıyor.

Kapitalist sistemin başı ABD’nin Dışişleri Bakanı Yardımcısı Dillon, Şubat-Mart 1959’da kalabalık bir heyetle Türkiye’ye geliyor. Ekonomik istikrar programının uygulanmasını inceliyor, iş adamlarıyla toplantılar yapıyor. Prof. Lenczowsky’ye göre Dillon, iş çevreleriyle yaptığı konuşmalarda Sovyetlerle yapılması düşünülen yatırım projeleriyle ilgili bilgi almak istiyor. Daha doğrusu bir nevi sorguya çekilen iş adamları Sovyetlerle yatırım anlaşmaları yapılmadığı ve yapılmasının düşünülmediği konusunda garanti veriyorlar.13 Ama bir türlü tatmin edilemeyen ABD heyetinin, geri dönüşte verdiği rapor, menfi oluyor. Nitekim, OECD’nin resmi raporuna bu husus şöyle yansıyor:

“1958 istikrar programı başlıca hedeflerine ulaşamamıştır.”14

Türkiye’de o dönemde oy potansiyeli büyük arazi sahiplerinden yana olduğundan, Menderes Hükümeti bu istikrar tedbirlerini uygulamak istese bile, Parlamento çoğunluğunun bu duruma karşı çıkacağı baştan belliydi. Böyle bir Parlamento ile değil tarıma ayrılan kredilerin azaltılması, hiçbir istikrar tedbirinin alınmasına olanak yoktu. Nitekim, olaylar bu çerçevede gelişerek, 1958’den sonra Merkez Bankası tarafından tarım ürünleri fiyatlarının belli bir düzeyde tutulması için verilen krediler daha da artıyor. Hatta Banka’nın verdiği toplam kredilerin 1/4 ünü aşıyor.15

1958’den sonra iki yıl içinde tedavüldeki para miktarı %25, fiyatlar da %29 artıyor. Ortalama reel memur maaşları endeksi ise şöyle gelişiyor: 1939’da 100 iken, 1949’da 59’a, 1956’da 69 iken, 1959’da 50’ye iniyor.16 Kısacası, ekonomik istikrar tedbirleri bir köşeye atılıyor. Tarım kredileri artmakta devam ediyor. Hesapsız plansız, karşılığı olmayan paralarla alt yapı yatırımları sürüyor. Üstelik büyük şehirlerin imarı diye, korkunç derecede pahalıya mal olan istimlaklar ön plana getiriliyor. Gittikçe büyüyen bütçe açıklarına, ekonominin tahammül etmesi olanaksız hale geliyor. Bu durumda iki yönlü bir gelişme görülüyor:

a-İç dinamikler açısından, kapitalist sistemin direktiflerini yerine getiremeyen bir hükümet.

Ayakta kalabilmek için, bu hükümet üretim güçlerini daha da geliştirmek zorunda. Ya da başka bir deyimle ve somut olarak, kendisini destekleyen oy potansiyelini koruyabilmek için yeni krediler bulmak zorunda. Bunu da ileride Demirel Hükümeti’nin faydalanacağı Sovyetler Birliği ile yapılması düşünülen kredi anlaşmalarında arıyor.

b- Dış dinamikler açısından, Menderes Hükümeti, kapitalist sistemin tüm güvenini yitirmiş, Türkiye ile sistem arasındaki bağları gerekli ölçüde sağlam tutma görevini yerine getiremez olmuştur. Bu durumun çözüm yollarını arayanları, Oral Sander, Türk-Amerikan İlişkileri kitabında şöyle anlatıyor:

“Her şeyden önce, Amerikan yöneticilerinin Menderes rejimi ister seçim, ister başka yollara düşsün. (abç-AH), yeni gelecek iktidarın, Amerikan karşıtı olamayacağını tahmin ettikleri söylenebilir. Menderes rejiminin izlediği politika konusunda Amerikan Kongresi’nde beliren endişeleri yatıştırmak amacıyla Uluslararası Güvenlik İşleri Danışmanları’ndan Oramiral E.B. Granthan, 1959 Nisanı’nda Kongre’de yaptığı bir konuşmada, Türk Ordusu’nun son derece güvenilir olduğunu, siyasal düşüncelerle hareket etmediği, muhalefet partisinin ise kuvvetli komünizm karşıtı bir tutum içinde bulunduğunu, her iki büyük partinin de dış politikada aynı görüşü paylaştıklarını ve bütün bu nedenlerle ne olursa olsun (abç-AH), Türkiye’nin izlediği dış politikada herhangi bir değişiklik olmayacağını belirtmiştir.”17

ABD Hükümeti, Türkiye’de Menderes rejiminin devrileceğini bu kadar açık seçik nasıl söyleyebiliyor? Menderes’i devirecek Ordu’nun niteliği üzerinde kuşkuların kalkması için, Kongre’ye yeterli bilgi de veriliyor. Üstelik DP’ nin yerine muhtemelen geçecek olan, Ana Muhalefet Partisi için de başta dış politika olmak üzere, sistemi rahatsız edecek, en ufak bir değişikliğin söz konusu olamayacağına dair garanti de veriliyor.

Olaylar gelişiyor. Ekonomik durumun daha da kötüye gitmesi, Menderes Hükümeti’ni daha baskıcı bir duruma sokuyor. Vatan Cephesi’ne iltihak edenlerin isimleri her geçen gün kabararak radyodan dakikalarca okunuyor. Ortalık iyice karışıyor. 27 Mayıs’ın gelişimini hazırlayabilmek için, CHP Gençlik Kolları’nın başını çektiği sokak gösterileri, ne yazık ki 12 Mart öncesinin ilk provası olarak ortaya çıkıyor. “İlerici Gençlik” baskı rejimine karşı özgürlük sloganları atarak, askeri darbenin geliş nedenlerini, halk kitlelerine inandırmak için çok büyük çaba gösteriyor. 1908 İttihat ve Terakki darbesinin çocukları olarak, DEVLET’ i kurtarmak için sokaklara dökülen, atlı polislerle karşı karşıya gelen bu gençlik 27 Mayıs’ta “vurucu güç” olarak ortaya çıkan ordunun yandaşı olarak resmi tarihe geçiyor. “Ordu Gençlik el ele” sloganı, “Gaziosmanpaşa” marşının yeni versiyonları her yanı kaplarken, Nisan 1960’da Millet Meclisinde İsmet İnönü şöyle konuşuyor:

“Beni dinleyin. Biz böyle bir ihtilal içinde bulunmayız, bulunamayız. Böyle bir ihtilal dışımızdan, bizimle münasebeti olmayanlar tarafından yapılacaktır. (abç-A.H.) Biz demokratik dedik, demokratik rejim kurulmuştur. Bu demokratik rejimi, istikametinden ayırıp, baskı rejimi haline getirmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam.”18

Daha açık bir deyimle, devleti savunmak amacını güden dış güçleri, asla ihmal etmeyen İ. İnönü şunu söylemek istiyor: Artık sizin ömrünüz bitmiştir. Dış güçler sizi istemiyor. Tüm dış desteğimizi kaybettiniz. İhtilal yapılacaktır. Bu kadar basit. Ancak sözleri arasında İ. İnönü önemli bir şey söylüyor: “İhtilali, bizimle ilişkisi olmayanlar yapacaktır.” Bu sözleri korkusundan mı, yoksa bilerek mi söylüyor? Doğrusu şu: hem doğru söylüyor, hem yanlış. Çünkü Genel Başkan’ı bulunduğu Parti’nin direkt olarak ihtilalle ilişkisi olması mümkün değil. Ama Parti’nin üst düzeylerinde bulunan yığınla insanın, ihtilalcilerle ilişki içinde olduğu, daha sonra yazılan hatıralarda ortaya çıkıyor. Bu kişilerin, İnönü’ye bilgi vermediği düşünülemez. Ayrıca İ. İnönü’nün tüm politik yaşamı boyunca, DİŞ İLİŞKİLERİ devamlı ön planda tuttuğunu unutmamak gerekiyor.

Tam bu söylev, BMM’na verildiği sırada Menderes, 11 Nisan 1960’da Moskova’ya gideceğini ilan ediyor. ABD’nin ekonomik yardımından memnun olmayan Menderes’in, yüzlerce milyon dolar Sovyet kredisi alacağından, Ankara kulislerinde söz ediliyor. O dönemde çıkan Kim dergisinde, Sadun Tanju’nun açıkladığına göre, Menderes, Gazeteciler Cemiyeti’nde “Çin ve Rusya, ABD’yi geçecek. Zira ABD tüketimci, ötekiler yatırımcı. %30 yatırım yapıyorlar.” diye konuşuyor. Kapitalist sisteme bağlı bir ülkede, böyle konuşma cesaretini gösteren Menderes’in ekonomik yardım açısından yalnızca, Sovyet kredisine bel bağladığı görülüyor. Bunun üzerine ABD basınında sert eleştiriler çıkıyor, Menderes hakkında. 8 Mayıs 1960 tarihli New York Times,

“Menderes, politikasını değiştirmediği takdirde, olayların nasıl gelişeceği bilinemez.”19 diye yazıyor.

Artık ABD’nin yeşil ışık yaktığı belli oluyor. CIA’nın 27 Mayıs askeri darbesi ile olan ilişkileri şimdiye kadar tam manasıyla aydınlığa çıkmış değil. Ancak, bilinen bir gerçek var: CIA’nın 27Mayıs askeri darbesinden haberi olduğu kesin. Bu durumu, Menderes’e bildirmediği de biliniyor. İhtilali hazırlayanların çevreleriyle, sürekli temas sağlamayı başaran CIA mensupları durumu günü gününe Washington’a bildiriyorlar. Bunun önemli bir göstergesi şöyle; 27 Mayıs’tan önce Ankara’dan merkeze gönderilen bir CIA raporunda şu sonuca varılıyor:

«MENDERES’İN GÜNLERİ SAYILIDIR.”20

27 Mayıs’ın ordu içinde tasvip görmesinin nedenlerinden birini de, MBK üyesi Suphi Karaman’ın 1960 öncesi duruma ilişkin sözlerinden çıkartmak mümkün:

“Her mahallesinde bir milyonerin yükseldiği iftiharla söylenilen yakın bir dönemde, 250 lira emekli aylığı ile geçinemediği için yabancı dilden çeviriler yaparak hayatını kazanan 75 yaşında Orgeneraller, kuru ekmeğini çaya batırarak gıdasını sağlayan emekli albayların bulunduğu o zamanlar, basına intikal etmiş acı gerçeklerdir.

Bunların ve nihayet maaşların yarısını ev kirasına veren muvazzaf kadrolardaki personelin durumu, ordu ve yurt savunmasının geleceği için genç kuşlara iyi örnekler vermiyordu.”21

27 MAYIS

Olaylar gelişiyor. Askeri darbeyi kıvamına getirmek için, öğrenci hareketleri yoğunlaşıyor. Ankara’da öğrenciler, 555 K parolasıyla Kızılay’da toplanmak üzere harekete geçiyorlar. “İnsan doğrayan kıyma makineleri” hikayelerinin hızla şehirlerde herkesin ağzında dolaşabilmesi için türlü dedikodular yapılıyor. Ve 27 Mayıs oluyor.

CHP çevrelerinde, öğrencilerde büyük sevinç, kitlelerde özellikle kırsal kesimde ise tam bir suskunluk ve üzüntü.

“27 Mayıs, böyle bir kısır entellektüel ortamda gerçekleştirilmiştir. Hareketin lideri, belli fikirleri ve kadrosu yoktur: İktidar alındıktan sonra ertesi günü ne yapılacağı dahi düşünülmemiştir. Ortada yalnızca “dört başı mamur bir Anayasa” yapma fikri vardır ve ilk günden geçici bir süre için iktidara el koyduğunu ilan eden 27 Mayıs hareketi, bunu gerçekleştirmiştir.”22

27 Mayıs’ı sadece askeri bir darbe olarak değil, özellikle Dışişleri Bakanlığı’nın güvencesi altında yapılan Bir hareket olarak görmek gerekiyor. Dışişleri Bakanlığı’nın tasvibi olmadan Türkiye’de bir askeri darbenin ayakta kalması mümkün değil, dış dinamikler açısından. Nitekim ünlü Sulzberger, 5 Haziran 1960’ta yeni Dışişleri Bakanı Selim Sarper’i şöyle övüyor:

“Selim Sarper, gerek NATO’nun, gerekse ABD’nin eski bir dostudur… Dışişleri Bakanlığı’na Sarper’in getirilmesi Türkiye’de darbenin, Pakistan’dakinin benzeri, Mısır, Irak ve Küba’dakinin karşıtı olduğunu göstermiştir.23 ABD askeri darbelerden sonra Türkiye’de Moskova Büyükelçilikleri’nde bulunmuş olanların Dışişleri Bakanlığı’na atanmasından daima hoşnut oluyor. Nitekim, Selim Sarper’den sonra yine başka bir eski Moskova Büyükelçisi Dışişleri Bakanlığı’na getiriliyor. Tarihi bir tesadüf mü? Bu gelenek 12 Mart ve 12 Eylül’den sonra da tekrarlanıyor. 27 Mayıs’tan sonra Sovyetler Birliği-Türkiye ilişkileri askıya alınıyor. Türkiye’de Jüpiter füzeleri kuruluyor. Selim Sarper, bir NATO toplantısı dönüşünde, 19 Kasım 196l’de gazetecilere şöyle diyor:

“Şimdiye kadar Rusya’dan yapılmasını istediğimiz herhangi bir yardım isteğimiz bulunmadığı gibi bundan sonra da böyle bir istekte bulunmaya niyetli olmadığımızı söyleyebilirim.”24

Bu arada ABD ile MBK arasındaki ilişkiler çok iyi kuruluyor. ABD Ordu kadrolarındaki şişkinliği önlemek amacıyla MBK tarafından girişilen tasfiye hareketini olumlu karşılayarak bu teşebbüsü mali yardımla destekliyor.25 ABD ile Türkiye arasında aniden düzelen bu ilişkiler başka yönlerde de olumlu sonuçlar vermeye başlıyor. O sene buğday ürününün kötü olması nedeniyle büyük şehirlerin beslenmesi güçlük yaratınca, başka bir ülkeye giden buğday yüklü Amerikan gemileri, Washington’dan verilen direktifle Türkiye’ye gönderiliyor. Böylece sıkıntı gideriliyor.26 26 Ortalık durulduktan sonra, 17 Temmuz 1960 günü ABD, 27 Mayıs’a kadar çok cimri davrandığı Türkiye’ye 52 milyon dolarlık bir yardım vermeyi kararlaştırıyor. Ve gene aynı ay içinde, ABD Büyük Elçisi’yle 100 milyon dolarlık bir anlaşma imzalanıyor.

                                                   TABLO IV27

                                     milyon dolar          milyon dolar

       YILLAR                  İHRACAT               ABD YARDIMI             %

        1960                      320.730                  103.263                  32.2

        1961                      346.740                  372.615                  107.5

 

1949-59 arasında, ABD yardımının ihracata oranı %30 civarında seyrediyor. Ama 27 Mayıs askeri darbesinden sonra bir şeyler oluyor ve bir senede ABD yardımı üç misline çıkıyor.

15 Eylül 1960 günü Türkiye’nin ileride en büyük sanayi kuruluşlarından biri olan Ereğli Demir Çelik Tesisleri için, OECD ve IMF ile bir anlaşma imzalanıyor. Bu tesisler için gerekli teçhizatın ithalatı amacıyla, 1961 Ocak ayında ABD tarafından Türk Hükümeti’ne 159 milyon dolarlık bir kredi açılıyor. Aynı dönemde, Federal Almanya Cumhuriyeti de Türkiye’ye 50 milyon dolarlık bir kredi açıyor. Sonuç olarak, 27 Mayıs hareketini izleyen yıl içinde Türkiye’ye aşağı yukarı 400 milyon dolarlık kredi verilmiş oluyor.”28 Kapitalist sistemin Menderes Hükümeti’nden esirgediği krediler, 27 Mayıs’tan sonraki hükümetlere yağmaya başlıyor. Ama ABD Hükümeti, bunları vermekte öncülük ederken, Menderes Hükümeti’nden isteyip de elde edemediklerini yeni hükümetlere yaptırabiliyor: Merkez Bankası faiz hadleri %6 dan %9’a çıkarılıyor. 1960 yılında 13.110 milyon kredi hacmi, 1961 de 8.713 milyona düşüyor. Bu düşüşün başlıca nedeni, dağıtılan tüm kredilerin %50 sini oluşturan Merkez Bankası’nın kredileri kısması. Banka 1960 yılında toplam kredilerin 48’ini dağıtırken, 1961 yılında ancak %13’ünü dağıtıyor. Bir sürü küçük banka tasfiye ediliyor.29

Durgunluk dönemi başlıyor. Kısıtlama tedbirlerine, borçla çalışan sanayiciler de karşı çıkıyorlar. Alış veriş kesilince 1960 yılının ikinci yansından 1961 yılı başlarına kadar fiyatlarda bir istikrar görülüyor.30

Ama yeni rejime en büyük tepki tarım kesiminden geliyor. Tarım kredilerinde azalma, toprak reformu hazırlıkları, tarım gelirlerini vergilendirme çalışmaları, Doğu Anadolu’daki bazı toprak ağalarının sürülmesi, büyük tarım burjuvazisinde güvensizlik uyandırıyor. Bunların sonucunda 1961 yılında, tarımsal üretim bir önceki yıla göre %6.7 oranında düşme gösteriyor. Buğday üretimi ise 1955’deki seviyeye iniyor. Bu durumda 1961 yılında, Türkiye’deki buğday tüketiminin 1/4’ü Amerika’dan getirtilen buğdayla karşılanıyor. Tüm bunlara rağmen, seçimler yaklaştıkça, arazi sahiplerinin oy potansiyeli nedeniyle gayri menkul vergisi ve gelir vergisiyle ilgili tasarılar geri bırakılıyor.31

27 Mayıs’tan sonra kurulan Milli Birlik Hükümetleri’nde Daniş Koper, Cihat İren, daha sonra 12 Mart Hükümeti’nde de yer alan Şahap Kocatopçu, Orhan Mersinli gibi büyük iş çevrelerinin temsilcileri yer alıyor.32 Bu hükümetler ve daha sonra CHP denetimindeki hükümetler, kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda, ekonomik ve mali durumda bir istikrar sağlamayı büyük arazi sahiplerinin gücünü, sanayiciler lehine, bir nebze de olsa geriletmeyi ve özellikle de 5 yıllık kalkınma planlarının anayasal ve hukuksal ilkelerini koymayı büyük ölçüde başarabiliyorlar.33

Böylece ithal ikamesi ile sanayileşmenin uygulanabilmesi için gerekli tüm şartlar yaratılıyor: İthalat için gerekli para, yatırım dalları, küçük ölçeğe dayalı geri teknolojinin ithali, tasarrufların sanayiye aktarılması vs. Tüm bunlara karşın Türkiye’de kapitalizm, kendi pazarını kendi yaratmak zorunda. Özellikle böyle bir politika içinde yüksek işçi ücretleri gerekli oluyor. Grev hakkı, toplu sözleşme hakkı 27 Mayıs Anayasa’ sına giriyor. Aynı zamanda işçi sınıfının denetlenmesi de gündeme giriyor.

Türk-İş yöneticileri ABD’ye eğitilmek amacıyla çağrılıyor. Seyahatler birbirini kovalıyor. İstenen kısaca şu: İşçiler yüksek ücrete baksın, siyasetle ilgilenmesin. Günümüze dek bu politika genelde başarılı oluyor. Özetle, yabancı sermayenin ülkede kökleşmesi ve kapitalist sistemin işgücü üzerinde doğrudan denetim kurmasına gerekli ortamın hazırlanması, geçici dönemde mükemmel bir biçimde oluşturuluyor.34

Yapılan seçimlerde tüm zorlamalara rağmen, İ. İnönü tek başına iktidar olma şansını kaybedince, koalisyonla iktidar yapılıyor. ABD Büyükelçisi Hove, Türkiye’ye verilecek yardımları belirten muhtırasında, Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulmasını ve planın hazırlanmasını överek, ABD’nin nasıl bir plan istediğini şöyle açıklıyor:

“Yeni Hükümetin, başarılı bir ekonomik kalkınmanın, katlanılacak büyük çapta fedakarlıklarla mümkün olabileceğini açıkça takdir etmekte olması ve hususi sektörün bu kalkınmada oynayacağı rolü de müdrik bulunarak planlı bir kalkınmaya atfettiği önem, ABD üzerinde çok müspet bir tesir yaratmış ve cesaret vermiştir. Bilhassa, bir Devlet Planlama Dairesi’nin bulunması, 1962 yılı için bir intikal planının hazırlanması, beş yıllık bir kalkınma planının hazırlanmasındaki gelişmeleri, vergi mevzuatının yeni baştan düzenlenmesi ve kuvvetlendirilmesi hususunda öngörülen tedbirleri, İDT’nin esaslı bir şekilde gözden geçirilmesi, fiyatlardaki nisbi istikrarın devam ettirilmekte olduğunu, Hazine’nin enflasyonist borçlara son vermiş olmasını ve istikrar içinde ilerleme yolunda atılan diğer bütün adımları memnuniyetle müşahede etmekteyiz…

“Türk Hükümeti’nin kendi kendine yardım ve planlı kalkınma yoluna yönelmiş bulunması, Başkan Kennedy idaresinin ekonomik kalkınma vakası yardımına da uygun bulunduğundan, (italikler benim-A.H.) bilhassa takdir uyandırmaktadır. Aynı şekilde düşünmekte olduğumuzu hissetmek, bizi memnun etmektedir.35

Başkan Kenedy’nin övgülerini kazanan plan çalışmaları özünde, kapitalist sistemin, sermayenin uluslararasılaşması politikası doğrultusunda yapıldığı için ABD tarafından mükafatlandırılıyor. Bu durum göstergelerinden biri kısaca şöyle: 1960-70 döneminde ABD’nin sermaye yatırımlarının, imalat kesimine giden bölümünde artışın çok yüksek olduğu görülüyor. 1929-1970 arasında bu sermaye yatırımlarının imalat kesimine giden kısmının 2/3’ü 1960-70 arasında gerçekleşiyor.

                                                        TABLO V

                         ABD YABANCI SERMAYE YATIRIMLARININ DEĞERİ

                                              (MİLYAR DOLAR)36

 

          ALT KESİMLER                1929            1950           1960          1970

            İmalat                              1.8               3.8             11.1           32.2

            Petrol                              1.1                3.4             10.8          21.8

            Madencilik-tasf.               1.2               1.1              3.0            6.1

            Diğerleri                          3.4                3.5              7.0            17.9

            TOPLAM                         7.5               11.8             31.9          78.9

Kapitalist sistemle Türkiye arasındaki ilişkilerin yeni bir boyutu da, sanayi burjuvazisi. Siyasi alanda hala gücünü koruyan tarım burjuvazisi ile, onun bazı isteklerine boyun eğerek, 1965 seçimlerinde yeni bir ittifak oluşturuyor. Bu tavizler toprak reformu, tarım vergisi gibi konularda kalırken, sanayi burjuvazisi tüketim mallarına dayalı ithal ikamesi ile sanayileşmede hızla ilerlemeye devam ediyor. Devlet tüm gücüyle bu sanayiinin gelişimini destekliyor. Uluslararası sermayenin egemenliği pekişiyor. Özellikle, 1950-60 yıllarında yapılan alt yapı yatırımları sayesinde, bu bölüme 60-70 döneminde büyük paralar ayrılmıyor. Atıl kapasiteler hızla devreye giriyor.

Burada önemli bir noktaya parmak basmak gerekiyor. Böyle bir durumda, gelişmekte olan ülkelerin nisbi de olsa bir ölçüde sanayilerini geliştirdiğini gözlemek mümkün oluyor. Ama bunun ters bir yönü de var. Gelişmekte olan ülkelerin, üretim mallarını bu ülkelere satabilmeleri için gerekli olan finansman devletlerarası açılan kredilerle sağlanıyor. Açılan kredilerin içinde proje kredileri önemli bir yer tutuyor. Çünkü bu projeler nedeniyle açılan kredilerle alınan üretim malları, kapitalist sistemin istediği bir sanayileşmenin ortaya çıkmasına neden oluyor.

İthal ikamesi bir sanayileşme modeli. Ama gelişmekte olan ülkelerdeki uygulama kapitalist sistemin gereklerine göre biçimleniyor; tüketim ya da dayanıklı tüketim malları üretiminde ithal ikamesi uygulanıyor. Oysa bilindiği gibi, asıl ithal ikamesinin uygulanmasının gerektiğini sanayiler, ara malı ve yatırım malı alanları… Tüketim malları sanayinden, gerçek imalat sanayisine dönüşebilmek ancak buna bağlı. Bu gerçekleşmezse, hem iç piyasanın büyüme hızı duruyor hem de ara ve yatırım malları ithalatı gittikçe artan bir tempoyla büyüdüğü için, dış ödemeler dengesindeki açıklarla içinden çıkılmaz bir borç bataklığına saplanılıyor.

Kısacası, kapitalist sistem, gelişmekte olan ülkeleri teknolojileri eski, iç pazara dayalı, üretim hacmi küçük, özellikle kendi ürettikleri hammaddelere dayalı bir sanayileşmeyi kabul etmek zorunda bırakıyor, 1960’larda. Türkiye’de de bu sanayileşme için gerekli DEVLET’in reorganizasyonu, 27 Mayısla gerçekleşiyor. Son sözü yazmadan önce üç önemli noktaya daha değinmek zorunlu oluyor.

Birincisi; 27 Mayıs öncesi Sovyet toprakları üzerinde istihbarat uçuşu yapan ABD’nin U2 uçağı düşürülüyor. Türkiye üzerinden hareket ettiği tespit edilen bu uçuşlar durduruluyor Tarihçi Oral Sander’e göre, U2 uçuşları MBK İ. İnönü döneminde 27 Mayıs’tan sonra yeniden başlatılıyor. Demirel ise, 1970 yılında yaptığı bir basın toplantısında, bu uçuşların 28 Aralık 1965 tarihinde tekrar durdurulduğunu açıklıyor.37

İkincisi; 27 Mayıs’tan sonra yapılan seçimlerde Demokrat Parti’nin mirasçısı olma iddiasındaki partilerin başarı sağlaması, Ordu’da yeni huzursuzluklara hatta başarısız patlamalara yol açıyor. Örneğin, 1961 seçim sonuçları hayal kırıklığı yaratınca, 21 Ekim 196l’de müdahale protokolü imzalanıyor. Daha sonra başka protokoller de bunu izliyor. Üst komutanlar bunları engelliyorlar.

“Osman Deniz, anılarında, 21 Ekim 1961 Protokolü’nden vazgeçiş nedenini, İstanbul Valisi Korgeneral Refik Tulga’dan soruyor. Protokolde imzası bulunan Korgeneral Tulga şu karşılığı veriyor:

-İyi ki karar uygulanmadı. İstanbul’un ekmeğini Amerika’dan buğdayla sağlıyoruz. Buğday yüklü Amerikan gemileri, okyanustan geri dönebilirlerdi. Şimdi Ofis’e telefon edeyim, bakın kaç günlük unumuz var.

Vali, Ofis’e telefon eder ve cevabı açıklar:

-Bakın 28 günlük unumuz varmış…38

Üçüncüsü; Milli Güvenlik Kurulu. 27 Mayıs, Ordu’nun siyasal yaşam üzerinde sürekli olarak ağırlığını duyurmasının, Anayasal güvencesinin sağlanması olarak da tarihe geçiyor.

SON SÖZ

“27 Mayıs basit bir askeri darbe olmaktan uzak, bir burjuva hareketidir. 27 Mayıs’ın ortaya çıkışında Türkiye kapitalizminin artan çelişkileri önemli bir rol oynuyor. 27 Mayıs ile birlikte başlayan dönemde, yeni kurumsal yapı ve yeni toplumsal hedefler içinde, Türkiye’de sanayi kapitalizmi rengini ve damgasını vuruyor. 27 Mayıs, Türkiye kapitalizminin pazar ve realizasyon sorunlarına yurt içinde çözüm arayan bir dönemin başlangıcı oldu. 27 Mayıs bir merkantilist politikaya ve yüksek işçi ücretlerine dayanmak zorundaydı; sağlandı.”39 (a.b.c.-A.H.)

Bu tezler, Y. Küçük’ün. Sadece iç dinamikleri ön plana çıkartan, dış dinamikleri (çeşitli kitaplarında ısrarla vurgulamasına rağmen) tamamen ihmal eden tezler. Bu yazıda, Y. Küçük’ün kitaplarında çeşitli önemli alıntılar var bizim tezlerimizi sağlamlaştıran. Bu açıdan, değerli bilgileri bize ulaştıran Y. Küçük nasıl Türkiye’yi kapitalist sistemden soyutlayan bu tezleri yazabiliyor; anlamak mümkün değil. Çünkü aynı mantık çerçevesinde, 12 Eylül içinde buna benzer tezler yazılabilir. Yukarıdaki tezler ölçüsünde, açıklama gücünden yoksun kalacaklardır. Deneyelim:

“12 Eylül, basit bir askeri darbe olmaktan uzak bir burjuva hareketidir. 12 Eylül’ün ortaya çıkışında Türkiye kapitalizminin artan çelişkileri önemli bir rol oynuyor. 12 Eylül ile birlikte başlayan bir dönemde, yeni kurumsal yapı ve yeni toplumsal hedefler içinde, Türkiye kapitalizmi pazar ve realizasyon soranlarına yurt dışında çözüm arayan bir dönemin başlangıcı oldu. 12 Eylül dışarı açılan bir politikaya ve düşük işçi ücretlerine dayanmak zorundaydı; sağlandı.” Yazıyı bitirirken iki önemli soru geliyor karşımıza!

a- 27 Mayıs demokratik devrim sürecinin en ileri aşaması mı?40

b- 12 Eylül, 27 Mayıs’ın bir devamı mı?

Bu soruların cevabını, en iyisi okuyucuya bırakmak. 27 Mayıs’ı çok daha iyi anlayabilmek için 1908 olayını iyi bilmek gerekiyor. O da başka bir yazının konusu olacak. Son olarak, 27 Mayıs’ı şöyle tanımlamak mümkün:

“II Dünya Savaşı’ndan sonra, değişen şartlarda dünya kapitalist sisteminin yeni bir birikim tarzına uygun ve sistemin gereklilikleri doğrultusunda, Türkiye’de artan çelişkileri çözebilmek için, ekonomik yapının değişmesine olanak sağlayacak, gerekli devlet yapısının REORGANİSAZYON’udur 27 MAYIS.”

Dipnotlar

  1. Yerasimos Stefanos; Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Gözlem Y., s.1344
  2. Yerasimos S; a.g.e s. 1392
  3. Yerasimos S; a.g.e s.1359
  4. Yerasimos S; a.g.e s.1403
  5. Küçük Yalçın; Qvo Vadimus, Tekin Y. s.237
  6. Yerasimos S; a.g.e s.1387
  7. Küçük Y; a.g.e s.238
  8. Yerasimos S; a.g.e s.1404
  9. Yerasimos S; a.g.e s.1405
  10. Avcıoğlu Doğan; Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Y., s.1687
  11. Avcıoğlu D; Türkiye’nin Düzeni, Tekin Y., s.35l
  12. Yerasimos S; a.g.e s.1406
  13. Yerasimos S; a.g.e s. 1409
  14. Avcıoğlu D; Milli Kurtuluş Tarihi, s.1615-1616
  15. Yerasimos S; a.g.e s.1410
  16. Küçük Y; Planlama Kalkınma ve Türkiye, aktaran Yerasimos, a.g.e s.1410
  17. Yerasimos S; a.g.e s.1410
  18. Küçük Y; Türkiye Üzerine Tezler, c.III, s.8l
  19. Küçük Y; a.g.e s.38
  20. Avcıoğlu D; Milli Kur. T., s.1617
  21. Avcıoğlu D; a.g.e s.1617
  22. Cumhuriyet 30.8.1968’den aktaran Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, s.35l
  23. Avcıoğlu D; Türkiye’nin Düzeni, s.353
  24. Avcıoğlu D; Milli Kur. T., s.1617
  25. Avcıoğlu D; a.g.e s.1617
  26. Avcıoğlu D; a.g.e s.1617
  27. Avcıoğlu D; a.g.e s.1617
  28. Küçük Y; Quo Vadimus, s.238
  29. Yerasimos S; a.g.e s.1422
  30. Yerasimos S; a.g.e s.1423
  31. Yerasimos S; a.g.e s. 1424
  32. Yerasimos S. a.g.e s. 1425
  33. Avcıoğlu D; Türkiye’nin Düzeni, s.353
  34. Yerasimos S; a.g.e s.1412
  35. Yerasimos S; a.g.e s.1412
  36. Avcıoğlu D; Türkiye’nin Düzeni, s.355
  37. Küçük Y; “Türkiye’de Montajcılığın Yapısı” s.67 den aktaran Qua Vadimus, s.260
  38. Küçük Y; Türkiye Üzerine Tezler C.III, s.43
  39. Devrim Gazetesi 25.11.1969’dan aktaran Avcıoğlu, Milli Kur. T., s.1674
  40. Küçük Y; Türkiye Üzerine Tezler C.III, s.86
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×