50. Yılında Fransa 68’inin düşündürdükleri

Bugünden bakılınca 1968 tuhaf bir yıldır. Neredeyse her şey olmuştur. Vietnam Savaşı’nda ABD’nin aldığı yenilgi, Martin Luther King’in öldürülmesi, Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’ya müdahalesi, Nixon’ın başkan seçilmesi, “uzay yarışı”nda iki ülkenin attığı adımlar ve 68 kitlesel olayları…

Aslında dünya, İkinci Dünya Savaşı’nın bitişiyle başlayan dönemi yeni bir aşamaya ulaştıracak ve birikmiş soru işaretlerini azaltacak bir dönemeçten geçmektedir. Dünya bir süredir son derece pratik olarak yaşamış; fakat aynı zamanda yaşadıklarının ve geçmişinin üzerine düşünmüştür. 68 diğer etkilerinden belki de daha çok düşün dünyasında gelecekte yaratacaklarıyla büyük etkide bulunmuştur. Fransa, 68’i değerlendirmek için mükemmeldir.

1968 Mayıs’ında başlayan hareketlilik Fransa’yı ve özellikle Paris’i yaz sonuna dek çalkalayan bir olaylar zincirini başlatmıştır. Öğrencilerin başkaldırısı, entelektüellerin katılımı ve işçi sınıfı grevleriyle sallanan Fransa’da sol tınının hissedildiği önemli bir devrimci enerji açığa çıkmış; başkan de Gaulle de bu enerjinin hedeflerinden biri olmuştur. Fakat hareketlilik geri çekilirken de Gaulle geri dönmüş, “sol”un boşluklarını fark eden sağ “sessiz çoğunluğa” seslenmiş ve yapılan seçimlerde önemli bir farkla oyların çoğunluğunu almıştır. Sonuçta yönetim mevcut alternatiflerin en sağında kalmıştır.

Peki bize de pek çok açıdan tanıdık gelecek bu sonucu üreten ne olmuştur? Daha farklı bir sonucu elde etmek için ne yapmak gerekirdi?

Bu soruların yanıtına ulaşabilmek için Fransız Komünist Parti’sinin olaylar sırasındaki hareket tarzına, Fransa’daki düşünsel iklime ve nihayet bize de tanıdık gelen yöne, Haziran Direnişi’yle kimi benzerliklere değinmemiz gerekiyor.

Bunun için de zaman dizgesiyle biraz oynayıp 68’in öncesine ve sonrasına biraz göz atacağız.

Marksizmde bırakılan boşluklar

Marksizm pek çok şeydir; ama kesinlikle devrim için ve komünist toplum hedefiyle vardır. Bu düşünce bir Sovyetler Birliği yaratmıştır, kim ne derse desin müthiş bir atılımdır ve müthiş bir izdir insanlık tarihinde.

Müthiş bir atılımdı, kuruluşundan yıkılışına dek…

Oysaki bu atılımı komünist toplum hedefine bağlayabilmek için daha gayretli olunmalıydı. Atılım ancak kendisinden sonraki atılıma kadar işlevini yerini getirebilirdi ve komünizm kapitalizmle aynı dünyada ilelebet yaşatılamazdı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası, bu anlamda büyük boşlukların bırakıldığı yıllar oldu. İdeolojik savaş ve onun bir yönü olarak entelektüel üretim kapitalizmi alt etme atılımlarının çok önemli bir yerinde durmalıydı. Çünkü iki şeyi yerine getirmenin yolu buradan geçiyordu: Bir çekim merkezi olabilmek ve sosyalizmi kapitalizmin kirlerinden, kapitalizme karşı verilen kavganın yarattığı zararlı etkilerden sürekli ve sürekli temizleyebilmek.

Kapitalizmin bu boşluklardan türettiği derslerin önemli bir kısmı 68 laboratuvarından çıktı dersek pek de yanılmış olmayız.

1914 – 1924 aralığı Marksizmin Alman merkezli Avrupa sosyal demokrasisinden kopartıldığı, siyaset – iktidar – örgüt üçgeninin yarattığı “özne” üzerinden yeniden üretildiği ve zenginleştirildiği bir dönem oldu. Yalnız bir “teori” olarak değil, aynı zamanda bir ideoloji olarak… Marksizm – Leninizm açık başarısı ve prestijiyle, öncesinde Marksist olmayan pek çok “entelektüel” için de bir çekim merkezi oldu. Lukács gibi ya da Sartre gibi…

Marksizm devrimci özü, kavrayış gücü, siyasetle iç içe geçmişliği ve özneye tanıdığı alan dahil pek çok özelliğiyle kesinlikle rakipsizdi. Fakat sürekli yeniden üretilmeye muhtaçtı. Bu, “örgüt”ün ve artık dünya arenasında büyük bir güç olan Sovyetler Birliği’nin taşıyıcılığında gerçekleşecekti. Bu, sosyalist ideolojiyi kapitalizm karşısında güçlü kılmanın olmazsa olmazlarından biriydi.

Fakat özellikle ’45 sonrası dünyada ve özellikle Avrupa’da bu doğrultuda atılan adımlar eksikli, iddiasız ve düşmana alan bırakacak denli zayıftı. Bir şey daha vardı. Avrupa komünist partileri, Avrupa sosyal demokrasisinden sancılı bir doğum sonucu dünyaya gelmişlerdi ve Bolşevizmin derslerini anlayamayışları ile Sovyetler Birliği’nin savunulması haklı görevinin yarattığı gerilimler doğum hastalıklarının yüzeye çıkmasına neden olacaktı. Daha sonra bir “Avrupa komünizmi” edecek bu problemler, düzende kalıcı yer edinme eğiliminde, “ihtiyatlı” partiler yaratmıştı.  

Bu problemler, en tipik ve acı örneği 50 yıl öncesinde Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde görülen türden bir sosyal demokratlaşmanın kaynağını oluşturdular. 1914 itibariyle sosyal demokrasi burjuvazinin işçi sınıfı içerisindeki ajanlığını yapan iyi bir emniyet subabı olmuştu. 50 yıl öncesinde Alman Sosyal Demokrat Partisi’ni vuran hastalık ’45 sonrası komünist partilerde yeniden nüksediyordu. Yani Avrupalı komünist partilerin yürüdüğü yol çok tehlikeliydi. Geçmişi parlak, işçi sınıfı ve aydınlarla hatırı sayılır bir bağı olan Fransız Komünist Partisi (PCF) bu tehlikeden azade değildi.

Tüm bunlar boşluk anlamına geldi. Bunlar, dünyadaki diğer devrim örneklerinin yarattığı ilgiyle, Hruşçov’lu 20. Kongre’nin yarattığı travma ve Stalin düşmanlığıyla, Çin’in problemli tavrıyla,  Sovyetler’in Macaristan ve Çekoslovakya’daki problemlere müdahalesiyle birleşince özellikle Avrupalı entelektüel ortamdaki kararsızlığı artırdı. Sartre’ı, Marksizmin aşılamaz ufku içinde varoluşçu bir yeniden üretime götüren motivasyon böyle ortaya çıktı örneğin. Avrupalı ve özellikle Fransız entelektüel, var olanı olumlayan, dağarcıktaki eskileri aynen kullanan türden bir Marksist üretime kızdı ve yeni yollar aradı. Sovyetler Birliği merkezli olmayan, ona düşmanken kapitalizme de düşman, alternatif bir teorik üretim ve siyasi arayış belli bir yol aldı.

“Yeni Sol”un çeşitli veçhelerini de barındıran bu karmaşık toplam için 1968 yılı ve özellikle de Fransız deneyimi bir laboratuvar oldu. Daha sonra farklı kulvarlara meyleden pek çok parçadan tamamı ya düzen tarafından bir enstrüman işlevi kazanmaktan kurtulamadı ya yavaş yavaş sosyalizm perspektifinden uzaklaştı ya da siyaset iddiası ve örgüt bağlantısından tamamen koparak etkisizleşti.

İşte bugün yeniden ve yeniden gündeme gelen pek çok “teorik” başlıkta pek de yeni bir şey olmamasının nedeni eskilerin ucuz yeniden üretimlerinden pek ileri gidilememiş olmasıdır. İşçi sınıfının tanımı,  kapitalizmin egemenlik mekanizmaları, devlet, ideoloji, yapı – üstyapı ilişkileri, “birey” ya da “insan” ve diğerleri… İlla ismini koymak gerekirse yapısalcılık, postyapısalcılık, postmodernizm, psikanalizm vs…

Althusser, Sartre, Poulantzas ve belki birkaç isim daha, problemlerine rağmen yine de bir ölçüde “bizden”di. Fakat buradan geri gidilebilecek boşluk kesinlikle mevcuttu. Gidildi de… 68 Fransa’sına asıl rengi veren öğrenci – entelektüel ağırlık, işçi sınıfından ve iktidar arayışından uzak olduğu ölçüde kapitalizmin kapitalizm içinden eleştirisine dönüştü. 68 Mayıs’ının Paris sokaklarında görülen uçarı özgürlükçülük, otorite ve örgüt karşıtlığı, çevreciliğin, cinselliğin ve bedenin keşfi, mekânın, kültürün asıl odak oluşu teorisyenin gözünde zaten bir süredir üretim alanıydı ve iştah iyice kabardı. 68’i bizim için değerli kılan öğeler de bu arada “teorisyen”in elinde kimliksizleşti.

H. Lefebvre, Bourdieu, Fannon, Marcuse, Touraine, Foucault, Aron, Derrida, Lyotard, Deleuze, Lacan, Barthes, Baudrillard isimleri, içinde 68 dönemecinin de olduğu bir dönemin ürünüydüler. Bu isimlerin arasından bir tek Marcuse Almandı. 68 Paris’inin yıldız “devrimci” öğrenci lideri Cohn-Bendit Daniel “Marcuse hiç de bizim akıl hocamız değildi” demişti. Marcuse aslen Alman 68’inde etkili olmuştu ve muhtemelen Alman gençliği için Frankfurt Okulu daha yakındaki bir kaynak teşkil ediyordu; fakat Marcuseci düşünceler ile Parislilerinki arasında örtüşen çok yan bulunuyordu. Eylemliliklerde bir hareket olarak işçi sınıfı ağırlığının yokluğunda, işçi sınıfının önemsizleşmesi gündeme geliyordu. Kurtuluş, bekleniyorduysa bile, orta sınıflar ya da daha sonrasında giderek muğlaklaşmış haliyle “yeni toplumsal hareketler” eliyle gerçekleştirilebilirdi.

“Eski” Marksizm geçersizdi, yenisi ise şematik bulunmuştu. Varılan nokta ise “çoğulcu”, disiplini ve otoriteyi reddeden bir hareket arayışı, sivil toplumculuk ya da “mekân”ın sınırlarına hapsedilmiş bir tür direniş modeli oldu. Sartre başka bir açıdan haklı çıktı: “Marksizmin sözde bir aşılışı, en kötüsünden Marksizm öncesine bir dönüş; en iyisinden aşıldığı sanılan bir felsefeden daha önce bulunan bir düşüncenin yalnızca yeniden ortaya çıkışı” olmuştu. 1

Yukarıda ismi geçen Fransızlardan bazıları, başlarda düzen tarafından da bir ölçüde rezervle karşılandılar. Fransa kızışmıştı. Ve burjuva ideolojisinin zayıflayışı ortadaki öğelere temkinli yaklaşmak sonucu üretmişti. Fakat bu çok uzun sürmedi. Avrupa ideolojik savaşın merkez üssüydü, Sovyetler Birliği boşluk bırakıyordu ve Fransız entelektüeli etkiliydi. ABD, Marksist-Leninist soldan kopan öğeleri devşirmek konusunda oldukça istekli davrandı. Derrida, Foucault ya da Deleuze ABD başta olmak üzere Batı akademiyasında iyi değerlendirildi. İdeolojik mücadelenin asıl müfrezesini “sol olmayan sol” oluşturdu.

Kapitalizm için o dönem öğrenilen bu ders bugünün kitlesel hareketliliklerini yönlendirmede hâlâ önemli yer teşkil eder. Akademide ise bugün bu isimlerden birinin öyle ya da böyle geçmediği bir öğreti (daha doğrusu anlatı) bulmak mümkün değildir dünyanın herhangi bir yerinde.

Teorinin “iktidar”ı ele alma biçimi değiştiğinde elimizde Foucault kaldı. Kimisi iktidar sorununu ve hatta siyaseti toptan reddetti. Öte yandan “iktidar”, yokluğuyla da temel bir sorunsal olmayı sürdürecekti; çünkü Marksizm siyaset-iktidar-örgüt üçlüsünden bağımsız düşünülemezdi. Yani temel motivasyonu iktidar olmayan bir “marksizm” bazı sınırlara çarpacaktı.

2008 sonrası kitlesel hareketlenmelerin (ve bu arada Haziran Direnişi’nin de) incelenmesinde çokça yararlanılan bir isim, David Harvey ise Lefebvre’den aldığı ilhamla kent üzerinden geliştirdi düşüncelerini. Kapitalizmin bugününü anlamak için çok şey sunan yorumcu diğer yandan iktidar perspektifi olmayan bir “Marksizm”in ufkunun sınırlarını gösterdi bize. Kapitalizmin kompleks işleyişinin analizi üzerine “kent hakkı”nı yeniden formüle eden Harvey’nin önerisi artıdeğer üretimi ve kullanımı üzerinde “demokratik bir denetim/yönetim” kurulması talebinden pek ileri gidemedi.2 Daha ileri gidememesinin bir nedeni Lenin ile arasındaki mesafeydi kuşkusuz, ya da siyasete olan uzaklığı. Oysa, Marx’ın Gotha Programı’nın eleştirisindeki uyarılarının akılda bulundurulması bile işe yarayabilirdi…

Öte yandan, temel sorun devam ediyor. Gerçekten yeni olanı zorlayabilmesi için teorinin iktidar motivasyonu olmalıdır. Bu, mutlaka her örnekte devrim, örgüt-parti ya da devlet – proletarya diktatörlüğü gibi başlıkları teorik incelemenin merkez konusu yapmak anlamına gelmiyor. Bunlar kuşkusuz hâlâ güncel ve önemli inceleme konuları olmayı sürdürüyor; fakat burada anlatmak istediğimiz daha çok bir motivasyondur. Diğer bir deyişle, kalkış noktası olması, göz önünde bulundurulması, akılda tutulması ya da kağıda doğrudan geçmese bile kalemde birikmesi ve satır aralarından yansımasıdır.

Çünkü iktidarı ele geçirmek sorunu devrimci bir teorik üretimin temel motivasyon kaynağıdır. Teori, inceleme nesnesini başka türlü hakkıyla seçemez. Örneğin bu motivasyondan yoksun bir “özne” kuramlaştırması, “birey”in sınırlarını ve kapitalizmin ufkunu aşmakta zorlanacaktır. Uzunluğuna kısalığına bakmadan diyebiliriz ki, 19. ve 20. yy. dönemecinde yeni ufuklar açmış teorik üretimlerin, temel metinlerin hepsinde bahsettiğimiz bu yön çarpıcıdır.

Şimdi bu doğrultuda 68 Fransa’sında olan bitene tekrar bakabiliriz.

Öncünün ilişkilenme biçimi

Yeni Sol’cu kimi öğelerin işçi sınıfı dışındaki tabakalara olan ilgisinden bahsettik. Önce 68 eylemlilikleri sonrasında da dünyanın başka yerlerindeki (özellikle Latin Amerika’daki) devrimci yükselişlerin işçi sınıfıyla yakından ilgili olmayışı, Yeni Sol’a olan ilgiyi artırdı. Diğer yandan Geleneksel Sol bu hareketliliklere sıkıntılı bir mesafeyle yaklaştı. Sıkıntı tek başına o dönemki Geleneksel Sol’un ve bu arada PCF’nin işçi sınıfı vurgusundan ileri gelmiyordu. Bu vurgu gerekliydi. Fakat 68’in bazı örneklerinde açıkça gözlenebilen devrimci enerjiyle nasıl ilişkilenileceğiydi sorun. 3

68 eylemlilikleri başka şeylerle birlikte belirgin bir özgürlükçü tona ve yıkıcı bir enerjiye sahipti. Bunlar büyük ölçüde öğrenci – gençlik ve işçi sınıfının bazı kesimlerinden geliyordu. Özgürlükçülük başkan de Gaulle’ü, emperyalizmi ve oldukça şekilsiz de olsa da kapitalizmi hedef alıyordu. Bunlar değerliydi. Bu, egemen ideolojide bir dağılma halini anlatıyordu. Bu çapta ve bileşimdeki kitlesel hareketlerin sahip olması muhtemel bir kafa karışıklığı, hedefsizlik de mevcuttu ancak ortaya çıkan devrimci enerjiyi hafife almamak gerekirdi.

Ortada bir tür asimetri bulunuyordu. Hareketliliğin ideolojik ağırlığını öğrenci – entelektüel toplam oluşturuyordu; ancak bunun günler içinde sönümlenecek bir patlama olmasının önüne geçen şey işçi sınıfının katılımıydı. İşçi sınıfı grevlerle, fabrika işgalleriyle bu hareketliliğin süreğenleşmesinin ve burjuvazi tarafından daha ciddiye alınmasının başlıca nedeniydi. Fakat sokağın dinamizmi ile işçi sınıfının tavrı arasında verimli bir ilişki tesis edilemedi. 68’de ortaya çıkan devrimci enerji derin bir devrimci krizin uzağındaydı kuşkusuz; fakat uygun ilişkilenme tarzıyla buradan daha kızıl bir ton çıkabilirdi. Ve o zaman önemli bir fırsat değerlendirilebilmiş de olurdu: Avrupa’nın önemli bir ülkesinde, hatırı sayılır bir işçi sınıfının egemen ideolojideki dağınıklık içerisinde gerçekleştirebileceklerinin etkisi sonrası için büyük olur ve belki de yukarıda bahsettiğimiz arızaların bir kısmını çözme fırsatı doğabilirdi. Bu yapılamadı.

Aslında fırsat penceresi yalnız Fransa için geçerli değildi.

Kapitalizm ’45 sonrasında hızla yapılanmış ve Sovyetler Birliği merkezli sosyalizm cephesinin karşısında tahkimatını artırmıştı. Avrupa bu anlamda kritik bir yerdi. Kapitalizmin genişleme dönemi ve sosyalizmin prestiji karşısında alternatif oluşturma ihtiyacının yarattığı basınç “refah toplumu”nun önünü açmıştı. Bu işçi sınıfını düzene eklemleyebilmek için önemli bir enstrümandı; fakat 70’lere doğru ilerlenildiğinde kapitalizmin eğik bir düzleme girdiği anlaşılacaktı. 70’ler kapitalizm için iktisadi kriz demekti.

Yani pek de tuhaf değildi bu dönemin gelişmeleri. Küba Devrimi gerçekleşmişti. ABD bir yandan Vietnam’da yenilgi almakta, bir yandan kendi içinde siyahî protestolarına ev sahipliği yapmaktaydı. Dünyanın pek çok yerinde güçlü bir antiemperyalist enerji yükselmişti. Faşizmin yenilgisi, onu en azından Avrupa’da, bu kısa süre içerisinde alternatif olabilme gücünden uzaklaştırmıştı. Sovyetler Birliği liderliği henüz Garbaçovcu dönem kadar pasif değildi. Kapitalizmin ikna kabiliyetindeki gedikler fırsat yaratabilirdi. Bunlardan sınırlı ölçüde istifade edilebildi. İdeolojik mücadeledeki problemler, Avrupa komünist partilerinin kötüleşen durumu ve yukarıda andığımız diğer şeyler yüzünden…

Kapitalizmin tahkimatı ve genişlemesi için gerekli insani kaynakların yaratılması problemi, kapitalizmin 70’lere yaklaşırken girdiği eğik düzlem yüzünden toplumun farklı tabakalarında gerilim birikmesine neden oldu. Örneğin bu gerilimin sıkışma yarattığı “eğitim kurumları” Fransa için zayıf noktaydı. Öğrencileri, genç ve dinamik emekçileri düzene bağlayan bağlar hızla yıpranmıştı. Bir dönemin birikimi 68’de patlama yarattı.

Öncünün görevi düzenin patlama yaratma ihtimali olan bu noktalarını sezmek, buralara özen göstermek ve yüklemeler yapmaktı. Fakat PCF’nin üniversitelerde kapladığı alan zayıftı ya da problemliydi. Buradaki unsurlar başka yerlere baktılar. Bunu telafi etmek için hızla devreye girilmeli, en azından örgütlü işçi sınıfının hegemonyasında sağlıklı bağlar kurmanın yolları aranmalıydı. Problem boldu; ancak anlayarak yaklaşılmalı, çözücü yöntemler üzerine düşünmeli, bunun siyasal ve ideolojik araçları geliştirilmeliydi. Buradaki problemlerle PCF’nin “sağlamcılığı” birleştiğinde oldukça geri bir noktaya gelindi.

Althusser bu olaylara bir “hareket” sıfatı verilmesinin yanlışlığı üzerinde dururken öğrencilerden, kafa emekçilerinden ve entelektüellerden oluşan bu toplamın şekilsizliğinden ve dengesizliğinden bahseder. Bununla birlikte PCF ve sendika (CGT) liderlerinin ihanetle suçlanmasının yanlışlığından; bir kitle hareketinde sadece liderlerin belirleyici olamayacağından; işçi sınıfında önemli bir bölmenin bir serüven arayışına karşı çıktığından; programsız, hedefsiz ne idüğü belirsiz bir yola girmektense kendi bildiği yoldan gitme eğiliminde olduğundan bahseder.4 Althusser önemli noktalara işaret etmektedir; fakat bu PCF’nin iddiasızlığını, düzeni tahkim etme noktasına gelen sağlamcılığını haklı çıkarmaz.

PCF işçi sınıfının diri kesimlerinden başlayarak devrimci bir dinamizm ortaya koyabilse, işçi sınıfını sağduyuya çağırmasa, Fransa’yı huzura kavuşturacak bir parti gibi hareket etmese; ancak orta sınıfların anti-otoriter yıkıcılığını kılavuzlayabilecek bir kurucu misyonla hareket edebilse bunun için de işçi sınıfının rahatı yerinde bölmelerini gözden çıkarmak pahasına ama kesinlikle sınıf rengi olan bir siyasal-ideolojik müdahaleyle yola çıkabilseydi fırsatı değerlendirebilmiş olacaktı. Çünkü işçi sınıfının hegemonyasını tesis edebilmek öncünün maharetine bakıyordu ve bu da ideolojik olarak sınıf rengi soluk işçi sınıfı kesimlerini kollama arayışıyla gerçekleştirilemezdi. 68 Paris’inin sokaklarını tutan kitlelerin gösterdiği gayret ve canlılık” daha fazlasını hak ediyordu.

PCF, 1914’e gelinen dönemde Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin her tür devrimci çıkışa kuşkuyla bakacak temkinliliğiyle kesinlikle aynı şeyi yerine getiriyordu. Bu temkinliliğin kuramsal altyapısını güç dengelerinin izin vermeyişi ve devrimin doğrusal gelişimi beklentisi oluşturmuştu. Sıçramaları mümkün kılacak momentlerin arayışı bir kez ortadan kalktığında, partiyi ve işçi sınıfını egemen sınıfa kırdırmama temkinliliği, düzeni ve sistemi tahkim etmek anlamına dönüştü. İşte bu düzenin çok işine geldi.

Halbuki öncünün devrimci enerjiyle ilişkilenme tarzı fazla basite indirgemeye gelmezdi. Düzenin boşluk bıraktığı ve bunun patlamalara dönüştüğü dönemeçlerde, burjuva ideolojisi gücünden kaybetmiş demektir. Bu, egemen ideolojideki kimi öğelerin kopma eğilimine girmesine neden olur. Özgürlükçülük gibi… Sosyalist ideoloji kitlelerde yer eden bu öğelerle ilişkilenmeden toplumsal bir etkiye sahip olamaz, kitlelerin hareketlerini sevk ve idare edemez. “Düzenden parça koparma” çabasının biricik sorumlusu sosyalist ideolojinin taşıyıcısı olan partidir. Fakat bu “esneme” kimi garantörlerle kontrol edilmelidir.

Eşitlikçilikle tahkim edilmemiş bir özgürlükçülükten en fazla liberalizm övgüsü ya da örgüt düşmanlığı türer. Ya da sınıfsal yanı belirginleştirilmemiş bir laiklik savunusu, düzen ile düzen karşıtı cephe arasındaki taraflaştırmanın manivelası olmaktan çıkar, düzenin elinde sinsi bir oyuncağa döner. Yani egemen ideolojiden kopma eğilimindeki öğelerle temas eden bir öncü, bu öğeleri eşitlikçilik gibi kamuculuk gibi sosyalist ideolojinin merkezi öğeleriyle tahkim etmeli, kendisine benzeştirmeli ve sınıfsal olanın altını çizmelidir.

Bu nedenle öncü özne, parti, toplumsal hareketin gelişiminin hangi noktasında olunduğunu, hangi katmanlar ve öğelerle temas halinde olunduğunu, kendisi ve düzen karşıtı cephenin lehine her an ve her an gözden geçirir. Sürecin bizzat içinde olarak, toplumsal bağlantılar kurarak, uygun siyasal ve ideolojik araçları geliştirerek, denemelerde bulunarak ve verileri sürekli gözden geçirerek… Bunlar kolaycılık yapılabilecek şeyler hiç değildir!  Kendisi de sosyalist ideolojinin parçası olan partinin bu meseledeki yanlışları partinin kendisini de ya yalıtacak ya da rayından çıkma tehlikesine sokacaktır.

Bu görevin altından kalkabilmek için bir işçi sınıfı partisinin elindeki büyük olanak işçi sınıfı içerisinde kök salmış olmaktır.

68 Fransa’sında PCF bu bağlantıyı da değerlendirememiştir.

Bu süreç, hem sistemin hem de düzenin kendini onarmasıyla sonuçlanmıştır. Sistem, yüzer gezer entelektüelleri kendisine “sol olmayan sol” olarak entegre etmeyi öğrenmiş, hamlesini gerçekleştiremeyene acımamıştır. Sonuçta sol yükseliş, gerçekten sol olmaktan çekindiği ölçüde sağ bir sonuca evrilmiştir. Yalnız 68 Fransa’sından bahsetmiyoruz. Haziran Direnişi’nin sonrası da benzerdir. Erdoğan, aslen kitlelerin gücünden korkmuştur; fakat karşısındaki “muhalefetin” zayıflığını gördüğü noktada rahat davranmıştır. Daha doğrusu düzen muhalefeti üzerine düşeni yapmış, gerilimi topraklamıştır. Sonrası “sağ”dır.

68 Paris’i ile 2013 Türkiye’sinde benzerlik çoktur.

De Gaulle olayların orta yerinde kayıplara karışmış, devlet aygıtının önemli noktalarında gücü elinde bulundurduğundan emin olana kadar da geri dönme ihtiyacı hissetmemiştir. Erdoğan, Türkiye tarihinin en önemli kitlesel olaylarından birinde “yurtdışı gezisi” yapmaktadır. “Bu daha başlangıç…” iki tarihte de aynı slogandır. İsteyen buna “deniz gözlüğü – baret” kombinasyonunu bile ekleyebilir.

Bunlar benzerliktir benzerlik olmasına; ama asıl odaklanılması gereken daha yukarıda bahsettiklerimizdir.

Buralarda bırakılan boşluklar “sağ” ile sonuçlanır. 68 Mayıs’ını takip eden yaz tatili temiz bir sayfa açar, toplumsal hafıza ise hızla nostaljiye evrilir.

Bu dersler, “hemen şimdi” devrim yapmak için değil; ama olanakları değerlendirmek, “ne günlerdi ama” dememek için gereklidir.

Dipnotlar

  1. Jean-Paul Sartre, Search for a Method, https://www.marxists.org/reference/archive/sartre/works/critic/sartre1.html
  2. https://newleftreview.org/II/53/david-harvey-the-right-to-the-city
  3. Amacım tüm bu gelişmeleri 68 tarihinin içine hapsetmek ya da “68” tarihine gereğinden fazla önem vermek değil, öncünün ilişkilenme biçimini 68 dönemecinin sunduğu olanaklar ile incelemek ve bugüne de yansıyan sonuçlarını tartışmak.
  4. https://www.versobooks.com/blogs/3851-louis-althusser-s-letter-on-the-may-events
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×